antalya körfezi'nin iki yanında, kuzeye doğru birbirine yaklaşarak uzanan doğuda geyik dağları ve batıda bey dağları'ndan oluşan sıradağlardır.
devamını gör...

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

balıkların kalplerinde kirli vücutlarında ise temiz kan dolaşırmış.

bunun sadece balıklar için olduğuna emin miyiz ya bana bayağı tanıdık geldi de*.
devamını gör...

her zaman genç kalacakmış gibi hissetmek.
devamını gör...

günaydın sözlük, günaydın allah'ın manyağı.

aslında daha erken uyandım da birkaç teknik aksaklıktan dolayı şimdiye günaydın demek nasip oldu. bir de arkadaşlar bu aralar bana bir fotoğraf çekme aşkısı gelmiş, anlatamam. şuna bakın ya;
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

hediyem olsun size. güne musmutlu başlayın. *
devamını gör...

tahta sedir anlamına gelen kelimedir.
bizim köyde eski evlerde odaların iki boyunda yarım metre kadar yükseklikte 2 metre genişlikte üzerine kilim serilen minderler koyulup eski usul oturma gurubu oluşturulurdu peyke ile.
devamını gör...

yıldızlara bakıp dinlemeye karar veriyordum.
kendimi kör gibi hissediyordum şu an. neye göre dinleyeceğim şimdi ?*
gizli yıldızlar ile acıklı bir konu, iyi yayınlar.*
devamını gör...

üniversitenin ilk yılında okuduğum şehre gider gitmez tüm paramı yemiştim. o sıralar sık sık gittiğimiz bir kafede de fal bakılıyordu, arkadaşlarım dalgasına benim de baktığımı söyleyince gel çalış demişlerdi, hemen başlamıştım ben de bir şeyler sallar harçlığımı çıkarırım diye. gelgelelim işteki birinci haftamda deli gibi bir müşteri kitlem oldu, günde 17-18 fal bakıyordum. bir gün de bir erkek kişi geldi, o gün baktığım yirminci fal falan olacaktı. şöyle para geliyor, böyle büyük meblağlar ulaşıyor diye sallayıp yolladım. birkaç gün sonra ben dersteyken kafeye gelmiş, o kız buraya gelecek diye ortalığı birbirine katmış. tamam, artık dayak yemenin zamanıdır diyerek gittim, meğer dedim tutarda para gelmiş. çocuk bir sürü hediyeler almış bana. nasıl utandım anlatamam.
devamını gör...

kaynımda da var. nedense cem yılmaz sesiyle okudum bunu.
devamını gör...

anna-vronski, dolli-stiva ve kiti-levin. üç farklı hayat, üç farklı portre, üç farklı ölüm.

şimdi yazacaklarım spoiler içermeyecek. ancak daha sonrasında spoiler ile birlikte açıklayacağım düşündüklerimi. ve belki biraz uzun bir yazı olacak, o yüzden bir eser de koyuyorum:

tolstoy gibi bir dehanın belki de en büyük eseridir bu kitap. savaş ve barış'ı andırdığı çok fazla yön vardır. örneğin, savaş ve barış'ta olduğu gibi bizlere "dışsal bir gücün dayattığı zorunluluk" anlayışını verir. dıştan bağımsız içsel bir mücadele bu romanda da görülür. açıkçası bazen düşünüyorum: böyle bir romana roman yakıştırması yapmak adaletli midir? çünkü bir sürü roman okuruz ve dönüp dolaşıp da üzerine pek düşünmeyiz bazıları üzerine. gerçi üzerine düşünmediğimiz, kendini açmayan bir roman da ne kadar romandır tartışma konusu. lakin tolstoy'un kalemi o denli güçlü ki insan kendi kendine soruyor: ne okudum ben şimdi? gerçekten okudum mu bir şey, yoksa bu okuduğumu sandığım şeyi aslında görüm mü ve gerçek bir hayattan kısa bir kesit miydi bu sadece?

"bir düzyazı türü olarak roman" da denebilir, "apaçık hayat" da. romanı okurken çok keskin olarak anlaşılan bir konu varsa da bu mutlaka "karşıtlıklar" olur. derin bir analoji üzerine kuruludur ve bunu anna-vronski ilişkisi ile kiti-levin ilişkisi üzerinde görürüz.

bu analojiye az sonra spoiler ile birlikte değineceğim. ondan önce hislerimi açıklamama izin verin lütfen.

açıkçası böylesine bir eseri insan gerçekten de sindirerek okumalıymış diye düşünüyorum. ve ben epey uzun sürede bitirdiğim için (bilinçli olarak) bundan memnunum. kendimi sıkmadım, ruhum beni ne zaman çekti o gerçek hayata; işte o zaman döndüm oraya. kitap beni sıkmadı. * lakin beni kendinden uzaklaştırdığı da oldu. çünkü hanımlar, baylar; bu kitap gerçek bir hayatı anlatıyor adeta size. ve korkmamak elde mi? size neyin ne olduğunu söylüyor. * belki bu yüzdendir, kitapta hiç üzücü bir şeyin anlatılmadığı yerde bile gözyaşlarıma hakim olamadım. gerçi tamamıyla anlaşıldığında şüphesiz bir trajedidir bu. ama bir kurtuluşun da öyküsüdür. bir dirilişin veyahut. aynı zamanda bir ölümün. şu an bile düşündükçe tüylerim diken diken olur. okundu ve bitti, evet. anısı ise halen aklımda, gerçek bir romanın bizlere yapması gerektiği gibi.

gelgelelim bu yazıda umduğum gibi de yazamayacağım. cesaret etmeye bile korkuyorum bu roman hakkında. anlamını sözcüklerimle öldürmeyeyim istiyorum. diğer yandan samimi bir dille anlatırsam, işte o zaman, anlam güçlenebilir.

kitapta aşk kelimesi pek geçmez. ancak o aşkı iliklerinize kadar da hissedersiniz. daha doğrusu buna aşk demeye siz de cesaret edemezsiniz ya; yalnızca düşünür ve başka kelime bulamadığınızı fark edersiniz. evet, gerçek hayat gibidir derken belki de bunu kastediyordum işte. kelimeler yetersizdir ve kelimeler gereksizdir. insan doğasının bizlere "bahşettiği" bir lanettir kelimeler. çünkü gözler ve yürek zaten konuşur. bizlerse onları duyarız. kelimelerse bunu bozar bir noktada ve duyumu engeller. işte tolstoy bunu biliyor olmalı şüphesiz. bizlere öylesine sesleniyor ki, dış dünyayla bağlantımızı koparmadan iç dünyaya olan ilişiğimizi gösteriyor.

yani yazar var, yazar var...


şimdi içerikle beraber kısaca bu analojiye değinmek istiyorum. şüphesiz yüce olana çağrıdır bu roman. bir yakarıştır da yüce olan için. vicdanın ve yüce gönüllülüğün öldüğünü bize gösterir, sahtekarlığın ise hiç olmadığı kadar zirvede olduğunu gösterdiği gibi. anna'nın çığlıklarını duyarız ölümüne kadar. tek istediğinin sevilmek olduğunu anlarız. ve vronski'ye aslında teslim edemediğini tamamen kendini. fakat bunun sebebi pek de vronski'yle alakalı olmasa gerek. anna, levin gibi ince bir ruha sahiptir. hayatın olağan akışına ayak uyduramayan ve ayak da uydurmaktan çekinen kimselerdir bunlar. bu yüzden de toplum tarafından "dışlanırlar". anna'nın aşkı alay konusu olur sosyetede. levin'in hayat hakkında düşünceleri de. örneğin, levin'in kiti'ye günlüğünü okutmasını göz önüne alalım. böyle bir davranış biçimi hangi insanda görülür?

diğer yandan vronski levin'in -kanımca- tam zıttıdır. levin için aşk ölümsüz ve yücedir, cinsellikle bağdaşır fakat sevgi ile ayaktadır. vronski içinse aşk daha çok şehvetle karışıktır. öyle ki anna'ya aşık olduğunu söyledikten sonra kendine, ona karşı soğuduğunu hisseder zaman zaman:


"vronski'nin ne söylemek istediğini birden anımsayamadı. son zamanlarda giderek sıklaşan anna'nın kıskançlık nöbetleri dehşet veriyordu ona. bu kıskançlığın nedeninin sevgi olduğunu bilmesine karşın, bu durum vronski'yi anna'ya karşı soğutuyordu. bunu gizlemeye çalışıyordu vronski. anna'nın sevgisinin onun için bir mutluluk olduğunu kaç kez söylemişti kendi kendine, işte şimdi anna, dünyada en önemli şeyi aşkı olan bir kadının sevebileceği gibi seviyordu onu. oysa o, anna'nın peşinden gitmek için moskova'dan ayrıldığı zamanki mutluluğundan çok uzaklardaydı. o zaman mutsuz sayıyordu kendini. önündeydi mutluluk. şimdiyse en tatlı mutluluğu geride bıraktığını hissediyordu. anna, ilk zamanlar gördüğü anna değildi. onda ruhsal yönden de, bedensel yönden de kötüye doğru bir değişme olmuştu. kalınlaşmıştı. yüzünde aktristten söz ederken olduğu gibi hain, yüzünü çirkinleştiren bir anlatım belirmişti. vronski, anna'ya, kopardığı solmuş bir çiçeğe, onda artık onu koparmasının nedeni olan güzelliğini görmeden bakan bir insan gibi bakıyordu. buna karşın vronski, eskiden aşkı daha güçlü olduğu zamanlar, çok isterse bu aşkı yüreğinden koparıp atabileceğini düşünürken şimdi anna'yı sevmediğini hissettiği şu anda, onunla arasındaki bağın koparılamayacak bir bağ olduğunu biliyordu." (sayfa 467)


levin ise daha çok şöyle düşünür:


"levin, şimdiye dek evlilik üzerine düşüncelerinin yaşamını nasıl düzenleyeceği üzerine kurduğu hayallerinin tümünün çocukça şeyler olduğunu; bunun, onun şimdiye dek anlamadığı, şimdi de, bunu yaşamasına karşın daha da az anladığı bir şey olduğuunu giderek daha iyi hissediyordu. göğsünden boğazına doğru bir şey yükseldi, yükseldi, tutamadığı gözyaşlarıyla doldu gözleri." (sayfa 581)

"kiti'nin bu söylediklerinde olağanüstü hiçbir şey yoktu görünüşte. ama o, bunu söylerken sesinin her kıvrımında, dudaklarının da, gözlerinin de, ellerinin de her hareketinde levin için sözle anlatılamayacak ne büyük anlam vardı! her şey vardı burada: özür dileme de, levin'e güven de, şefkat de -ince, ürkek bir şefkatti bu-, söz veriş de, umut da, sevgi de -bu sevgiye inanmamak elinde değildi levin'in, mutluluktan soluğu kesilecek gibi oluyordu-..." (sayfa 499)

"özgürlük mü? neye yarar özgürlük? sevmektir mutluluk. istemek, onun istediği şeyleri istemek, onun düşündüğü şeyleri düşünmektir mutluluk. özgürlüğün olmamasıdır yani!" (sayfa 570)



vronski zaten oldukça gösterişli bir adamdır. yakışıklı, zengin, mevkiili vs. vs. levin ise bütün bunlara yabancı bir romantiktir. yakışıklı ve paralıdır belki ama sosyete hayatına vronski kadar alışık değildir ve yabancı hisseder orada kendini. huzursuz hisseder ve çiftlik evine, kitaplarına ve laska'ya, çulluk avına döner. bir yandan da düşünmektedir hayat hakkında. tıpkı anna'nın o sıralar düşündüğü gibi. fakat levin'in düşünceleri doğrudan felsefidir ve hayatın anlamıyla alakalıdır. bu açıdan levin içe dönük bir doğaya sahiptir. anna'nın düşünceleri ise yaşamak ile alakalıdır ve yine kendini var etmekle alakalıdır. ikisinde de bir yaşama arzusu vardır ve bu dışsal olan ideale yöneliktir. diğer insanlardan farklılardır; diğerleri kendilerini herkesin kendisini kaptırdığı bir akıntıya kaptırmıştır. bunu levin ile köylülerin diyaloglarında görebiliriz. örneğin, çar'ın savaşa adam yollamasıyla alakalı bir konuşmada, sergey ivanvoviç idi yanılmıyorsam- şöyle bir şey sorar köylüye: "bu savaş hakkında ne düşünüyorsun?" köylü cevap verir: "imparatorumuz ne derse o iyidir."

bu bakımdan levin'in ve hatta sergey ivanoviç'in auraları anlaşılabilir.

şimdi düşünüyorum da... bu kadar fazla karakteri nasıl anlatmaya kalkışacağımı bilemedim. ayrı ayrı isimleriyle başlıklar açsam daha makul olur diye düşünmekteyim. bir sürü karakter var ve bu karakterlere az yer verilmişse de her biri konuşulmayı hak ediyor. örneğin mariya nikolayevna, lvov, katavasov, mihaylov vs. vs.

ama genel hatlarıyla söylenebilir ki bir devrin bittiği açıklanmaktadır bu kitapla birlikte. romantizmin sonu, hovardalığın başlangıcı. veya şöyle de denebilir (gerçi çok şey denebilir): "anlaşılmak"ın yenilgisi...

şuna da değinmek istiyorum: fru-fru'nun ölümü ile anna'nın ölümü oldukça paralellik gösteriyordu. anna'nın orada haykırışı aslında bir noktada kendi ölümünü doğurdu. nasılsa fru-fru'nun ölmeden ve düşmeden önce haykırdığı gibi. vronski dengeyi sağlayamamıştı fru-fru'nun üzerinde ve istemi dışında düşmüştü. fakat tam olarak da istemi dışında düşmemişti. nasılsa anna'yı istemeden ve aynı zamanda isteyerek öldürdüğü gibi. şüphesiz kendi hovardalığı da sebep oldu bunlara ve anna'yı anlayamadı. anna zaten anlaşılması oldukça zor bir kadındı. o yüzden de bu kadar yalnızdı bugüne kadar. (levin gibi)

neticede anna anlaşılamadı ve öldü, levin ise anlaşıldı ve yeniden doğdu. fakat bir noktada levin'in de neredeyse öldüğünü ve tanrı'ya inanmamasına rağmen tanrı'ya yakardığını gördük: çocuğunun doğumu. bu nokta levin için dehşet vericiydi, öyle ki kiti ölecek diye korkunç bir buhrana girmişti. ve gördük ki, çocuk doğunca, levin pek de memnun olmadı. çünkü oydu ona bunca acıyı veren.

pek açılmaya müsait şeyler söylediklerim, farkındayım. lakin şu konu anlaşılmalıdır: bu kitap kendisini sonsuza kadar açabilir. nasılsa kendi hayatlarımız sonsuza kadar açılabilecekse. nitekim bazı anlarda düşünüp düşünüp dururuz ama bir sonuca varamayız, çünkü sonsuz olasılık, senaryo vardır.

ayrıyeten dolli ve stiva'dan bahsetmek isterdim. onlar ise aslında bu başkaldırıdan uzak kimselerdir ki bunu özellikle stiva'nın aldatmalarında ve kadınlar hakkındaki düşüncelerinde, dolli'nin ise en sonlarda anna'ya giderkenki çapkınlık düşüncelerinde görürüz. bunlar sadece düşüncedir dolli için çünkü kendisi evlidir. anna gibi cesaret edemez yeni maceralara atılmaya. fakat içten içe istemektedir de.

sanırım bu kadar yazacağım. ileride eklemeler yapar, renklendiririm bu yazıyı. ve aklıma geldikçe doldurmaya özen göstereceğim. şüphesiz birkaç yıl sonra -şayet burada olursam- yine bir şeyler yazacağımdır. çünkü saatlerce konuşmaya değer bir konu. doğrudan hayatla ilişkili işte. biraz alıntıya yer vereyim öyleyse son olarak:



anna:

özgürlüğünün, sağlığına hızla kavuşmasının bu birinci döneminde anna bağışlanamayacak kadar mutlu, yaşam dolu olduğunu hissediyordu. kocasının mutsuzluğunun anısı zehirlemiyordu mutluluğunu. bir yandan, bu anı üzerinde düşünülemeyecek kadar korkunçtu; öte yandan, kocasının mutsuzluğu ona pişmanlık duyamayacağı kadar büyük bir mutluluk veriyordu. hastalanmasından sonra olan biten her şeyin anısı -kocasıyla barışması, bozuşmaları, vronski'nin yaralandığı haberi, onun eve gelmesi, boşanma hazırlıkları, kocasının evinden ayrılışı, oğluyla vedalaşması- bütün bunlar ona kâbus gibi geliyordu. kocasına yaptığı kötülük şimdi tiksintiyi uyandıran bir duygu uyandırıyordu içinde. boğulmak üzere olan bir insanın, ona sarılmış, onu dibe çeken bir insandan kendini kurtardığı anda duyabileceği duygunun aynıydı bu duygu. öteki adam boğulmuştur. elbbette iyi bir şey değildir bu. ama tek kurtuluşu o korkunç ayrıntıları düşünmemekti.




stepan arkadyeviç, aleksey aleksandroviç karenin'e anna'yla boşanmaları için konuşuyor:

"her gün senden gelecek yanıtı bekliyor. doğrusu, ölüm cezasına çarptırılmış bir insanı, boynunda bir ilmekle, belki öleceksin, belki bağışlanacaksın diye aylarca öyle bekletmeye benziyor bu."





levin ve doğası hakkında:

"ama korkunç olan bir şey var... sen evlendin, bilirsin bu duyguyu...bizim gibi yaşlıların, aşklarının değil de günahlarının geçmişiyle...ansızın tertemiz, masum bir yaratığa yaklaşmamızdır korkunç olan. iğrenç bir şey bu. insanın bu yüzden kendini ona layık görmesi olası değildir..."

"işlediğim sevaplara göre bağışlama beni, yüce yürekliliğinle bağışla... "




levin, aşırı uysallıklarıyla, çekingenlikleriyle can sıkan insanların çok kısa bi zaman sonra aşırı titizlikleriyle, huzursuzluklarıyla çekilmez olduklarını bilirdi. aynı durumun ağabeyinde de ortaya çıktığını hissediyordu. gerçekten de, nikolay'ın munisliği çok sürmedi. devrisi gün başladı huysuzluğa. sürekli çatıyordu kardeşine. onun en duyarlı yerlerine dokunuyordu.







aile yaşamında bir şey yapabilmesi için karı koca arasında ya kesin bir anlaşmazlık ya da sevgi dolu bir anlaşma olmalıdır. karı koca arasında ilişki belirsizse, anlaşmazlık da, sevgi dolu anlaşma da yoksa, bu durumda hiçbir şey yapılamaz.

birçok aile, sırf karı koca arasında tam bir anlaşmazlık ya da anlaşma olmadığı için ikisinin de çoktan bıktıkları yeri yıllarca değiştiremezler.



insan sevdiğini olduğu gibi sever, olmasını istediği gibi değil.



ışıktan yoksun olmamak için gözlerini kapamaması yeter insanın.



sevgide az ya da çok diye bir şey yoktur.



eğer iyiliğin bir nedeni varsa, o artık iyili değildir; eğer iyiliğin bir sonucu, yani ödülü varsa yine iyilik değildir. demek ki iyilik, neden ve sonuç zincirinin dışındadır.



- ama eğitimin amacı da bu zaten: her şeyi zevk haline getirmek.
+ eh, eğer amaç buysa o zaman ben yabani kalmak isterim.

devamını gör...

hayata dair anlama gücünüz arttıkça, kelimeleriniz değişir. herkesin bilmediği kelimelerle cümleler kurmaya başlarsınız. tam kendinizi ifade edecek kadar dolmuş olursunuz ama anlattığınız şeyi anlayan kişilerin eksikliği yalnızlığınız olur.
devamını gör...

kendisi kırmızı çizgimizdir! ona göre yani!
devamını gör...

her olayı umursayıp sonra mahvolduğu için böyle bir insana dönüşmek zorunda kalmış olabilir.
devamını gör...


william turner
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

ingiliz romantik ressam joseph mallord william turner 1775’de covent garden londra’da doğdu. çocuk dahisi olan turner daha 14 yaşındayken kraliyet sanat akademisi’nde okudu ve 15 yaşında ilk çalışmasını orada sergiledi. antik heykellerin alçı kalıplarını yapmasını öğrendi. turner sürekli çalışır ve yaz aylarında özellikle suluboya çalışmaları için çok çeşitli eskizler ürettiği galler’e seyahat ederdi. 1802’de fransa ve isviçre’den başlayarak avrupa seyahatine çıktı ve aynı yıl paris’te louvre’da çalıştı. venedik’e birçok kez gitti.

siparişlerden ciddi ve sabit bir gelir elde etti ve 1804’te kendi galerisini açtı. 1807’de akademide perspektif profesörü oldu, 1828 yılına kadar ders verdi. çok özel, eksantrik ve münzevi biri olan sanatçı hiç evlenmedi, ancak ev sahibi sarah danby’den eveline (1801-1874) ve georgiana (1811-1843) adlı iki kızı oldu. yaşlandıkça daha karamsar ve asabi oldu. özellikle babasının ölümünden sonra kendine özen göstermedi ve sanatına odaklandı. sağlığına dikkat etmeden yaşadı ve 1851’de 76 yaşında londra’da koleradan öldü. turner, londra’daki aziz paul katedrali’ne gömüldü.

turner’ın çalışmalarında serbestçe yenilik arayışları, olgun fırçası, kromatik bir spektrum ve geniş ölçüde uygulanan atmosfer derinlikleri dikkat çekidir. turner, sanatsal bir dahi olarak tanındı: etkili ingiliz sanat eleştirmeni john ruskin, onu “doğanın ruh hallerini en çok karıştırıp doğru bir şekilde ölçebilen” sanatçı olarak nitelendirdi. sanatçı sonraki yıllarında renkleri daha şeffaf bir şekilde kullanır ve eserleri neredeyse saf ışığın çağrışımına dönüşür. olgun stilinin en önemli örneklerinden biri nesnelerin zar zor tanınabileceği yağmur, buhar ve hız – büyük batı demiryolu’dur. turner’ın çalışmaları fransa’da çok etkili oldu; izlenimciler, özellikle claude monet, tekniklerini dikkatlice inceledi.
devamını gör...

göçmek. uygun da bir tabir bence. bir boyuttan diğerine taşınıyorsun. gittiğin yer hakkında bir bilgin yok, o kötü tabi.
devamını gör...

çok güzel etkileşim alıyorum, çok güzel insanlardan çok güzel mesajlar alıyorum. bu bile sözlüğü sevmeme sebeptir. iyi ki kaydolmuşum sözlük. sağol yoldaş.
devamını gör...

normalde bu tür başlıklara pek yanaşmam, genelde de zaten bilgi içerikli başlıklar ya da tanımlar giriyorum. ama bugün kendim de birşeyi fark ettim; sanırım ben aşkı beceremiyorum. ya da aşk nedir onu tam olarak bilemiyorum. genelde hep neşeli ve esprili bir insanım, benim yanımda bulunup üzgün olan insan pek bulunmaz. çünkü hep neşeli biriyimdir. ama aşka gelince bi içim kararıyo, yanımda ki insanı dahi karamsarlığa sürükleyebiliyorum. yani daha önce bunu deneyimledim, acaba deneyimim kötü bir sonuç üzerine olduğu için sürekli aklımda aşk denilince onu mu yakıştırıyorum, bilemiyorum. adam akıllı aşık falan olamıyorum galiba. ya da sadece bende olmayan belli sebeplerden mütevellit böyle bir genel sorun ortaya çıkıyor. birine aşık olduğum zaman sanki onu kaybedecekmişim gibi, elimden kayıp gidecekmiş gibi. biraz da tedirginlik var dolayısıyla. önce ki yaşadığım olaylara bağlıyorum sanki. sevgilim olduğu zaman da ileri gitmekten tedirgin oluyorum.

kısacası dostlar, aşık olmak güzel falan ama onu da layığı ile yapmak lazımdır. galiba bize göre değil.
devamını gör...

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

tanım ve nickaltı girmek..
devamını gör...

uyuma saati azalır. zamanın kısıtlı olduğunu anlayıp daha çok şey öğrenmek için daha az uyur insan.
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim