1.
1850-1904 yılları arasında yaşamış amerikalı kadın yazar. o döneme göre son derece aykırı sayılacak hikayeler kaleme almıştır. fransız etkisinin ağırlıklı olduğu lousiana'nın arka planda olduğu kadın hikayelerini anlatmıştır. fransız yazar guy de maupassant'dan etkilenmiştir.
hikayelerinden biri olan the regret (pişmanlık) aşağıdadır:
***
bayan mallard’ın kalp hastası olduğu bilindiğinden kocasının ölüm haberini kendisine verenler son derece dikkatli davranmaya çalıştılar.
haberi, yarım yarım cümlelerle kız kardeşi josephine verdi. kocasının arkadaşı richard da oradaydı. tren kazasının haberi gazete bürosuna geldiğinde, brently mallard’ın da adının ölenler listesinde bulunduğunu görmüş, ikinci bir telgrafla haberi doğrulatır doğrulatmaz dikkatsiz birinden münasebetsiz bir şekilde duymalarından endişe ederek arkadaşının evine koşmuştu.
bayan mallard haberi, daha önce aynı haberi almış olan hemcinsleri gibi dinlememişti. olayın önemini kavramasını engelleyen duygusal bir felç geçirmekteydi. ilkin, kız kardeşinin kollarında hıçkıra hıçkıra ağlamış, kendini biraz toparlayınca tek başına odasına çıkmış, kimsenin peşinden gelmesine müsaade etmemişti.
odasında, açık bir pencerenin karşısında duran rahat bir koltuk vardı. kendini bu koltuğa bıraktı. üzerinde, bedenini rahatsız eden ve ruhuna da sirayet etmişe benzeyen fiziksel bir yorgunluk vardı.
pencereden dışarı bakınca, karşıdaki açıklıkta, ilkbaharın verdiği yeni canla titreşen ağaçların tepelerini görebiliyordu. havada yağmurun mis kokusu vardı. caddeden, bir sokak satıcısının sesi geliyordu. uzaklarda bir yerlerde birisinin söylediği şarkının notaları kendisine kadar ulaşıyor, serçeler çatıların damlarında neşeyle şakıyordu.
batıdaki birbirinin üzerine yığılmış bulut kümelerinin arasından yer yer mavi gökyüzü görülmekteydi.
başını koltuğun arkasına dayamıştı; zaman zaman bir hıçkırığın boğazına dayanıp kendisini sarsması dışında kıpırmadan oturuyordu.
gençti; güzel ve sakin yüzündeki çizgiler, zulüm ve otoriterinin izlerini taşıyordu. şimdiyse gözlerinde anlamsız, gökyüzünün bulutlar arasından görülen tutam tutam maviliklerinden birine sabitleşmiş bakışlar vardı. düşünce taşıyan bakışlar değildi bunlar. düşünme yetisini yitirmiş gibiydi bayan mallard.
bir şey ona doğru gelmekteydi ve o da bunu bekliyordu ama korkuyla. neydi gelen? bilmiyordu. kafa karıştıran bir şeydi. gökyüzünden süzülüp, havayı dolduran seslerden, kokulardan ve renklerden sıyrılıp gelişini hissedebiliyordu.
yüreği göğsünde şiddetle çarpmaktaydı. o şeyin kendisine sahip olmak için geldiğini biliyordu. onu, iradesini kullanarak alt etmek istiyordu. ama iradesi narin beyaz elleri kadar güçsüzdü.
bir ara hafifçe aralanmış dudaklarından fısıltıyla söylenmiş bir kelime çıktı. soluğu yettiğince yineledi bu kelimeyi: “özgürlük, özgürlük, özgürlük!” gözlerindeki korku dolu boş ifade silindi. şimdi ışıl ışıldılar. kalbi hızla çarpıyor, damarlarında dolaşan kan vücudunun her santimine sıcaklık ve rahatlık yayıyordu.
duyduğu bu sevincin zalim bir sevinç olup olmadığını ise kendine sormaya devam etti. ancak neden sonra, bir his ona böyle düşünmesinin saçmalık olduğunu söyledi ve o da aklından bu düşünceyi çıkardı attı.
ölümün sarmaladığı o kibar, narin elleri, kendisine daima sevgi ile bakmış o cansız, sabit, gri gözleri tekrar gördüğü zaman ağlayacağını biliyordu. ama o acı dakikanın ardından, yalnızca kendine ait yıllar geleceğinin de farkındaydı. kollarını açmış onları kucaklamayı bekliyordu.
bundan sonra onun için yaşayacak kimse olmayacaktı. kendi başınaydı artık. söylediklerine boyun eğmek zorunda olduğu kimse de yoktu ama. o kısa süreli aydınlanma anında kibarca ya da emredercesine verilmiş emirlerin birbirinden hiçbir başkalığı bulunmadığını fark etmişti.
onu sevmişti- bazı zamanlar. çoğunlukla da sevmemişti. ne önemi vardı ki bunun? aşk denilen muammanın, kendi varlığının bilincine varması yanında ne anlamı olabilirdi?
“özgürlük!” diye fısıldamaya devam ediyordu.
josephine dudaklarını anahtar deliğine dayamış, kardeşinden kapıyı açmasını rica ediyordu. “louise, kapıyı aç lütfen; ne olur aç şunu. kendini hasta edeceksin. ne yapıyorsun orada louise? allah aşkına aç şu kapıyı”
“git buradan. kendimi hasta etmem.” hayır, açık pencereden odaya süzülen hayat suyunu yudum yudum içmekteydi louise.
önündeki güzel günlerin hayalini kuruyordu. bahar günleri, yaz günleri, bütün günler onundu artık. kısacık bir dua okuyup uzun bir ömür diledi. oysa daha dün, uzun bir hayat sürmekten korkan bir insandı.
sonunda kardeşinin ısrarlarına dayanamayarak kalkıp kapıyı açtı. gözlerinde muzaffer bir ifade vardı. farkında olmadan bir zafer tanrıçası gibi yürüyordu. kız kardeşinin beline sarılıp merdivenleri birlikte indiler. richard aşağıda kendilerini beklemekteydi.
o sırada birisi anahtarla kapıyı açıyordu. içeri giren, üzerinde uzun bir yolculuğun izlerini taşıyan, elinde valizi ve şemsiyesi ile brently mallard idi. kazayla bir ilgisi yoktu. hatta bir kaza meydana geldiğini bile bilmiyordu. josephine’nin attığı tiz çığlık ve richard’ın, onu karısının gözünden gizlemek için üzerine atılması karşısında sersemlemiş, adeta donmuştu.
ama richard çok geç kalmıştı.
doktorlar, lousie’in aşırı sevinçten dolayı geçirdiği kalp krizinden öldüğünü söylediler.
hikayelerinden biri olan the regret (pişmanlık) aşağıdadır:
***
bayan mallard’ın kalp hastası olduğu bilindiğinden kocasının ölüm haberini kendisine verenler son derece dikkatli davranmaya çalıştılar.
haberi, yarım yarım cümlelerle kız kardeşi josephine verdi. kocasının arkadaşı richard da oradaydı. tren kazasının haberi gazete bürosuna geldiğinde, brently mallard’ın da adının ölenler listesinde bulunduğunu görmüş, ikinci bir telgrafla haberi doğrulatır doğrulatmaz dikkatsiz birinden münasebetsiz bir şekilde duymalarından endişe ederek arkadaşının evine koşmuştu.
bayan mallard haberi, daha önce aynı haberi almış olan hemcinsleri gibi dinlememişti. olayın önemini kavramasını engelleyen duygusal bir felç geçirmekteydi. ilkin, kız kardeşinin kollarında hıçkıra hıçkıra ağlamış, kendini biraz toparlayınca tek başına odasına çıkmış, kimsenin peşinden gelmesine müsaade etmemişti.
odasında, açık bir pencerenin karşısında duran rahat bir koltuk vardı. kendini bu koltuğa bıraktı. üzerinde, bedenini rahatsız eden ve ruhuna da sirayet etmişe benzeyen fiziksel bir yorgunluk vardı.
pencereden dışarı bakınca, karşıdaki açıklıkta, ilkbaharın verdiği yeni canla titreşen ağaçların tepelerini görebiliyordu. havada yağmurun mis kokusu vardı. caddeden, bir sokak satıcısının sesi geliyordu. uzaklarda bir yerlerde birisinin söylediği şarkının notaları kendisine kadar ulaşıyor, serçeler çatıların damlarında neşeyle şakıyordu.
batıdaki birbirinin üzerine yığılmış bulut kümelerinin arasından yer yer mavi gökyüzü görülmekteydi.
başını koltuğun arkasına dayamıştı; zaman zaman bir hıçkırığın boğazına dayanıp kendisini sarsması dışında kıpırmadan oturuyordu.
gençti; güzel ve sakin yüzündeki çizgiler, zulüm ve otoriterinin izlerini taşıyordu. şimdiyse gözlerinde anlamsız, gökyüzünün bulutlar arasından görülen tutam tutam maviliklerinden birine sabitleşmiş bakışlar vardı. düşünce taşıyan bakışlar değildi bunlar. düşünme yetisini yitirmiş gibiydi bayan mallard.
bir şey ona doğru gelmekteydi ve o da bunu bekliyordu ama korkuyla. neydi gelen? bilmiyordu. kafa karıştıran bir şeydi. gökyüzünden süzülüp, havayı dolduran seslerden, kokulardan ve renklerden sıyrılıp gelişini hissedebiliyordu.
yüreği göğsünde şiddetle çarpmaktaydı. o şeyin kendisine sahip olmak için geldiğini biliyordu. onu, iradesini kullanarak alt etmek istiyordu. ama iradesi narin beyaz elleri kadar güçsüzdü.
bir ara hafifçe aralanmış dudaklarından fısıltıyla söylenmiş bir kelime çıktı. soluğu yettiğince yineledi bu kelimeyi: “özgürlük, özgürlük, özgürlük!” gözlerindeki korku dolu boş ifade silindi. şimdi ışıl ışıldılar. kalbi hızla çarpıyor, damarlarında dolaşan kan vücudunun her santimine sıcaklık ve rahatlık yayıyordu.
duyduğu bu sevincin zalim bir sevinç olup olmadığını ise kendine sormaya devam etti. ancak neden sonra, bir his ona böyle düşünmesinin saçmalık olduğunu söyledi ve o da aklından bu düşünceyi çıkardı attı.
ölümün sarmaladığı o kibar, narin elleri, kendisine daima sevgi ile bakmış o cansız, sabit, gri gözleri tekrar gördüğü zaman ağlayacağını biliyordu. ama o acı dakikanın ardından, yalnızca kendine ait yıllar geleceğinin de farkındaydı. kollarını açmış onları kucaklamayı bekliyordu.
bundan sonra onun için yaşayacak kimse olmayacaktı. kendi başınaydı artık. söylediklerine boyun eğmek zorunda olduğu kimse de yoktu ama. o kısa süreli aydınlanma anında kibarca ya da emredercesine verilmiş emirlerin birbirinden hiçbir başkalığı bulunmadığını fark etmişti.
onu sevmişti- bazı zamanlar. çoğunlukla da sevmemişti. ne önemi vardı ki bunun? aşk denilen muammanın, kendi varlığının bilincine varması yanında ne anlamı olabilirdi?
“özgürlük!” diye fısıldamaya devam ediyordu.
josephine dudaklarını anahtar deliğine dayamış, kardeşinden kapıyı açmasını rica ediyordu. “louise, kapıyı aç lütfen; ne olur aç şunu. kendini hasta edeceksin. ne yapıyorsun orada louise? allah aşkına aç şu kapıyı”
“git buradan. kendimi hasta etmem.” hayır, açık pencereden odaya süzülen hayat suyunu yudum yudum içmekteydi louise.
önündeki güzel günlerin hayalini kuruyordu. bahar günleri, yaz günleri, bütün günler onundu artık. kısacık bir dua okuyup uzun bir ömür diledi. oysa daha dün, uzun bir hayat sürmekten korkan bir insandı.
sonunda kardeşinin ısrarlarına dayanamayarak kalkıp kapıyı açtı. gözlerinde muzaffer bir ifade vardı. farkında olmadan bir zafer tanrıçası gibi yürüyordu. kız kardeşinin beline sarılıp merdivenleri birlikte indiler. richard aşağıda kendilerini beklemekteydi.
o sırada birisi anahtarla kapıyı açıyordu. içeri giren, üzerinde uzun bir yolculuğun izlerini taşıyan, elinde valizi ve şemsiyesi ile brently mallard idi. kazayla bir ilgisi yoktu. hatta bir kaza meydana geldiğini bile bilmiyordu. josephine’nin attığı tiz çığlık ve richard’ın, onu karısının gözünden gizlemek için üzerine atılması karşısında sersemlemiş, adeta donmuştu.
ama richard çok geç kalmıştı.
doktorlar, lousie’in aşırı sevinçten dolayı geçirdiği kalp krizinden öldüğünü söylediler.
devamını gör...