yazarların başına gelen doğaüstü olaylar
yazın iki kez, kulağıma okunan arapça fısıldama sesiyle uyandım.rüya desem nefesi ve ağzı kulağımın içinde hissettim.bir iki hocaya sordum yorum yapamadılar.neydi bilemiyorum.
devamını gör...
pearson sendromu
mitokondriyal dna delesyonu ile karakterize bir sendromdur.
1-6 ay arasında anemi(kan hücre azlığı),laktik asidin(laktik asit yüksekliği) görülür.
sendromda ekzokrin pankreas yetmezliği de eşlik eder.
1-6 ay arasında anemi(kan hücre azlığı),laktik asidin(laktik asit yüksekliği) görülür.
sendromda ekzokrin pankreas yetmezliği de eşlik eder.
devamını gör...
gazi koşusu
dün, 95. 'si düzenlenen türk yarışçılık tarihinin en prestijli, büyük koşusu.
jokey ahmet çelik bu sene de kazanmış.
üst üste 7. birincilik oldu böylece. (toplamda da 7 birinciliği var)
ahmet çelik, oldukça mutlu ve gururluyum, 7 kez üstü üste kazanmayı bırak 7 sene aralıksız bu yarışa katılabilmek bile büyük başarıdır diyor. bu başarının tekrarlanabileceğini de düşünmüyorum diyor. katılıyorum valla, helal olsun.
yarış özet bilgiler:
pist: 2400 metre, çim
atlar: 3 yaş safkan ingiliz.
95. koşunun kazananları:
at: burgas
jokey: ahmet çelik
at sahibi: sanem karaman
koşu ile ilgili bazı genel istatistikler:
rekor koşu süresi: 1996 yılında, 2.26.22 ile meşhur bold pilot ve jokey halis karataş'a ait.
en çok kazan jokey: mümin çılgın, 9 kez. jokeylik çok uzun yıllar yapılabiliyor. örneğin mümin çılgın bu 9 şampiyonluğu 32 yıl içinde kazanmış. ilki 1960 yılında helene de troia ile sonuncusu ise 1991 yılında abbas ile.
en çok kazanan eküri: eliyeşil ekürisi, 13 kez.
en çok kazanan at diye bir şey yok çünkü atlar sadece 1 kez yarışabiliyor. (3 yaşında)
95. gazi koşusu burgas ve ahmet çelik
70. gazi koşusu bold pilot ve halis karataş
sağrısında 1 numaralı bold pilot ı görüyorum. son 600'e girilirken.
en iç kulvarda nedim koşunun liderliğini yapmaya çalışıyor ama şimdi en dış kulvardan bold pilot geliyor ve koşunun liderliğini alıyor son 200'e girerken 3 boy da fark yapıyor.
son 100 geçilyor 5 boyluk farkı koruyor ve 1 numaralı bold pilot 70. gazi koşusunu kazanıyor.
şampiyon: bold pilot belgeseli (140journos)
jokey ahmet çelik bu sene de kazanmış.
üst üste 7. birincilik oldu böylece. (toplamda da 7 birinciliği var)
ahmet çelik, oldukça mutlu ve gururluyum, 7 kez üstü üste kazanmayı bırak 7 sene aralıksız bu yarışa katılabilmek bile büyük başarıdır diyor. bu başarının tekrarlanabileceğini de düşünmüyorum diyor. katılıyorum valla, helal olsun.
yarış özet bilgiler:
pist: 2400 metre, çim
atlar: 3 yaş safkan ingiliz.
95. koşunun kazananları:
at: burgas
jokey: ahmet çelik
at sahibi: sanem karaman
koşu ile ilgili bazı genel istatistikler:
rekor koşu süresi: 1996 yılında, 2.26.22 ile meşhur bold pilot ve jokey halis karataş'a ait.
en çok kazan jokey: mümin çılgın, 9 kez. jokeylik çok uzun yıllar yapılabiliyor. örneğin mümin çılgın bu 9 şampiyonluğu 32 yıl içinde kazanmış. ilki 1960 yılında helene de troia ile sonuncusu ise 1991 yılında abbas ile.
en çok kazanan eküri: eliyeşil ekürisi, 13 kez.
en çok kazanan at diye bir şey yok çünkü atlar sadece 1 kez yarışabiliyor. (3 yaşında)
95. gazi koşusu burgas ve ahmet çelik
70. gazi koşusu bold pilot ve halis karataş
sağrısında 1 numaralı bold pilot ı görüyorum. son 600'e girilirken.
en iç kulvarda nedim koşunun liderliğini yapmaya çalışıyor ama şimdi en dış kulvardan bold pilot geliyor ve koşunun liderliğini alıyor son 200'e girerken 3 boy da fark yapıyor.
son 100 geçilyor 5 boyluk farkı koruyor ve 1 numaralı bold pilot 70. gazi koşusunu kazanıyor.
şampiyon: bold pilot belgeseli (140journos)
devamını gör...
en güzel çiçek
begonvil.
devamını gör...
necip fazıl kısakürek
açılın, ben de bir kaç cümle yazacağım.
bilmiyorum hepsini okuyan olur mu ancak öncelikle bana içimi dökme ve derdimi paylaşama imkanı veren bu sözlük ortamına canıgönülden teşekkür ederek başlamak istiyorum.
şimdi, değerli sözlük yazarları, genç kardeşlerim, atinalılar!
necip fazıl hakkında yazmaya cüret edeceklerim kendi eserlerinde yazmış olduğu şeylerdir, ben bunlara ne ekleme ne çıkarma yapacağım. bu sebeple öncelikle genel itibari ile daha sonra yukarıdaki bir kaç girdi de yazılanlara cevap vermiş olacağım. kısa bir özet geçmek gerekirse kendisi varlıklı ve soylu bir ailede tek erkek olmasından ötürü ikinci abdülhamit'in avukatı olan ve aynı zamanda dönemin mühim bir hukukçusu olan dedesi maraşlı kısakürekzade mehmet hilmi efendi'nin bizzat ilgi ve alakası ile büyümüştür. dönemin ehemmiyetli bir mesleği olan askerliğin denizcilik kolu diyebileceğimiz bugünkü adı ile deniz harp okulu olan mekteb-i fünûn-u bahriye-i şâhâne'ye başlar. sürekli kıyas edilen nazım hikmet ran ise kendisinden bir üst devrededir. burada okurken hastanede yatan hasta annesini ziyatere gider ve onun "şair olmanı ne çok isterdim!" demesi üzerine şiire başlar. deniz harp okulunda iken çeşitli dergilerde şiirleri yayımlanmış olan necip fazıl daha sonra avrupaya tahsile gönderilecek öğrencilerin belirlenmesi için açılan bir sınava girer ve gözünü paris'te açar. bana kalırsa kendisinin "üstad" olarak anılmasını sağlayacak şey burada yaşadıklarıdır. bu yaşına kadar maddî bir sıkıntı yaşamamış, el bebek, gül bebek büyümüş necip fazıl, bir anda bir "hiçlik" içinde bulacak kendisini. sorbonne üniversitesi felsefe bölümüne kayıt yaptırdıktan bir sene sonra düştüğü kumar ve alkol batağından ötürü bursu kesilmiş ve bulduğu borç paralar ile türkiye'ye dönmek zorunda kalmıştır. türkiye'ye dönüşünde de "bohem" hayatına bir süre devam etmiş ancak en azından şiir yazmayı bırakmamış ve düzenli bir iş sahibi olmuştur. dönemin itibarlı bankalarında çalıştıktan sonra osmanlı bankasında müfettişliğe kadar yükselmiştir. burada peyami safa ile birlikte çalışmış, ankara'da bulunması sebebi ile de yakup kadri karaosmanoğlu, falih rıfkı atay gibi isimlerle de arkadaşlık kurmuştur.
şimdi gelelim asıl meseleye... abdülhakîm arvâsî hazretleri ile tanışması. necip fazıl bir gün vapurda iken birisi yanına geliyor ve "sen necip fazıl değil misin?" diyor, evet deyince kendisini sohbet yapılan dergaha davet ediyor. necip fazıl kendi içerisinde yaşadığı muhasebeden sonra abidin dino ile birlikte kaşgari murtaza efendi cami'ne gitmeye karar veriyor. necip fazıl'ın mürşid isimli şiirini şuraya eklesem burada yaşananların özeti olur:
bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız;
ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız! (1940)
necip fazıl, arvâsî'den çok etkilenir ve dizinin dibinden ayrılmaz. tabi ilk başlarda sıkıntılar, buhranlar yaşamaya devam eder. mesela kendisine hediye edilen kitabı sobaya atar, daha sonra pişman olur ve yanan sobadan kitabı kurtarmaya çalışır. ancak sohbetlere devam ettikçe bu buhranlar yerini bir rahatlamaya bırakacağını düşünürken, daha büyük buhranlar başlar. bu sefer ki buhranlar ise fikrî buhranlardır ve kendi tabiri ile hapis hayatı, üniversite hocalığı hayatından daha uzun sürecektir. *
necip fazıl, arvâsî ile tanıştıktan sonra kendisini "bir şeyler yapmaya" mecbur hisseder. artık -buraya yazarken uydurdum bunu- onun için sanat sanat için değil, sanat toplum içindir. kalemini gençleri iyiye, güzele ve doğruya yönlendirmek için kullanmaya başlar. ancak bununda kendisi içinde farklı aşamaları olacaktır. ilk başta sadece annesinin hatrı için şiire başlayan, ancak şair olarak vapurda herhangi birisi tarafından tanınacak kadar dahi ün yapan necip fazıl, mürşidi ile tanıştıktan sonra kaleme aldığı "tohum" isimli piyesi ile "artık ben eski ben değilim!" demektedir. tohum dönemin ünlü isimlerinden muhsin ertuğrul tarafından oynanmış, sanat camiasında olumlu yönden tepkiler almıştır. bu henüz başlangıç... akılcılık eleştirisinde bulunduğu bir adam yaratmak isimli piyesi ile çalışmalarına devam etmiş olan necip fazıl'ın zannediyorum ki hâlâ kafasında bir şeyler tam oturmuş değildir. ne ile, nasıl mücadele edeceğini tam olarak kestirememiş ancak hâlâ "bir şeyler yapmaya" isteklidir. işte tam bu ne, nasıl gelgitleri içerisinde iken fazla islâmcı olduğu için değiştirilmesi düşünülen mehmet akif ersoy'un yazdığı istiklal marşı yerine yeni bir marş düşünülmektedir ve bu sebeple ulus gazetesi bir yarışma düzenler. yarışmaya büyük doğu marşı isimli şiiri ile katılan necip fazıl'ın burada en azından cemil meriç'in ışık doğudan gelir dediği gibi aklını ve ruhunu doğuya döndüğünü, avrupa'nın bütün dünyaya itelediği sözde medeniyet zırvalarına sırt çevirip, türk kültürü ve islam medeniyeti içerisindeki cevherin eski günlerine kavuşması için çalışmaya başladığını ve bunun en nihayetinde "büyük doğu" olarak isimlendirdiğini görüyoruz. büyük doğu, daha sonra necip fazıl'ın çıkaracağı derginin isminden ziyade, bir aşkın, bir davanın ismi olacaktır. bu saatten sonra necip fazıl bütün varıyla yoğuyla büyük doğu idealini altın harflerle gökyüzüne yazmanın derdindedir. bu araya cemil meriç'ten bir alıntı eklemek istiyorum: murdar bir halden muhteşem bir maziye kanatlanıp uçmak gericilikse, her namuslu insan gericidir. ıv. murat’a: süleyman devrine dön! diye haykıran koçi bey’den reşit paşa’ya kadar osmanlı devleti’nin bütün ıslahatçıları gerici. dante, yaşadığı çağdan iğrenir. balzac eserini iki ezeli hakikatin ışığında yazar: kilise ve krallık. dostoyevski maziye aşık. dante gerici, balzac gerici, dostoyevski gerici. *
peki, bu büyük doğu ideali nasıl olacak altın harflerle gökyüzüne yazılacaktır? yaşadığı bohem hayatı sebebiyle gün geçtikçe yalnızlaşan, kendi içerisindeki buhranlar sebebiyle yıpranan necip fazıl, bankadaki müfettişlik görevinde o dönem için gayet iyi bir maaş almakta iken dergi yayın işleri ile daha çok ilgilenebilmek için istifa edip yayın işlerini sürdürürken, maaşlı olarak başka gazetelerde çalışmaya başlamıştır. bu arada dönemin milli eğitim bakanı hasan ali yücel tarafından ankara devlet yüksek konservatuvarı'na öğretim görevlisi olarak atanmış, ancak bu görevinin dergi işlerine devam edebilmesi için istanbul'a verilmesini istemiş, nihayetinde güzel sanatlar akademisi'ne tayin edilmiş, bu görevi sırasında robert kolej'inde edebiyat dersleri vermiştir. bu kolejdeki öğrencilerinden birisi ise şair ve siyasetçi bülent ecevit'tir.
bu araya bir kaç şey ekleme istiyorum, hani dedik ya bu işler nasıl olacak diye, işte bu dönemde necip fazıl, cumhuriyet halk partisi milletvekili olmak için başvuruda bulunacaktır. bunu necip fazıl "düşmanı" insanlar çok dile getirir ancak necip fazıl'ın mürşidi ile temasından itibaren izah ettiği şeyi, yani manayı anlamamaktadırlar. zira necip fazıl "bir şeyler yapmak" için yol yordam aramaktadır ve seneler sonra bir konferansında "frengiyi, frengi olarak yenemezsiniz!" diyerek avrupa taklitçiliğini, avrupa taklidi yaparak düzeltemeyeceğini izah edecekken kendisinin o dönemin şartları gereği yapabileceğim şey buydu dediğini anlamazlar. bir de şu var... siyasi tarih bilgisi olanlar zaten bu olayın 1940'ta yaşandığını öğrenince gülecektir. o dönemde kaç tane siyasi parti var ki kalkmış necip fazıl bu şekilde itham ediliyor? 1923-1945 arası türkiye cumhuriyet tarihinin tek partili yönetimle idare edildiği dönemdir ki 1923'ten, yani cumhuriyetin ilanından sonra cumhuriyet halk partisi'nden sonra kurulan tek parti 1945 senesinde nuri demirağ tarafından kurulan millî kalkınma partisi'dir. yani şunu deyim, siyaset yapmak isteyen, milletvekili olmak isteyen birisinin çalacağı başka kapı yok. bu husustaki laflar komik bir durum teşkil ediyor.
her neyse... necip fazıl'ın demokrasi hususundaki görüşleri sokrates ve platon ile aynıdır. bir röportajında anket ve oy işini " beyin cerrahı ameliyat yapacağı zaman size nasıl yapması gerektiğini soruyor mu?" diyerek eleştirir. ben bunu bizzat kendisinden okumadım ancak öyle zannediyorum ki necip fazıl, demokrasinin hangi toplumda olursa olsun bir oklokrasi olduğunu düşünüyor. zira -ilerde izah edeceğim- daha sonraları kaleme alacağı ideolocya örgüsü isimli eserinde kurmuş olduğu sistem herodotos'un tarih isimli eserinde karşılaştırmasını yaptığı sistemler arasında en doğru devlet yönetim sistemi dediği perslerin devlet yönetimine benzer bir meşrutiyet sistemidir. her neyse, konuyu uzatmadan şunu demek istiyorum, necip fazıl bu döneme kadar -bu benim görüşüm- iyiyi, doğruyu, güzeli anlatmak için, ki ona göre bunun adı islâm'dır, islâm'ı anlatmak için ne varsa denemektedir. ancak bunun siyasiler aracılığı ile olmayacağını daha sonra kendisi de fark edecek ve sadece dergi yayın işleri ile meşgul olacak, ülkenin farklı yerlerine ziyaretler gerçekleştirip, konferanslar düzenleyecektir.
her neyse, yukarıda izah etmeye çalıştığım gibi büyük doğu ismi artık necip fazıl için bir idealin ismidir ve 17 eylül 1943 tarihinde çıkan ilk büyük doğu dergisi ile artık bambaşka bir maceranın içerisindedir.
büyük doğu dergisi, çıktığı dönem itibari ile bir boşluğu doldurmuştur. zira islâmî yayın yapan bir gazete/dergi mevcut olmadığı gibi, gerek mevcut yönetime karşı, gerek hemen dibimizde biten komünizm tehdidine karşı olduğu gibi her türlü kapitalist düzene karşı da ses çıkaran bu muhalif dergi kısa zamanda büyük bir okur kitlesi edinmiştir. şöyle ki, isim vermeyeyim, bugün "solcu" cenahın başucu eserim dediği kitapların yazarlarının bizzat kendi röportajlarından "büyük doğu dergisi çıksa da alsak!" dediklerini okumuşluğum vardır. bu kadar amme hizmeti olmaz, isim vermek istemiyorum ancak, cahit tanyol'un necip fazıl ile olan arkadaşlığını araştırmanız bu dönemin "solcu" yazarlarının büyük doğu ve necip fazıl'a bakışlarını anlamanıza yardımcı olacaktır. bana göre burada toplum kesiminde necip fazıl'ın islâmî bir çizgisinin olması ses bulmuşken, aydın kesiminde ise sisteme karşı gelişi, yani okuyanlar "abi nasıl olur ya, adam demokrasiye, cumhuriyete laf ediyor!" şokunu yaşamışlar ve dünyaya farklı bir gözden bakabilmenin imkanını bulmuşlardır.
büyük doğu dergisinin her kesimde büyük bir ilgi ve alaka uyandırdı demiştik. tabi bu derginin başına gelmedik kalmamış. evvela eserlerinde ifade ettiği şekliyle türk milletine mensup olmaktan büyük bir memnuniyet duyan ve her fırsatta türk milletinin fethettiği, egemen olduğu topraklarda yaşayan halklar üzerinde adil ve hoşgörülü yönetimini dillendirerek, türk tarihinde zerre miktarı olsun bir kara leke bulunmadığının övüncünü yaşayan, islâm dinine verdiği hizmetler için gurur duyan necip fazıl, gün gelecek türklüğe hakaretten tutuklu olarak hapis yatacak, ancak kovuşturma sonucunda beraat edecektir. sadece bu değil, bir ara meraktan bu dergi kaç kez kapatılmış diye saymıştım... yukarıda bir komiklikten bahsetmiştim, gelelim başka bir komikliğe, bu dergi yayın hayatına başladığı eylül 1943'ten 1947 senenesine kadar, yani beş senelik süreçte 2 kere kapatılmış, necip fazıl burada yazdığı yazılardan ötürü iki kez birisi tutuklu yargılanmak üzere mahkemeye çıkmışken sabır taşı isimli piyesi ile cumhuriyet halk partisi sanat mükâfatı ödülüne layık görülmüş ancak "birileri" necip fazıl'ın bu ödülü almasına mâni olmuş.
bu beş senelik süreçte evindeki eşyaları satacak duruma gelen necip fazıl, en büyük sıkıntıyı ise demokrat parti döneminde yaşamıştır demek zor değil. zira yukarıda anlattığım gibi defalarca kapatılan dergisi, adnan menderes yönetiminde daha dağıtıma çıkmadan toplatılacaktır. hazır buraya gelmişken, şunu izah etmek gerek, necip fazıl, vaktinde siyasete girmeyi denemiş, olmamış, dergi işleri ile meşgul olmuş, ancak iktidara demokrat parti gelince zannediyorum ki içerisinde bir ümit yeşermiştir. gene yukarıda yazdığım gibi bugün bir çok gazetecinin hakkında karalama kampanyası olarak kullandığı adnan menderes dönemine ilişkin hatıraların daha detaylısını bizzat kendisi benim gözümde menderes isimli eserinde kaleme almıştır. sadece bu eser değil, dergi yazılarının toplandığı kitaplarda da bu döneme dair daha ayrıntılı ve bu dönemin idarecilerine dair daha ağır eleştirileri kendi kaleminden okuyabilirsiniz. adnan menderes'ten sonra necmettin erbakan ile siyasete devam eden necip fazıl gene bir fikir ayrılığı yaşamış, partinin isminin verilmesine kadar bir çok aşamasında birlikte olduğu necmettin erbakan ile de yolları ayrılınca alparslan türkeş ile birlikte siyaseti denemiş, ancak gene muvaffak olamamıştır. rapor serisinde bütün siyasiler ile olan ilişkilerini en ince ayırıntısına kadar anlatan necip fazıl hiç bir siyasetçi ile anlaşamamaktadır zira beklentiler farklıdır. siyasetçi kişi kendi koltuğunu, oy sayısını, partisinin geleceğini düşünürken, necip fazıl bir ideoloji çerçevesinde bir milletin geleceğine yön vermeye çalışmaktadır. aslında burada kazan/kazan ilişkisi vardır diyebiliriz. çünkü dönemin "chp zihniyeti" dışında yayın yapan derginin sahibi olan necip fazıl fikirlerini aksiyona dönüştürecek bir mecra ararken, siyasi partiler ise propagandalarının yapılacağı bir mecraya muhtaçtır. siyasiler ile yaşanan diyalogların bir neticeye varamamasının sebebi budur.
tek tek siyasetçiler ile yaşadıklarını anlatmaya çalışırsam gerçekten günler sürer. kendisinin yaşadığı siyasi ve ana fikre zarar vermeyecek mahiyetteki günlük politikaya dair değişiklikler benim haddim değildir. kimsenin haddi değildir. insanoğlunun fikirleri değişebilir. zaten insanoğlunu bugünlere getiren şey budur. zira insanoğlu sabit fikirli olsa idi bugün hâlâ mağara duvarlarına resimler çiziyor olurduk.
bütün bu keşmekeşin arasında dergi ve konferans işlerini devam ettiren necip fazıl 1968 senesinde bu eser, benim bütün varlığım, vücut hikmetim, her şeyim... ben, arının peteğini hendeseleştirmeye memur bulunması gibi, bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım. şiirlerim de, piyeslerim de, hikâyelerim de, ilim ve fikir yazılarım da sadece bu eserin belirttiği bina etrafında bir takım «müştemilât»dan başka bir şey değil... dediği ideolocya örgüsü isimli eserini yayımladı. aslına bakarsanız bu eser necip fazıl'ın mürşidi ile hemhal oluşundan itibaren yazdığı her şeyin özünü bularak sistemleştirilmiş ve kitaplaştırılmış halidir.
necip fazıl bu eserinde başyücelik devleti isimli bir sistemi izah eder. bir nevi bu kitap, bu sistemin anayasasıdır diyebiliriz. eser, mahiyeti bakımından, türk tarihinde yazılmış olan idarecilere tavsiye veren farabi'nin ideal devlet'inden veya nizamül mülk'ün siyasetname isimli eserinden farklıdır. çünkü bu eserde yöneticilere tavsiye değil, aksine, devletin teşekkülü kaleme alınmıştır ve bu açıdan kıyaslanabileceği eser platon'un devlet isimli eseridir.
necip fazıl, platon gibi düşünmekte ve "...ahlaki yönden amacı, insanı fazilet sahibi kılmak ve nihayetinde kemâle eriştirmek ise, bu fazileti yüklenmeye ve kemâle erişmeye yatkın olan nâtık varlığı inşa etmede toplumsal bir yapı ve bu yapıyı belirli ilke ve kurallarla işlevsel hâle getirecek aygıtlar gereklidir. bu toplumsal yapıyı oluşturan önemli aygıtlardan biri de devlettir." demektedir.
necip fazıl, devlet idaresi hususunda ihtisas sahibi kişileri öne çıkarıyor, kabaca, geri kalan işine baksın diyor. ancak, geri kalan işine baksın bakmasına da ona da bir çizgi çiziyor. eğer sen çiftçi isen dünyadaki en kalifiye çiftçi olacaksın diyor. zira bunu bilmem kaç bin sene evvel platon'un devlet'inde okuyoruz. * devlet, topyekun olarak cahillikle savaş halinde ancak dışarıdan telkin edilen şeyler hususunda da temkinli necip fazıl. burayı daha anlaşılır kılmak için biraz ters olacak ancak platon'un mağara alegorisi'ni kullanabiliriz. nasıl ki mağaranın içerisinde oturanlar dışarıdaki hayatı bilmiyorlar, necip fazıl her ne kadar islâm inancı sebebiyle bir şeytan ve nefs olsa da, bunları körükleyecek veya ortaya çıkaracak dışarıdan gelecek bütün ahlaksızlıkların önünü tıkama derdinde. kısacası, necip fazıl'ın eleştirdiği sistemde insanların önünde iyi ve kötü iki seçenekten ikisi de bulunurken, bunlardan iyi olana bir şey yapılmaz ancak kötü olana ceza vardır. necip fazıl ise, insanların önüne tek bir sık koymaktadır: iyi.
platon'un devlet'inde filozof olan hükümdar, necip fazıl'ın başyücelik devlet'inde memleketin en ihtisas sahibi kişilerinden oluşan yüceler kurultayı tarafından seçilir ve bundan ötürü filozof olarak addedilmese bile mesleğinde kendisini kanıtlamış, yüceler kurultayı görevinde belli bir devlet yönetimi tedrisatından geçmiş ve kurultay tarafından reis olmaya layık görülmüş kişidir.
necip fazıl için yukarıda da izah ettiğim gibi evveliyat ahlâktır. dergiler çıkarması, konferanslar düzenlemesi vs hepsi idealindeki bu devlet nimazının toplumunu teşkil edecek insanlara bir şeyler kazandırmak, onları iyiye yönlendirmektir. platon'un devlet isimli eserin üçüncü kitabında * izah ettiği gibi gençleri ahlaksızlığa sevk edecek hikâyelerin düzenlenmesini, bazılarının yasaklanmasını istediği gibi, sinema filmlerinin evvela devlet kontrolünden geçirilmesini ve uygun bulunursa yayınlanmasını düşünmektedir ve demektedir ki: amerika ve avrupadan ithal edilen filmler, ancak içtimaî, ruhî, ahlakî, terbiyevî, talimî, bediî bir fayda temsil ve bir hikmet ve ibret telkinine mevzu teşkil ettiği nisbette kabul olunmak talihine maliktir. *
necip fazıl bunları yazar yazmasına ancak gerek içinde yaşadığı dönem müslümanlarını, gerek eski müslümanları en ağır şekilde eleştiriye tabi tutar. onlar için "kaba softa ve ham yobaz" ifadesini kullanırken kimin malını aldımsa, işte malım gelsin alsın; kimin sırtına vurdumsa, işte sırtım, gelsin vursun! diyen allah sevgilisinin ahlâkı... buna muhtacız. çölde, dövesine, kölesiyle nöbetleşe binen reisler reisinin ahlâkı... buna muhtacız. islâm ahlakı, buna muhtacız... * diyerek asr-ı saadet ahlakından çok uzakta olduklarından yakınmaktadır.
artık konuyu bir yere bağlamanın vakti geldi diye düşünüyorum. yukarıda yazılan entrylerin hiç birisinde necip fazıl şiiri veya fikri yönüne dair değil. hepsi vaktinde yaşadığı hayata dair. kaldı ki bunu yukarıda defalarca izah ettim, necip fazıl bunların hiç birini inkar etmediği gibi, keşke bunları yazan arkadaşlar kitaplarını okusalarda daha çok yazdığını okusalar diyebilirim. necip fazıl geçmişini inkar eden birisi değil, sadece ben bu hayattan vazgeçtim demektedir. her kim olursa olsun bir insanı geçmişi ile yargılamanın mantığını ben bu yaşıma kadar anlayabilmiş değilim. ne yani, nazım hikmet, vefatına doğru türkeş ile takılsa veya hacca gitse, hâlâ onu komünist diye mi anacaktık? kaldı ki necip fazıl geçmişinden tövbe etmiş birisidir ve bu hali ile geçmişini eşelemek kimsenin haddi değildir.
ben isterim ki bu başlık altında türk tarihinde hiç yapılmamış bir şeyi yapan necip fazıl'ın devlet teşekkülünün izahını yapan fikirlerini ve eserlerini tartışalım. ancak ne yazık ki bunu bugüne kadar yapabilecek kimseye denk gelmedim. hali hazırda google'a başyücelik devleti yazdığınızda karşınıza bir tane eleştiri mahiyetinde yazı çıkmamakta. tek bir cümle dahi çıkmamakta.
bu yazıdan sonra araştırma yapacaklara konuyla alakası yok ancak ilber ortaylı'nın şu videosunu bırakıyorum ki demek istediğim umarım anlaşılır.
buraya kadar sabrettiğiniz için teşekkür eder, sürçülisan etti isem affımı dilerim.
bilmiyorum hepsini okuyan olur mu ancak öncelikle bana içimi dökme ve derdimi paylaşama imkanı veren bu sözlük ortamına canıgönülden teşekkür ederek başlamak istiyorum.
şimdi, değerli sözlük yazarları, genç kardeşlerim, atinalılar!
necip fazıl hakkında yazmaya cüret edeceklerim kendi eserlerinde yazmış olduğu şeylerdir, ben bunlara ne ekleme ne çıkarma yapacağım. bu sebeple öncelikle genel itibari ile daha sonra yukarıdaki bir kaç girdi de yazılanlara cevap vermiş olacağım. kısa bir özet geçmek gerekirse kendisi varlıklı ve soylu bir ailede tek erkek olmasından ötürü ikinci abdülhamit'in avukatı olan ve aynı zamanda dönemin mühim bir hukukçusu olan dedesi maraşlı kısakürekzade mehmet hilmi efendi'nin bizzat ilgi ve alakası ile büyümüştür. dönemin ehemmiyetli bir mesleği olan askerliğin denizcilik kolu diyebileceğimiz bugünkü adı ile deniz harp okulu olan mekteb-i fünûn-u bahriye-i şâhâne'ye başlar. sürekli kıyas edilen nazım hikmet ran ise kendisinden bir üst devrededir. burada okurken hastanede yatan hasta annesini ziyatere gider ve onun "şair olmanı ne çok isterdim!" demesi üzerine şiire başlar. deniz harp okulunda iken çeşitli dergilerde şiirleri yayımlanmış olan necip fazıl daha sonra avrupaya tahsile gönderilecek öğrencilerin belirlenmesi için açılan bir sınava girer ve gözünü paris'te açar. bana kalırsa kendisinin "üstad" olarak anılmasını sağlayacak şey burada yaşadıklarıdır. bu yaşına kadar maddî bir sıkıntı yaşamamış, el bebek, gül bebek büyümüş necip fazıl, bir anda bir "hiçlik" içinde bulacak kendisini. sorbonne üniversitesi felsefe bölümüne kayıt yaptırdıktan bir sene sonra düştüğü kumar ve alkol batağından ötürü bursu kesilmiş ve bulduğu borç paralar ile türkiye'ye dönmek zorunda kalmıştır. türkiye'ye dönüşünde de "bohem" hayatına bir süre devam etmiş ancak en azından şiir yazmayı bırakmamış ve düzenli bir iş sahibi olmuştur. dönemin itibarlı bankalarında çalıştıktan sonra osmanlı bankasında müfettişliğe kadar yükselmiştir. burada peyami safa ile birlikte çalışmış, ankara'da bulunması sebebi ile de yakup kadri karaosmanoğlu, falih rıfkı atay gibi isimlerle de arkadaşlık kurmuştur.
şimdi gelelim asıl meseleye... abdülhakîm arvâsî hazretleri ile tanışması. necip fazıl bir gün vapurda iken birisi yanına geliyor ve "sen necip fazıl değil misin?" diyor, evet deyince kendisini sohbet yapılan dergaha davet ediyor. necip fazıl kendi içerisinde yaşadığı muhasebeden sonra abidin dino ile birlikte kaşgari murtaza efendi cami'ne gitmeye karar veriyor. necip fazıl'ın mürşid isimli şiirini şuraya eklesem burada yaşananların özeti olur:
bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız;
ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız! (1940)
necip fazıl, arvâsî'den çok etkilenir ve dizinin dibinden ayrılmaz. tabi ilk başlarda sıkıntılar, buhranlar yaşamaya devam eder. mesela kendisine hediye edilen kitabı sobaya atar, daha sonra pişman olur ve yanan sobadan kitabı kurtarmaya çalışır. ancak sohbetlere devam ettikçe bu buhranlar yerini bir rahatlamaya bırakacağını düşünürken, daha büyük buhranlar başlar. bu sefer ki buhranlar ise fikrî buhranlardır ve kendi tabiri ile hapis hayatı, üniversite hocalığı hayatından daha uzun sürecektir. *
necip fazıl, arvâsî ile tanıştıktan sonra kendisini "bir şeyler yapmaya" mecbur hisseder. artık -buraya yazarken uydurdum bunu- onun için sanat sanat için değil, sanat toplum içindir. kalemini gençleri iyiye, güzele ve doğruya yönlendirmek için kullanmaya başlar. ancak bununda kendisi içinde farklı aşamaları olacaktır. ilk başta sadece annesinin hatrı için şiire başlayan, ancak şair olarak vapurda herhangi birisi tarafından tanınacak kadar dahi ün yapan necip fazıl, mürşidi ile tanıştıktan sonra kaleme aldığı "tohum" isimli piyesi ile "artık ben eski ben değilim!" demektedir. tohum dönemin ünlü isimlerinden muhsin ertuğrul tarafından oynanmış, sanat camiasında olumlu yönden tepkiler almıştır. bu henüz başlangıç... akılcılık eleştirisinde bulunduğu bir adam yaratmak isimli piyesi ile çalışmalarına devam etmiş olan necip fazıl'ın zannediyorum ki hâlâ kafasında bir şeyler tam oturmuş değildir. ne ile, nasıl mücadele edeceğini tam olarak kestirememiş ancak hâlâ "bir şeyler yapmaya" isteklidir. işte tam bu ne, nasıl gelgitleri içerisinde iken fazla islâmcı olduğu için değiştirilmesi düşünülen mehmet akif ersoy'un yazdığı istiklal marşı yerine yeni bir marş düşünülmektedir ve bu sebeple ulus gazetesi bir yarışma düzenler. yarışmaya büyük doğu marşı isimli şiiri ile katılan necip fazıl'ın burada en azından cemil meriç'in ışık doğudan gelir dediği gibi aklını ve ruhunu doğuya döndüğünü, avrupa'nın bütün dünyaya itelediği sözde medeniyet zırvalarına sırt çevirip, türk kültürü ve islam medeniyeti içerisindeki cevherin eski günlerine kavuşması için çalışmaya başladığını ve bunun en nihayetinde "büyük doğu" olarak isimlendirdiğini görüyoruz. büyük doğu, daha sonra necip fazıl'ın çıkaracağı derginin isminden ziyade, bir aşkın, bir davanın ismi olacaktır. bu saatten sonra necip fazıl bütün varıyla yoğuyla büyük doğu idealini altın harflerle gökyüzüne yazmanın derdindedir. bu araya cemil meriç'ten bir alıntı eklemek istiyorum: murdar bir halden muhteşem bir maziye kanatlanıp uçmak gericilikse, her namuslu insan gericidir. ıv. murat’a: süleyman devrine dön! diye haykıran koçi bey’den reşit paşa’ya kadar osmanlı devleti’nin bütün ıslahatçıları gerici. dante, yaşadığı çağdan iğrenir. balzac eserini iki ezeli hakikatin ışığında yazar: kilise ve krallık. dostoyevski maziye aşık. dante gerici, balzac gerici, dostoyevski gerici. *
peki, bu büyük doğu ideali nasıl olacak altın harflerle gökyüzüne yazılacaktır? yaşadığı bohem hayatı sebebiyle gün geçtikçe yalnızlaşan, kendi içerisindeki buhranlar sebebiyle yıpranan necip fazıl, bankadaki müfettişlik görevinde o dönem için gayet iyi bir maaş almakta iken dergi yayın işleri ile daha çok ilgilenebilmek için istifa edip yayın işlerini sürdürürken, maaşlı olarak başka gazetelerde çalışmaya başlamıştır. bu arada dönemin milli eğitim bakanı hasan ali yücel tarafından ankara devlet yüksek konservatuvarı'na öğretim görevlisi olarak atanmış, ancak bu görevinin dergi işlerine devam edebilmesi için istanbul'a verilmesini istemiş, nihayetinde güzel sanatlar akademisi'ne tayin edilmiş, bu görevi sırasında robert kolej'inde edebiyat dersleri vermiştir. bu kolejdeki öğrencilerinden birisi ise şair ve siyasetçi bülent ecevit'tir.
bu araya bir kaç şey ekleme istiyorum, hani dedik ya bu işler nasıl olacak diye, işte bu dönemde necip fazıl, cumhuriyet halk partisi milletvekili olmak için başvuruda bulunacaktır. bunu necip fazıl "düşmanı" insanlar çok dile getirir ancak necip fazıl'ın mürşidi ile temasından itibaren izah ettiği şeyi, yani manayı anlamamaktadırlar. zira necip fazıl "bir şeyler yapmak" için yol yordam aramaktadır ve seneler sonra bir konferansında "frengiyi, frengi olarak yenemezsiniz!" diyerek avrupa taklitçiliğini, avrupa taklidi yaparak düzeltemeyeceğini izah edecekken kendisinin o dönemin şartları gereği yapabileceğim şey buydu dediğini anlamazlar. bir de şu var... siyasi tarih bilgisi olanlar zaten bu olayın 1940'ta yaşandığını öğrenince gülecektir. o dönemde kaç tane siyasi parti var ki kalkmış necip fazıl bu şekilde itham ediliyor? 1923-1945 arası türkiye cumhuriyet tarihinin tek partili yönetimle idare edildiği dönemdir ki 1923'ten, yani cumhuriyetin ilanından sonra cumhuriyet halk partisi'nden sonra kurulan tek parti 1945 senesinde nuri demirağ tarafından kurulan millî kalkınma partisi'dir. yani şunu deyim, siyaset yapmak isteyen, milletvekili olmak isteyen birisinin çalacağı başka kapı yok. bu husustaki laflar komik bir durum teşkil ediyor.
her neyse... necip fazıl'ın demokrasi hususundaki görüşleri sokrates ve platon ile aynıdır. bir röportajında anket ve oy işini " beyin cerrahı ameliyat yapacağı zaman size nasıl yapması gerektiğini soruyor mu?" diyerek eleştirir. ben bunu bizzat kendisinden okumadım ancak öyle zannediyorum ki necip fazıl, demokrasinin hangi toplumda olursa olsun bir oklokrasi olduğunu düşünüyor. zira -ilerde izah edeceğim- daha sonraları kaleme alacağı ideolocya örgüsü isimli eserinde kurmuş olduğu sistem herodotos'un tarih isimli eserinde karşılaştırmasını yaptığı sistemler arasında en doğru devlet yönetim sistemi dediği perslerin devlet yönetimine benzer bir meşrutiyet sistemidir. her neyse, konuyu uzatmadan şunu demek istiyorum, necip fazıl bu döneme kadar -bu benim görüşüm- iyiyi, doğruyu, güzeli anlatmak için, ki ona göre bunun adı islâm'dır, islâm'ı anlatmak için ne varsa denemektedir. ancak bunun siyasiler aracılığı ile olmayacağını daha sonra kendisi de fark edecek ve sadece dergi yayın işleri ile meşgul olacak, ülkenin farklı yerlerine ziyaretler gerçekleştirip, konferanslar düzenleyecektir.
her neyse, yukarıda izah etmeye çalıştığım gibi büyük doğu ismi artık necip fazıl için bir idealin ismidir ve 17 eylül 1943 tarihinde çıkan ilk büyük doğu dergisi ile artık bambaşka bir maceranın içerisindedir.
büyük doğu dergisi, çıktığı dönem itibari ile bir boşluğu doldurmuştur. zira islâmî yayın yapan bir gazete/dergi mevcut olmadığı gibi, gerek mevcut yönetime karşı, gerek hemen dibimizde biten komünizm tehdidine karşı olduğu gibi her türlü kapitalist düzene karşı da ses çıkaran bu muhalif dergi kısa zamanda büyük bir okur kitlesi edinmiştir. şöyle ki, isim vermeyeyim, bugün "solcu" cenahın başucu eserim dediği kitapların yazarlarının bizzat kendi röportajlarından "büyük doğu dergisi çıksa da alsak!" dediklerini okumuşluğum vardır. bu kadar amme hizmeti olmaz, isim vermek istemiyorum ancak, cahit tanyol'un necip fazıl ile olan arkadaşlığını araştırmanız bu dönemin "solcu" yazarlarının büyük doğu ve necip fazıl'a bakışlarını anlamanıza yardımcı olacaktır. bana göre burada toplum kesiminde necip fazıl'ın islâmî bir çizgisinin olması ses bulmuşken, aydın kesiminde ise sisteme karşı gelişi, yani okuyanlar "abi nasıl olur ya, adam demokrasiye, cumhuriyete laf ediyor!" şokunu yaşamışlar ve dünyaya farklı bir gözden bakabilmenin imkanını bulmuşlardır.
büyük doğu dergisinin her kesimde büyük bir ilgi ve alaka uyandırdı demiştik. tabi bu derginin başına gelmedik kalmamış. evvela eserlerinde ifade ettiği şekliyle türk milletine mensup olmaktan büyük bir memnuniyet duyan ve her fırsatta türk milletinin fethettiği, egemen olduğu topraklarda yaşayan halklar üzerinde adil ve hoşgörülü yönetimini dillendirerek, türk tarihinde zerre miktarı olsun bir kara leke bulunmadığının övüncünü yaşayan, islâm dinine verdiği hizmetler için gurur duyan necip fazıl, gün gelecek türklüğe hakaretten tutuklu olarak hapis yatacak, ancak kovuşturma sonucunda beraat edecektir. sadece bu değil, bir ara meraktan bu dergi kaç kez kapatılmış diye saymıştım... yukarıda bir komiklikten bahsetmiştim, gelelim başka bir komikliğe, bu dergi yayın hayatına başladığı eylül 1943'ten 1947 senenesine kadar, yani beş senelik süreçte 2 kere kapatılmış, necip fazıl burada yazdığı yazılardan ötürü iki kez birisi tutuklu yargılanmak üzere mahkemeye çıkmışken sabır taşı isimli piyesi ile cumhuriyet halk partisi sanat mükâfatı ödülüne layık görülmüş ancak "birileri" necip fazıl'ın bu ödülü almasına mâni olmuş.
bu beş senelik süreçte evindeki eşyaları satacak duruma gelen necip fazıl, en büyük sıkıntıyı ise demokrat parti döneminde yaşamıştır demek zor değil. zira yukarıda anlattığım gibi defalarca kapatılan dergisi, adnan menderes yönetiminde daha dağıtıma çıkmadan toplatılacaktır. hazır buraya gelmişken, şunu izah etmek gerek, necip fazıl, vaktinde siyasete girmeyi denemiş, olmamış, dergi işleri ile meşgul olmuş, ancak iktidara demokrat parti gelince zannediyorum ki içerisinde bir ümit yeşermiştir. gene yukarıda yazdığım gibi bugün bir çok gazetecinin hakkında karalama kampanyası olarak kullandığı adnan menderes dönemine ilişkin hatıraların daha detaylısını bizzat kendisi benim gözümde menderes isimli eserinde kaleme almıştır. sadece bu eser değil, dergi yazılarının toplandığı kitaplarda da bu döneme dair daha ayrıntılı ve bu dönemin idarecilerine dair daha ağır eleştirileri kendi kaleminden okuyabilirsiniz. adnan menderes'ten sonra necmettin erbakan ile siyasete devam eden necip fazıl gene bir fikir ayrılığı yaşamış, partinin isminin verilmesine kadar bir çok aşamasında birlikte olduğu necmettin erbakan ile de yolları ayrılınca alparslan türkeş ile birlikte siyaseti denemiş, ancak gene muvaffak olamamıştır. rapor serisinde bütün siyasiler ile olan ilişkilerini en ince ayırıntısına kadar anlatan necip fazıl hiç bir siyasetçi ile anlaşamamaktadır zira beklentiler farklıdır. siyasetçi kişi kendi koltuğunu, oy sayısını, partisinin geleceğini düşünürken, necip fazıl bir ideoloji çerçevesinde bir milletin geleceğine yön vermeye çalışmaktadır. aslında burada kazan/kazan ilişkisi vardır diyebiliriz. çünkü dönemin "chp zihniyeti" dışında yayın yapan derginin sahibi olan necip fazıl fikirlerini aksiyona dönüştürecek bir mecra ararken, siyasi partiler ise propagandalarının yapılacağı bir mecraya muhtaçtır. siyasiler ile yaşanan diyalogların bir neticeye varamamasının sebebi budur.
tek tek siyasetçiler ile yaşadıklarını anlatmaya çalışırsam gerçekten günler sürer. kendisinin yaşadığı siyasi ve ana fikre zarar vermeyecek mahiyetteki günlük politikaya dair değişiklikler benim haddim değildir. kimsenin haddi değildir. insanoğlunun fikirleri değişebilir. zaten insanoğlunu bugünlere getiren şey budur. zira insanoğlu sabit fikirli olsa idi bugün hâlâ mağara duvarlarına resimler çiziyor olurduk.
bütün bu keşmekeşin arasında dergi ve konferans işlerini devam ettiren necip fazıl 1968 senesinde bu eser, benim bütün varlığım, vücut hikmetim, her şeyim... ben, arının peteğini hendeseleştirmeye memur bulunması gibi, bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım. şiirlerim de, piyeslerim de, hikâyelerim de, ilim ve fikir yazılarım da sadece bu eserin belirttiği bina etrafında bir takım «müştemilât»dan başka bir şey değil... dediği ideolocya örgüsü isimli eserini yayımladı. aslına bakarsanız bu eser necip fazıl'ın mürşidi ile hemhal oluşundan itibaren yazdığı her şeyin özünü bularak sistemleştirilmiş ve kitaplaştırılmış halidir.
necip fazıl bu eserinde başyücelik devleti isimli bir sistemi izah eder. bir nevi bu kitap, bu sistemin anayasasıdır diyebiliriz. eser, mahiyeti bakımından, türk tarihinde yazılmış olan idarecilere tavsiye veren farabi'nin ideal devlet'inden veya nizamül mülk'ün siyasetname isimli eserinden farklıdır. çünkü bu eserde yöneticilere tavsiye değil, aksine, devletin teşekkülü kaleme alınmıştır ve bu açıdan kıyaslanabileceği eser platon'un devlet isimli eseridir.
necip fazıl, platon gibi düşünmekte ve "...ahlaki yönden amacı, insanı fazilet sahibi kılmak ve nihayetinde kemâle eriştirmek ise, bu fazileti yüklenmeye ve kemâle erişmeye yatkın olan nâtık varlığı inşa etmede toplumsal bir yapı ve bu yapıyı belirli ilke ve kurallarla işlevsel hâle getirecek aygıtlar gereklidir. bu toplumsal yapıyı oluşturan önemli aygıtlardan biri de devlettir." demektedir.
necip fazıl, devlet idaresi hususunda ihtisas sahibi kişileri öne çıkarıyor, kabaca, geri kalan işine baksın diyor. ancak, geri kalan işine baksın bakmasına da ona da bir çizgi çiziyor. eğer sen çiftçi isen dünyadaki en kalifiye çiftçi olacaksın diyor. zira bunu bilmem kaç bin sene evvel platon'un devlet'inde okuyoruz. * devlet, topyekun olarak cahillikle savaş halinde ancak dışarıdan telkin edilen şeyler hususunda da temkinli necip fazıl. burayı daha anlaşılır kılmak için biraz ters olacak ancak platon'un mağara alegorisi'ni kullanabiliriz. nasıl ki mağaranın içerisinde oturanlar dışarıdaki hayatı bilmiyorlar, necip fazıl her ne kadar islâm inancı sebebiyle bir şeytan ve nefs olsa da, bunları körükleyecek veya ortaya çıkaracak dışarıdan gelecek bütün ahlaksızlıkların önünü tıkama derdinde. kısacası, necip fazıl'ın eleştirdiği sistemde insanların önünde iyi ve kötü iki seçenekten ikisi de bulunurken, bunlardan iyi olana bir şey yapılmaz ancak kötü olana ceza vardır. necip fazıl ise, insanların önüne tek bir sık koymaktadır: iyi.
platon'un devlet'inde filozof olan hükümdar, necip fazıl'ın başyücelik devlet'inde memleketin en ihtisas sahibi kişilerinden oluşan yüceler kurultayı tarafından seçilir ve bundan ötürü filozof olarak addedilmese bile mesleğinde kendisini kanıtlamış, yüceler kurultayı görevinde belli bir devlet yönetimi tedrisatından geçmiş ve kurultay tarafından reis olmaya layık görülmüş kişidir.
necip fazıl için yukarıda da izah ettiğim gibi evveliyat ahlâktır. dergiler çıkarması, konferanslar düzenlemesi vs hepsi idealindeki bu devlet nimazının toplumunu teşkil edecek insanlara bir şeyler kazandırmak, onları iyiye yönlendirmektir. platon'un devlet isimli eserin üçüncü kitabında * izah ettiği gibi gençleri ahlaksızlığa sevk edecek hikâyelerin düzenlenmesini, bazılarının yasaklanmasını istediği gibi, sinema filmlerinin evvela devlet kontrolünden geçirilmesini ve uygun bulunursa yayınlanmasını düşünmektedir ve demektedir ki: amerika ve avrupadan ithal edilen filmler, ancak içtimaî, ruhî, ahlakî, terbiyevî, talimî, bediî bir fayda temsil ve bir hikmet ve ibret telkinine mevzu teşkil ettiği nisbette kabul olunmak talihine maliktir. *
necip fazıl bunları yazar yazmasına ancak gerek içinde yaşadığı dönem müslümanlarını, gerek eski müslümanları en ağır şekilde eleştiriye tabi tutar. onlar için "kaba softa ve ham yobaz" ifadesini kullanırken kimin malını aldımsa, işte malım gelsin alsın; kimin sırtına vurdumsa, işte sırtım, gelsin vursun! diyen allah sevgilisinin ahlâkı... buna muhtacız. çölde, dövesine, kölesiyle nöbetleşe binen reisler reisinin ahlâkı... buna muhtacız. islâm ahlakı, buna muhtacız... * diyerek asr-ı saadet ahlakından çok uzakta olduklarından yakınmaktadır.
artık konuyu bir yere bağlamanın vakti geldi diye düşünüyorum. yukarıda yazılan entrylerin hiç birisinde necip fazıl şiiri veya fikri yönüne dair değil. hepsi vaktinde yaşadığı hayata dair. kaldı ki bunu yukarıda defalarca izah ettim, necip fazıl bunların hiç birini inkar etmediği gibi, keşke bunları yazan arkadaşlar kitaplarını okusalarda daha çok yazdığını okusalar diyebilirim. necip fazıl geçmişini inkar eden birisi değil, sadece ben bu hayattan vazgeçtim demektedir. her kim olursa olsun bir insanı geçmişi ile yargılamanın mantığını ben bu yaşıma kadar anlayabilmiş değilim. ne yani, nazım hikmet, vefatına doğru türkeş ile takılsa veya hacca gitse, hâlâ onu komünist diye mi anacaktık? kaldı ki necip fazıl geçmişinden tövbe etmiş birisidir ve bu hali ile geçmişini eşelemek kimsenin haddi değildir.
ben isterim ki bu başlık altında türk tarihinde hiç yapılmamış bir şeyi yapan necip fazıl'ın devlet teşekkülünün izahını yapan fikirlerini ve eserlerini tartışalım. ancak ne yazık ki bunu bugüne kadar yapabilecek kimseye denk gelmedim. hali hazırda google'a başyücelik devleti yazdığınızda karşınıza bir tane eleştiri mahiyetinde yazı çıkmamakta. tek bir cümle dahi çıkmamakta.
bu yazıdan sonra araştırma yapacaklara konuyla alakası yok ancak ilber ortaylı'nın şu videosunu bırakıyorum ki demek istediğim umarım anlaşılır.
buraya kadar sabrettiğiniz için teşekkür eder, sürçülisan etti isem affımı dilerim.
devamını gör...
kadın ve erkeğin arkadaş olması
olabilir.
ne yazık ki kadın kadını bazen kıskanıyor,
erkek erkeğe de gıcık oluyor.
haliyle insan karşı cinse meylediyor.
ne yazık ki kadın kadını bazen kıskanıyor,
erkek erkeğe de gıcık oluyor.
haliyle insan karşı cinse meylediyor.
devamını gör...
eş cinselliğe karşı çıkanları aşağılamaya kalkmak
üremeyi pil metaforuyla anlatmış, ama anlatırken kastettiği üremek olmayan, “karşılıklı bir sevgide buluşmak” olan, bunun da yalnız kadın-erkek arasında olabileceğini iddia eden bir yazar tarafından kaleme alınan önermedir…
ister ağlayarak günlüğünüze yazın, ister masaya çıkıp tepininiz efendim. lgbti+ bireyler vardır. varolmaları hakikattir. ve herkesin her şeyi öğrendiği/öğrenebildiği gibi saygı göstermenin seçim değil mecburiyet olduğunu öğreneceksiniz…
ister ağlayarak günlüğünüze yazın, ister masaya çıkıp tepininiz efendim. lgbti+ bireyler vardır. varolmaları hakikattir. ve herkesin her şeyi öğrendiği/öğrenebildiği gibi saygı göstermenin seçim değil mecburiyet olduğunu öğreneceksiniz…
devamını gör...
daddy (yazar)
sözlüğün mikail'idir. beğeni yağmuruna tutmasıyla sevindirmiştir. var olsundur.
devamını gör...
sevgiliyi sevmemek
bir de kendileri çok iyiymiş gibi kişiyi üzmek istemediklerinden sevgili olduklarını söylerler.
devamını gör...
baban kırılmasın diye imdbsi 3 olan aksiyon filmi izlemek
ilk başta isteksiz olduğum ama sonradan kendimi kaptırdığım filmler var . sanırım babamla yaptığım tek aktivite diye böyle keyifli oluyor
devamını gör...
bomonti
istanbul'da şişli ilçesinde bulunan bir semt. bu semtin ruhundan kaynaklı bir popülerlik söz konusu. kendine has yapısının bir kimlikle harmanlandığı bu semt, aynı ankara'ya özel olan gri rengin çok yakıştığı bir başka nadir yerlerden biri. semtin asıl dokusunu fabrikalar ve atölyeler oluşturuyor. rakımlı ve tepeli görüntüsünde rezidanslar buralara hakim olmaya başlasa da, mahalle, semt, komşuluk kültürünün canlılığını koruduğu kozmopolit mıntıkalardan biri. sanat, kültür, eğlence hayatı, farklı mekanlar, kafeler, üçüncü nesil kahvecileriyle entelektüel ruhunu yansıtıyor.
mimar sinan üniversitesi kampüs alanının varlığı ve 1800'lü yıllarda kurulan ünlü bomonti bira fabrikası binasının korunarak yeniden semte kazandırılması semtin markalaşmasında önemli katkıya sahip.
komşuluk dayanışması, bitişik nizam binalar, hayvansever insanlar sayesinde sokak hayvanlarının eksik olmaması, bu butik semti özellikli kılıyor. beyoğlu ve galata bölgesinin hemen arkasına düşen semt, alternatif bir sosyalleşme alanına dönüşerek beyaz yakalılar ve 2000 sonrası nesil olan z kuşağı için bir çekim merkezi olmuştur. yani, zamane ile eski zamanın ortak bir kültür oluşturması hususunda güzel bir örnek teşkil ediyor.
mimar sinan üniversitesi kampüs alanının varlığı ve 1800'lü yıllarda kurulan ünlü bomonti bira fabrikası binasının korunarak yeniden semte kazandırılması semtin markalaşmasında önemli katkıya sahip.
komşuluk dayanışması, bitişik nizam binalar, hayvansever insanlar sayesinde sokak hayvanlarının eksik olmaması, bu butik semti özellikli kılıyor. beyoğlu ve galata bölgesinin hemen arkasına düşen semt, alternatif bir sosyalleşme alanına dönüşerek beyaz yakalılar ve 2000 sonrası nesil olan z kuşağı için bir çekim merkezi olmuştur. yani, zamane ile eski zamanın ortak bir kültür oluşturması hususunda güzel bir örnek teşkil ediyor.
devamını gör...
başörtülü biri ile evlenmek
şimdi entel gelecek ‘çok normal’ kimseyi de ilgilendirmez yazıp artı oy devşirecek ama samimiyetsiz bu.
sitede böyle yazıp kapalı biriyle gönül işlerine uzanan entel hiç bulunmaz. yemesinler insanları.
ben mesela açık açık belirteyim kapalı biriyle işim olmaz. onların da benimle olmaz. işin realitesi budur.
yalandan ‘neden olmasın’ yazmaya lüzum yok.
sitede böyle yazıp kapalı biriyle gönül işlerine uzanan entel hiç bulunmaz. yemesinler insanları.
ben mesela açık açık belirteyim kapalı biriyle işim olmaz. onların da benimle olmaz. işin realitesi budur.
yalandan ‘neden olmasın’ yazmaya lüzum yok.
devamını gör...
roman yazmak
emek ve çaba ister. hem cumleler akmalı hem de konu etkileyeci olmalıdır. konu etkileyeci olmasa dahi öyle bir kıyafet giydirilmelidir ki kelimelere üstüne düşünülmeli, konuşulmalıdır.
devamını gör...
yazarların kişisel çöküşünün başladığı yıl
2010'dur. annemin öldüğü yıla denk gelir.
devamını gör...
nocturnal animals
başrollerini amy adams ve jake gyllenhaal'ın oynadığı senaryosu ve yönetmenliğini stilist, yönetmen tom ford'un üstlendiği gerilim-gizem türü filmdir. stilist bir yönetmenin elinden çıkan bu işte sanatsal karelere çok rastlıyoruz. filmin giriş kısmı bu estetiğe karşı tavır alınan algı yanılsaması gibiydi rahatsız edici ve aykırı.
iç içe geçmiş iki hikayeyle başlıyorsunuz. labirent havası katılmış, parçaları yavaş yavaş birleştiriyorsunuz.diken üzerinde izleyip, psikolojik savaş veriyorsunuz.
otobandaki aracın diğer arabanın üzerine sürmesi, araca kaza yaptırması sahne gerilimini üzerinize bırakıyor resmen. aracın zorla kapılarının açılması, belalı tiplerin saldırısı oldukça gerçekci yansıtılmış. yer yer izlerken zorluyor.çaresizliği dibine kadar hissettiriyor.
yaratılan iki dünya simgelerle anlatılmış. bazen bu semboller tek bir görüntüyle karşınıza çıkıyor. filmin sonuna doğru kafanızda oturuyor bazı şeyler. sürekli anlatılan bu iki durum arasında bağ kurmaya çalışılması merak uyandırtıyor. sonlara doğru can sıkıcı klişeler olsada sonunun izleyeciye bırakılmış olması güzeldi.
genel hatlarıyla aşk,acımasızlık,intikam duygularına yer verilmiş. bir çok kişi'nin eleştirmesine rağmen çekimi bana göre dikkat çekiciydi. kasvetli bir tablo izlenimi yaratılmış.
amy adams'ın soğuk ve çekici havası olan susan rolüne uygunluğu tartışılmaz. psikolojik gerilim filmlerinde donukluğuyla ayrı bir hava katıyor bu oyuncu. jake gyllenhall'in iki rol için kullanılması zekiceydi. susan'ın kocası edward'ı iyi oynadığını ama diğer hikayedeki rolü için duygu geçisini tam yansıtamadığını düşünüyorum. belki de öyle olması gerekiyordu bilemiyorum.
bazı görüntülerin akıllara kazınacağı bir ruh'un acı çekmesi tasvirinin iyi yapıldığı izlenebilinirliği olan bir film. farklı bir tür izlemek istiyorsanız bence değer.
iç içe geçmiş iki hikayeyle başlıyorsunuz. labirent havası katılmış, parçaları yavaş yavaş birleştiriyorsunuz.diken üzerinde izleyip, psikolojik savaş veriyorsunuz.
otobandaki aracın diğer arabanın üzerine sürmesi, araca kaza yaptırması sahne gerilimini üzerinize bırakıyor resmen. aracın zorla kapılarının açılması, belalı tiplerin saldırısı oldukça gerçekci yansıtılmış. yer yer izlerken zorluyor.çaresizliği dibine kadar hissettiriyor.
yaratılan iki dünya simgelerle anlatılmış. bazen bu semboller tek bir görüntüyle karşınıza çıkıyor. filmin sonuna doğru kafanızda oturuyor bazı şeyler. sürekli anlatılan bu iki durum arasında bağ kurmaya çalışılması merak uyandırtıyor. sonlara doğru can sıkıcı klişeler olsada sonunun izleyeciye bırakılmış olması güzeldi.
genel hatlarıyla aşk,acımasızlık,intikam duygularına yer verilmiş. bir çok kişi'nin eleştirmesine rağmen çekimi bana göre dikkat çekiciydi. kasvetli bir tablo izlenimi yaratılmış.
amy adams'ın soğuk ve çekici havası olan susan rolüne uygunluğu tartışılmaz. psikolojik gerilim filmlerinde donukluğuyla ayrı bir hava katıyor bu oyuncu. jake gyllenhall'in iki rol için kullanılması zekiceydi. susan'ın kocası edward'ı iyi oynadığını ama diğer hikayedeki rolü için duygu geçisini tam yansıtamadığını düşünüyorum. belki de öyle olması gerekiyordu bilemiyorum.
bazı görüntülerin akıllara kazınacağı bir ruh'un acı çekmesi tasvirinin iyi yapıldığı izlenebilinirliği olan bir film. farklı bir tür izlemek istiyorsanız bence değer.
devamını gör...
türk gençleri vs avrupalı gençler
yaşadıkları hayatlar arasında uçurum bulunan gençler.
ekonomik anlamda:
20'li yaşlardaki isviçreli, hollandalı, alman, belçikalı, fransız gençler dünyayı gezip, farklı kültürleri tanırlarken 20'li yaşlardaki türk gençleri dünyayı gezen yaşıtlarını youtube videolarından izliyor.
20'li yaşlardaki norveçli, danimarkalı, isveçli, finlandiyalı gençler üniversite okurken harçlıkları ile araba, playstation, bilgisayar alabilirken 20'li yaşlardaki türk gençleri bunları da en fazla youtube videolarından izliyor.
20'li yaşlardaki avusturyalı, ingiliz, italyan, ispanyol gençler organik gıdalarla beslenebilir, kırmızı et yiyebilirken 20'li yaşlardaki türk gençleri avrupa'nın gümrükten sokmadığı bol hormonlu ve sağlıksız gıdalarla besleniyor, kırmızı eti ayda yılda bir görüyor.
20'li yaşlardaki irlandalı, estonyalı, litvanyalı, çek gençler arkadaşlarıyla çıkıp barda, pubda gönlünce içip eğlenip partileyebilirken 20'li yaşlardaki türk gençleri ayda yılda bir barda iki bira içebiliyor. gerçi yasaklar sebebiyle artık bunu da yapamıyor.
sosyal anlamda:
20'li yaşlardaki avrupalı kadınlar istediği saatte sokaklarda özgürce dolaşırken 20'li yaşlardaki türk kadınlar ne yazık ki yurdumuzun çoğu yerinde geceleri tek başına sokağa çıkamıyor.
20'li yaşlardaki avrupalı gençler istediği zaman özgürce protesto yapabiliyorken 20'li yaşlardaki türk gençler protesto yaptığı zaman fetöcü, terörist, vatan haini, bölücü yaftası yiyor, polis şiddetine maruz kalıyor.
20'li yaşlardaki avrupalı gençlerin hayatlarında siyaset çok küçük bir yer tutarken 20'li yaşlardaki türk gençlerin hayatlarının bir numaralı gündemi çoğu zaman siyaset. çünkü ahmet hamdi tanpınar'ın da dediği gibi "türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkanını vermiyor."
20'li yaşlardaki avrupalı gençler festivallerde, bahar şenliklerinde dilediğince sosyalleşirken 20'li yaşlardaki türk gençlerin gidebileceği zaten az sayıda olan festival ve bahar şenlikleri her geçen gün birer birer yasaklanıyor.
aslında daha yazılacak çok şey var ama ben yazarken bunaldım. yazmak yerine bir görselle durumu özetleyeyim.
ekonomik anlamda:
20'li yaşlardaki isviçreli, hollandalı, alman, belçikalı, fransız gençler dünyayı gezip, farklı kültürleri tanırlarken 20'li yaşlardaki türk gençleri dünyayı gezen yaşıtlarını youtube videolarından izliyor.
20'li yaşlardaki norveçli, danimarkalı, isveçli, finlandiyalı gençler üniversite okurken harçlıkları ile araba, playstation, bilgisayar alabilirken 20'li yaşlardaki türk gençleri bunları da en fazla youtube videolarından izliyor.
20'li yaşlardaki avusturyalı, ingiliz, italyan, ispanyol gençler organik gıdalarla beslenebilir, kırmızı et yiyebilirken 20'li yaşlardaki türk gençleri avrupa'nın gümrükten sokmadığı bol hormonlu ve sağlıksız gıdalarla besleniyor, kırmızı eti ayda yılda bir görüyor.
20'li yaşlardaki irlandalı, estonyalı, litvanyalı, çek gençler arkadaşlarıyla çıkıp barda, pubda gönlünce içip eğlenip partileyebilirken 20'li yaşlardaki türk gençleri ayda yılda bir barda iki bira içebiliyor. gerçi yasaklar sebebiyle artık bunu da yapamıyor.
sosyal anlamda:
20'li yaşlardaki avrupalı kadınlar istediği saatte sokaklarda özgürce dolaşırken 20'li yaşlardaki türk kadınlar ne yazık ki yurdumuzun çoğu yerinde geceleri tek başına sokağa çıkamıyor.
20'li yaşlardaki avrupalı gençler istediği zaman özgürce protesto yapabiliyorken 20'li yaşlardaki türk gençler protesto yaptığı zaman fetöcü, terörist, vatan haini, bölücü yaftası yiyor, polis şiddetine maruz kalıyor.
20'li yaşlardaki avrupalı gençlerin hayatlarında siyaset çok küçük bir yer tutarken 20'li yaşlardaki türk gençlerin hayatlarının bir numaralı gündemi çoğu zaman siyaset. çünkü ahmet hamdi tanpınar'ın da dediği gibi "türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkanını vermiyor."
20'li yaşlardaki avrupalı gençler festivallerde, bahar şenliklerinde dilediğince sosyalleşirken 20'li yaşlardaki türk gençlerin gidebileceği zaten az sayıda olan festival ve bahar şenlikleri her geçen gün birer birer yasaklanıyor.
aslında daha yazılacak çok şey var ama ben yazarken bunaldım. yazmak yerine bir görselle durumu özetleyeyim.
devamını gör...
normal sözlük yazarlarının nicklerinin hikayesi
doğduğumdan beri şanssız olduğum ve bunu her alanda hissettiği için. derin bir anlamı var benim için, sürekli koşmam gerektiğini hatırlatıyor.
devamını gör...
regl ağrısı
kabir azabına eş değer bir ağrı olduğunu düşünüyorum. çeken bilir
devamını gör...
küçücük bir veledin minicik bedenine sarılıp uyumak
o kadar huzurla doluyor ki içim.. benim miniği bazen dizlerimde uyutuyorum yani kendim birinin dizinde uyusam o kadar rahatlamam.... ilaç resmen...
(minik kardeşim oluyor bu arada, kendi çocuğum değil. yanlış anlaşılmasın..)
(minik kardeşim oluyor bu arada, kendi çocuğum değil. yanlış anlaşılmasın..)
devamını gör...
