imamın alevilere eşlerinizi dedeye sunuyormuşsunuz demesi
aleviler kadar kafanıza taş düşsün diyorum. beyinsizlere konuşma hakkı bile verilmemeli artık iyice sapıttılar bunlar.
devamını gör...
ses tonu zaafı
erkeklere karşı beni zayıf kılan ilgidir.
güzel sesli bir erkekle kavga etmeye dahi razıyım.
şu kadife gibi sesler yok mu..
güzel sesli bir erkekle kavga etmeye dahi razıyım.
şu kadife gibi sesler yok mu..
devamını gör...
karısı tarafından oklava ile dövülüp sokağa atılan adam
şiddeti haklı çıkaracak herhangi bir sebep yok. ortada ciddi bir sorun varsa boşanma davası açarsın biter. hep kadınlar mı şiddete uğrayacak gibi bir düşünce olamaz, bunu diyen insan zaten' fiziksel şiddet' durumundan rahatsız değildir ve imkanı olsa kendisi de buna başvuracaktır. fiziksel ve psikolojik şiddetin kime yapıldığından ziyade kendisinden rahatsızlık duyulmalı. adam muhtemelen eşi tarafından ilk defa bu muameleye maruz kalmıyor, umarım gereken ceza verilir. yine de kadının psikolojisi pek normal gelmedi bana.
devamını gör...
ruhen kaybolmak
beni çok fazla etkileyen, üzen, yakıp, yıkan bir olay sonrası yaşadığım durum. sonrasında ait olmadığım yerler, ait olmadığım insanlar ve büyük büyük hatalar... o kadar acı çektim ki galiba ruhum terk etti beni. ne alaka yaşıyorsun işte drama yapma diyenler olabilir. bu başka bir şey insan yaşıyor ama garip işte bir şey yok. boş yani bomboş hiçbir şey hissetmiyorsun. o olaydan önceki hayatımı hatırlamaya çalışıyorum. silinmiş gibi hiç yaşanmamış. sanki ezelden beri böyleymişim. yanağıma deyipte geçen rüzgarı bir kere bile durup hissetmemiştim, bir kitabı okurken durup ağlamamışım, yağmurda ıslanmamışım gibi. şu an buldum mu bilmiyorum. eskiye nazaran daha iyi olduğunu düşünüyorum. umarım kimse kaybolacak kadar acı çekmez.
devamını gör...
belki ben
bir nâzım hikmet ran şiiridir.
belki ben
o günden
çok daha evvel,
köprü başında sallanarak
bir sabah vakti gölgemi asfalta salacağım.
belki ben
o günden
çok daha sonra ,
matruş çenemde ak bir sakalın izi
sağ kalacağım...
ve ben
o günden
çok daha sonra:
sağ kalırsam eğer,
şehrin meydan kenarlarında yaslanıp
duvarlara
son kavgadan benim gibi sağ kalan
ihtiyarlara,
bayram akşamlarında keman
çalacağım...
etrafta mükemmel bir gecenin
ışıklı kaldırımları
ve yeni şarkılar söyleyen
yeni insanların
adımları...
belki ben
o günden
çok daha evvel,
köprü başında sallanarak
bir sabah vakti gölgemi asfalta salacağım.
belki ben
o günden
çok daha sonra ,
matruş çenemde ak bir sakalın izi
sağ kalacağım...
ve ben
o günden
çok daha sonra:
sağ kalırsam eğer,
şehrin meydan kenarlarında yaslanıp
duvarlara
son kavgadan benim gibi sağ kalan
ihtiyarlara,
bayram akşamlarında keman
çalacağım...
etrafta mükemmel bir gecenin
ışıklı kaldırımları
ve yeni şarkılar söyleyen
yeni insanların
adımları...
devamını gör...
ölmesi gereken türk gelenekleri
birinin evine ilk defa gittiğimizde hediye almak.
sünnet merasimi.
bayramda çocuk elimizi öptü diye para vermek.
önce büyük kardeşin evlenmesi.
askerden gelince evlenmek ya da askerden gelene kız bakmak.
sünnet merasimi.
bayramda çocuk elimizi öptü diye para vermek.
önce büyük kardeşin evlenmesi.
askerden gelince evlenmek ya da askerden gelene kız bakmak.
devamını gör...
bugün benim doğum günüm insanı
ya demeysene öyleğğğ!
sözlükte dikkat çekmek için, küfür de yese kendinden bahsettirmek için anüsünü zorlayanlardan yeğdir.
e benim bak bu kişi. geceden beri sağolsunlar mesaj atanlar oldu beklemedigim kadar. nick altım keza öyle. bu yüzden bugün kendimi ilgi budalası ilan ediyorum. so what? benimle ilgileneceksiniz bugün. çünkü doğum günü çocuğu benim bugünün.*
hepi bööört deeey tuuu miiiii...
sözlükte dikkat çekmek için, küfür de yese kendinden bahsettirmek için anüsünü zorlayanlardan yeğdir.
e benim bak bu kişi. geceden beri sağolsunlar mesaj atanlar oldu beklemedigim kadar. nick altım keza öyle. bu yüzden bugün kendimi ilgi budalası ilan ediyorum. so what? benimle ilgileneceksiniz bugün. çünkü doğum günü çocuğu benim bugünün.*
hepi bööört deeey tuuu miiiii...
devamını gör...
türkiye’de yapılabilecek en ucuz hobi
evde şarkı söylemek, duştan başlamak ilk kural. sonra da dans videolarını açıp dans etmek.
devamını gör...
into the wild
2007'de yayınlanan, sean penn'in yazıp yönettiği biografik film. film, gazeteci jon kraukauer'in cristopher mccandless'ın hayatı üzerine yaptığı araştırmaları kapsayan, 1996'da yayımlanan into the wild kitabının beyaz perdeye uyarlamasıdır.
into the wild'ı ilk kez, ciddi anlamda başımı alıp gitmeyi düşündüğüm bir vakit seyretmiştim. lise 3'teydim. bütün hayatımda geçirdiğim en zor dönemdi belki de. küçüklüğümden beri dağcılık başta olmak üzere doğa sporlarıyla ilgilenen biriydim. biliyorum, başımı alıp gitsem, gerçekten gidebilirdim. kendimi şehirde, sosyetenin, toplumun içinde kaybolmuş hissediyordum. nereye gitsem, ne yapsam bir ait olduğum yeri bulamama hissi vardı içimde. hayatımda ilk kez, okulda kötü notlar alıyordum. arkadaşlarımın hepsinden giderek uzaklaşıyordum. bir liseliye göre inanılmaz derecede yalnızdım. artık hayat dayanılmaz bir hale gelmişti. doğanın, yabanın içinde tek başıma olduğum her an cennet gibi geliyordu. öte yandan, şehirde, insanların içinde geçirdiğim her an işkence gibi geliyordu.
işte hayatımın böyle bir döneminde ilk kez izledim into the wild'ı. cristopher mccandless'dan çok kendimi özdeşleştirdiğim bir karakter olmamıştır muhtemelen hayatımda. nereye gitsem bir ait olamama, kimle beraber olsam bir bağlanamama hissi içerisindeydim. nasıl anlatılır bu duygu bilmiyorum ama film açıklıyor aslında bu duyguyu: insanlarla geçirdiğim vakitten zevk alıyordum lakin kimse benim hayatıma yerleşemiyordu. insanlar, benim hayat yolculuğumda mola verdiğim yerlerdeki hancılar gibiydi adeta. hayatımdaki bütün insanları öyle ya da böyle bırakıp gidiyordum.
filmi seyrettikten sonra, internette insanların film üzerine ne dediklerine baktığımı hatırlıyorum. ekşide bir sürü insan, mccandless'la ergen, salak, bilmem ne diye dalga geçiyordu. o vakit çok önemli bir şey anladım. bakınız film, lord byron'ın şu şiiri ile başlar:
"there is a pleasure in the pathless woods,
there is a rapture on the lonely shore,
there is society, where none intrudes,
by the deep sea, and music in its roar:
ı love not man the less, but nature more"
her insan, kendini anlaşılmaz, yalnız hissedebilir bazen. lakin bazı insanların hayatı anlaşılmamakla geçer, ne yaparlarsa yapsınlar kendilerini yalnız hissederler. kimseye bağlanamazlar, hiçbir yuvaları yoktur. lakin doğada, insanların yalnızlık olarak gördüğü yabanda kendilerini bulurlar. hakikati bulurlar. yaban belki de beni kimsenin dinlemediği kadar dinlemiştir, kimsenin sevmediği kadar sevmiştir. hiçbir zaman olmadığı kadar tam ve bütün hissetmişimdir.
peki bunlara rağmen neden ben buradayım? neden halen başımı alıp gitmedim mccandless gibi? birincisi, mccandless'ın geçirdiği devrimi geçirmeye cürretim yoktu: mccandless'in, bir bakıma, macerasının nedeni ailesinin/toplumun ondan beklentilerine karşı çıkması ve kişisel bir devrim geçirmesiydi. ikincisi, into the wild bana bir şey farkettirdi: "happiness is only real when shared" (mutluluk sadece paylaşıldığında gerçektir). chris'in yolculuğunun amacı aslında kendini bulmak ve chris'in, bütün macerasından yaptığı çıkarım bu cümleyle özetleniyor. chris gibi toplumda kendine yer bulamayan biri olsam da, doğada gerçek anlamda kendimi bulsam da; hayatımın en güzel anları, en mutlu anları başkaları ile paylaştığım anlar. sean penn de film boyunca bunu göstermekte aslında: chris, doğada ne kadar huzur içinde olsa da, insanlarla geçirdiği anlarda bir tık daha mutlu. ben de belki insanlara bağlanmakta zorluk çekebilirim, belki kendimi insanların arasında kaybolmuş ve yalnız hissedebilirim ama dönüp baktığımda insanlarla, şu an çoktan unutup gittiğim insanlarla bile geçirdiğim anların ne kadar değerli olduğunu fark ediyorum.
into the wild'ı ilk kez, ciddi anlamda başımı alıp gitmeyi düşündüğüm bir vakit seyretmiştim. lise 3'teydim. bütün hayatımda geçirdiğim en zor dönemdi belki de. küçüklüğümden beri dağcılık başta olmak üzere doğa sporlarıyla ilgilenen biriydim. biliyorum, başımı alıp gitsem, gerçekten gidebilirdim. kendimi şehirde, sosyetenin, toplumun içinde kaybolmuş hissediyordum. nereye gitsem, ne yapsam bir ait olduğum yeri bulamama hissi vardı içimde. hayatımda ilk kez, okulda kötü notlar alıyordum. arkadaşlarımın hepsinden giderek uzaklaşıyordum. bir liseliye göre inanılmaz derecede yalnızdım. artık hayat dayanılmaz bir hale gelmişti. doğanın, yabanın içinde tek başıma olduğum her an cennet gibi geliyordu. öte yandan, şehirde, insanların içinde geçirdiğim her an işkence gibi geliyordu.
işte hayatımın böyle bir döneminde ilk kez izledim into the wild'ı. cristopher mccandless'dan çok kendimi özdeşleştirdiğim bir karakter olmamıştır muhtemelen hayatımda. nereye gitsem bir ait olamama, kimle beraber olsam bir bağlanamama hissi içerisindeydim. nasıl anlatılır bu duygu bilmiyorum ama film açıklıyor aslında bu duyguyu: insanlarla geçirdiğim vakitten zevk alıyordum lakin kimse benim hayatıma yerleşemiyordu. insanlar, benim hayat yolculuğumda mola verdiğim yerlerdeki hancılar gibiydi adeta. hayatımdaki bütün insanları öyle ya da böyle bırakıp gidiyordum.
filmi seyrettikten sonra, internette insanların film üzerine ne dediklerine baktığımı hatırlıyorum. ekşide bir sürü insan, mccandless'la ergen, salak, bilmem ne diye dalga geçiyordu. o vakit çok önemli bir şey anladım. bakınız film, lord byron'ın şu şiiri ile başlar:
"there is a pleasure in the pathless woods,
there is a rapture on the lonely shore,
there is society, where none intrudes,
by the deep sea, and music in its roar:
ı love not man the less, but nature more"
her insan, kendini anlaşılmaz, yalnız hissedebilir bazen. lakin bazı insanların hayatı anlaşılmamakla geçer, ne yaparlarsa yapsınlar kendilerini yalnız hissederler. kimseye bağlanamazlar, hiçbir yuvaları yoktur. lakin doğada, insanların yalnızlık olarak gördüğü yabanda kendilerini bulurlar. hakikati bulurlar. yaban belki de beni kimsenin dinlemediği kadar dinlemiştir, kimsenin sevmediği kadar sevmiştir. hiçbir zaman olmadığı kadar tam ve bütün hissetmişimdir.
peki bunlara rağmen neden ben buradayım? neden halen başımı alıp gitmedim mccandless gibi? birincisi, mccandless'ın geçirdiği devrimi geçirmeye cürretim yoktu: mccandless'in, bir bakıma, macerasının nedeni ailesinin/toplumun ondan beklentilerine karşı çıkması ve kişisel bir devrim geçirmesiydi. ikincisi, into the wild bana bir şey farkettirdi: "happiness is only real when shared" (mutluluk sadece paylaşıldığında gerçektir). chris'in yolculuğunun amacı aslında kendini bulmak ve chris'in, bütün macerasından yaptığı çıkarım bu cümleyle özetleniyor. chris gibi toplumda kendine yer bulamayan biri olsam da, doğada gerçek anlamda kendimi bulsam da; hayatımın en güzel anları, en mutlu anları başkaları ile paylaştığım anlar. sean penn de film boyunca bunu göstermekte aslında: chris, doğada ne kadar huzur içinde olsa da, insanlarla geçirdiği anlarda bir tık daha mutlu. ben de belki insanlara bağlanmakta zorluk çekebilirim, belki kendimi insanların arasında kaybolmuş ve yalnız hissedebilirim ama dönüp baktığımda insanlarla, şu an çoktan unutup gittiğim insanlarla bile geçirdiğim anların ne kadar değerli olduğunu fark ediyorum.
devamını gör...
hayatı boyunca rol yapmayan birey
imkansız bir şeydir. dünyamızda her insana bir rol belirlenir ve insan çoğunlukla buna uyuyor rolü yapar. eğer buna karşı çıkarsa zorlandığı dönemlerde ben demiştim diyecekleri engellemek için sorunlarını kapatacak rollere girişir. hayat bir tiyatro sahnesidir ve tüm insanlar da bu sahnede rol yapmaya zorlanır bence.
devamını gör...
tanımınız forumsal
olabilir, ben böyle zevk alıyorum.
istediğim gibi yazmakta özgürüm. istediğim gibi de yazarım.
ben yazarım sen silersin. umrumda da olmaz merak etme.
ben 2008 yılında yapıyordum moderatörlüğü.
hani sen daha reşit bile değilken.
istediğim gibi yazmakta özgürüm. istediğim gibi de yazarım.
ben yazarım sen silersin. umrumda da olmaz merak etme.
ben 2008 yılında yapıyordum moderatörlüğü.
hani sen daha reşit bile değilken.
devamını gör...
geceye bir söz bırak
ve denize bir dakika durup bakmaya vakitleri olmadığını söyleyen bu insanlar ne zevksiz mahluklardı...
(bkz: sait faik abasıyanık)
(bkz: sait faik abasıyanık)
devamını gör...
görüldü atan birine yeniden mesaj atmak
bunun kadar acınası başka bir şey yok diye düşünüyorum ben. kendinize saygınız olsun. yapmayın.
devamını gör...
imanınızı kaybetmek istemiyorsanız felsefeden uzak durun
hayır imaninizi kaybetmek istemiyorsaniz asıl kuran gibi kutsal kitaplardan uzak durun okuduktan sonra inanmak hayli güç
devamını gör...
boşanmak yerine eşlerini satma geleneği
bilinen 17.yy.dan 1913 yılına kadar ingiltere’de devam eden, boşanmak yerine karılarını satışa koyma geleneği.
yani başlık ironi içermiyor. bu geleneğin başlangıcı 17.yy görünse de 13.yy.a kadar dayandığı düşünülmektedir. neden erkekler boşanmak yerine eşlerini satışa sunuyorlardı peki? 15.yy. da çıkarılan yasa gereği boşanmak masraflı ve prosedürü fazlaydı ve tüm işlemleri yapsanız dahi parlamento onayından da geçmeniz gerekiyordu. ayrıca kadınların o dönem ‘mülk’ olarak görüldüğü, kadının şahsi mülkiyet hakkının olmadığı ve boşanan kadının sahipsiz kalacağının düşünüldüğünü belirteyim. sahipsiz kalma olayı, bir kölenin sahipsiz kalma olayına benziyor. evlenen kadın bir köle gibi, evlenecepi erkeğin mülküne geçiyordu. yani bir eşya alır gibi diyebilirim. haliyle eşya statüsündeki kadın da ikinci el piyasada satılan mal gibi, pazarda satışa sunuluyordu. boynuna tasma takılan ve elleri kelepçelenen kadın pazarda en yüksek fiyatı verene satılıyordu.
bu işlem tabi yasal değildi. bu kadar aleni yapılan bir şeyin , yönetim tarafından bilinmemesine imkan var mıydı? olay tabi biliniyor ama sessiz kalınıyordu. kanun kuvvetleri sessiz kalarak bu işlemi onaylamış oluyorlardı yani.
bu olay 1913 yılına kadar devam etmiş olması ise inanılmaz. bu olayı sona erdiren de , bir kadının eşi tarafından arkadaşına 1 pounda satıldığını gösteren belgeyi polis mahkemesine ihbar etmesidir. bu olay sonucu gelişen protestolar sonucu , bu uygulama tamamen sona ermiştir.
eğer tüm erkekler özgür doğuyorsa, nasıl oluyor da tüm kadın köle olarak doğuyor?"
kaynak: www.mynet.com/amp/medeniyet...
yani başlık ironi içermiyor. bu geleneğin başlangıcı 17.yy görünse de 13.yy.a kadar dayandığı düşünülmektedir. neden erkekler boşanmak yerine eşlerini satışa sunuyorlardı peki? 15.yy. da çıkarılan yasa gereği boşanmak masraflı ve prosedürü fazlaydı ve tüm işlemleri yapsanız dahi parlamento onayından da geçmeniz gerekiyordu. ayrıca kadınların o dönem ‘mülk’ olarak görüldüğü, kadının şahsi mülkiyet hakkının olmadığı ve boşanan kadının sahipsiz kalacağının düşünüldüğünü belirteyim. sahipsiz kalma olayı, bir kölenin sahipsiz kalma olayına benziyor. evlenen kadın bir köle gibi, evlenecepi erkeğin mülküne geçiyordu. yani bir eşya alır gibi diyebilirim. haliyle eşya statüsündeki kadın da ikinci el piyasada satılan mal gibi, pazarda satışa sunuluyordu. boynuna tasma takılan ve elleri kelepçelenen kadın pazarda en yüksek fiyatı verene satılıyordu.
bu işlem tabi yasal değildi. bu kadar aleni yapılan bir şeyin , yönetim tarafından bilinmemesine imkan var mıydı? olay tabi biliniyor ama sessiz kalınıyordu. kanun kuvvetleri sessiz kalarak bu işlemi onaylamış oluyorlardı yani.
bu olay 1913 yılına kadar devam etmiş olması ise inanılmaz. bu olayı sona erdiren de , bir kadının eşi tarafından arkadaşına 1 pounda satıldığını gösteren belgeyi polis mahkemesine ihbar etmesidir. bu olay sonucu gelişen protestolar sonucu , bu uygulama tamamen sona ermiştir.
eğer tüm erkekler özgür doğuyorsa, nasıl oluyor da tüm kadın köle olarak doğuyor?"
kaynak: www.mynet.com/amp/medeniyet...
devamını gör...
çikolataya en çok yakışan şey
devamını gör...
çocukların yarattığı kelimeler
küçük kuzenlerimden bazı seçmeleri derleyerek tanım gireceğim başlık.
*artiboootik (antibiyotik)
*sıkapetti (spagetti)
özellikle sıkapettiyi duyduktan sonra kelimenin aslını unutup ,bir türlü spagetti diyememiştim.
bir başka kuzenimin küçükken kullandığı bir kelime var ki ,derdini anlayana kadar karşılıklı lastik gibi gerilmiştik.
*icibi lâlâ. bisiklet demekmiş. *
bu durum ,basit artikülasyon bozukluğunu çoktan aşıp küçüğün sanskritçe dilini konuşuyor olduğu intibaını yaratıyordu.sanıyorum icibi bisiklet iskeleti, lâlâ da gitmek anlamına gelip, böyle bir kelime peyda oluvermiş.
*artiboootik (antibiyotik)
*sıkapetti (spagetti)
özellikle sıkapettiyi duyduktan sonra kelimenin aslını unutup ,bir türlü spagetti diyememiştim.
bir başka kuzenimin küçükken kullandığı bir kelime var ki ,derdini anlayana kadar karşılıklı lastik gibi gerilmiştik.
*icibi lâlâ. bisiklet demekmiş. *
bu durum ,basit artikülasyon bozukluğunu çoktan aşıp küçüğün sanskritçe dilini konuşuyor olduğu intibaını yaratıyordu.sanıyorum icibi bisiklet iskeleti, lâlâ da gitmek anlamına gelip, böyle bir kelime peyda oluvermiş.
devamını gör...
keşke konserine gidebilseydim denilen sanatçılar
(bkz: depeche mode).
2001'de exciter tour kapsamında ülkemize geldiklerinde kendilerinin bile beklemediği bir seyirci coşkusuyla karşılaşmışlar; turne kaydını piyasaya sürmeden önce paris yerine istanbul'un ilk seçenek olduğunu belirtmekte fayda var.
(bkz: prodigy).
keith flint'in zamansız aramızdan ayrılışı olmasa belki mümkün olabilirdi.
(bkz: the chemical brothers)
(bkz: gesaffelstein).
konserlerde şarkılarını çok iyi mashup'luyor.*
(bkz: ghost)
(bkz: perturbator).
25 şubat'ta zorlu'ya geliyor.
2001'de exciter tour kapsamında ülkemize geldiklerinde kendilerinin bile beklemediği bir seyirci coşkusuyla karşılaşmışlar; turne kaydını piyasaya sürmeden önce paris yerine istanbul'un ilk seçenek olduğunu belirtmekte fayda var.
(bkz: prodigy).
keith flint'in zamansız aramızdan ayrılışı olmasa belki mümkün olabilirdi.
(bkz: the chemical brothers)
(bkz: gesaffelstein).
konserlerde şarkılarını çok iyi mashup'luyor.*
(bkz: ghost)
(bkz: perturbator).
25 şubat'ta zorlu'ya geliyor.
devamını gör...
koreografi
fransızca chorégraphe (dans tasarımcısı) kelimesinden dilimize geçmiştir.
kelimenin kökeni eski yunanca χoreía - dans ve graphē - kayıt sözcüklerinden gelmektedir.
günümüzde güzel sanatların hemen her kategorisinden filmlerdeki dövüş sahnelerine kadar yaygın bir şekilde kullanılan koreografi türk dil kurumu’na göre
“dans adımlarının kağıda geçirilmesi;
defile, müzikli gösteri vb. gösterilerdeki programın genel hatları;
bir baleyi oluşturan adım, figür ve anlatımların bütünü” anlamlarına gelmektedir.
halkımız koreografi yerine kareografi demeyi tercih etmektedir.
kuşlar gökyüzünde belli bir ritimle sağa, sola, aşağı yukarı doğru toplu olarak uçarken gökyüzünde dans eder gibi gözükürler.
adeta bir koreografi gösterisine dönüşen bu dansı izlemek bir hayli keyiflidir.
artistik buz pateni koreografisinden de bir örnek.
kelimenin kökeni eski yunanca χoreía - dans ve graphē - kayıt sözcüklerinden gelmektedir.
günümüzde güzel sanatların hemen her kategorisinden filmlerdeki dövüş sahnelerine kadar yaygın bir şekilde kullanılan koreografi türk dil kurumu’na göre
“dans adımlarının kağıda geçirilmesi;
defile, müzikli gösteri vb. gösterilerdeki programın genel hatları;
bir baleyi oluşturan adım, figür ve anlatımların bütünü” anlamlarına gelmektedir.
halkımız koreografi yerine kareografi demeyi tercih etmektedir.
kuşlar gökyüzünde belli bir ritimle sağa, sola, aşağı yukarı doğru toplu olarak uçarken gökyüzünde dans eder gibi gözükürler.
adeta bir koreografi gösterisine dönüşen bu dansı izlemek bir hayli keyiflidir.
artistik buz pateni koreografisinden de bir örnek.
devamını gör...

