filozof olmak için yapılması gerekenler

şimdi elini yavaşça platon'un devlet kitabından bırakır mısın? hatırla, her şey orada başladı. keramet hırkada değil o kitaptaydı dedik de, nice yiğitler böyle düşünüp sokrates'in savunmasından niçe'nin putlarına savruldu durdu. durdu da ne oldu? o kadar kolay değildi. bu çok zorlu bir yolculuktu.
ben o malum rütbeden sonra kendime atakanın hırkasından ördürdüm. rengi vişne çürüğü. giydim üzerime düşünmeye başladım ama sonra gülmem geldi, kafam karıştı. o kitapta önümde duruyor, o bana bakıyor ben ona. platon'un hayatına bir bakayım dedim aristo'ya kapak yapmış, diyojeni tınlamamış, platon'a gıcık gittim sonra. içimdeki cevheri öldürdüm. şimdi ben devlet'ten başlayamadım ya nereden başlayayım dedim zerdüşt'e baktım biraz. adam, mağara, sözler üçgenin de sıkıştım kaldım. hızımı alamadım en son onedio testi çözdüm. sonuç: filozof olamazsın, felsefe ile aran iyi değil... bu çok üzücü... kendime gelemedim o günden sonra. siz benim yaptıklarımı yapmayın tersini yaparsanız belki filozof olursunuz. atakan'ıda unutmayın, o da denedi ama olmadı. çok pis engeller koyuyorlar insanların önüne insafsızlar! oysa ideolümdü kendisi. kader utansın!

hırkamı giydim kitabımı bekliyorum. düşünmem geldiğinde sizlere sesleniyorum. bir bakıyorum dinleyen kimse yok. deli miyim neyim, ben kime ne anlatıyorum...
filozof olmak isteyenlerin tavsiye aldığı başlıkmış.
devamını gör...
#zohretaskıranbulunsun
zöhre taşkıran sağ salim bulunmuş, çok detay yok yazılanlardan anladığım kadarıyla kendisi gitmiş, ailesi ile iletişime geçmemiş henüz ama hayatta olması, ondan haber alınabilmesi sevindirici. şükür ki korktuğumuz gibi olmadı bu sefer.
buradan
buradan
devamını gör...
2000 tanım yazan yazara at hediye edilmesi
benjamin tarafından değerlendirilmesi gerekilen altın tepside sunulmuş öneri.
devamını gör...
the elephant man
bernard pomerance tarafından 1977'de yazılan tiyatro oyunu.
sonrasında 1980 yılında, david lynch tarafından beyaz perdeye aktarılmıştır.
fil adam, toplumun bize en küçük yaşlarımızdan itibaren dayattığı estetik, güzellik, şekilcilik kavramlarına vurgu yapıyor. hatta tabiri caizse bu kavramları, muhammed ali clay gibi sağlı sollu kroşelerle, ringin köşesine sıkıştırıyor. böylece izleyiciye de ayna tutmuş oluyor.
küçük yaşlardan itibaren, genel kabullerimizin ve önyargılarımızın esiri olduğumuz bu mevzu, filmin ilerleyen her karesinde, izleyici de havlu atma isteği doğuruyor.
insanın içinden ''tamam artık yeter! vurma! nakavt!'' diye bağırmak geliyor.
toplum tarafından ötekileştirilen, hor görülen, sırf görüntüsü sebebiyle yalnızlığa itilen ''ucube'' ''çirkin'' ''deli'' vesaire kavramlarla yaftalanan insanlara karşı yapılan haksızlık, filmi bitirip yerinizden kalktığınızda içinize bir yumru gibi oturuyor. istediğiniz kadar vicdan sahibi olun, istediğiniz kadar iyi davranmaya çalışın, bu gerçekliğin önüne geçemiyor olmanız dahi bu hisleri iliklerinize kadar hissetmeniz için kafi.
işin garip tarafı dr. frederick treves karakterinin, john marrick'e yardımcı olmaya çalışırken yaşadığı ruhsal dalgalanmaların, seyirci de oluşan dalgalanmalarla benzerlik göstermesi... bu da filmin hedeflediği şeyin ne olduğunu anlamamıza ziyadesiyle yardımcı oluyor. yani o yumruğu illaki yiyeceğiz.
tabi doktor treves'i anthony hopkins'in canlandırıyor oluşu da, bu duyguyu iyice yukarılara taşıyor.
filmde üzerinde durulması gereken çok fazla şey var. lakin bunları yine filmi izlemeyenler açısından ipucu oluşturacağı düşüncesi yazmamayı tercih ediyorum. toplumsal katmaların etik dışı hareketleri, farklı sınıfsal kesimlerin sınıfta kalan ahlaki anlayışları, vicdanları susturmak için atılan türlü türlü taklalar...
fil adam muhakkak izlenmesi gereken bir film.
izleyecek olanlara şimdiden iyi seyirler dilerim.
izlemiş olanlar içinse söyleyeceğim şey şu ; belki o aynayı kendimize tutmanın zamanı yeniden gelmiştir.
sonrasında 1980 yılında, david lynch tarafından beyaz perdeye aktarılmıştır.
fil adam, toplumun bize en küçük yaşlarımızdan itibaren dayattığı estetik, güzellik, şekilcilik kavramlarına vurgu yapıyor. hatta tabiri caizse bu kavramları, muhammed ali clay gibi sağlı sollu kroşelerle, ringin köşesine sıkıştırıyor. böylece izleyiciye de ayna tutmuş oluyor.
küçük yaşlardan itibaren, genel kabullerimizin ve önyargılarımızın esiri olduğumuz bu mevzu, filmin ilerleyen her karesinde, izleyici de havlu atma isteği doğuruyor.
insanın içinden ''tamam artık yeter! vurma! nakavt!'' diye bağırmak geliyor.
toplum tarafından ötekileştirilen, hor görülen, sırf görüntüsü sebebiyle yalnızlığa itilen ''ucube'' ''çirkin'' ''deli'' vesaire kavramlarla yaftalanan insanlara karşı yapılan haksızlık, filmi bitirip yerinizden kalktığınızda içinize bir yumru gibi oturuyor. istediğiniz kadar vicdan sahibi olun, istediğiniz kadar iyi davranmaya çalışın, bu gerçekliğin önüne geçemiyor olmanız dahi bu hisleri iliklerinize kadar hissetmeniz için kafi.
işin garip tarafı dr. frederick treves karakterinin, john marrick'e yardımcı olmaya çalışırken yaşadığı ruhsal dalgalanmaların, seyirci de oluşan dalgalanmalarla benzerlik göstermesi... bu da filmin hedeflediği şeyin ne olduğunu anlamamıza ziyadesiyle yardımcı oluyor. yani o yumruğu illaki yiyeceğiz.
tabi doktor treves'i anthony hopkins'in canlandırıyor oluşu da, bu duyguyu iyice yukarılara taşıyor.
filmde üzerinde durulması gereken çok fazla şey var. lakin bunları yine filmi izlemeyenler açısından ipucu oluşturacağı düşüncesi yazmamayı tercih ediyorum. toplumsal katmaların etik dışı hareketleri, farklı sınıfsal kesimlerin sınıfta kalan ahlaki anlayışları, vicdanları susturmak için atılan türlü türlü taklalar...
fil adam muhakkak izlenmesi gereken bir film.
izleyecek olanlara şimdiden iyi seyirler dilerim.
izlemiş olanlar içinse söyleyeceğim şey şu ; belki o aynayı kendimize tutmanın zamanı yeniden gelmiştir.
devamını gör...
türkiye'de yaşanılacak en uygun şehir
öğrencilik için eskişehir,
partilemek için istanbul,
kariyer için yine istanbul,
a grubu memuriyet için ankara,
organik tarım yaparak hayatınıza renk katmak gibi bir hayaliniz varsa aydın,
emekli oldum ama büyükşehirde yaşamak istiyorum diyorsanız izmir,
sakin bir yerde sessizce ölümü bekleyeyim istiyorsanız muğla'nın datça ilçesi dediğim şehirler silsilesidir.
partilemek için istanbul,
kariyer için yine istanbul,
a grubu memuriyet için ankara,
organik tarım yaparak hayatınıza renk katmak gibi bir hayaliniz varsa aydın,
emekli oldum ama büyükşehirde yaşamak istiyorum diyorsanız izmir,
sakin bir yerde sessizce ölümü bekleyeyim istiyorsanız muğla'nın datça ilçesi dediğim şehirler silsilesidir.
devamını gör...
meja'nın rozet almama sorunsalı
sevgili tutankamon ile bir discord muhabbeti üzerine şekillenen ve gece gece güldüren "sorunsal".
500 takipçiyi getir, arabayı götür kampanyasını bekliyorum ben. rozet mozet, bunlar ufak işler. sonra o kampanyadan aldığım arabayla tüm trolleri tek tek evinden alıp gecelere akmayı ve "entel"leri baştan çıkarıp göbeklerinden şarap içmeyi planlıyorum. belki o geceden kalma fotoğraflarla şantaj falan da yaparım birilerine, du bakalım...
500 takipçiyi getir, arabayı götür kampanyasını bekliyorum ben. rozet mozet, bunlar ufak işler. sonra o kampanyadan aldığım arabayla tüm trolleri tek tek evinden alıp gecelere akmayı ve "entel"leri baştan çıkarıp göbeklerinden şarap içmeyi planlıyorum. belki o geceden kalma fotoğraflarla şantaj falan da yaparım birilerine, du bakalım...
devamını gör...
ilişki durumunu bir doğa olayı ile anlatmak
çığ*
devamını gör...
jerzy kosiński
1933 doğumlu polonyalı akademisyen ve yazar.
ben kendisini çok etkileyici bir hikayesi olan the painted bird isimli filmden sonra tanıma fırsatına eriştim. çok etkileyici, çarpıcı bir hayat hikayesi var gerçekten. yahudi bir ailesi olan jerzy kosiński, ikinci dünya savaşı yıllarında yine kendi ülkesinde kilise aracılığı ile bir katolik ailenin yanına sahte kimlikle sığınıp kaçak göçek bir çocukluk geçirdikten sonra savaşın ardından varşova bilimler akademisi'nde akademisyenlik yapmaya başlıyor. yazarlık kariyeri ise öğretim görevlisi olduğu yıllarda bursla amerika'ya göç etmesinin ardından başlıyor.
kitaplarının hiçbirini henüz okuma şansına erişmedim ancak the painted bird'den sonra başka işlerine bakayım dedim. şimdi hazırsanız bombayı patlatıyorum; being there de bir jerzy kosiński roman uyarlamasıymış! hatta senaryoyu da bu abimiz yazmış bu kült yapımda.
jerzy kosiński, göç ettikten sonra amerika'da dönemin en zenginlerinden biri olan mary hayward weir isimli bir iş insanı ile evleniyor. tüm sosyal çevresi yüksek sosyete diyebileceğimiz insanlardan oluşacak şekilde birden değişiyor ve şöyle söyleyeyim roman polanski'nin evine düzenlenen, 8.5 aylık hamile karısı ünlü oyuncu sharon tate de dahil olmak üzere 5 kişinin ölümüyle sonuçlanan, dünya suç tarihinin en bilinen, ses getiren katliamlarından biri olan manson katliamı'nın** gerçekleştiği o gün, o eve davet edilen seçkin konuklardan biri oluveriyor. havaalanında bavulu karıştığı için kıl payı kurtulduğu katliamın ardından being there'i yayımlıyor ve hem kıtada hem dünyada oldukça ses getiriyor.
jerzy kosiński hep uçlarda hep biraz "kafası kırık" diye tabir ettiğimiz bir profil çizmiş yazarlık kariyeri boyunca. amerika'nın en zenginlerinden biri olmasına, kariyerinin zirvesini görmesine, romanları 30 dilden fazla dile çevrilen dönemin en çok tanınan ve taktir edilen yazarlarından biri olmasına rağmen artık üreteceği yeni bir şeyler olmadığını düşündüğü için -başka gerekçeleri de vardır muhakkak lakin en çok bu tip şeyler yazılıp çizilmiş o dönem- 1991 yılında evinin banyosunda kafasına naylon bir poşet geçirerek intihar etmiş.
kendi ismiyle yayımladığı türkçe'ye de çevrilen romanları (öncesinde joseph novak ismi ile 2 çalışması daha var.)
the painted bird (boyalı kuş)*
steps (adımlar) *
being there (bir yerde)*
the devil tree (şeytan ağacı) *
cockpit (boşluk)*
passion play (ihtiras oyunu) *
ben kendisini çok etkileyici bir hikayesi olan the painted bird isimli filmden sonra tanıma fırsatına eriştim. çok etkileyici, çarpıcı bir hayat hikayesi var gerçekten. yahudi bir ailesi olan jerzy kosiński, ikinci dünya savaşı yıllarında yine kendi ülkesinde kilise aracılığı ile bir katolik ailenin yanına sahte kimlikle sığınıp kaçak göçek bir çocukluk geçirdikten sonra savaşın ardından varşova bilimler akademisi'nde akademisyenlik yapmaya başlıyor. yazarlık kariyeri ise öğretim görevlisi olduğu yıllarda bursla amerika'ya göç etmesinin ardından başlıyor.
kitaplarının hiçbirini henüz okuma şansına erişmedim ancak the painted bird'den sonra başka işlerine bakayım dedim. şimdi hazırsanız bombayı patlatıyorum; being there de bir jerzy kosiński roman uyarlamasıymış! hatta senaryoyu da bu abimiz yazmış bu kült yapımda.
jerzy kosiński, göç ettikten sonra amerika'da dönemin en zenginlerinden biri olan mary hayward weir isimli bir iş insanı ile evleniyor. tüm sosyal çevresi yüksek sosyete diyebileceğimiz insanlardan oluşacak şekilde birden değişiyor ve şöyle söyleyeyim roman polanski'nin evine düzenlenen, 8.5 aylık hamile karısı ünlü oyuncu sharon tate de dahil olmak üzere 5 kişinin ölümüyle sonuçlanan, dünya suç tarihinin en bilinen, ses getiren katliamlarından biri olan manson katliamı'nın** gerçekleştiği o gün, o eve davet edilen seçkin konuklardan biri oluveriyor. havaalanında bavulu karıştığı için kıl payı kurtulduğu katliamın ardından being there'i yayımlıyor ve hem kıtada hem dünyada oldukça ses getiriyor.
jerzy kosiński hep uçlarda hep biraz "kafası kırık" diye tabir ettiğimiz bir profil çizmiş yazarlık kariyeri boyunca. amerika'nın en zenginlerinden biri olmasına, kariyerinin zirvesini görmesine, romanları 30 dilden fazla dile çevrilen dönemin en çok tanınan ve taktir edilen yazarlarından biri olmasına rağmen artık üreteceği yeni bir şeyler olmadığını düşündüğü için -başka gerekçeleri de vardır muhakkak lakin en çok bu tip şeyler yazılıp çizilmiş o dönem- 1991 yılında evinin banyosunda kafasına naylon bir poşet geçirerek intihar etmiş.
kendi ismiyle yayımladığı türkçe'ye de çevrilen romanları (öncesinde joseph novak ismi ile 2 çalışması daha var.)
the painted bird (boyalı kuş)*
steps (adımlar) *
being there (bir yerde)*
the devil tree (şeytan ağacı) *
cockpit (boşluk)*
passion play (ihtiras oyunu) *
devamını gör...
türkçenin okunduğu gibi yazılan bir dil olması
dilbilimsel olmayan bir önermedir. hiçbir dil okunduğu gibi yazılmaz, yazıldığı gibi okunmaz. çünkü sözlü dil ve yazılı dil doğaları gereği birbirinden farklıdır. sözlü dil daha akışkandır, değişime açıktır. kanıt olarak da yöresel ağızları örnek gösterebiliriz. mesela ege bölgesinde çoğu ses söylenmemekte, yuvarlanmakta ya da başka ses değişimlerine uğramaktadır. ("buraya geliver bakalım." cümlesi şöyle seslendirilir " buri gelive bakam") oysa yazılı dil durağandır, standarttır. zaten amacı da bu standardı korumaktır. yeni türk harflerinin kabulünden günümüze kadar geçen süre bir dil açısından çok çok yeni bir süredir. bundan dolayı yazı dili ve konuşma dili arasında (standart türkçe 'istanbul türkçesi' için ) çok az fark bulunmaktadır. genel durum uyumlu olduğundan böyle bir çıkarım yapılmıştır. aksi durumlar mevcuuttur ve olmaya devam edecektir, çünkü doğalı budur. yazıldığı gibi okunmayan sözcüklerde en göze çarpanlar gelecek zaman kipiyle çekimlenmiş fiillerdir. söylemeyeceğim diye yazılı "söylemiycem" diye okunur. değil mi diye yazılır "diil mi" diye okunur. sadece çekimli fiillerde değil örneğin ağabey diye yazılır "abi" diye okunur. bu telaffuzlar doğaldır.
diller, yazı dillerindeki ses karşılıkları olan harflerin bütünü olan alfabelerinden ibaret değildir. zaten dillerde fonetik alfabe diye söylenişle ilgili farklı bir alfabe mevcuttur. yazı dilindeki her harf sözlü dildeki her sesi karşılamaz. bu iki alfabe ne kadar doğalsa bir dilin yazıldığı gibi okunmaması da o kadar doğaldır.
diller, yazı dillerindeki ses karşılıkları olan harflerin bütünü olan alfabelerinden ibaret değildir. zaten dillerde fonetik alfabe diye söylenişle ilgili farklı bir alfabe mevcuttur. yazı dilindeki her harf sözlü dildeki her sesi karşılamaz. bu iki alfabe ne kadar doğalsa bir dilin yazıldığı gibi okunmaması da o kadar doğaldır.
devamını gör...
başörtülü akademisyen neşenur akkaya'ya çirkin saldırı
benim türbanlı bacımın üstüne işediler...
devamını gör...
artı oy aldıkça gaza gelen yazar
henüz yaşayamadığım için birşey diyemem.*
devamını gör...
ülkede soğuktan ve açlıktan insanlar ölürken kedi mamasını dert eden tip
duyar kasıcam derken saçmalayan yazar beyanıdır. benim gözümde bir insanın canıyla bir hayvanın canının birbirinden farkı yoktur. ikisi de candır çünkü,acı çeker,aç kalır,üşür. ama hayvanlar kendini ifade edemez işte sorun burda. bir insanın sokakta donarak aç bir şekilde ölmesi maalesef ki hepimizin ayıbı belki de ama insan kendini ifade edebilir belki birinin kapısını çalsa yardım alabilir ama hayvanlar kendini ifade edemiyor işte. onların söyleyemediği sözcükler olmak zorundayız biz o yüzden düşünüyoruz sürekli kedi maması osu busu. söylememiz tartışmamız sorgulamamız gereken şey bir ''canın'' sokakta donarak ,açlıktan ölmesi. kedi veya insan fark etmez. bunu anladığımızda belki hiçbir can bir daha donarak ölmeyecek.
devamını gör...
ben de evet diyorum üç evetle uğurluyoruz diyen nikah memuru
bunu söyleyen nikah memurunun kıydığı son nikah olması kuvvetle muhtemeldir. çünkü hiç bir belediye başkanı bu ciddiyetsizliği görmezden gelmez.
nikah akdi ciddi bir iştir. öyle keyifli bir ortamın şaka kaldırmayan tek kısmı nikah akdinin yapıldığı andır.
şöyle küçük bir google sorgusu ile nikah anında komiklikler şakalar derdinde olanların hazin sonunu görebilirsiniz.
nikah akdinin ciddiyeti her iki kişinin irade beyanlarının topluluk önünde kanuna uygun biçimde imza altına alınmasından gelir.
bu duruma halel getirebilecek en küçük şaka veya olumsuz beyan kesinlikle o töreni sona erdirir. kişilerin nikah başvurusu düşer.
bu durumda nikah kıydırmak isteyen çift; yeni belgelerle yeni bir nikah başvurusu yaparak yeniden tören düzenlenmesini ister.
siz siz olun nerede nasıl davranmanız gerektiğini unutmayın…
düzenleme: imla.
nikah akdi ciddi bir iştir. öyle keyifli bir ortamın şaka kaldırmayan tek kısmı nikah akdinin yapıldığı andır.
şöyle küçük bir google sorgusu ile nikah anında komiklikler şakalar derdinde olanların hazin sonunu görebilirsiniz.
nikah akdinin ciddiyeti her iki kişinin irade beyanlarının topluluk önünde kanuna uygun biçimde imza altına alınmasından gelir.
bu duruma halel getirebilecek en küçük şaka veya olumsuz beyan kesinlikle o töreni sona erdirir. kişilerin nikah başvurusu düşer.
bu durumda nikah kıydırmak isteyen çift; yeni belgelerle yeni bir nikah başvurusu yaparak yeniden tören düzenlenmesini ister.
siz siz olun nerede nasıl davranmanız gerektiğini unutmayın…
düzenleme: imla.
devamını gör...
sözlükte yaşlılara saygının kalmamış olması
bakın mesela bu başlığın sahibi boomer moomer ama sevecen bir dayı.
böyle boomerlarla bir derdim yok benim.
böyle boomerlarla bir derdim yok benim.
devamını gör...
renkli göz
güzel kirpikleri de varsa kadına inanılmaz bir güzellik katan gözdür. gördüğü yerde insanın şiir yazası geliyor.*
devamını gör...
başarı hedefi ve açlığı olmayan insanlar
yaşamın şifresini çözmüş mutlu insanlardır. hırs daima mutsuzluğu getirecektir.
devamını gör...
abdullah öcalan
bebek katili
terörist
maşa
vicdansız
ahlaksız
bölücü
görgüsüz
ödlek
terörist
son 3 e dikkat.
terörist
maşa
vicdansız
ahlaksız
bölücü
görgüsüz
ödlek
terörist
son 3 e dikkat.
devamını gör...
seri artı oy veren meleklerin kaybolması
o güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler. arkalarında bir çift yaşlı göz, kederli bir yüz bıraktılar.
t: sözlük linçlerine maruz kalmamak için kimsenin artık seri oy vermemesi. ki bence olması gerekendir. okunmadan verilen oyun kıymeti yoktur. lakin hızlı okuma yapanları tenzih ederim. onlar gerçek melekler..
t: sözlük linçlerine maruz kalmamak için kimsenin artık seri oy vermemesi. ki bence olması gerekendir. okunmadan verilen oyun kıymeti yoktur. lakin hızlı okuma yapanları tenzih ederim. onlar gerçek melekler..
devamını gör...
leyla ile mecnun replikleri
en sevdiğim, ara ara açıp her seferinde de güldüğüm sahnelerden birisidir. replik gözüne uzun gelip okumak istemeyen yazar arkadaşlarım olursa aşağıya link de bıraktım.*
y: ya oğlum inat etme allah aşkına inat etme, ezberle şu şiiri.
m: abicim niye ezberliyorum allah aşkına? bana bir geçerli sebep söyle niçin ezberleyeceğim? ben bu şiiri neden ezberliyorum ya? ne kadar saçma. bu kadar saçma bir şey ömrümde duymadım. yazıyor burada.
y: oğlum öyle deme ya, bak bir gün lazım olur şak diye çıkarırsın, cebe at şunu bi kere.
m: niçin lazım oluyor ya, hayatımın neresinde kullanacağım ben bunu? niye lazım olsun da boşuna ram yiyeyim ya kafamdan? sen farkında değil misin ben biraz geri zekalıyım? ezberleyemem. ben sümüklerimi yiyorum ara ara. ben o çocukken sübhaneke'yi ezberleyene kadar 6 sene geçti ya büyümüşüm zaten.
y: tövbe estağfurullah ya yav yaa allah aşkına bi dörtlük ezberle en azından ya bir şey olsun dörtlük olsun. sanırsın ki adama han duvarlarını ezberle diyoruz.
m. han mı duvarları? o neeemiş yaa?
y: ohoooo
m. aaaahhhh, ne anlatıyorsun ya?
ben sümüklerimi yiyorum ara ara
y: ya oğlum inat etme allah aşkına inat etme, ezberle şu şiiri.
m: abicim niye ezberliyorum allah aşkına? bana bir geçerli sebep söyle niçin ezberleyeceğim? ben bu şiiri neden ezberliyorum ya? ne kadar saçma. bu kadar saçma bir şey ömrümde duymadım. yazıyor burada.
y: oğlum öyle deme ya, bak bir gün lazım olur şak diye çıkarırsın, cebe at şunu bi kere.
m: niçin lazım oluyor ya, hayatımın neresinde kullanacağım ben bunu? niye lazım olsun da boşuna ram yiyeyim ya kafamdan? sen farkında değil misin ben biraz geri zekalıyım? ezberleyemem. ben sümüklerimi yiyorum ara ara. ben o çocukken sübhaneke'yi ezberleyene kadar 6 sene geçti ya büyümüşüm zaten.
y: tövbe estağfurullah ya yav yaa allah aşkına bi dörtlük ezberle en azından ya bir şey olsun dörtlük olsun. sanırsın ki adama han duvarlarını ezberle diyoruz.
m. han mı duvarları? o neeemiş yaa?
y: ohoooo
m. aaaahhhh, ne anlatıyorsun ya?
ben sümüklerimi yiyorum ara ara
devamını gör...