alkol al sigara iç ama domuz eti yeme
bu kafaları seviyorum ya! *
napsın içki içiyor diye domuz eti de mi yesin?
melek misiniz oğlum?
az tövbe edin, arada gıybet etmiyor musunuz?
şaka la şaka gidin öğleyi kılın.
bana da dua edin. *
napsın içki içiyor diye domuz eti de mi yesin?
melek misiniz oğlum?
az tövbe edin, arada gıybet etmiyor musunuz?
şaka la şaka gidin öğleyi kılın.
bana da dua edin. *
devamını gör...
troll yazar olmak vs normal yazar olmak
arkadaşlar ben troll müyüm normal mi? biri cevap verebilir mi acaba?
devamını gör...
flörtöz kadın
o kadar uzağım ki ilk okumada fritöz sandım.*
devamını gör...
okuduğun bir kitabı pudra şekerine uyarla
içimizdeki pudra şekeri
(içimizdeki şeytan)
(içimizdeki şeytan)
devamını gör...
odamda yolculuk
xavier de maistre kitabıdır.
ilkokul yıllarımda romatizmal bir hastalıktan ötürü birkaç ay yatağa mahkum kalmıştım. yürümekte çok zorlanıyordum ve doktor en az üç ay sadece iğne olmak dışında yataktan çıkmamam gerektiğini söyleyince saçma bir mahkumiyet başlamıştı benim için.
o dönemde hayatımı kurtaran şeyin edebiyat olduğunu söyleyebilirim çünkü günlerce kitap okuyup hayal kurdum bir odanın içinde. odamdaki bu yolculuklar esnasında birçok insanla tanıştım. jules verne bunlardan biriydi ve beni dünyanın her yerine götürdü. ve ben o hastalık esnasında ilk öykümü yazdım. bir bilimkurgu öyküsü idi, dönüşüm geçirmiş örümceklerle savaşan sıradan bir kahramanın öyküsü. odada yapılabilecek yolculukların doğrudan etkisini hep hissettim hayatım boyunca.
içinde bulunduğumuz bu saçma ve gerçeküstü dönemde karantina ve sokak kısıtlamalarına girip girip çıkarken, odalarda ışıksız kalmaya alışırken ve dahi bu dönemi fakirsek cinnet zenginsek cennet tadında geçirirken okunması gereken bir kitap.
evlerde kalıp kendi kendimizi sorgulamak için bolca zaman bulmamız kendimizi tanıyıp yeni bir arkadaşlık edinmek için ideal bir fırsat olabilir ve biz de maistre’nin yaptığı gibi düşsel bir yolculuğa çıkabiliriz kendi odamızda. bence okuyun, delirmeden önce yapacağınız en iyi şey olabilir.
ilkokul yıllarımda romatizmal bir hastalıktan ötürü birkaç ay yatağa mahkum kalmıştım. yürümekte çok zorlanıyordum ve doktor en az üç ay sadece iğne olmak dışında yataktan çıkmamam gerektiğini söyleyince saçma bir mahkumiyet başlamıştı benim için.
o dönemde hayatımı kurtaran şeyin edebiyat olduğunu söyleyebilirim çünkü günlerce kitap okuyup hayal kurdum bir odanın içinde. odamdaki bu yolculuklar esnasında birçok insanla tanıştım. jules verne bunlardan biriydi ve beni dünyanın her yerine götürdü. ve ben o hastalık esnasında ilk öykümü yazdım. bir bilimkurgu öyküsü idi, dönüşüm geçirmiş örümceklerle savaşan sıradan bir kahramanın öyküsü. odada yapılabilecek yolculukların doğrudan etkisini hep hissettim hayatım boyunca.
içinde bulunduğumuz bu saçma ve gerçeküstü dönemde karantina ve sokak kısıtlamalarına girip girip çıkarken, odalarda ışıksız kalmaya alışırken ve dahi bu dönemi fakirsek cinnet zenginsek cennet tadında geçirirken okunması gereken bir kitap.
evlerde kalıp kendi kendimizi sorgulamak için bolca zaman bulmamız kendimizi tanıyıp yeni bir arkadaşlık edinmek için ideal bir fırsat olabilir ve biz de maistre’nin yaptığı gibi düşsel bir yolculuğa çıkabiliriz kendi odamızda. bence okuyun, delirmeden önce yapacağınız en iyi şey olabilir.
devamını gör...
eratosthenes
iskenderiye kütüphanesi'nin baş kütüphanecisi.
yaklaşık %15'lik bir sapmayla dünyanın çevresini ölçen ilk kişidir.
dünyanın çevresinin bugün bilinen doğru ölçüsü: 40.075 km.
eratosthenes'in ölçüsü: 46.250 km.
iskenderiye kütüphanesi dönemin tartışmasız bilim yuvasıydı. bilim insanları ve öğrencilerle dolup taşan iskenderiye kütüphanesi'nde sohbet sırasında bir şey öğrenir eratosthenes, siyene şehrinde bir kuyu her 21 haziran günü dibine kadar güneş alarak aydınlanıyordur.
güneş ışınları iskenderiye ve siyene'ye aynı düşmüyordu, eratosthenes biliyordu ki bu dünyanın yapısından kaynaklıydı.
bir 21 haziran günü, güneş tam tepe noktasındayken iskenderiye’de yere bir çubuk dikti ve güneş ışınlarının çubuğa tam dik ulaşmadığını, yerde 7 derecelik bir gölge oluşturduğunu gördü. dünyayı bir daire olarak düşünüyordu. iskenderiye ile siyene arasındaki mesafenin dünyanın merkez noktasında da 7 derecelik bir açı oluşturması gerektiğini düşündü böylelikle.
bir dairenin toplam açısı 360 derece olduğuna göre 7 derecelik bir açı 50 de 1'lik bir parça demekti.
kendine bir yardımcı ayarladı ve iskenderiye ile siyene arasındaki uzaklığı ölçtürdü. bunu adım hesabı yaptı. adımları stada çevirdi. 1 stad yaklaşık 185 metre gelmekteydi. iskenderiye ve siyene arası 5.000 stad geliyordu. 5.000 stadı 50 ile çarparak, dünyanın çevresinin 250.000 stad olduğunu hesapladı.
eratosthenes, dünyanın çevresinin uzunluğunu 2 bin küsur yıl önce, bugün bilinen ve doğru olandan %15'lik bir sapmayla bulmuştu...
yaklaşık %15'lik bir sapmayla dünyanın çevresini ölçen ilk kişidir.
dünyanın çevresinin bugün bilinen doğru ölçüsü: 40.075 km.
eratosthenes'in ölçüsü: 46.250 km.
iskenderiye kütüphanesi dönemin tartışmasız bilim yuvasıydı. bilim insanları ve öğrencilerle dolup taşan iskenderiye kütüphanesi'nde sohbet sırasında bir şey öğrenir eratosthenes, siyene şehrinde bir kuyu her 21 haziran günü dibine kadar güneş alarak aydınlanıyordur.
güneş ışınları iskenderiye ve siyene'ye aynı düşmüyordu, eratosthenes biliyordu ki bu dünyanın yapısından kaynaklıydı.
bir 21 haziran günü, güneş tam tepe noktasındayken iskenderiye’de yere bir çubuk dikti ve güneş ışınlarının çubuğa tam dik ulaşmadığını, yerde 7 derecelik bir gölge oluşturduğunu gördü. dünyayı bir daire olarak düşünüyordu. iskenderiye ile siyene arasındaki mesafenin dünyanın merkez noktasında da 7 derecelik bir açı oluşturması gerektiğini düşündü böylelikle.
bir dairenin toplam açısı 360 derece olduğuna göre 7 derecelik bir açı 50 de 1'lik bir parça demekti.
kendine bir yardımcı ayarladı ve iskenderiye ile siyene arasındaki uzaklığı ölçtürdü. bunu adım hesabı yaptı. adımları stada çevirdi. 1 stad yaklaşık 185 metre gelmekteydi. iskenderiye ve siyene arası 5.000 stad geliyordu. 5.000 stadı 50 ile çarparak, dünyanın çevresinin 250.000 stad olduğunu hesapladı.
eratosthenes, dünyanın çevresinin uzunluğunu 2 bin küsur yıl önce, bugün bilinen ve doğru olandan %15'lik bir sapmayla bulmuştu...
devamını gör...
15 yaşında çocukların evlenmesine insan hakkı demek
15 yaşında insanlar çocuk, altını çizeyim çocuk. 18 yaş bile evlenmek için erkenken 15 yaşında çocuğun evlenmesine insan hakkı diyemeyiz, evlenmemesine diyebiliriz. evlenmezse o çocuk çocukluğunu yaşar, arkadaşlarıyla gezer, oynar, okur, hobi edinir, iş hayatına atılmadan önce kendini tanımaya çalışır. evlense bunları nasıl yapacak? kendisi çocuk, karşısındaki çocuk, ne kadar sağlıklı iletişim kurabilecekler ki? 18 yaşın altındaki insanlarla evlenebileceğini düşünen insanlar pedofilidir. bu kadar net. çocuk birini seviyorlar sevgilicilik oynarlar zaten.
saçmalık.
saçmalık.
devamını gör...
kağnı
türk kurtuluş savaşının yegane lojistik destek aracıdır. büyük taarruz başarıyla sonuçlanıp izmir kurtarıldığında fransız devlet adamı henry franklin-bouillon, dönemin en üstün ikmal araçlarıyla donatılmış yunan ordusunu kast ederek ''kağnı kamyonu yendi'' demiştir.
devamını gör...
saman sarısı
nazım hikmet'in en güzel şiirlerinden birisi, 18 milyon 728 dizeden falan oluştuğu için okuması epey zordur.
seher vakti habersizce girdi gara ekspres kar içindeydi
ben paltomun yakasını kaldırmış perondaydım
peronda benden başka da kimseler yoktu
durdu önümde yataklı vagonun pencerelerinden biri perdesi aralıktı
genç bir kadın uyuyordu alaca karanlıkta alt ranzada
sacları saman sarisi kirpikleri mavi
kırmızı dolgun dudaklarıysa şımarık ve somurtkandı
üst ranzada uyuyanı göremedim
habersizce usulcacık çıktı gardan ekispires
bilmiyorum nereden gelip nereye gittiğini
baktım arkasından
üst ranzada ben uyuyorum
varşova’da biristol oteli'nde
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığım yoktu
oysa karyolam tahtaydı dardı
genç bir kadın uyuyor başka bir karyolada
saçları saman sarisi kirpikleri mavi
ak boynu uzundu yuvarlaktı
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
oysa karyolası tahtaydı dardı
vakit hızla ilerliyordu yaklaşıyorduk gece yarılarına
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığımız yoktu
iniyorum merdivenleri dördüncü kattan
asansör bozulmuş yine
aynaların içinde iniyorum merdivenleri
belki yirmi yaşındayım belki yüz yaşındayım
vakit hızla ilerliyordu yaklaşıyorduk gece yarılarına
uçuncu katta bir kapının ötesinde bir kadın gülüyor
sağ elimde kederli bir gül açıldı ağır ağır
kübalı bir balerinle karşılaştım ikinci katta karlı pencerelerde
taze esmer bir yalaza gibi geçti alnımın üzerinden
sair nikolas gilyen havana'ya dondu çoktan
yıllarca avrupa ve asya otellerinin hollerinde oturup içtikti
yudum yudum şehirlerimizin hasretini
iki şey var ancak ölümle unutulur
anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü
kapıcı uğurladı beni gocuğu geceye batık
yürüdüm buz gibi esen yelin ve neonların içinde yürüdüm
vakit hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına
çıktılar önüme ansızın
oraları gündüz gibi aydınlıktı ama onları benden başka gören olmadı
bir mangaydılar
kısa konçlu çizmeleri pantolonları ceketleri
kolları kollarında gamalı haç işaretleri
elleri ellerinde otomatikleri vardı
omuzları miğferleri vardı ama başları yoktu
omuzlarıyla miğferlerinin arası boşluktu
hatta yakaları boyunları vardı ama başları yoktu
ölümlerine ağlanmayan askerlerdendiler
yürüdük
korktukları hem de hayvanca korktukları belli
gözlerinden belli diyemem
başları yok ki gözleri olsun
korktukları hem de hayvanca korktukları belli
belli çizmelerinden
korku belli olur mu çizmelerden
oluyordu onlarınki
korkularından ateş etmeğe de başladılar artsız arasız
butun yapılara butun taşıt araçlarına butun canlılara
her sese her kımıltıya ateş ediyorlar
hatta şopen sokağı’nda mavi balıklı bir afişe ateş ettiler
ve kurşun seslerini benden başka duyan yok
ölüler bir ss mangası da olsa ölüler öldüremez
ölüler dirilerek öldürür kurt olup elmanın içine girerek
ama korktukları hem de hayvanca korktukları belli
bu şehir öldürülmemiş miydi kendileri öldürülmeden önce
bu şehrin kemikleri birer birer kırılıp derisi yüzülmemiş miydi
derisinden kitap kabı yapılmamış miydi yağından sabun saclarından sicim
ama işte duruyordu karşılarında gecenin ve buz gibi esen
yelin içinde sıcak bir francala gibi
vakit hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına
belveder yolunda düşündüm lehlileri
kahraman bir mazurka oynuyorlar tarihleri boyunca
bana ilk ve belki de son niş_animi bu sarayda verdiler
tören memuru açtı yaldızlı ak kapıyı
girdim büyük salona genç bir kadınla
sacları saman sarisi kirpikleri mavi
ortalıkta da ikimizden başka kimseler yoktu
bir de akvareller bir de incecik koltuklar kanepeler bebek
evlerindeki gibi
ve sen bundan dolayı
bir resimdin açık maviye çizilmiş belki de bir taş bebektin
belki bir pırıltıydın düşünden damlamış sol mememin üstüne
uyuyordun alaca karanlıkta alt ranzada
ak boynun uzundu yuvarlaktı
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığın yoktu
ve iste kira kof şehrinde kapris barı
vakit hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
ayrılık masanın üstündeydi kahve bardağınla limonatamın arasında
onu oraya sen koydun
bir tas kuyunun dibindeki suydu
bakıyorum eğilip
bir koca kişi gülümsüyor bir buluta belli belirsiz
sesleniyorum
seni yitirmiş geri dönüyor sesimin yankıları
ayrılık masanın üstündeydi cigara paketinde
gözlüklü bir garson getirdi onu ama sen ısmarladın
kıvrılan bir dumandı gözlerinin içinde senin
sigaranın ucunda senin
ve hoşça kal demeğe hazır olan avlucunda
ayrılık masanın üstündeydi dirseğini dayadığın yerdeydi
aklından geçenlerdeydi ayrılık
benden gizlediklerinde gizlemediklerinde
ayrılık rahatlığındaydı senin
senin güvenindeydi bana
büyük korkundaydı ayrılık
birdenbire kapın açılır gibi sevdalanmak birilerine ansızın
oysa beni seviyorsun ama bunun farkında değilsin
ayrılık bunu fark etmeyişindeydi senin
ayrılık kurtulmuştu yerçekiminden ağırlığı yoktu tüy gibiydi
diyemem tüyün de ağırlığı var ayrılığın ağırlığı yoktu
ama kendisi vardı
vakit hızla ilerliyor gece yarıları yaklaşıyor bize
yürüdük yıldızlara değen ortaçağ duvarlarının karanlığında
vakit hızla akıyordu geriye doğru
ayak seslerimizin yankıları sarı sıska köpekler gibi geliyordu
ardımızdan koşuyordu önümüze
yegelon üniversitesi’nde şeytan taşlara tırnaklarını batıra batıra dolaşıyor
bozmağa çalışıyor kopernik'in araplardan kalma usturlabını
ve pazar yerinde bezzazlar çarşısının kemerleri altında roka
ene rol oynuyor katolik öğrencilerle
vakit hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
vuruyor bulutlara kızıltısı nova huta'nin
orda köylerden gelen genç isçiler madenle birlikte
ruhlarını da alev alev döküyor yeni kalıplara
ve ruhların dökümü madenin dökümünden bin kere zordur
meryem ana kilisesinde can kulesinde saat başlarını çalan
borazan gece yarısını çaldı
ortaçağdan gelen çığlığı yükseldi
şehre yaklaşan düşmanı verdi haber
ve sustu gırtlağına saplanan okla ansızın
borazan iç rahatlığıyla öldü
ve ben yaklaşan düşmanı görüp de haber veremeden
öldürülmenin acısını düşündüm
vakit hızla ilerliyor gece yarıları ışıklarını yeni söndürmüş
bir vapur iskelesi gibi arkada kaldı
seher vakti habersizce girdi gara ekispires
yağmurlar içindeydi pirag
bir gölün dibinde gümüş kakma bir saatti
kapağını açtım
içinde genç bir kadın uyuyor camdan kuşların arasında
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
kapadım kapağı yükledim sandığı yük vagonuna
habersizce usulcacık çıktı gardan ekispires
yağmurlar içindeydi pirag
sen yoksun
uyuyorsun alaca karanlıkta alt ranzada
üst ranza bomboş
sen yoksun
yeryüzünun en güzel şehirlerinden biri boşaldı
içinden elini çektiğin bir eldiven gibi boşaldı
söndü artık seni görmeyen aynalar nasıl sönerse
yitirilmiş akşamlar gibi viltava suyu akıyor köprülerin altından
sokaklar bomboş
butun pencerelerde perdeler inik
tramvaylar bomboş geçiyor
biletçileri vatmanları bile yok
kahveler bomboş
lokantalar barlar da öyle
vitrinler bomboş
ne kumaş ne kristal ne et ne şarap
ne bir kitap ne bir şekerleme kutusu
ne bir karanfil
şehri duman gibi saran bu yalnızlığın içinde bir koca kişi
yalnızlıkta on kat artan ihtiyarlığın kederinden
silkinmek için lejyon erler köprüsü’nden martılara ekmek atıyor
gereğinden genç yüreğinin kanına batırıp
her lokmayı
vakitleri yakalamak istiyorum
parmaklarımda kalıyor altın tozları hızlarının
yataklı vagonda bir kadın uyuyor alt ranzada
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
elleriyse gümüş şamdanlarda mumlardı
üst ranzada uyuyanı göremedim
ben değilim bir uyuyan varsa orda
belki de üst ranza boş
moskova'ydı üst ranzadaki belki
duman basmış leh toprağını
birest'i de basmış
iki gündür uçaklar kalkıp inemiyor
ama tirenler gelip gidiyor bebekleri akmış gözlerinin içinden geçiyorlar
berlin'den beri kompartımanda bir başımayım
karlı ovaların güneşiyle uyandım ertesi sabah
yemekli vagonda kefir denen bir çeşit ayran içtim
garson kız tanıdı beni
iki piyesimi seyretmiş moskova'da
garda genç bir kadın beni karşıladı
beli karınca belinden ince
saçları saman sarisi kirpikleri mavi
tuttum elinden yürüdük
yürüdük günesin altında karları çıtırdata çıldırta
o yıl erken gelmişti bahar
o günler çoban yıldızına haber uçurulan günlerdi
moskova bahtiyardı bahtiyardım bahtiyardık
yitirdim seni ansızın mayakovski alani'nda yitirdim ansızın
seni oysa ansızın değil çünkü önce yitirdim
avlucumda elinin sıcaklığı senin sonra elinin
yumuşak ağırlığını yitirdim avlucumda sonra elini
ve ayrılık parmaklarımızın birbirine ilk değişinde başlamıştı çoktan
ama yine de ansızın yitirdim seni
asfalt denizlerinde otomobilleri durdurup baktım içlerine yoksun
bulvarlar karlı
seninkiler yok ayak izleri arasında
botlu iskarpinli çoraplı çıplak senin ayak izlerini birde
tanırım
milisyonerlere sordum
görmediniz mi
eldivenlerini çıkarmışsa ellerini görmemek olmaz
elleri gümüş şamdanlarda mumlardır
milisyonerler büyük bir nezaketle karşılık veriyor
görmedik
istanbul’da saray burnu akıntısını çıkıyor bir römorkör
ardında uç macuna
gaf ediyor da vah vak ediyor da martı kuşları
seslendim mavnalara kızıl meydandan römorkörün
kaptanın seslenemedim çünkü makinesi öyle
gümbürdüyordu ki sesimi duyamazdı yorgundu da
kaptan ceketinin düğmeleri de kopuktu
seslendim mavnalara kızıl meydandan
görmedik
girdim giriyorum moskova’nın butun sokaklarında butun
kuyruklara
ve yalnız kadınlara soruyorum
yün başörtülü güler yüzlü sabırlı sessiz kocakarılar
al yanaklı kopça burunlu tazeler şapkaları yeşil kadife
ve genç kızlar tertemiz sımsıkı gayetle de şık
belki korkunç kocakarılar bezgin tazeler
şapşal kızlar da var ama onlardan bana ne
güzeli kadın milleti erkeklerden önce görür ve unutmaz
görmediniz mi
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri kocaman
prag’da aldı
görmedik
vakıalarla yarışıyorum bir onlar öne geçiyor bir ben
onlar öne geçince ufalan kırmızı ışıklarını görmez olacağım diye ödüm kopuyor
ben öne geçtim mi ışıldakları gölgemi düşürüyor yola gölgem
koşuyor önümde gölgemi yitireceğim diye de bir telaştır alıyor beni
tiyatrolara konserlere sinemalara giriyorum
bolşoy'a gitmedim bu gece oynanan operayı sevmezsin
kalamış’ta balıkçının meyhanesine girdim
ve sait faik'le tatlı tatlı konuşuyorduk ben hapisten
çıkalı bir ay olmuştu onun karaciğeri sancılar içindeydi
ve dünya güzeldi
lokantalara giriyorum estirt orkestraları yani cazları ünlülerin
sırmalı kapıcılara bahşiş sever dalgın garsonlara
gardıroptakilere ve bizim mahalle bekçisine soruyorum
görmedik
çaldı gece yarısını stirasnoy manastırı'nın saat kulesi
oysa manastır da kule de yıkıldı çoktan
yapılıyor şehrin en büyük sineması oralarda
oralarda on dokuz yaşıma rastladım
birbirimizi birde tanıdık
oysa birbirimizin yüzünü görmüşlüğümüz yoktu
fotoğraflarımızı bile
ama yine de birbirimizi birde tanıdık şaşmadık el sıkışmak istedik
ama ellerimiz birbirine dokunamıyor aramızda kırk yıllık zaman duruyor
uçsuz bucaksız donmuş duruyor bir kuzey denizidir
ve stirasnoy alanı'na şimdi puşkin alanı kar yağmağa başladı
üşüyorum hele ellerim ayaklarım
oysa yün çoraplıyım kunduralarımla eldivenlerim kürklü
çorapsız olan oydu bezle sarmış postallarında ayaklarını
elleri çıplak
ağzında ham bir elmanın tadı dünya
on dördünde bir kız memesi sertliği avuçlarındaki
gözünde türkülerin boyu kilometre ölümün boyu bir karış
ve haberi yok başına geleceklerin hiçbirinden
onun başına gelecekleri bir ben biliyorum
çünkü inandım onun bütün inandıklarına
sevdim seveceği bütün kadınları
yazdım yazacağı bütün şiirleri
yattım yatacağı bütün hapislerde
geçtim geçeceği bütün şehirlerden
hastalandım bütün hastalıklarıyla
bütün uykularını uyudum gördüm göreceği bütün düşleri
bütün yitireceklerini yitirdim
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kara paltosunun yakası ak ve sedefli düğmeleri koskocaman
görmedim
on dokuz yaşım beyazıt meydanı’ndan geçiyor çıkıyor
kızıl meydanca konkord'a iniyor abidin'e
rastlıyorum da meydanlardan konuşuyoruz
evveli gün gagarin en büyük meydanı dolaşıp döndü
titof da dolaşıp dönecek hem de on yedi buçuk kere
dolanacak ama daha bundan haberim yok
meydanlarla yapılardan konuşuyoruz abidin'le tavan arasındaki otel odamda
sen ırmağı da akıyor notr dam'in iki yanından
ben geceleyin penceremden bir ay dilimiymiş gibi görüyorum
sen ırmağını rıhtımında yıldızların
bir de genç bir kadın uyuyor tavan arasındaki odamda
paris damlarının bacalarına karışmış
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
saman sarısı saçları bigudili, mavi kirpikleriyse yüzünde bulut
çekirdekteki meydanla çekirdekteki yapıdan konuşuyoruz abidin'le
meydanda fırdonen celalettin'den konuşuyoruz
abidin uçsuz bucaksız hızın renklerini döktürüyor
ben renkleri yemiş gibi yerim
ve matis bir manavdir kozmos yemişleri satar
bizim abidin de oyle avni de levni de
mikroskopun ve füze lumbuzlarının gördüğü yapılar meydanlar renkler ve sairleri ressamları çalgıcıları onların
hamlenin resmini yapıyor abidin yüz elliye altmışın meydanlığında
suda balıkları nasıl görüp suda balıkları nasıl avlayabilirsem
öyle görüp öyle avlayabilirim kıvıl kıvıl akan
vakitlari tuvalinda abidin'in
sen ırmağı da bir ay dilimi gibi
genç bir kadın uyuyor ay diliminin üstünde
onu kaç kere yitirip kaç kere buldum daha kaç kere yitirip
kaç kere bulacağım
işte böyle işte böyle kızım düşürdüm ömrümün bir
parçasını sen ırmağına sen misel köprüsü’nden
ömrümün bir parçası mösyö dupon'un oltasına takılacak
bir sabah çiselerken aydınlık
mösyö dupon çekip çıkaracak onu sudan paris'in mavi
suretiyle birlikte ve hiçbir şeye benzetemeyecek
ömrümün bir parçasını ne balığa ne pabuç eskisine
atacak onu mösyö dupon gerisin geriye paris'in suretiyle
birlikte suret eski yerinde kalacak
sen ırmağıyla akacak ömrümün bir parçası büyük
mezarlığına ırmakların
damarlarımda akan kanın hışırtısıyla uyandım
parmaklarımın ağırlığı yok
parmaklarım ellerimle ayaklarımdan kopup havalanacaklar
salına salına dönecekler basımın üstünde
sağım yok solum yok yukarım aşağım yok
abidin'e söylemeli de resmini yapsın beyazıt meydanı’nda
şehit düsenin ve gagarin yoldasın ve daha adini sanını
kaşını gözünü bilmediğimiz titof yoldasın ve ondan
sonrakilerin ve tavan arasında yatan genç kadının
küba’dan döndüm bu sabah
küba meydanında altı milyon kişi akı karasi sarisi melezi
ışıklı bir çekirdek dikiyor çekirdeklerin çekirdeğini
güle oynaya
sen mutluluğun resmini yapabilir misin abadin
işin kolayına kaçmadan ama
gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil
ne de ak örtüde elmaların
ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı baliğinkini
sen mutluluğun resmini yapabilir misin abidin
1961 yazı ortalarında küba’nın resmini yapabilir misin
çok şükür çok şükür bu günü de gördüm ölsem de gam yemem
gayrinin resmini yapabilir misin üstat
yazık yazık
havana'da bu sabah doğmak varmışın resmini yapabilir misin
bir el gördüm havana’nın 150 kilometre doğusunda deniz
kıyısına yakın bir duvarın üstünde bir el gördüm
ferah bir türküydü duvar
el okşuyordu duvarı
el altı aylıktı okşuyordu boynunu anasının
on yedi yaşındaydı el ve mariya'nın memelerini okşuyordu
avlucu nasır nasırdı ve karayip denizi kokuyordu
yirmi yaşındaydı el ve okşuyordu boynunu altı aylık oğlunun
yirmi beş yasındaydı el ve okşamayı unutmuştu çoktan
otuz yasındaydı el ve havana’nın 150 kilometre doğusunda
deniz kıyısında bir duvarın üstünde gördüm onu
okşuyordu duvarı
sen el resimleri yaparsın abidin bizim ırgatların demircilerin ellerini
kübalı balıkçı nikolas'in da elini yap karakalem
kooperatiften aldığı pırıl pırıl evinin duvarında okşamaya
kavuşan ve okşamayı bir daha yitirmeyecek kübalı
balıkçı nikolas'in elini
kocaman bir el
deniz kaplumbağası bir el
ferah bir duvarı okşayabildiğine inanamayan bir el
artık butun sevinçlere inanan bir el
güneşli denizli kutsal bir el
fidel'in sözleri gibi
bereketli topraklarda şekerkamışı hızıyla fışkırıp yeşerip ballanan umutların eli
1961'de küba’da çok renkli çok serin ağaçlar gibi evler
ve çok rahat evler gibi ağaçlar diken ellerden biri
çelik dökmeğe hazırlanan ellerden biri
mitralyözü türküleştiren türküleri mitralyözleştiren el
yalansız hürriyetin eli
fidelin sıktığı el
ömrünun ilk kurşunkalemiyle ömrünun ilk kadına
hürriyet sözcüğünü yazan el
hürriyet sözcüğünü söylerken sulanıyor ağızları kübalıların
bal kutusu bir karpuzu kesiyorlarmış gibi
ve gözleri parlıyor erkeklerinin
ve kızlarının eziliyor içi dokununca dudakları hürriyet sözcüğüne
ve koca kişileri en tatlı anılarını çekip kuyudan yudum yudum içiyor
mutluluğun resmini yapabilir misin abidin
hürriyet sözcüğünun resmini ama yalansızının
aksam oluyor paris'te
nötr dam turuncu bir lamba gibi yanıp söndü ve paris'in
bütün eski yeni taşları turuncu bir lamba gibi yanıp söndü
bizim zanaatları düşünüyorum şiirciliği resimciliği çalgıcılığı
filan düşünüyorum ve anlıyorum ki
bir ulu ırmak akıyor insan eli ilk mağaraya ilk bizonu çizdiğinden beri
sonra bütün çaylar yeni balıkları yeni su otları yeni tatlarıyla
dökülüyor onun içine ve kurumayan uçsuz bucaksız akan bir o dur
paris'te bir kestane ağacı olacak
paris'in ilk kestanesi paris kestanelerinin atası
istanbul’dan gelip yerleşmiş paris'e boğaz sırtlarından
hala sağ mıdır bilmem sağsa iki yüz yaşında filan olmalı
gidip elini öpmek isterdim
varıp gölgesinde yatsak isterdim bu kitabin vaadini
yapanlar yazısını dizenler nakışını basanlar bu kitabı
dükkanında satanlar para verip alanlar alıp da seyredenler
bir de abidin bir de ben
bir de saman sarısı belası, başımın.
seher vakti habersizce girdi gara ekspres kar içindeydi
ben paltomun yakasını kaldırmış perondaydım
peronda benden başka da kimseler yoktu
durdu önümde yataklı vagonun pencerelerinden biri perdesi aralıktı
genç bir kadın uyuyordu alaca karanlıkta alt ranzada
sacları saman sarisi kirpikleri mavi
kırmızı dolgun dudaklarıysa şımarık ve somurtkandı
üst ranzada uyuyanı göremedim
habersizce usulcacık çıktı gardan ekispires
bilmiyorum nereden gelip nereye gittiğini
baktım arkasından
üst ranzada ben uyuyorum
varşova’da biristol oteli'nde
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığım yoktu
oysa karyolam tahtaydı dardı
genç bir kadın uyuyor başka bir karyolada
saçları saman sarisi kirpikleri mavi
ak boynu uzundu yuvarlaktı
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
oysa karyolası tahtaydı dardı
vakit hızla ilerliyordu yaklaşıyorduk gece yarılarına
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığımız yoktu
iniyorum merdivenleri dördüncü kattan
asansör bozulmuş yine
aynaların içinde iniyorum merdivenleri
belki yirmi yaşındayım belki yüz yaşındayım
vakit hızla ilerliyordu yaklaşıyorduk gece yarılarına
uçuncu katta bir kapının ötesinde bir kadın gülüyor
sağ elimde kederli bir gül açıldı ağır ağır
kübalı bir balerinle karşılaştım ikinci katta karlı pencerelerde
taze esmer bir yalaza gibi geçti alnımın üzerinden
sair nikolas gilyen havana'ya dondu çoktan
yıllarca avrupa ve asya otellerinin hollerinde oturup içtikti
yudum yudum şehirlerimizin hasretini
iki şey var ancak ölümle unutulur
anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü
kapıcı uğurladı beni gocuğu geceye batık
yürüdüm buz gibi esen yelin ve neonların içinde yürüdüm
vakit hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına
çıktılar önüme ansızın
oraları gündüz gibi aydınlıktı ama onları benden başka gören olmadı
bir mangaydılar
kısa konçlu çizmeleri pantolonları ceketleri
kolları kollarında gamalı haç işaretleri
elleri ellerinde otomatikleri vardı
omuzları miğferleri vardı ama başları yoktu
omuzlarıyla miğferlerinin arası boşluktu
hatta yakaları boyunları vardı ama başları yoktu
ölümlerine ağlanmayan askerlerdendiler
yürüdük
korktukları hem de hayvanca korktukları belli
gözlerinden belli diyemem
başları yok ki gözleri olsun
korktukları hem de hayvanca korktukları belli
belli çizmelerinden
korku belli olur mu çizmelerden
oluyordu onlarınki
korkularından ateş etmeğe de başladılar artsız arasız
butun yapılara butun taşıt araçlarına butun canlılara
her sese her kımıltıya ateş ediyorlar
hatta şopen sokağı’nda mavi balıklı bir afişe ateş ettiler
ve kurşun seslerini benden başka duyan yok
ölüler bir ss mangası da olsa ölüler öldüremez
ölüler dirilerek öldürür kurt olup elmanın içine girerek
ama korktukları hem de hayvanca korktukları belli
bu şehir öldürülmemiş miydi kendileri öldürülmeden önce
bu şehrin kemikleri birer birer kırılıp derisi yüzülmemiş miydi
derisinden kitap kabı yapılmamış miydi yağından sabun saclarından sicim
ama işte duruyordu karşılarında gecenin ve buz gibi esen
yelin içinde sıcak bir francala gibi
vakit hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına
belveder yolunda düşündüm lehlileri
kahraman bir mazurka oynuyorlar tarihleri boyunca
bana ilk ve belki de son niş_animi bu sarayda verdiler
tören memuru açtı yaldızlı ak kapıyı
girdim büyük salona genç bir kadınla
sacları saman sarisi kirpikleri mavi
ortalıkta da ikimizden başka kimseler yoktu
bir de akvareller bir de incecik koltuklar kanepeler bebek
evlerindeki gibi
ve sen bundan dolayı
bir resimdin açık maviye çizilmiş belki de bir taş bebektin
belki bir pırıltıydın düşünden damlamış sol mememin üstüne
uyuyordun alaca karanlıkta alt ranzada
ak boynun uzundu yuvarlaktı
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığın yoktu
ve iste kira kof şehrinde kapris barı
vakit hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
ayrılık masanın üstündeydi kahve bardağınla limonatamın arasında
onu oraya sen koydun
bir tas kuyunun dibindeki suydu
bakıyorum eğilip
bir koca kişi gülümsüyor bir buluta belli belirsiz
sesleniyorum
seni yitirmiş geri dönüyor sesimin yankıları
ayrılık masanın üstündeydi cigara paketinde
gözlüklü bir garson getirdi onu ama sen ısmarladın
kıvrılan bir dumandı gözlerinin içinde senin
sigaranın ucunda senin
ve hoşça kal demeğe hazır olan avlucunda
ayrılık masanın üstündeydi dirseğini dayadığın yerdeydi
aklından geçenlerdeydi ayrılık
benden gizlediklerinde gizlemediklerinde
ayrılık rahatlığındaydı senin
senin güvenindeydi bana
büyük korkundaydı ayrılık
birdenbire kapın açılır gibi sevdalanmak birilerine ansızın
oysa beni seviyorsun ama bunun farkında değilsin
ayrılık bunu fark etmeyişindeydi senin
ayrılık kurtulmuştu yerçekiminden ağırlığı yoktu tüy gibiydi
diyemem tüyün de ağırlığı var ayrılığın ağırlığı yoktu
ama kendisi vardı
vakit hızla ilerliyor gece yarıları yaklaşıyor bize
yürüdük yıldızlara değen ortaçağ duvarlarının karanlığında
vakit hızla akıyordu geriye doğru
ayak seslerimizin yankıları sarı sıska köpekler gibi geliyordu
ardımızdan koşuyordu önümüze
yegelon üniversitesi’nde şeytan taşlara tırnaklarını batıra batıra dolaşıyor
bozmağa çalışıyor kopernik'in araplardan kalma usturlabını
ve pazar yerinde bezzazlar çarşısının kemerleri altında roka
ene rol oynuyor katolik öğrencilerle
vakit hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
vuruyor bulutlara kızıltısı nova huta'nin
orda köylerden gelen genç isçiler madenle birlikte
ruhlarını da alev alev döküyor yeni kalıplara
ve ruhların dökümü madenin dökümünden bin kere zordur
meryem ana kilisesinde can kulesinde saat başlarını çalan
borazan gece yarısını çaldı
ortaçağdan gelen çığlığı yükseldi
şehre yaklaşan düşmanı verdi haber
ve sustu gırtlağına saplanan okla ansızın
borazan iç rahatlığıyla öldü
ve ben yaklaşan düşmanı görüp de haber veremeden
öldürülmenin acısını düşündüm
vakit hızla ilerliyor gece yarıları ışıklarını yeni söndürmüş
bir vapur iskelesi gibi arkada kaldı
seher vakti habersizce girdi gara ekispires
yağmurlar içindeydi pirag
bir gölün dibinde gümüş kakma bir saatti
kapağını açtım
içinde genç bir kadın uyuyor camdan kuşların arasında
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
kapadım kapağı yükledim sandığı yük vagonuna
habersizce usulcacık çıktı gardan ekispires
yağmurlar içindeydi pirag
sen yoksun
uyuyorsun alaca karanlıkta alt ranzada
üst ranza bomboş
sen yoksun
yeryüzünun en güzel şehirlerinden biri boşaldı
içinden elini çektiğin bir eldiven gibi boşaldı
söndü artık seni görmeyen aynalar nasıl sönerse
yitirilmiş akşamlar gibi viltava suyu akıyor köprülerin altından
sokaklar bomboş
butun pencerelerde perdeler inik
tramvaylar bomboş geçiyor
biletçileri vatmanları bile yok
kahveler bomboş
lokantalar barlar da öyle
vitrinler bomboş
ne kumaş ne kristal ne et ne şarap
ne bir kitap ne bir şekerleme kutusu
ne bir karanfil
şehri duman gibi saran bu yalnızlığın içinde bir koca kişi
yalnızlıkta on kat artan ihtiyarlığın kederinden
silkinmek için lejyon erler köprüsü’nden martılara ekmek atıyor
gereğinden genç yüreğinin kanına batırıp
her lokmayı
vakitleri yakalamak istiyorum
parmaklarımda kalıyor altın tozları hızlarının
yataklı vagonda bir kadın uyuyor alt ranzada
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
elleriyse gümüş şamdanlarda mumlardı
üst ranzada uyuyanı göremedim
ben değilim bir uyuyan varsa orda
belki de üst ranza boş
moskova'ydı üst ranzadaki belki
duman basmış leh toprağını
birest'i de basmış
iki gündür uçaklar kalkıp inemiyor
ama tirenler gelip gidiyor bebekleri akmış gözlerinin içinden geçiyorlar
berlin'den beri kompartımanda bir başımayım
karlı ovaların güneşiyle uyandım ertesi sabah
yemekli vagonda kefir denen bir çeşit ayran içtim
garson kız tanıdı beni
iki piyesimi seyretmiş moskova'da
garda genç bir kadın beni karşıladı
beli karınca belinden ince
saçları saman sarisi kirpikleri mavi
tuttum elinden yürüdük
yürüdük günesin altında karları çıtırdata çıldırta
o yıl erken gelmişti bahar
o günler çoban yıldızına haber uçurulan günlerdi
moskova bahtiyardı bahtiyardım bahtiyardık
yitirdim seni ansızın mayakovski alani'nda yitirdim ansızın
seni oysa ansızın değil çünkü önce yitirdim
avlucumda elinin sıcaklığı senin sonra elinin
yumuşak ağırlığını yitirdim avlucumda sonra elini
ve ayrılık parmaklarımızın birbirine ilk değişinde başlamıştı çoktan
ama yine de ansızın yitirdim seni
asfalt denizlerinde otomobilleri durdurup baktım içlerine yoksun
bulvarlar karlı
seninkiler yok ayak izleri arasında
botlu iskarpinli çoraplı çıplak senin ayak izlerini birde
tanırım
milisyonerlere sordum
görmediniz mi
eldivenlerini çıkarmışsa ellerini görmemek olmaz
elleri gümüş şamdanlarda mumlardır
milisyonerler büyük bir nezaketle karşılık veriyor
görmedik
istanbul’da saray burnu akıntısını çıkıyor bir römorkör
ardında uç macuna
gaf ediyor da vah vak ediyor da martı kuşları
seslendim mavnalara kızıl meydandan römorkörün
kaptanın seslenemedim çünkü makinesi öyle
gümbürdüyordu ki sesimi duyamazdı yorgundu da
kaptan ceketinin düğmeleri de kopuktu
seslendim mavnalara kızıl meydandan
görmedik
girdim giriyorum moskova’nın butun sokaklarında butun
kuyruklara
ve yalnız kadınlara soruyorum
yün başörtülü güler yüzlü sabırlı sessiz kocakarılar
al yanaklı kopça burunlu tazeler şapkaları yeşil kadife
ve genç kızlar tertemiz sımsıkı gayetle de şık
belki korkunç kocakarılar bezgin tazeler
şapşal kızlar da var ama onlardan bana ne
güzeli kadın milleti erkeklerden önce görür ve unutmaz
görmediniz mi
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri kocaman
prag’da aldı
görmedik
vakıalarla yarışıyorum bir onlar öne geçiyor bir ben
onlar öne geçince ufalan kırmızı ışıklarını görmez olacağım diye ödüm kopuyor
ben öne geçtim mi ışıldakları gölgemi düşürüyor yola gölgem
koşuyor önümde gölgemi yitireceğim diye de bir telaştır alıyor beni
tiyatrolara konserlere sinemalara giriyorum
bolşoy'a gitmedim bu gece oynanan operayı sevmezsin
kalamış’ta balıkçının meyhanesine girdim
ve sait faik'le tatlı tatlı konuşuyorduk ben hapisten
çıkalı bir ay olmuştu onun karaciğeri sancılar içindeydi
ve dünya güzeldi
lokantalara giriyorum estirt orkestraları yani cazları ünlülerin
sırmalı kapıcılara bahşiş sever dalgın garsonlara
gardıroptakilere ve bizim mahalle bekçisine soruyorum
görmedik
çaldı gece yarısını stirasnoy manastırı'nın saat kulesi
oysa manastır da kule de yıkıldı çoktan
yapılıyor şehrin en büyük sineması oralarda
oralarda on dokuz yaşıma rastladım
birbirimizi birde tanıdık
oysa birbirimizin yüzünü görmüşlüğümüz yoktu
fotoğraflarımızı bile
ama yine de birbirimizi birde tanıdık şaşmadık el sıkışmak istedik
ama ellerimiz birbirine dokunamıyor aramızda kırk yıllık zaman duruyor
uçsuz bucaksız donmuş duruyor bir kuzey denizidir
ve stirasnoy alanı'na şimdi puşkin alanı kar yağmağa başladı
üşüyorum hele ellerim ayaklarım
oysa yün çoraplıyım kunduralarımla eldivenlerim kürklü
çorapsız olan oydu bezle sarmış postallarında ayaklarını
elleri çıplak
ağzında ham bir elmanın tadı dünya
on dördünde bir kız memesi sertliği avuçlarındaki
gözünde türkülerin boyu kilometre ölümün boyu bir karış
ve haberi yok başına geleceklerin hiçbirinden
onun başına gelecekleri bir ben biliyorum
çünkü inandım onun bütün inandıklarına
sevdim seveceği bütün kadınları
yazdım yazacağı bütün şiirleri
yattım yatacağı bütün hapislerde
geçtim geçeceği bütün şehirlerden
hastalandım bütün hastalıklarıyla
bütün uykularını uyudum gördüm göreceği bütün düşleri
bütün yitireceklerini yitirdim
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kara paltosunun yakası ak ve sedefli düğmeleri koskocaman
görmedim
on dokuz yaşım beyazıt meydanı’ndan geçiyor çıkıyor
kızıl meydanca konkord'a iniyor abidin'e
rastlıyorum da meydanlardan konuşuyoruz
evveli gün gagarin en büyük meydanı dolaşıp döndü
titof da dolaşıp dönecek hem de on yedi buçuk kere
dolanacak ama daha bundan haberim yok
meydanlarla yapılardan konuşuyoruz abidin'le tavan arasındaki otel odamda
sen ırmağı da akıyor notr dam'in iki yanından
ben geceleyin penceremden bir ay dilimiymiş gibi görüyorum
sen ırmağını rıhtımında yıldızların
bir de genç bir kadın uyuyor tavan arasındaki odamda
paris damlarının bacalarına karışmış
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
saman sarısı saçları bigudili, mavi kirpikleriyse yüzünde bulut
çekirdekteki meydanla çekirdekteki yapıdan konuşuyoruz abidin'le
meydanda fırdonen celalettin'den konuşuyoruz
abidin uçsuz bucaksız hızın renklerini döktürüyor
ben renkleri yemiş gibi yerim
ve matis bir manavdir kozmos yemişleri satar
bizim abidin de oyle avni de levni de
mikroskopun ve füze lumbuzlarının gördüğü yapılar meydanlar renkler ve sairleri ressamları çalgıcıları onların
hamlenin resmini yapıyor abidin yüz elliye altmışın meydanlığında
suda balıkları nasıl görüp suda balıkları nasıl avlayabilirsem
öyle görüp öyle avlayabilirim kıvıl kıvıl akan
vakitlari tuvalinda abidin'in
sen ırmağı da bir ay dilimi gibi
genç bir kadın uyuyor ay diliminin üstünde
onu kaç kere yitirip kaç kere buldum daha kaç kere yitirip
kaç kere bulacağım
işte böyle işte böyle kızım düşürdüm ömrümün bir
parçasını sen ırmağına sen misel köprüsü’nden
ömrümün bir parçası mösyö dupon'un oltasına takılacak
bir sabah çiselerken aydınlık
mösyö dupon çekip çıkaracak onu sudan paris'in mavi
suretiyle birlikte ve hiçbir şeye benzetemeyecek
ömrümün bir parçasını ne balığa ne pabuç eskisine
atacak onu mösyö dupon gerisin geriye paris'in suretiyle
birlikte suret eski yerinde kalacak
sen ırmağıyla akacak ömrümün bir parçası büyük
mezarlığına ırmakların
damarlarımda akan kanın hışırtısıyla uyandım
parmaklarımın ağırlığı yok
parmaklarım ellerimle ayaklarımdan kopup havalanacaklar
salına salına dönecekler basımın üstünde
sağım yok solum yok yukarım aşağım yok
abidin'e söylemeli de resmini yapsın beyazıt meydanı’nda
şehit düsenin ve gagarin yoldasın ve daha adini sanını
kaşını gözünü bilmediğimiz titof yoldasın ve ondan
sonrakilerin ve tavan arasında yatan genç kadının
küba’dan döndüm bu sabah
küba meydanında altı milyon kişi akı karasi sarisi melezi
ışıklı bir çekirdek dikiyor çekirdeklerin çekirdeğini
güle oynaya
sen mutluluğun resmini yapabilir misin abadin
işin kolayına kaçmadan ama
gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil
ne de ak örtüde elmaların
ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı baliğinkini
sen mutluluğun resmini yapabilir misin abidin
1961 yazı ortalarında küba’nın resmini yapabilir misin
çok şükür çok şükür bu günü de gördüm ölsem de gam yemem
gayrinin resmini yapabilir misin üstat
yazık yazık
havana'da bu sabah doğmak varmışın resmini yapabilir misin
bir el gördüm havana’nın 150 kilometre doğusunda deniz
kıyısına yakın bir duvarın üstünde bir el gördüm
ferah bir türküydü duvar
el okşuyordu duvarı
el altı aylıktı okşuyordu boynunu anasının
on yedi yaşındaydı el ve mariya'nın memelerini okşuyordu
avlucu nasır nasırdı ve karayip denizi kokuyordu
yirmi yaşındaydı el ve okşuyordu boynunu altı aylık oğlunun
yirmi beş yasındaydı el ve okşamayı unutmuştu çoktan
otuz yasındaydı el ve havana’nın 150 kilometre doğusunda
deniz kıyısında bir duvarın üstünde gördüm onu
okşuyordu duvarı
sen el resimleri yaparsın abidin bizim ırgatların demircilerin ellerini
kübalı balıkçı nikolas'in da elini yap karakalem
kooperatiften aldığı pırıl pırıl evinin duvarında okşamaya
kavuşan ve okşamayı bir daha yitirmeyecek kübalı
balıkçı nikolas'in elini
kocaman bir el
deniz kaplumbağası bir el
ferah bir duvarı okşayabildiğine inanamayan bir el
artık butun sevinçlere inanan bir el
güneşli denizli kutsal bir el
fidel'in sözleri gibi
bereketli topraklarda şekerkamışı hızıyla fışkırıp yeşerip ballanan umutların eli
1961'de küba’da çok renkli çok serin ağaçlar gibi evler
ve çok rahat evler gibi ağaçlar diken ellerden biri
çelik dökmeğe hazırlanan ellerden biri
mitralyözü türküleştiren türküleri mitralyözleştiren el
yalansız hürriyetin eli
fidelin sıktığı el
ömrünun ilk kurşunkalemiyle ömrünun ilk kadına
hürriyet sözcüğünü yazan el
hürriyet sözcüğünü söylerken sulanıyor ağızları kübalıların
bal kutusu bir karpuzu kesiyorlarmış gibi
ve gözleri parlıyor erkeklerinin
ve kızlarının eziliyor içi dokununca dudakları hürriyet sözcüğüne
ve koca kişileri en tatlı anılarını çekip kuyudan yudum yudum içiyor
mutluluğun resmini yapabilir misin abidin
hürriyet sözcüğünun resmini ama yalansızının
aksam oluyor paris'te
nötr dam turuncu bir lamba gibi yanıp söndü ve paris'in
bütün eski yeni taşları turuncu bir lamba gibi yanıp söndü
bizim zanaatları düşünüyorum şiirciliği resimciliği çalgıcılığı
filan düşünüyorum ve anlıyorum ki
bir ulu ırmak akıyor insan eli ilk mağaraya ilk bizonu çizdiğinden beri
sonra bütün çaylar yeni balıkları yeni su otları yeni tatlarıyla
dökülüyor onun içine ve kurumayan uçsuz bucaksız akan bir o dur
paris'te bir kestane ağacı olacak
paris'in ilk kestanesi paris kestanelerinin atası
istanbul’dan gelip yerleşmiş paris'e boğaz sırtlarından
hala sağ mıdır bilmem sağsa iki yüz yaşında filan olmalı
gidip elini öpmek isterdim
varıp gölgesinde yatsak isterdim bu kitabin vaadini
yapanlar yazısını dizenler nakışını basanlar bu kitabı
dükkanında satanlar para verip alanlar alıp da seyredenler
bir de abidin bir de ben
bir de saman sarısı belası, başımın.
devamını gör...
evdekilere küsüp kızınca yapılanlar
yemek yememek.
devamını gör...
felsefede ihtilal yapan karl marx
marx komünizmin, insanların "sabahları avlanıp, öğleden sonraları balık tutup, akşamları hayvan besleyip, akşam yemeğinden sonra felsefe yapabileceği" bir düzen olması gerektiğini söylüyordu.
işçi köle kaldığı sürece, ne macar, ne polonyalı, ne italyan özgür olacaktır!
felsefe'nin dünya'yı yorumlaması'nın dışında düzenide değiştirebileceğini savunur.
sosyalist devrimci ..
asacağımız son kapitalist, muhtemelen bize asma halatını satan kişi olacaktır.
işçi köle kaldığı sürece, ne macar, ne polonyalı, ne italyan özgür olacaktır!
felsefe'nin dünya'yı yorumlaması'nın dışında düzenide değiştirebileceğini savunur.
sosyalist devrimci ..
asacağımız son kapitalist, muhtemelen bize asma halatını satan kişi olacaktır.
devamını gör...
yazarların yedikleri yiyecek olmayan şeyler
(bkz: dost kazığı)
devamını gör...
türk insanının ya çok şişman ya da çok zayıf olması
şişman olanlarda durum şöyledir: evli çiftlerde ‘alan almış, satan satmış’ ya da ‘biz unumuzu eleyip, eleği asmışız’ yaklaşımı mevcut olduğundan kadınlarımız basen göbek eğiliminde olurlar şişerler, erkekler de genel itibariyle türk kası adı altında göbek yaparlar. çözüm: günlük 20 dk spor bile bu tür kronik sorunları def eder.
devamını gör...
failatün failatün failatün failün
en sık kullanılan aruz kalıplarından biridir. bahriremeldir. dörtlü tefile.
heceleri -.--/-.--/-.--/-.- (kapalı açık) şeklinde gösterilir.
failure failure failure failure şeklinde ingilizceye çevirebiliriz.*
heceleri -.--/-.--/-.--/-.- (kapalı açık) şeklinde gösterilir.
failure failure failure failure şeklinde ingilizceye çevirebiliriz.*
devamını gör...
bir kızı aşık edip terk etmenin verdiği huzur
yazar burada masturbasyon yapmayı bıraktığını,ve bununda malum elini nasıl strese soktuğunu anlatmak istemiş.
devamını gör...
yazarların çaldığı enstrüman
gönül çalıyorum ben.
devamını gör...
yazarların çocukluk travması
çocukken küçük bir taş attığım ve isabet ettirdiğim kocaman kurbağayı hala unutamadım.bir şey olmadı inceden bir ses çıktı ama yine de gereksizdi.af dilerim senden tombul kurbağacık.
devamını gör...
nazım hikmet ran
bugün ölüm yıldönümü olan büyük şair. o zaman edip akbayram ve kızı türkü'den gelsin.
"seni dünya paylaşamıyor, şiirlerin bin dilde
seni senden okumak var ya seni aynı dile
mezarın orada olsa burada olsa ne olur
tepende bir taş olsa çınar olsa ne olur
kitapların özgür artık, müjdeler olsun nazım
sen yazmaya devam et, hasreti yazma nazım
varna önlerindeydin, sen artık döndün nazım
karadeniz köpürdü, memlekettesin nazım
nazım hikmet memleket, memleket nazım hikmet
kafiye için yazmadım, hasret sana memleket"
nazım hikmet memleket
"seni dünya paylaşamıyor, şiirlerin bin dilde
seni senden okumak var ya seni aynı dile
mezarın orada olsa burada olsa ne olur
tepende bir taş olsa çınar olsa ne olur
kitapların özgür artık, müjdeler olsun nazım
sen yazmaya devam et, hasreti yazma nazım
varna önlerindeydin, sen artık döndün nazım
karadeniz köpürdü, memlekettesin nazım
nazım hikmet memleket, memleket nazım hikmet
kafiye için yazmadım, hasret sana memleket"
nazım hikmet memleket
devamını gör...
a 101'den kitap almak
nereden aldığın değil ne aldığın önemli esasen.
devamını gör...
