daha iki haftalık bir yavrucukken gelen ve on yıl bizimle yaşayan minik, ağzı laf dolu arkadaşımdı bir tanesi. son kez gözlerime bakıp gözünü yumuşunu unutmuyorum hiç. 15 yıl oldu nerdeyse hala özlerim.
devamını gör...

avrupa'da sonunun geldiğini, okuduğum makaleler ve girdiğim illegal sitelerden anlayabildiğim, amerika'daki sonunu ise; gerçekten merak ettiğim, fransız ihtilali sonrası gelişen sanayi devrimi endeksli düşünce sistemi ve eylemler bütünüdür.

hemen yazılan makalelerin içeriğinin, çocuk çağından beri kadını ön plana alan sistemleri eleştirmekle işe başlayıp bunu bilimsel temellere dayandırma güdümünde olduğunu belirtmeliyim. uzmanlar; erkek çocukların manevi olarak ezilerek büyütüldüğünün, dolayısıyla da yaşama bir sıfır yenik başlayan erkek çocuklarda, ileriki yaşamlarında ortaya çıkan ve daha büyük boyutlara varan özgüven problemleri, varoluş kaygısı, içe kapanıklık, kendini eksik görme gibi sorunlardan uzun uzun bahsetmektedir. hatta bunları çeşitli verilere de dayandırarak bilimsel tüm etkinliklerini ortaya koyuyorken, nesillerinin de tehlikede olduğunun altını çizmektedirler.

cinsiyet ayrımı göstermeksizin, yani hem kadın hem de erkek uzmanların, yazdıklarından yola çıkarak makalelerde: kendi eğitim sistemleri ve çalışma hayatları eleştirilirken, halkın buna bakış açısının da kendileriyle özdeşik olduğunu anlamanız hiç zor olmamakta.
ki oluşmuş bir kalıpları da var aslında onlarda: oprahsın zaten hadi yürü kızım... işte kadının, bu denli feminist bir yaklaşımla yüreklendirilerek yaşama atılması nedeniyle erkek benliğinin, hoşlandığı kadından, kendini fazlasıyla eksik görme ya da sıradan bir açılamama halinin, aslında hiç de sıradan olmadığı ve nesillerinin tehlikede olduğunu açıklıyor ve buna tarihi seyir içerisinde doğum, evlilik ve erkek bireylerden elde edilen verileri de ekleyerek tek tek kanıtlıyorlar.

açıkçası alanım olması halinde bu makaleleri zevkle çevirip bizim sahte feminist dünyasına duyurmayı çok istiyorum lakin alanım dışı ancak ilgim içi. böyle giderse yeni bir üniversite okumaktan ve klinik psikolog hatta kazanabilmem halinde psikiyatri alanlarına yönelmem ihtimal dahilinde görünüyor...

benim yaşam tecrübelerimden gördüğüm kadarıyla; salt bir feminist etkinlikle çocuk yetiştirmek yahut eğitim vermek yerine -ki kendim de yetiştirilirken bu feminizm etkisine çevremdeki hanımlardan bayağı bi'katkı (!) sağlandı- iyi ve kötü olguların salt iyi ve salt kötü ekseninden sıyırarak öğretilmesi gerektiğini düşünüyorum. örneğin erkek eğitiminde; baskıdan, güçlü görünmenin ağlamak, şiddet, mutfaktan uzak kalmak ve yahut çapkınlık gibi itemlerden uzak kalınarak yapılması ile pekiştirileceğini düşünüyorum. yine kadın eğitiminde hanımlara, güçlü olmanın fiziki, maddi hatta psikolojik bir etmene değil, erkek-kadın paylaşımcı yaklaşımdan ve yardımlaşmadan geçtiği öğretilmeli. hatta her erkeği kötü görmek yerine, insanı insan görüp, cinsiyet ayırmaksınızın yaklaşmakla ne feminizme gerek kalacağı ne de kadın cinayetlerinin ve baskılarının devam edeceği kanaatindeyim. ah bir de eğitimi eğitimcilere bıraksalar her şey çok daha güzel olacak ancak bizde eğitim maliyeden işletmeden ve iktisattan geçmekte.
devamını gör...

annesi yoksa ve iyi koşullarda bakılacaksa iyidir ama zordur. gece gündüz saatli olarak beslenmesi gerekir, ıslak pamukla karnı silinerek çişinin yaptırılması gerekir. insan yavrusuna bakmaktan farkı yoktur hatta daha zordur.
devamını gör...

(bkz: gaye su akyol)
devamını gör...

insanların ön yargısını gösteren başlık. bir insanın fotoğrafına bakıp bunu demek gerçekten çok büyük acımasızlık.
devamını gör...

eveeet. hep film tavsiye edecek değiliz. biraz da tavsiye etmemeyi konuşalım ve neden etmediğimizi. bu film izlemeden önce ölünmesi gereken filmler listesine girer bence. güzel tarafları yok muydu derseniz, yoktu diyemem. o harika doğa manzaraları, ormanın karamsar ruhu bir ormansever olarak beni çok mutlu etti. izlemekten zevk duyduğum sahneler bunlardı. bir de filmin bir kısmına kadar gerilim çok iyi gidiyor. evet gerildim, ne olacak, bunlar neden başlarına geliyor diye merak ettim. ama sonra bana bir gülme geldi affedersiniz. film gerilim gibi başlıyor, biraz da korku var içinde ama devamı fos. küçük çocukları belki korkutabilir. gerçi çağımızın çocukları bile buna güler, onlar artık bizim çocukluğumuzdan daha mantıklı ve cesur. yeter bu kadar gömme, siz izlemeyin işte. ben ettim siz etmeyin. ahahaha.


konusu da dört yakın arkadaş dağlara kampa gidiyorlar. bir ormana girmeleriyle film hız kazanıyor. başlarına neler geliyor neler. +18 sınırı var ama şiddet ve argo yüzünden. korkunç olmasa da iğrenç sahneler olduğu için küçüklere uygun değil.


canavar falan yapsaydınız bari kovalayanı. tanrı nedir arkadaş. bir de abidik gubidik bir şey. öyle tanrı mı olur be. ahahahaha. allah tepenizden baksın e mi. korkutucu ögeyi daha iyi seçseydiniz güzel film olabilecekken batırmışsınız.

ekleme
arkadaşım tanrının aslında bizim korkularımız olduğunu söyledi. yani biz korkularımızın kurbanı oluyoruz bu açıdan bakınca. ama filmde bunu düşünmemi gerektirecek şeyler çok azdı. film kültürü kıt bir genel izleyici olarak ben bu kadar alt mesajları anlayamam arkadaş. mesajına rağmen yine de beğenmedim işte.
devamını gör...

sözlüğe değer kattığını düşündüğüm yazarlar arasındadır. tanımlarını okumak hem keyifli hemde öğretici. takip edilesi bir yazardır ayrıca.
devamını gör...

buyrunuz efendim .
https://m.youtube.com/watch...
devamını gör...

seneler süren bekleyişimin ardından nihayet izleme fırsatı bulduğum(hem de 2 kez) film. 3 eylül’de venedik film festivalinde ilk gösterimi yapılda. 15 eylül’de ise çoğu ülkede vizyona girdi. ne hikmetse aralarında ülkemizin de bulunduğu, büyük pazar payına sahip çin, amerika ve ingiltere gibi ülkelerde ise gösterim tarihi 22 ekim olarak belirlenmişti. hbo max için çıkış tarihi de 21 ekim idi. yani ilginç şekilde daha sinemada gösterilmeden, orjinalini stream platformlarında yayınladılar. değişik bir karar. yine de vardı bi bildikleri diyor ve filme geçiyorum.

2 saat 35 dakika uzunluğunda film. denis villeneuve yönetiyor ve görüntü yönetmenliğini de greig fraser yapıyor. bu arada müzikler de hans zimmer’dan çıkma. oyuncu kadrosu desen yıldızlar geçidi gibi. hal böyle iken kötü bir film tabiki de beklemiyorduk. ki on numara beş yıldız bir film olmuş. keşke sinema salonu yakın olsa da her gün gitsem izlemeye hazır vizyondayken diyorum. o derece güzel.
14 yaşından beri bir dune filmi çekme hayali olduğunu belirten denis villeneuve, yönetmenliğe de bir nevi bu yüzden karar verdiğini belirtiyor ve ekliyor; keşke frank herbert bu filmi görseydi ve romanına duyduğum eşsiz saygı ve sevgiyi bilseydi…

filmin görsellik kısmı tek kelime ile şahane. kısaca kullanılan kameradan da bahsedecek olursak, imax kamera kullanmış denis abimiz çekimlerde. peki nedir bu kamerayı değişik yapan? pek tabi ekran oranıdır efendim. teknik detaylara girmeden açıklayacak olursak, ekranın alt ve üst kısmında basıklık olmayacak şekilde bir görüntü sunuyor bize.

müziklerde hans zimmer var dedik ama orada da bir detaya değinelim. şöyle ki; kendisi dune için 3 ayrı albüm hazırlamıştır. birincisi “the dune sketchbook” adıyla 3 eylül’de çıkmıştır. ikinci ve “original motion picture soundtrack” adıyla bilinen albüm ise 15 eylül’de çıkmıştır. üçüncü ve son albüm ise 22 ekim’de çıktı. son albüm daha çok bir kitap okuma soundtrack’i olarak da görülebilir. zira “the art and soul of dune” kitabı ile beraber yayınlanmıştır.
bu soundtrack’lerden şahsi favorilerimi de belirteyim yeri gelmişken.
en çok beğendiğim iki parçadan birinin adı “song of the sisters”. bu parça bene gesserit’ler için bestelenmiş ve kadın vokallerden oluşan bir koro halinde seslendirilmiş kısımları çok çarpıcı. dinlerken o ihtişamı ve kadim yapıyı hissediyorsunuz ister istemez. bir diğeri de
“house atreides”. atreides hanedanlığını anlatan bu parçada beni kendine çeken şey ise muhteşem gayda performansı oldu. sene 10.191’de böylesi ezgiler olduğunu bilmek beni mutlu etti.

biraz da spoiler’lı anlatayım madem;


film chani’nin arrakis’te son 80 yılda yaşananları anlatması ile başlıyor. burada ilk kez bir harkonnen harvester’ı görüyoruz. görsel açıdan, canlı bir şeye yapışmış bir kene’yi andıran harvester’ın nasıl baharat hasat ettiğini ve arrakis’in yeri geldiğinde nasıl bir kabusa dönüştüğünü harika bir şekilde görüyoruz.
akıllara ister istemez kitaptaki şu dizeler geliyor;

burada ne çektiğimizi bilenler dualarınızda bizi de unutmayın.

sonrasında paul’ün, annesi ile yemek sekansını görüyoruz. bu sahnenin önemi ise ilk kez ses’i duyuyor olmamız. paul ikinci denemesinde başarıyor ve iç içe geçmiş birkaç sesi aynı anda duyuyoruz. yönetmen denis ses’in oluşturulmasındaki faktörlerden birinin de kendi bilinçaltı olduğunu belirtiyor. bence gayet iyi olmuş.

ardından “herald of change” sekansı geliyor. kitaplarda böyle bir sahne yoktu sanırım. neyse efendim bu sekansta dikkat çeken ilk şey “galach” dilini kağıt üzerinde görmemiz. bir diğer detay ise kostüm tasarımları ve arka planda bekleyen değişimlerinin ilk aşamalarında olan lonca yönbulucular olduğunu tahmin ettiğimiz kişiler. bu kişilerin kostüm tasarımı ilginç şekilde kozadan çıkmak üzere olan kelebeklere benziyor. ki bu, hayatlarının sonrasını sürekli başkalaşım geçirerek yaşayan yönbulucular için güzel bir gönderme olmuş.

bir sonraki sahnede duncan idaho’yu görüyoruz. paul’ün ısrarlarına rağmen arrakis’e yalnız gitmekte kararlı. yine paul ile aralarında çok yakın bir ilişki olduğunu anlıyoruz zira paul’ün babası ve annesiyle bile bu kadar samimi olmadığını geçmiş ve gelecek sahnelerde görmüyoruz. yalnız sekansın ilerleyen sahnelerinde iki ilginç detay beliriyor paul’ün görülerinde. birisi duncan’ın çöldeyken karşılaştığı siyah minik bir böcek. ki bu böcek tleilax işi olabilir ve hikayenin ileri kısımlarında axolotl tanklarında yeniden canlanan idaho’nun genlerinin nasıl ele geçirildiğini anlatıyor olabilir. tabiki bu çok ufak bir teori. diğer görüde ise çöle doğru yürüyen arkası dönük bir kişi. bu kişi ilk film için duncan olabilir evet ama eğer ki yönetmen 3 film çekmeyi kafaya koyduysa, bu sahnedeki kişinin paul olması da pek bir olasıdır. zira 2. kitap buna yakın bir son ile bitmekte.

hemen ardından leto’yu aile kabristanında görüyoruz. paul ile burada yaptığı konuşmada paul’ün büyükbabasının yaptığı boğa güreşinin sonuçlarını da az çok öğreniyoruz.

veee gurney halleck giriyor bir sonraki sekansta. ama öyle böyle değil. harbi harbi giriyor sahneye. paul ile ufak bir bıçak dövüşü yaptıktan sonra harkonnen’ler hakkında birkaç bilgi veriyor. ama akıllarda tek soru var; baliset sahneleri neden filmde yok??? gerçi baliset’in kendisini birkaç saniye de olsa görüyoruz ileri sahnelerde ama keşke çalsaymış diyoruz. haa unutmadan yine bu sekansta ilke kez holtzman kalkanı nasıl işler görüyoruz. bence efekt olarak baya iyi olmuş. sevdim.

geidi prime… harkonnen’lerin ana gezegeni ise bir sonraki sekansın konusu. glossu rabban’ın gemisini görüyoruz ilk olarak baron harkonnen’in kalesine girerken. rabban sinirli. sekansın diğer iki önemli unsuru ise piter ve baron harkonnen. piter’ı ilk çekimde mentat hesaplaması yaparken görüyoruz. zira gözlerinin sadece akı görünüyor. baron ise uykusundan yeni uyanmış gibi cıbıl oturuyor sisler içinde. baron harkonnen’ı ilk kez yakından görme fırsatı bu sahnede evet. öylesine etkileyici ve korkutucu bir ses tonu işe konuşuyor ki tüyler diken diken…”the emperor is a jealous man, dangerous jealous man..”

ardından o muhteşem “song of the sisters” soundtrack’inin ilk bölümü eşliğinde bene gesseritler ve rahibe ana helen mohiam büklüm gemisi ile yapılmış bir yolculuğun ardından arrakis’e iniyor ve en ikonik sahnelerden biri olan gomcebbar(gom-jabbar) sahnesini izliyoruz. oğlunun bu sınavdan canlı çıkıp çıkamayacağını bilmeyen jessica’yı “litany against fear” okurken buluyoruz. bu sahnede kendisine söz geçirmede pek bir zorlanıyor zavallıcık.
bu sekansın çoğu kütüphane gibi bir odada geçiyor. odanın ortalarında o müthiş giysisi ve siyah taşlı peçesi ile helen mohiam oturur halde karşılıyor paul ve jessica’yı. ardından birkaç beylik laf ederek jessica’yı kapı dışarı ediyor ve paul’ün üzerinde ses kullanıyor. yönetmen burada ilginç bir teknik kullanmış. zira paul’ün bulunduğu konum odanın orta yerine uzak. ses kullanımından sonra ekran kenarlardan kararmaya başlıyor. ardından bir nevi bilinç kararması yaşayan paul kendini odanın ortasında ve yere çökerken buluyor.
itiraf edeyim çok çok güzel kurgulanmış bir sahneydi.
derken o heybetli duruşu ile helen mohiam paul’e üstünlük kurduğu bir pozisyonda, elini kutuya koymasını emrediyor. ardından da o meşhur gomcabbar sahneye giriyor. paul acıdan kıvranırken zevk alır gibi bir halde duran rahibe ana, paul’ün acıyla beraber kazandığı bilinçle nasıl birdenbire daha gözü kara ve tehlikeli birine dönüştüğünü görünce eski kibrinden eser kalmıyor. aniden odadaki en güçlü ikinci kişi konumuna düşen rahibe ana’nın durumu gözlerinden anlaşılıyor. zira korkuyu görüyoruz az da olsa o gözlerde.

bir diğer ilginç benzerlik ise atreides sancak gemilerinde gözümüze çarpıyor. zira hepsi şekil olarak boğalara benziyorlar ki bu benzerlik aşırı güzel olmuş.

ve arrakis’e yolculuk başlıyor. bu sekansta kullanılmış her kostüm efsanevi. özellikle lady jessica’nın kostümüne aşık oldumm.
derken gemiler iniş yapıyor ve dune’un o müthiş aurası bizleri kuşatıyor daha ilk saniyeden. bu sahnelerde atreides muhafızlarının giydikleri siperliklerin de şahin kafasına benzediğini görüyoruz.

lisan al-gaib… arrakis hacıları, daha görür görmez paul’e bu şekilde sesleniyorlar bir ağızdan.

ah o topterler ve o müthiş kanatları… tam bir yusufçuk böceği diyor insan içinden. gerçek hayatta da olsa denilen teknolojilerdendir bana göre. bu sırada arrakeen şehrini ve kalkan duvarını görüyoruz. yapılar tam olarak eski mısırdan kalma heybetli yapılara benziyor. hele ki ana kale.

derken duncan geliyor. fremenlerle kaynaşmak ve olası bir ittifak için bir süredir çölde olan duncan, fremenleri tasvir ederken “they fight like demons” diyor. bu repliği fragmanlarda kendisi için “lets fight like demons” olarak duymuştuk. filmde bu şekilde gösterilmesine sevindim zira duncan o cümleyi kendi için kullanacak bir karakter değildi. neyse efendim kendisi beraberinde stilgar’ı da getirmiş dük ile görüştürmek için. stilgar kapıda öylesine belirince aklıma o replik geldi. “işte o an mükremin kapıda belirdi. bir insan ancak bu kadar kapıda belirebilirdi”

javier bardem bu rol için harika bir seçim olmuş. uzattığı sakalı ve daha koyu duran teni ile tam bir çöl insanı. ayrıca mavi gözleri de ayrı bir karizma.

bu sırada lady jessica shadout mapes’i tanıyor. bu sahne aşırı etkileyiciydi. mapes’in gizli bir silah taşıdığını söyleyen jessica’yı çakobsa dilini kullanırken görüyoruz. mapes ise alametler bu kadar açıkken daha fazla dayanamıyor ve basıyor çığlığı. bu sahne sinemada izlerken gerçekten aşırı etkileyiciydi. tüylerim diken diken oldu o çığlık esnasında.

derken liet keynes’ı görüyoruz. bilindiği üzere kitapta erkek olan bu karakter filmde kadın bir oyuncu tarafından canlandırıldı. bence harika bir seçim olmuş. konuşması ve duruşu ile beni etkilemeyi başardı. tebrikler diyorum kendisine.

ve çöle gidiyor ekip. baharat hasadını takip amaçlı, topterlerle yola çıkıyorlar. filmin başlarında pilot olma hayali olan leto’nun efsane şekilde topter kullandığına şahit oluyoruz. bu sahneler başlı başına bir sanat eseri. çölün büyüklüğünü ve etkileyiciliğini iliklerimize kadar hissediyoruz. derken hasat alanına varan ekip ilk kez bir solucan görüyor. şans bu ya, taşıyıcı arıza yapıyor ve leto topteri indirerek mürettebatın tahliyesine yardımcı oluyor. bu sahnenin önemi ise paul’ün ilk defa bu kadar yoğun biçimde baharata maruz kalmasıdır. sonuç olarak da derin bir trans-görü haline geçiyor ve olduğu yere yıkılıp kalıyor. sağolsun gurney yetişiyor yardıma ve son anda kurtarıyor. yine ilginç bir detay; paul burada şu şekilde konuşuyor; “i recognize your footsteps old man”. bunu gurney için de söylemiş olabir, solucan şeyh hulud için de. zira şeyh hulud da çoğu zaman “yaşlı adam” olarak anılıyor. solucan hasat toplayıcıyı yutarken liet kynes şu dizeleri mırıldanıyor; “bless the maker and his water. bless the coming and going of him. may his passage cleanse the world. may he keep the world for his people.”

ardından geidi prime’a dönüyoruz. burada rahibe ana helen mohiam imparator’dan aldığı emirleri iletiyor baron’a. yalnız o sahnenin hemen öncesinde yemek yiyen örümceğimsi bir varlık göze çarpıyor. bu varlık nedir tam çözemedim ama insan olması muhtemel zira ses’ten etkileniyor.
neyse efendim, leto’nun ölüm kalımının rahibeliğin umrunda bile olmadığını görüyoruz. onlar sadece paul ve jessica için sürgün talep ediyor. baron da hile hurda ile onlara zarar vermeyeceğini dile getiriyor ve o meşhur sözler ağzından dökülüyor akabinde; “but arrakis is arrakis, and desert takes the weak. my desert, my arrakis, my dune!”


derken paul’ü odasında görüyoruz. bir diğer film kaset izlerken daha sonra kendine verilecek o simi taşıyan bir çöl faresi(muad’dib) görüyor. nasıl da minnoş bi hayvan:3 demeye kalmıyor ki odaya bir hunter seeker giriyor. canımı sıkan tek şey ise odaya girerken güzelim duvar resiminde açtığı o deliktir. aşırı sinir oldum. halbuki ne güzeldi o.

olaylar gelişiyor falan derken konu dük leto’nun esir düşmesi, paul ve jessica’nın çöle götürülmesi, duncan’ın ise topter ile tek başına koca sardaukar taburuna kafa tutmasına geliyor.

bu sahnelerde ise holtzman kalkanlarını yine aktifken görüyoruz. görsel açıdan yine harika olmuş. bombalı saldırıların kalkanlardan sekmesi, düşen bombaların ise kalkan ike temas ettikten sonra yavaşlayarak patlamasını görmek güzeldi.

çöle götürülen paul ve jessica’yı da topterin içindeyken görüyoruz. bu sahnede göze çarpan bir detay; topter’in içinde suk okulu’nun ibaresi kazılı. buradan anlıyoruz ki ihanet eden doktor yueh aynı zamanda jessica ve paul’ün kaçışı için gerekli ortamı sağlamış. ileri sahnelerde önce paul’den sonra da jessica’dan ses’i duyuyoruz. ama yok böyle bir ses dizaynı… jessica ses kullanırken benim bile o ne söylerse yapasım geldi bir an. o derece etkileyici. umarım daha çok duyarız.

bu esnada dük leto sandalyede cıbıl şekilde uzanırken ağzında doktor yueh’nin yerleştirdiği diş bulunmakta. karşı sandalyede ise baron harkonnen hunharca yemek yiyor. daha sonra süspansörlerle süzülerek leto’nun yanına geliyor. tabi leto dişi kırınca baron’un yüzünde ilk kez korkunun izlerini görüyoruz. piter sizlere ömür, baron ise örümcek gibi duvara tırmanıp saklanarak bir şekilde hayatta kalıyor maalesef.

jessica ve paul çölde bir başlarına damıtıcı çadırda mahsur bekliyorlar yardım için. bu esnada paul daha çok görü ile artık kafayı yeme noktasında. jessica ise dük’ünün ölüm haberi ile bitap halde. neyse ki duncan yardıma geliyor ve ikiliyi, liet kynes ile birlikte eski bir imparatorluk tesisine götürüyor. burada artık paul’ün yavaş yavaş başka birine dönüşümü başlıyor. aynı zamanda fremen yaşantısına dair birkaç minik ve hoş detaylar görüyoruz. sardaukar baskını ile fremenlerin ne kadar kolay şekilde kamufle olabildiklerini anlıyoruz. gerçekten de they fight like demons… derken yine duncan ve yine o minik siyah böcek. bu kez böcek duncan’ın parmaklarında geziniyor. ve duncan, sardaukarlarla yaptığı asil dövüşten sonra hayatını kaybediyor ama beraberinde düzinelerce sardaukar’ı da götürüyor. derken kynes da aynı kaderi paylaşıyor ve suyu çöle dökülüyor. o ise beraberinde birkaç sardaukar ile birlikte şeyh hulud’a yem oluyor. onurlu bir ölüm.

olay yerinden kaçan paul ve jessica, topterle beraber bir coriolis fırtınasına balıklama atlıyor. metali bile parçalayacak güçte bu fırtınada hayatta kalmaya çalışan paul şu sözleri duyuyor görüsünde; hayatın gizemi çözülecek bir sır değil, tecrübe edilecek bir gerçekliktir.” ardından direksiyonu serbest bırakıp topteri rüzgarın kollarına bırakıyor ve sonunda sert de olsa iniş yapıyorlar. inişten kısa süre sonra bir kum davuluna basan paul, solucanın dikkatini çekiyor ve o müthiş sahne başlıyor; paul vs şeyh hulud… solucan o kadar devasa ve korkutucu ki, titrememek elde değil.

derken başka bir gümleyici duyuluyor ve solucan rotayı değiştiriyor. paul ve jessica ise bu kez fremenlerin kucağına düşüyor. stilgar ve ekibi.
stilgar ise jessica’yı gözüne kestirmiş. illa öldürecek. stilgar jessica ile dövüşürken paul ise birkaç fremen’i alt ediyor ve jessica stilgar’ı rehin alıyor.

stilgar az çok kehanetten haberdar olduğu için jessica’ya “seyyidina” olarak sesleniyor ve barış istiyor. bu esnada ise filmin başından beri gelmesi beklenen chani nihayet görünüyor. paul ile karşılaşmaları ise güzeldi. sonunda bee, dedirtti. paul’ün çocuk gibi laflarını yutması falan güzeldi.

sonlara doğru gelirken jamis yine jamis’liğini yapıyor ve paul’ün sınanmadan siyeç’e kabul edilmemesi gerektiğini söylüyor. ardından son sekans olan dövüş başlıyor ve paul yine görülere gark oluyor. bu görülerde ilginç bir ses duyuyor; “kwisatz haderach’ın doğması için paul atreides ölmeli. ölümün bir diğer yolu ise öldürmektir.” pek tabii paul chani’den aldığı billurbıçak ile jamis’i öldürüyor ve muad’dib’in macerası başlıyor.
“my roads leads to the desert” diyor ve film bitiyor. baştan sona bir sanat eseri niteliğinde olan bu film benim için hiç unutulmayacaklar arasına girdi bile.
teşekkürler villeneuve, teşekkürler zimmer, teşekkürler fraser… teşekkürler frank herbert…
devamını gör...

ukde canavarı. sabahtan beridir bıraktığım ukdeleri doldurmakla meşgul kendileri.

elleri dert görmesin. alkış nerde alkış!
devamını gör...

kötü günülerin geçtiğini gördün,
her şeyin geçici olduğunu gördün,
yapamam dediklerini yaptın,
atlatamam dediklerini atlattın,
bittin zannettiğinde yeniden başladın
hiçbir şey gözünü korkutmasın!!!

her şey eskisinden daha güzel olacak...

_a.erel_
devamını gör...

bir başlık bulursun ve işte bu başlığa tanım girmeliyim dersin. sonra tanımını yazarken bir anda aydınlanma* gelir ve yazacağın her şeyi unutursun. yavaş yavaş yazdıklarını silip başlığı terk edersin.
devamını gör...

minnacık elleri, ipincecik parmakları, tini mini varlığına rağmen kocaman bir yüreği olan yazar.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

genelde insanların aklında hep tamamlayamadıkları bitiremedikleri işler, yeteri kadar zaman geçiremediği insanlar, geride kalan aile kalıyor ölme fiiline odaklandıkları zaman. .
bu bağlamda da ölmeyi yarım kalmakla özdeşleştiriyor büyük bir çoğunluk..

konuya daha geniş bir perspektiften bakabilirsek dünyaya geliş amacımız ne mal mülk biriktirmek, ne geniş aileler ile sonsuza dek bu maddesel dünya üzerinde vur patlasın çal oynasın yaşamak, buradaki esas amacımız ruh varlığının öğrenmesi gerekenleri öğrenebilmesi için deneyimlemesi gereken olay döngüleri silsilesinden geçerek tekamül edebilmek derslerimizi alabilmek. bu noktada siz hayatınızı madde ve bu dünya ile eş tutmuyorsanız ölmenin kötü bir yanı yoktur, tabi ki fiziksel acı çekmek ve öte dünya ile ilgili bilinmezlik hepimiz için korkutucu ve ürkütücü gelir ve de geliyor ama ölüm alınan derslerin genel değerlendirmesini yaparak hazırlanma sürecine giriş bölgesidir, bu bağlamda ölüm - ölüm sonrası - doğuma hazırlanış ve de doğum esasında hep beraber toplu olarak incelenmesi gereken konulardır. bilgilendikçe ve de araştırdıkça insan ölmenin değil ilerlemeden yaşamanın daha vahim sonuçlara sahip olduğunu fark edebilir.

sonuç olarak sevgili sözlük , kapalı bilincimiz için gri görünüyor olsa da "her canlı ölümü tadacaktır.."
devamını gör...

1-cebimde para bulmak
2-sipariş verdiğim kitaplarımın erkenden gelmesi
3-özel gün dışında alınan minik hediyeler
devamını gör...

ölüm, pawel kucznyski.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

modern insanın modern sorunlarını çok iyi çizmiyor mu bu adam ya? bayılıyorum.
devamını gör...

de stijl, 20. yüzyıl’ın başlarında, hollanda’da bir grup sanatçı tarafından başlatılan hareket olup adını, bir dergiden almıştır. ı. dünya savaşı sırasında farklı alanlardan gelen sanatçılar ‘neo plastisizm’ adını verdikleri anti-natüralist ve soyut sanat anlayışlarını, theo van doesburg tarafından kurulan ve ilk kez 1917’de hollanda’da yayınlanmaya başlayan ‘de stijl’ adlı güzel sanatlar dergisinde açıklamaya başlamışlardır.
de stijl, 1917-1928 tarihleri arasında örgütlü bir akım olarak kendini göstermiş; geleneksel simetrinin yerine serbest asimetrik dengeyi geçirmiş ve temel renkleri kullanma biçimini ortaya atmıştır. 1930’a kadar de stijlcilerin eserleri soyut sanat olarak nitelendirilmiş; 1930’da doesburg, ilk kez ‘somut sanat’ kavramını kullanmıştır. doesburg’a göre, soyut olan doğa biçimleridir. doğa somut olsa da resme aktarıldığında soyutlaşmaktadır. çünkü canlının resmi cansızı vermektedir. oysa soyut düşünce (sanatçının düşünme ve oluşturma gücü) resimlerde biçim alarak somutlaşmaktadır.
de stijl’in, mimari olarak diğer akımlarla karşılaştırılmasında
tarihten kopma ve yeni bir başlangıç oluşturma konusunda, art nouveau ile;
soyut gerçeğe ulaşma ve görecelik konusunda, empresyonizm ile;
zamansal hareket ve soyut gerçeği ifade etmede saf geometrileri kullanma konusunda, kübizm ile;
hız ve devinim konularında da fütürizm ile kesiştiği söylenebilir.
de stilj akımı da fonksiyonel yaklaşımı önemsemiş; fakat formun estetiğini arka plana atmamıştır. hatta fonksiyonel düzeni savunmasına karşın, bu yaklaşımla oluşturulan mimari ürünlerin sanatsal ve estetik ağırlıklı olduğu; bu nedenle teorisyenler ile uygulamacılar arasında anlaşmazlığa yol açtığı da belirtilmiştir.
de stijl'e uygun en iyi örnek olarak 'rietveld schröder house ' verilebilir.
hollanda’da inşa edilmiştir. evin temel şekli bir küpe benzese de yatay çıkıntılar ve dikey duvar plakaları, parapet panelleri ve destekler ile bozulmuştur. dinamik olmamakla birlikte bir küpün parçalanması üstüne kurgulanmıştır ki bu parçalanma renk, malzeme ve geometrik formların hem yatayda hem de düşeydeki kombinasyonu ile sağlanmıştır. schröder evi, de stijl’in formal uzaysal ve ikonografik fikirlerini
tüm kapsamıyla içinde barındıran ilk gerçek bina olarak kabul edilmektedir. ileriki tarihlerde de stijl’in bazı yapılarda etkisini
görebiliyoruz, örnek olarak:
1936 da şelale evi frank lloyd wright
1967 de habitat 67 moshe safdie
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

şu ana kadar yalnızca bir kişiyle bu durumda bulundum. o da tahmin edersiniz ki gitti. lise dönemimde her teneffüs yanına gidip otururdum. genelde müzik dinlerdi. kulaklığın tekini alıp ben de dinlerdim. bazen kitap okurdu. bazen uyurdu. dururduk. sadece dururduk. hiç bitmeseydi keşke dediğim nadir anlardan. peki bu ne kadar mı sürdü? tüm lise hayatım boyunca. 4 yıl. * yanında olduğumun farkında bile olmadığına da kalıbımı basarım. evet hiç konuşmadan vakit geçirilebiliyormuş.
devamını gör...

'kedi mırıltısı, üst kat komşu tıkırtısı, sokaktan geçen araba gıcırtısı, yan komşu bebesinin zırıltısı...' ses gibi sestir. dinleme de uyu mu diyeceksiniz yani? güzel dinleyiciyim, iyi dinleyiciyimdir dinlenilecek bir şeyleri olanlar hep beni bulur püfff.
devamını gör...

ankara bir başkadır.
güzel ankara, canım ankara...
gri falan da değildir zât-ı âlîleri. hem istanbul'da tereyağlı simit de bulamadım şimdiye kadar.

bir de istanbul'a gelince ankara'nın ne kadar düzenli bir şehir olduğunu anlıyorsunuz. meğer parismiş de haberimiz yokmuş.
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim