ahmet kaya entel maganda'yı kime yazdı sorunsalı
devamını gör...
sparta
olur da zaman makinesi icat edilir ve yolunuz sparta'ya düşerse, başınıza bir şey gelmemesi için bazı noktalara dikkat etmeniz gerekiyor.
yemek yemeyi seviyorsanız ve bu sizin için bir keyif halini almışsa, yanınızda muhakkak yemeklik malzeme götürmeniz lazım. zira sparta mutfağı size çok fazla seçenek sunmaz. arpa, incir ve peynirden oluşan bir mönü ile hayatınızı idame ettirmek zorunda kalırsınız. bir de meşhur et suyunda yulaf ezmesi yemekleri var ki, bu da sadece diyet yapan arkadaşlarımızın işini görür. tedariksiz giderseniz mahvolursunuz benden söylemesi.
kesinlikle sparta sınırları içerisinde insanlara bir şey satmaya çalışmayın. takas dahi yapmaya kalkmayın. es kaza bir spartalı'ya bir şeyler satmaya çalışırken fark edilirseniz, oradan uzaklaşmaya bakın aksi taktirde sizi ıslak odunla döverler. sonra odunu kurulayıp tekrar döverler. çünkü sparta'da ticaret periokoi adı verilen spartalı olmayan mesenyalı ve lakonyalıların elinde aksi davranışlar pek hoş karşılanmıyor.
eğlence düşkünüyseniz ve sparta da kafa dağıtırım falan diyorsanız, bu durumu cidden iyice gözden geçirmenizde fayda var. hatta zaman makinenizi çalıştırmanıza bile değmez. çünkü sparta'da eğlenemeyeceksiniz. spartalılar eğlencenin toplumun yozlaşmasına sebebiyet verdiğini düşünürler. bu sebepledir ki ya hiç gitmeyeceksiniz ya da zaman makinanız su kaynatmış ve orada soluklanmak durumunda kalmışsanız, ağır abi/abla modunda takılacaksınız. yoksa vay halinize.
sparta, sözlükteki cinsiyetçi trollerimiz için bazı şartlara riayet etmeleri halinde cennete dönüşebilir. atletizm müsabakalarına cıbıldak bir şekilde katılıp, cinsel açlıklarından kurtulabilirler. en azından gözleri bayram eder zira spartalılar genelde müsabakalara kadın erkek fark etmeksizin cıbıl cıbıl katılıyorlar. bu satırları okuyan bir kaç troll arkadaşımızın şimdiden zaman makinesinin nasıl yapılacağını araştırmaya başlamış olması da kuvvetle muhtemel.
benim için uyku mühim, yattığım yeri yadırgarım falan diyorsanız, sparta'ya gitme fikrini iyice gözden geçirin. illaki gideceğim diyorsanız da, bir tane kaliteli şişirilebilir kamp matı edinin. çünkü evlerde ve kalabileceğiniz yerlerin çoğunda yatakların içerisinde saman olacak. çok rahat edemeyebilirsiniz.
şimdilik benden bu kadar. arkadaşlar zaten diğer mevzulara değinmiş ben sizin hayatta kalmanız ve keyifli bir tatil geçirebilmeniz için gerekli olanları yazdım. umarım keyifli zaman geçirirsiniz.
yemek yemeyi seviyorsanız ve bu sizin için bir keyif halini almışsa, yanınızda muhakkak yemeklik malzeme götürmeniz lazım. zira sparta mutfağı size çok fazla seçenek sunmaz. arpa, incir ve peynirden oluşan bir mönü ile hayatınızı idame ettirmek zorunda kalırsınız. bir de meşhur et suyunda yulaf ezmesi yemekleri var ki, bu da sadece diyet yapan arkadaşlarımızın işini görür. tedariksiz giderseniz mahvolursunuz benden söylemesi.
kesinlikle sparta sınırları içerisinde insanlara bir şey satmaya çalışmayın. takas dahi yapmaya kalkmayın. es kaza bir spartalı'ya bir şeyler satmaya çalışırken fark edilirseniz, oradan uzaklaşmaya bakın aksi taktirde sizi ıslak odunla döverler. sonra odunu kurulayıp tekrar döverler. çünkü sparta'da ticaret periokoi adı verilen spartalı olmayan mesenyalı ve lakonyalıların elinde aksi davranışlar pek hoş karşılanmıyor.
eğlence düşkünüyseniz ve sparta da kafa dağıtırım falan diyorsanız, bu durumu cidden iyice gözden geçirmenizde fayda var. hatta zaman makinenizi çalıştırmanıza bile değmez. çünkü sparta'da eğlenemeyeceksiniz. spartalılar eğlencenin toplumun yozlaşmasına sebebiyet verdiğini düşünürler. bu sebepledir ki ya hiç gitmeyeceksiniz ya da zaman makinanız su kaynatmış ve orada soluklanmak durumunda kalmışsanız, ağır abi/abla modunda takılacaksınız. yoksa vay halinize.
sparta, sözlükteki cinsiyetçi trollerimiz için bazı şartlara riayet etmeleri halinde cennete dönüşebilir. atletizm müsabakalarına cıbıldak bir şekilde katılıp, cinsel açlıklarından kurtulabilirler. en azından gözleri bayram eder zira spartalılar genelde müsabakalara kadın erkek fark etmeksizin cıbıl cıbıl katılıyorlar. bu satırları okuyan bir kaç troll arkadaşımızın şimdiden zaman makinesinin nasıl yapılacağını araştırmaya başlamış olması da kuvvetle muhtemel.
benim için uyku mühim, yattığım yeri yadırgarım falan diyorsanız, sparta'ya gitme fikrini iyice gözden geçirin. illaki gideceğim diyorsanız da, bir tane kaliteli şişirilebilir kamp matı edinin. çünkü evlerde ve kalabileceğiniz yerlerin çoğunda yatakların içerisinde saman olacak. çok rahat edemeyebilirsiniz.
şimdilik benden bu kadar. arkadaşlar zaten diğer mevzulara değinmiş ben sizin hayatta kalmanız ve keyifli bir tatil geçirebilmeniz için gerekli olanları yazdım. umarım keyifli zaman geçirirsiniz.
devamını gör...
ölmenin en iyi yanı
bunu hiçbir zaman bilemeyecek olmandır.
devamını gör...
yazarların çocukluk anıları
hepimizin yaşamı roman olmayı hak eder. hangisinin best seller olacağı, hangisinin klasikler arasında yer alacağı ise anlatıcının hünerine bağlıdır. aslında yazmak en iyi yaptığım şeylerden birisi. herkes böyle söyler. ben de buna inanırım. amma velâkin iyi yaptığım başka bir şey ise, hünerlerimi çeşitli bahanelerle sergilemekten kaçınma istikrarım.
bugüne kadar bunu yaptığım için hayatımı bir roman haline getirebilme becerisini gösteremedim.
kâh göstermeye pek niyetim olduğunu da sanmıyorum.
aslında benim için işler tıkırında başlamış. çocukken dâhiymişim. deham 1500, havam 3500 imiş.
neden sonra aptallaşma sürecine girmişim. içinde bulunduğunuz toplumun da bunda önemli etkisi var.
düşünün, gayet kıvrak bir zekâya sahipsiniz. yaşıtlarınızdan hep bir adım öndesiniz ama çevrenizde size sürekli pipinizi amcalarınıza ve teyzelerinize göstermeniz gerektiğini salık veren bir kitle var.
bu nasıl bir manyaklıktır arkadaş! teşhire, teşrifinizin bunalımsal iz düşümü…
ulan şimdi bunlar neden benden böyle bir şey istiyor?
bu pipi denen şey çok önemli bir şey olsa gerek.
o andan itibaren pipinin kutsallığına inanmaya başlıyorsunuz. onu takip eden süreç sizin kızlardan daha uzağa işeyebileceğiniz gerçeğini kavramanızla şekilleniyor. erkek egemen yapının kutsallığına da böylece mazhar oluyorsunuz.
hayır, yani daha uzağa işseniz ne olacak? başınız göğe mi erecek?
eriyor olmalı ki, o yaş grubundaki herkes bunu övünç kaynağı olarak görüyor.
ve sonraki yaşamlarında hep daha uzağa işeyebilmek için uğraşıyorlar.
ben bu pipi işinde keramet olmadığını erken fark edenlerdenim. o yüzden aptallaşma sürecim kısa bir süre içinde olsa kesintiye uğramıştır.
neyse…
anlatacaklarımı dinleyecekseniz evvela nerede doğduğumu, nasıl bir çocukluk geçirdiğimi, benden önce ailemin ne durumunda olduğunu falan merak ediyor olmalısınız. ama ben bu zırvaların hiç birisini sizlere anlatmak istemiyorum. esasen bunları niye merak ettiğinizi de bugüne kadar anlamış değilim.
her şeye burnunuzu sokmak gibi bir huyunuz var. yani bunları bilseniz ne olacak ki? başınız göğe mi erecek? ( yine baş ve gök metaforunu kullandığımı fark etmişsinizdir. seviyorum arkadaş ne yapayım yani? )çoğunuz yaşamlarınızı bir fanusun içerisinde size sunulan şeylerle idame ettiriyorsunuz. size öğretilenler dışında hiçbir şeye ilgi duymuyorsunuz. aslında tamamen ön koşullanma dumuru sizinki, ama bundan haberiniz dahi yok. hayatlarınızın sınırını başka insanlar çiziyor. olaylara, kişilere bakışınızı, içerisinde yetiştiğiniz çevre belirliyor.
hepinizin bir cv’si var. hep başkaları tarafından belirlenmiş. iyi bir evlatsınız, iyi bir eşsiniz, sadık bir çalışansınız falan filan. kaçınız gerçekten kendinizsiniz merak etmiyor değilim. ama çoğunuzun olmadığını biliyorum.
bu ön koşullanma meselesinin sırrına mazhar olmam 5-6 yaşlarında yaşadığım bir olayla ilintilidir. tam da ilginizi çekebilecek şekilde bir giriş yaparsam fena olmaz. en azından şu ana kadar yazdıklarım hoşunuza gitmemişken bu kısımdan sonra, merak ivmeniz yükselip, biraz olsun yatışabilirsiniz diye düşünüyorum.
efendim o sıralar babamın görevi dolayısıyla bilecik denen şirin ilimizde ikamet ediyoruz. aslında oraya şehir demek için 80 bin şahit lazım. şimdide bilecikliler kızacak ama yapabileceğim bir şey yok. olanı yazmak zorundayım. gerçekler acıtır derler ama ben acıttığı kısmına katılmıyorum. genelde kızdırıyor. bu kalpsiz dünya da, acıyan tek yeriniz, güvende olduğunu düşündüğünüz koca popolarınız. zaten tek derdiniz de, popolarınızı kurtarmak değil mi?
neyse sadede geleyim; o dönemler mahalle kültürü denen bir şey var. şimdilerde ruhuna el fatiha dedik. itinayla gömdük. rahmetli, aslında kültürel açıdan bir zenginlikti. ammavelâkin bize fazla geldi.
herkesin birbirini tanıdığı bir sokakta yaşıyorduk. ilişkiler o kadar sıcak ve candan gözüküyordu ki, matrix’in bu yanıltıcı gerçekliğine bende aldanmıştım. herkes birbirini koruyor, kolluyor, çocuklar kardeş gibi yetişiyordu.
o zamanlar insanları sevmek için elimde yığınla materyal vardı. örneğin hayriye teyzenin börekleri, cemil amca’nın şekerlemeleri bende dünyanın muhteşem bir yer olduğu algısı yaratmıştı. iki katlı ahşap bir evimiz vardı. biraz eski olsa da, bugüne kadar oturduğumuz en muhteşem ev oymuş gibi hissederim.
benim mesaim babam evden çıktıktan yarım saat sonra başlardı. hemen kendimi sokağa atar, arkadaşlarımı örgütler ve çeşitli oyunların oynanmasına öncülük ederdim. mahallemiz çok güvenli bir yer olduğu içinde kimse bize karışmazdı.
yalnız bu güvenli sokağın bir defosu vardı. mahallemizin delisinin geçiş saati. bizim delimiz çok dakik bir adamdı. her gün aynı vakitlerde sokaktan geçer, mahalleyi felce uğratırdı. anneler çocuklarını o gelmeden biraz önce evlerine çağırır, güvenliği tesis ederlerdi.
deli nedir? nasıl olunur? şartları nelerdir? bunların hiç birisini bilmiyorduk. bildiğimiz tek şey o sokağa girdiğinde bizim orada olmamamız gerektiğiydi. zira tehlikeli biri olmalıydı. yoksa o kadar insan neden çocuklarını ondan korumaya çalışsındı ki?
aslında ne annem, ne de babam mahallemizin kadrolu delisi hakkında beni uyarmamıştı. benimkisi kendiliğinden oluşan bir reaksiyondu. mahalleyi boşalt kararı alındı. boşaltılacak. tüm çocuklar evlerine doğru koşarken, ben de istemsizce, içgüdüsel olarak aynı ritüeli gerçekleştiriyordum. o gün de aynısı olmuştu. oyun oynarken bir anda çil yavruları gibi dağılmıştık. eve doğru koşmaya başladım. nefes nefese kalmış bir vaziyette kapıyı çaldım. annem olanca sakinliğiyle kapıyı açtı.
- anne deli geliyor.
- öyle söyleme evladım.
- ama deli
annem o adama deli denmesine kızıyordu. ‘’garip’’ derdi. bunu söylerken, ses tonunda hafiften bir sızı hissederdim. lakin umurumda olmazdı. zira o tehlikeli biriydi. içeri girer girmez üst kata doğru yöneldim. merdivenleri hızlıca çıktım. ve pencerenin kenarına geldim. sokağı gözlüyordum. deli’nin geçişini izlemek tüm çocuklar için rutin bir durum halini almıştı.
uzun saçları vardı. saçı ve sakalı birbirine karışmıştı. boylu poslu bir adamdı. sokaktan geçerken kafasını önüne eğer. kendi kendisine söylenirdi. kadife bir pantolonu ve yeşil bir parkası olduğunu hatırlıyorum. birde o meşhur boğazlı kazağı. üniforma gibi hep aynı şeyleri giyiyordu. parkasının yanından sarkan çantasının içinde neler olduğunu hep merak etmiştik.
başka mahallenin çocuklarına ait eşyaları toplamış olabilirdi. ama biz ona zırnık koklatmamıştık. çünkü işimizi biliyorduk. deli bizi yakalayamıyor, hal böyle olunca da, oyuncuklarımızı ona kaptırmıyorduk. o tam anlamıyla bir çocuk düşmanı olmalıydı. gulyabaninin insana benzeyen versiyonu sokağı terk ettiğinde heyecanla aşağı indim.
- oğlum nereye?
- deli gitti anne. dışarı çıkıyorum.
- geç kalma.
- tamam anne.
sokağın güvenli olduğuna kanaat etmiş olan ben, zafer kazanmış komutan edasıyla sokağa doğru vakur adımlarla ilerliyordum. sahi sizler bu hissi iyi bilirsiniz değil mi? hep kaçarak zafer kazandınız ne de olsa. bana dokunmayan yılan kırk yıl yaşasın mantığı hüküm sürdü yaşamınızda. sakın şimdi yok öyle bir şey, vesaire gibi söylemlerin arkasına sığınmayın. dürüst olun! zira popolarınız halen rahat ve keyifli bir şekilde hüküm sürmekteyse ve oturduğunuz zemin poponuzun altından kaymıyorsa, hep bu sayede… bu arada istisna kardeş, sen bu sözleri üzerine zaten alınmamışsındır.
neyse devam edeyim.
sokak güvenli demiştim. hakikaten de öyle idi. diğer arkadaşlarıma haber vermek için freni boşalmış kamyon gibi koşturuyordum ki, ayağım bir taşa takıldı. yüz üstü yere kapaklandım. başım fena halde acıyor ve debisi çıldırmış bir nehir misali şarıl şarıl kanıyordu. neden sonra birisinin beni kolumdan kavrayarak ayağa kaldırmaya çalıştığını fark ettim.
-haydi, kalk evlat.
canımın yandığına mı üzüleyim yoksa mahallenin delisine yakalandığıma mı bilemiyordum. içimden bir ses kaç kurtul diye böğürüyor, kalbim deli gibi çarpıyordu. bu arada kalbim deli değil. bu bir mecazdır. altını çizmek isterim. ben hayatım da, o ana kadar yaşadığım ilk ve derin ikilemle boğuşurken, kendimi kadrolu delimizin kucaklarında buluveriyorum.
-evin ne tarafta?
ses yok. ağlayamıyorum bile. lakin bir şeyi fark ediyorum, o an benim için mühim bir şey bu. mahallemizin delisi bana bir şey yapmıyor. elimle sokağın köşesindeki evimizi işaret ediyorum. beni eve doğru taşıyor. çektiğim acı üst boyutlarda. ama merakım acımın yerini almış ve onu saf dışı bırakmış durumda. hafifçe başımı okşuyor. kapıya geliyoruz. zili çalıyor. annemin kapıya doğru geldiğini ayak seslerinden anlıyorum.
annem beni o halde mahallemizin delisinin kucağında görünce, panikliyor.
-ne oldu sana, ne oldu?
delimiz cevap veriyor.
-çocuk yere düştü ve başını çarptı hanımefendi. hastaneye götürsek iyi olur.
annem apar topar paltosunu üzerine geçiriyor. ayakkabılarını giyiyor ve dışarı fırlıyor.
annem önde, ben delimizin kucağında arkadan ilerliyoruz. annemin yoldan geçen arabalara el işareti yaptığını görüyorum. ama nafile hiçbir araba durmuyor. korunaklı mahallemizden kimse ortalarda yok. annem panik halde oraya buraya sesleniyor.
sonra nasıl oluyor, ne oluyor kucak değiştirdiğimi fark ediyorum. bir arabanın içerisindeyiz. annemin kucağındayım. az kaldı birazdan hastaneye varacağız diye fısıldıyor bana.
ben o hastaneden başımda altı dikiş ile çıktım. ama asıl mesele bu değil. asıl mesele benim o hastaneden tüm ön yargılardan sıyrılarak çıkmış olmamdır.
sizlerin deli dediğiniz adam yetiştirdi beni o hastaneye. sonra öğrendim. beni annemin kucağına bırakıp, yolun ortasında durmuş. arabanın birini bu şekilde durdurmuş. o araba ile gitmişiz hastaneye.
o olaydan sonra mahallemizin delisi benim için turgut ağabey oldu. onun turgut ağabey olduğu zamanlara da geleceğiz ama önce sizinle aramızdaki meseleyi çözelim.
söylediğim gibi bir fanusun içindesiniz. size garip gelen insanlara farklı etiketler yapıştırıyorsunuz. farklı farklı canavarlar yaratıyor ve bunlardan korkuyorsunuz. oysa asıl canavarlar sizlersiniz. ortalama insan dediğimiz sizler.
sevgisi vasati kırk çöp olan, çakma korkuların hükümdarı, dâhiyane nefretin mucidi hepinizi deliler öpsün…
bana bir şey olmasın...
istisna bey / istisna hanım sizlere de bir şey olmasın.
bugüne kadar bunu yaptığım için hayatımı bir roman haline getirebilme becerisini gösteremedim.
kâh göstermeye pek niyetim olduğunu da sanmıyorum.
aslında benim için işler tıkırında başlamış. çocukken dâhiymişim. deham 1500, havam 3500 imiş.
neden sonra aptallaşma sürecine girmişim. içinde bulunduğunuz toplumun da bunda önemli etkisi var.
düşünün, gayet kıvrak bir zekâya sahipsiniz. yaşıtlarınızdan hep bir adım öndesiniz ama çevrenizde size sürekli pipinizi amcalarınıza ve teyzelerinize göstermeniz gerektiğini salık veren bir kitle var.
bu nasıl bir manyaklıktır arkadaş! teşhire, teşrifinizin bunalımsal iz düşümü…
ulan şimdi bunlar neden benden böyle bir şey istiyor?
bu pipi denen şey çok önemli bir şey olsa gerek.
o andan itibaren pipinin kutsallığına inanmaya başlıyorsunuz. onu takip eden süreç sizin kızlardan daha uzağa işeyebileceğiniz gerçeğini kavramanızla şekilleniyor. erkek egemen yapının kutsallığına da böylece mazhar oluyorsunuz.
hayır, yani daha uzağa işseniz ne olacak? başınız göğe mi erecek?
eriyor olmalı ki, o yaş grubundaki herkes bunu övünç kaynağı olarak görüyor.
ve sonraki yaşamlarında hep daha uzağa işeyebilmek için uğraşıyorlar.
ben bu pipi işinde keramet olmadığını erken fark edenlerdenim. o yüzden aptallaşma sürecim kısa bir süre içinde olsa kesintiye uğramıştır.
neyse…
anlatacaklarımı dinleyecekseniz evvela nerede doğduğumu, nasıl bir çocukluk geçirdiğimi, benden önce ailemin ne durumunda olduğunu falan merak ediyor olmalısınız. ama ben bu zırvaların hiç birisini sizlere anlatmak istemiyorum. esasen bunları niye merak ettiğinizi de bugüne kadar anlamış değilim.
her şeye burnunuzu sokmak gibi bir huyunuz var. yani bunları bilseniz ne olacak ki? başınız göğe mi erecek? ( yine baş ve gök metaforunu kullandığımı fark etmişsinizdir. seviyorum arkadaş ne yapayım yani? )çoğunuz yaşamlarınızı bir fanusun içerisinde size sunulan şeylerle idame ettiriyorsunuz. size öğretilenler dışında hiçbir şeye ilgi duymuyorsunuz. aslında tamamen ön koşullanma dumuru sizinki, ama bundan haberiniz dahi yok. hayatlarınızın sınırını başka insanlar çiziyor. olaylara, kişilere bakışınızı, içerisinde yetiştiğiniz çevre belirliyor.
hepinizin bir cv’si var. hep başkaları tarafından belirlenmiş. iyi bir evlatsınız, iyi bir eşsiniz, sadık bir çalışansınız falan filan. kaçınız gerçekten kendinizsiniz merak etmiyor değilim. ama çoğunuzun olmadığını biliyorum.
bu ön koşullanma meselesinin sırrına mazhar olmam 5-6 yaşlarında yaşadığım bir olayla ilintilidir. tam da ilginizi çekebilecek şekilde bir giriş yaparsam fena olmaz. en azından şu ana kadar yazdıklarım hoşunuza gitmemişken bu kısımdan sonra, merak ivmeniz yükselip, biraz olsun yatışabilirsiniz diye düşünüyorum.
efendim o sıralar babamın görevi dolayısıyla bilecik denen şirin ilimizde ikamet ediyoruz. aslında oraya şehir demek için 80 bin şahit lazım. şimdide bilecikliler kızacak ama yapabileceğim bir şey yok. olanı yazmak zorundayım. gerçekler acıtır derler ama ben acıttığı kısmına katılmıyorum. genelde kızdırıyor. bu kalpsiz dünya da, acıyan tek yeriniz, güvende olduğunu düşündüğünüz koca popolarınız. zaten tek derdiniz de, popolarınızı kurtarmak değil mi?
neyse sadede geleyim; o dönemler mahalle kültürü denen bir şey var. şimdilerde ruhuna el fatiha dedik. itinayla gömdük. rahmetli, aslında kültürel açıdan bir zenginlikti. ammavelâkin bize fazla geldi.
herkesin birbirini tanıdığı bir sokakta yaşıyorduk. ilişkiler o kadar sıcak ve candan gözüküyordu ki, matrix’in bu yanıltıcı gerçekliğine bende aldanmıştım. herkes birbirini koruyor, kolluyor, çocuklar kardeş gibi yetişiyordu.
o zamanlar insanları sevmek için elimde yığınla materyal vardı. örneğin hayriye teyzenin börekleri, cemil amca’nın şekerlemeleri bende dünyanın muhteşem bir yer olduğu algısı yaratmıştı. iki katlı ahşap bir evimiz vardı. biraz eski olsa da, bugüne kadar oturduğumuz en muhteşem ev oymuş gibi hissederim.
benim mesaim babam evden çıktıktan yarım saat sonra başlardı. hemen kendimi sokağa atar, arkadaşlarımı örgütler ve çeşitli oyunların oynanmasına öncülük ederdim. mahallemiz çok güvenli bir yer olduğu içinde kimse bize karışmazdı.
yalnız bu güvenli sokağın bir defosu vardı. mahallemizin delisinin geçiş saati. bizim delimiz çok dakik bir adamdı. her gün aynı vakitlerde sokaktan geçer, mahalleyi felce uğratırdı. anneler çocuklarını o gelmeden biraz önce evlerine çağırır, güvenliği tesis ederlerdi.
deli nedir? nasıl olunur? şartları nelerdir? bunların hiç birisini bilmiyorduk. bildiğimiz tek şey o sokağa girdiğinde bizim orada olmamamız gerektiğiydi. zira tehlikeli biri olmalıydı. yoksa o kadar insan neden çocuklarını ondan korumaya çalışsındı ki?
aslında ne annem, ne de babam mahallemizin kadrolu delisi hakkında beni uyarmamıştı. benimkisi kendiliğinden oluşan bir reaksiyondu. mahalleyi boşalt kararı alındı. boşaltılacak. tüm çocuklar evlerine doğru koşarken, ben de istemsizce, içgüdüsel olarak aynı ritüeli gerçekleştiriyordum. o gün de aynısı olmuştu. oyun oynarken bir anda çil yavruları gibi dağılmıştık. eve doğru koşmaya başladım. nefes nefese kalmış bir vaziyette kapıyı çaldım. annem olanca sakinliğiyle kapıyı açtı.
- anne deli geliyor.
- öyle söyleme evladım.
- ama deli
annem o adama deli denmesine kızıyordu. ‘’garip’’ derdi. bunu söylerken, ses tonunda hafiften bir sızı hissederdim. lakin umurumda olmazdı. zira o tehlikeli biriydi. içeri girer girmez üst kata doğru yöneldim. merdivenleri hızlıca çıktım. ve pencerenin kenarına geldim. sokağı gözlüyordum. deli’nin geçişini izlemek tüm çocuklar için rutin bir durum halini almıştı.
uzun saçları vardı. saçı ve sakalı birbirine karışmıştı. boylu poslu bir adamdı. sokaktan geçerken kafasını önüne eğer. kendi kendisine söylenirdi. kadife bir pantolonu ve yeşil bir parkası olduğunu hatırlıyorum. birde o meşhur boğazlı kazağı. üniforma gibi hep aynı şeyleri giyiyordu. parkasının yanından sarkan çantasının içinde neler olduğunu hep merak etmiştik.
başka mahallenin çocuklarına ait eşyaları toplamış olabilirdi. ama biz ona zırnık koklatmamıştık. çünkü işimizi biliyorduk. deli bizi yakalayamıyor, hal böyle olunca da, oyuncuklarımızı ona kaptırmıyorduk. o tam anlamıyla bir çocuk düşmanı olmalıydı. gulyabaninin insana benzeyen versiyonu sokağı terk ettiğinde heyecanla aşağı indim.
- oğlum nereye?
- deli gitti anne. dışarı çıkıyorum.
- geç kalma.
- tamam anne.
sokağın güvenli olduğuna kanaat etmiş olan ben, zafer kazanmış komutan edasıyla sokağa doğru vakur adımlarla ilerliyordum. sahi sizler bu hissi iyi bilirsiniz değil mi? hep kaçarak zafer kazandınız ne de olsa. bana dokunmayan yılan kırk yıl yaşasın mantığı hüküm sürdü yaşamınızda. sakın şimdi yok öyle bir şey, vesaire gibi söylemlerin arkasına sığınmayın. dürüst olun! zira popolarınız halen rahat ve keyifli bir şekilde hüküm sürmekteyse ve oturduğunuz zemin poponuzun altından kaymıyorsa, hep bu sayede… bu arada istisna kardeş, sen bu sözleri üzerine zaten alınmamışsındır.
neyse devam edeyim.
sokak güvenli demiştim. hakikaten de öyle idi. diğer arkadaşlarıma haber vermek için freni boşalmış kamyon gibi koşturuyordum ki, ayağım bir taşa takıldı. yüz üstü yere kapaklandım. başım fena halde acıyor ve debisi çıldırmış bir nehir misali şarıl şarıl kanıyordu. neden sonra birisinin beni kolumdan kavrayarak ayağa kaldırmaya çalıştığını fark ettim.
-haydi, kalk evlat.
canımın yandığına mı üzüleyim yoksa mahallenin delisine yakalandığıma mı bilemiyordum. içimden bir ses kaç kurtul diye böğürüyor, kalbim deli gibi çarpıyordu. bu arada kalbim deli değil. bu bir mecazdır. altını çizmek isterim. ben hayatım da, o ana kadar yaşadığım ilk ve derin ikilemle boğuşurken, kendimi kadrolu delimizin kucaklarında buluveriyorum.
-evin ne tarafta?
ses yok. ağlayamıyorum bile. lakin bir şeyi fark ediyorum, o an benim için mühim bir şey bu. mahallemizin delisi bana bir şey yapmıyor. elimle sokağın köşesindeki evimizi işaret ediyorum. beni eve doğru taşıyor. çektiğim acı üst boyutlarda. ama merakım acımın yerini almış ve onu saf dışı bırakmış durumda. hafifçe başımı okşuyor. kapıya geliyoruz. zili çalıyor. annemin kapıya doğru geldiğini ayak seslerinden anlıyorum.
annem beni o halde mahallemizin delisinin kucağında görünce, panikliyor.
-ne oldu sana, ne oldu?
delimiz cevap veriyor.
-çocuk yere düştü ve başını çarptı hanımefendi. hastaneye götürsek iyi olur.
annem apar topar paltosunu üzerine geçiriyor. ayakkabılarını giyiyor ve dışarı fırlıyor.
annem önde, ben delimizin kucağında arkadan ilerliyoruz. annemin yoldan geçen arabalara el işareti yaptığını görüyorum. ama nafile hiçbir araba durmuyor. korunaklı mahallemizden kimse ortalarda yok. annem panik halde oraya buraya sesleniyor.
sonra nasıl oluyor, ne oluyor kucak değiştirdiğimi fark ediyorum. bir arabanın içerisindeyiz. annemin kucağındayım. az kaldı birazdan hastaneye varacağız diye fısıldıyor bana.
ben o hastaneden başımda altı dikiş ile çıktım. ama asıl mesele bu değil. asıl mesele benim o hastaneden tüm ön yargılardan sıyrılarak çıkmış olmamdır.
sizlerin deli dediğiniz adam yetiştirdi beni o hastaneye. sonra öğrendim. beni annemin kucağına bırakıp, yolun ortasında durmuş. arabanın birini bu şekilde durdurmuş. o araba ile gitmişiz hastaneye.
o olaydan sonra mahallemizin delisi benim için turgut ağabey oldu. onun turgut ağabey olduğu zamanlara da geleceğiz ama önce sizinle aramızdaki meseleyi çözelim.
söylediğim gibi bir fanusun içindesiniz. size garip gelen insanlara farklı etiketler yapıştırıyorsunuz. farklı farklı canavarlar yaratıyor ve bunlardan korkuyorsunuz. oysa asıl canavarlar sizlersiniz. ortalama insan dediğimiz sizler.
sevgisi vasati kırk çöp olan, çakma korkuların hükümdarı, dâhiyane nefretin mucidi hepinizi deliler öpsün…
bana bir şey olmasın...
istisna bey / istisna hanım sizlere de bir şey olmasın.
devamını gör...
hedef
hedefler, hayallere ulaşma ihtiyacından kaynaklanır. doğduğumuz andan itibaren kendimize hedefler belirleriz ve bunları başarmak için elimizden geleni yaparız. kendimiz için geleceği kurgularken kendimize nasıl hedefler koymuş ve onlara ne kadar ulaşmışsak , başarımızı ona göre değerlendiririz . kurgulanmadan planlanmadan elde edilenlere başarı demek mümkün değildir. en önemlisi hedef olmadan elde edilenler, mutluluk hissetmemizi engeller. çünkü;
mutlu hissedebilmek için , kendimizin, yaptıklarımızın farkında olabilmemiz gerekir.
richard bach'ın "martı" isimli bir hikaye kitabı vardır. hikayenin başkahramanı jonathan levingston isimli martı, büyük düşünüyordu . yıllar boyunca uçtukları sahilde nüfusları çoğalmıştı. daracık deniz kenarında yeterince balık kalmamıştı.
jonathan, gökyüzünün yükseklerinde uçan diğer kuşlara baktı. onlar gibi yükselmeli ve başka dünyaları keşfetmeliydi. genç arkadaşlarına bu büyük hedefini anlattı. jonathan'ı heyecanlandıran bu hedef, arkadaşları tarafından alaya alındı. arkadaşları , "atalarımız hep burada yaşadı. buradan daha iyi bir yer bulamayız . hem atalarımıza ihanet mi edeceğiz ? " dediler. jonathan'ın çabaları sonuçsuz kaldı.
biliyordu ; uzaklarda, yükseklerde, ötelerde heyecan dolu bir dünya vardı.
sonunda yalnız kalsa da bu maceraya atılma cesaretini gösterdi.
uçtu, yükseldikçe yükseldi. sıra dışı zenginliklerle dolu denizler keşfetti. "arkadaşlarım, içinde yaşadıkları hapishaneden kurtulabileceklerini görselerdi ! buradaki müthiş zenginlikleri öğrenebilselerdi " diye düşündü. oysa akrabalarına göre jonathan ; ihanet etmişti.
halbuki jonathan ihanet edip kaybetmedi . jonathan verdiği dersle ve hayallerine ulaşma noktasındaki gayretiyle hep hatırlanacak.
ve unutmayınız ki "salonda suladığınız çiçek nasıl yeşerirse kalbinizde tekrarladığınız hedef de öyle güçlenir."
mutlu hissedebilmek için , kendimizin, yaptıklarımızın farkında olabilmemiz gerekir.
richard bach'ın "martı" isimli bir hikaye kitabı vardır. hikayenin başkahramanı jonathan levingston isimli martı, büyük düşünüyordu . yıllar boyunca uçtukları sahilde nüfusları çoğalmıştı. daracık deniz kenarında yeterince balık kalmamıştı.
jonathan, gökyüzünün yükseklerinde uçan diğer kuşlara baktı. onlar gibi yükselmeli ve başka dünyaları keşfetmeliydi. genç arkadaşlarına bu büyük hedefini anlattı. jonathan'ı heyecanlandıran bu hedef, arkadaşları tarafından alaya alındı. arkadaşları , "atalarımız hep burada yaşadı. buradan daha iyi bir yer bulamayız . hem atalarımıza ihanet mi edeceğiz ? " dediler. jonathan'ın çabaları sonuçsuz kaldı.
biliyordu ; uzaklarda, yükseklerde, ötelerde heyecan dolu bir dünya vardı.
sonunda yalnız kalsa da bu maceraya atılma cesaretini gösterdi.
uçtu, yükseldikçe yükseldi. sıra dışı zenginliklerle dolu denizler keşfetti. "arkadaşlarım, içinde yaşadıkları hapishaneden kurtulabileceklerini görselerdi ! buradaki müthiş zenginlikleri öğrenebilselerdi " diye düşündü. oysa akrabalarına göre jonathan ; ihanet etmişti.
halbuki jonathan ihanet edip kaybetmedi . jonathan verdiği dersle ve hayallerine ulaşma noktasındaki gayretiyle hep hatırlanacak.
ve unutmayınız ki "salonda suladığınız çiçek nasıl yeşerirse kalbinizde tekrarladığınız hedef de öyle güçlenir."
devamını gör...
nickaltı
sözlüğün tüm içeriği kapsmında tanım girmenizin ayıp karşılanacağı tek başlık
(bkz: kendi nickaltına tanım giren yazar)
(bkz: kendi nickaltına tanım giren yazar)
devamını gör...
türkiye covid 19 aşılama hızı
devamını gör...
#osmancurtutuklansın
seri yukarı çıkartılıp gündem edilmesi gereken başlıktır.
küfür yasak olmasa sülalesini sağ bırakmayacağım tecavüzcü öldürülmelidir.
küfür yasak olmasa sülalesini sağ bırakmayacağım tecavüzcü öldürülmelidir.
devamını gör...
şamanizm kökenli türk adetleri
ölülerin üzerine bıçak konması. kutsal sayılan demirin ölüyü kötü ruhlardan arındıracağına inanirlarmış.
devamını gör...
geceye ilginç bir bilgi bırak
adolf hitler, lev troçki, tito, sigmund freud ve josef stalin birbirlerinden habersiz bir şekilde 1913 yılında viyana'da bulunmuşlardır.
devamını gör...
buray
öncelerden bir iki şarkısını beğenerek dinlediğim,
instagramdaki afrika gezisi görüntülerinden sonra, fanları arasına girdiğim, merhametli şarkıcı.
allah yolunu açık etsin.
www.instagram.com/reel/CNg9...
instagramdaki afrika gezisi görüntülerinden sonra, fanları arasına girdiğim, merhametli şarkıcı.
allah yolunu açık etsin.
www.instagram.com/reel/CNg9...
devamını gör...
yazarların içinde oldukları yaş ile ilgili fikirleri
30 yaşındayım ve kafasını o kadar sevdim ki...!
vay be diyorum çoğu zaman; bu ülkede bir kadın olarak hayatta kalabilmiş ve ömrünün yarısını fena olmayacak şekilde bitirebilmişsin.
terk edilmeler, üzüntüler, sevinçler, kaybedişler de oldukça fazla heybemde. sırtımda değil, tekerlekli bir bavul içerisinde taşıyorum onları. şekillenmemdeki yardımlarından ayrı ayrı öpüyorum hepsini.
bir çınar gibi köklerimi daha derine; dallarımı sonsuz göğe açıyorum.
büyüyorum. yaşlanıyorum. aydınlanıyorum. anlıyorum. affediyorum.
hilkat garibesi gibi değil, aydınlık yüzlü bilgeler gibi...
vay be diyorum çoğu zaman; bu ülkede bir kadın olarak hayatta kalabilmiş ve ömrünün yarısını fena olmayacak şekilde bitirebilmişsin.
terk edilmeler, üzüntüler, sevinçler, kaybedişler de oldukça fazla heybemde. sırtımda değil, tekerlekli bir bavul içerisinde taşıyorum onları. şekillenmemdeki yardımlarından ayrı ayrı öpüyorum hepsini.
bir çınar gibi köklerimi daha derine; dallarımı sonsuz göğe açıyorum.
büyüyorum. yaşlanıyorum. aydınlanıyorum. anlıyorum. affediyorum.
hilkat garibesi gibi değil, aydınlık yüzlü bilgeler gibi...
devamını gör...
normal sözlük'teki z kuşağı yazarlar
benimdir.
ve şuna inanıyorum ki akıl ve düşüncenin ve kendini bilmenin yaşı yoktur.
ibni sina hocanın 16 yaşında kullandığı yöntemleri günümüzdeki koca koca profesörler uygulamakta ve bu uygulamaların derslerini vermektedirler.
ben de 18 yaşında bir üniversite öğrencisi adayı olarak yaşımla ve gençliğimle gurur duyuyorum. tabii ki içinde bulunduğum çağda bazı saçma hareketler sergileyen, iyi örnekler olmayan yaşıtlarım vardır ve olacaktır da .
eğer yaş-kuşak bazında insanları ayıracaksak hitler gibi bir katil ile atatürk gibi bir önderin de aynı kuşaktan olduğunu söylemekte fayda var. ama ne gariptir ki biri kocaman bir ülke kurmuş biri de kocaman bir ülkeyi yıkmış ve milyonlarca insanı katletmiştir.
sayın yazar, bu başlığı yazarken ne düşündüğünüzü veya nasıl bir durumda olduğunuzu bilmiyorum ama bence yapabileceğiniz en iyi şey açık bir kafayla bu durumu gözden geçirmenizdir.
ve şuna inanıyorum ki akıl ve düşüncenin ve kendini bilmenin yaşı yoktur.
ibni sina hocanın 16 yaşında kullandığı yöntemleri günümüzdeki koca koca profesörler uygulamakta ve bu uygulamaların derslerini vermektedirler.
ben de 18 yaşında bir üniversite öğrencisi adayı olarak yaşımla ve gençliğimle gurur duyuyorum. tabii ki içinde bulunduğum çağda bazı saçma hareketler sergileyen, iyi örnekler olmayan yaşıtlarım vardır ve olacaktır da .
eğer yaş-kuşak bazında insanları ayıracaksak hitler gibi bir katil ile atatürk gibi bir önderin de aynı kuşaktan olduğunu söylemekte fayda var. ama ne gariptir ki biri kocaman bir ülke kurmuş biri de kocaman bir ülkeyi yıkmış ve milyonlarca insanı katletmiştir.
sayın yazar, bu başlığı yazarken ne düşündüğünüzü veya nasıl bir durumda olduğunuzu bilmiyorum ama bence yapabileceğiniz en iyi şey açık bir kafayla bu durumu gözden geçirmenizdir.
devamını gör...
sevilen şiirin en vurucu dizeleri
bir kıyıdan baktım dünyaya
ellerimde tuz avucumda sedef
bir mavilik bir açıklık
özgürlük hasreti
yüreğime vuruyor
nerede nerede insanlar
dünyayı güzellik kurtaracak
bir insanı sevmekle başlayacak her şey
ellerimde tuz avucumda sedef
bir mavilik bir açıklık
özgürlük hasreti
yüreğime vuruyor
nerede nerede insanlar
dünyayı güzellik kurtaracak
bir insanı sevmekle başlayacak her şey
devamını gör...
ahmet kaya şarkılarından bir alıntı
siz benim neler çektiğimi nerden bileceksiniz.
devamını gör...
normal sözlük ocak devrimi
devrimin ayak sesleri geliyordu fakat yetişemedik yazarlığa. çaylak olarak silik görünmek de soğutmuyor değil insanı yazmaktan. ammavelakin güzel şeyler olacağına dair bir umut varsa çekilen acılar kutsaldır deyip devam edeceğim. ve her şeyin bunca yozlaştığı sözlük aleminde olsun artık güzel bir şeyler.
devamını gör...
kendini garsondan değerli zanneden müşteri
ikisi de birbirinden daha değerli ya da daha değersiz değil.
garsonun garsonluğu önlüğü çıkarınca biter. ama sen dükkandan çıksanda aynı höt zöt olarak yola devam edersin.
garsonun garsonluğu önlüğü çıkarınca biter. ama sen dükkandan çıksanda aynı höt zöt olarak yola devam edersin.
devamını gör...
an itibarıyla yazarların nerede olup ne yaptığı sorusu
evde kedimi mıncıklayıp cuğaramı fondipliyor, sözlüğü kolaçan ediyorum.
devamını gör...
