madalyası olan ve olmayan yazarların hiçbir farkı yoktur, her ikisi de aynı oranda ciddiye alınır.

burada şunun ayrımını yapmak gerekir, yoldaş benjamin franklin ve iko araştıran, başlıkları olabildiğince iyi şekilde açıklayan yazarların motivasyonunu artırmak için madalya sistemini getirmişler ve bence güzel de bir iş yapmışlardır. isteyen madalyalık tanım girer, isteyen kendi istediği gibi devam eder.

önemli olan karşılıklı saygıdır. durduk yere insanların emeklerine *ok atmaya gerek yok..
devamını gör...

uyku ile ilişkili olan, istirahat anında ayak ve bacaklarda rahatsız edici bir his ortaya çıkar. bu his, hastada bir hareket bozukluğuna sebep olur.

hastalığın emareleri, akşam olduktan sonra oturur veya yatar pozisyonda ortaya çıkıyor ve daha çok da uykunun yoğun olduğu saatlerde artıyor . hastalık, ileri aşamaya geldiğinde günün öteki saatlerine de yayılıyor. daha çok bacaklarda, sık bir biçimde diz aşağısı ve baldırlarda, bazen de diz üstünde ve arkasında, hatta ayaklara doğru farklı bir his oluşuyor.

nörolojik kaynaklı bir hastalık olmasına karşın, hastaların şikayetleri dinlenerek tanı konulmaktadır. hastalar, bu hissi tarif ederken zorlanıyorlar. ağrı değil ama bacakların içinde solucan dolaşıp huzursuz ettiği, bacakların çekildiği, bacaklarda titreme olduğu gibi şikayetlerde bulunuyorlar. bu da hastanın bacaklarını hareket ettirme gereksinimine yol açıyor. çare olarak, yataktan kalkıp evin içinde yürüyüş yapıyorlar, bazen de sıcak veya soğuk suyu bacaklarına tutarak rahatlamaya çalışıyorlar. hareket ve masaj yoluyla rahatsızlık veren bu his tamamen veya bir nebze de olsa uzaklaşıyor.
devamını gör...

7 kasım 1867’de varşova polonya’da dünyaya gelmiştir. rusya hakimiyetindeki polonya’da kadınların üniversiteye gitmesi yasaktır dolayısıyla marie curie ve ablası fransa’ya gidip orada eğitim alabilmek için çalışıp para biriktirmeye başlamışlardır. bir süre sonra parayı biriktirebilip fransa’ya eğitim için gitmişlerdir. ablası tıp, kendisi ise paris üniversitesi’nde fizik okumuştur. bir laboratuvarda çalışmaya başlamış ve o laboratuvarın sahibi pierre curie ile evlenmiştir. uranyumla yaptığı deneyler sonucunda radyoaktiviteyi keşfetmiş, bulduğu elemente memleketini anmak için polonyum ismini vermiştir. birkaç başarısı ise şöyle:
nobel ödülü alan ilk kadındır.
avrupa'da doktora yapmış ilk kadındır.
paris üniversitesi'nde ders veren ve aynı üniversitede profesör unvanı alan ilk kadındır.
iki farklı alanda nobel ödülü almış tek insandır.
devamını gör...

keşke bir de o büyük beklentileri karşılamanızı isterken bir de destek olsalar.
devamını gör...

şu sözlük bu sözlükten daha iyi.
burası çok kötü.
arkadaş, silah zoruyla mı tutuyorlar sizi ?
herkes hür iradesiyle, istediği gibi takılır.
devamını gör...

fiyatına bakmadan alışveriş yapmak
devamını gör...

yasakların bitmesiyle akşam yürüyüşünde çekilen karedir.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

tokat’ta yaşayan şenel yıldız isimli abidir.

ayı buna saldırmış. abi cesareti sayesinde kurtulmuş.

di caprio yapınca oscar veriyorlar bu abimize plaket verilmeli.

buradan
devamını gör...

1. dünya savaşı sonrasında anadolu toprakları pay edilirken; ingilizler, bu toprakları zeki yunanlara, çalışkan italyanlara vermek lazım der. cumhuriyet kurulur sevr yırtılıp atılır ve gazi mareşal m. k. atatürk gururla bağırır: türk milleti çalışkandır, türk milleti zekidir!
devamını gör...

düşündüğüm zaman bizi soyup soğana çeviren heriflerin bu kadar vizyonsuz olması, bilgilerimizin birilerine satılmasından daha çok endişe uyandırıyor.
devamını gör...

tüm sıkıntıların geride burakıldığı, ailemizle, sevdiklerinize bol kucaşmalı bir bayram dilerim. mutlu bayramlar....
devamını gör...

(bkz: ben siyasetle ilgilenmem)
(bkz: akpli değilim ama)

ilgilenmiyorsan yazma güzel kardeşim. zorla mı yazdırıyorlar?
devamını gör...

besmele çekip kereviz mi kesecek şimdi bu adam? kurban bayramında pırasa mı kovalayacak? etsiz bir dünya düşünemiyorum ben. dokunmayın etime. dokunmayın kıymama. ben yaşar usta çeker kendi koyunumu kendim keserim ve bir daha sebze kullanmam.
devamını gör...

bunlarla ilgili enteresan bilgiler mevcut. misal draugr'ların yeniden canlanabilmesi bazılarına göre tamamen intikam temelli oluyor. yani yaşarken bu ruhcağızın bir haksızlığa uğramış olması lazım ki, yeniden dirilip, intikamını alabilsin. ha biraz kantarın topuzunu kaçırıyorlarmış orası ayrı mesele. intikam aldıkları kişinin etini misler gibi parçalayıp, kanını içiyorlarmış. et yeme ve kan içme yönünden bizim yalmavuz'a bayağı bir benziyorlar. ha unutmadan bunlarda yalmavuz gibi şekil değiştirebiliyorlar ki, bu kadar benzerlik kadı kızında bile olmaz diyesim geldi. aradaki tek fark; bu abilerin/ablaların zombi olması. aslında bu tarz örnekler mitolojiler arasındaki geçişkenliği de net bir şekilde ortaya koyuyor. draugr ve yalmavuz arasındaki benzerlik gibi tanrılar ve yaratıklar bazında da yığınla benzerlik bulabiliyorsunuz.

draugr'lar kan içtikleri için doğal olarak vampir sınıfına dahil oluyorlar. ha birde kurbanları canlı yedikleri için yamyam oluyorlar. toparlarsak zombi, yamyam, vampir karışımı bir canlı olarak tanımlayabiliriz.. * özetle çok yönlü bir canavar.

ilk tanımda belirtilen diğer husus içinse yine farklı şeyler söyleniyor. bu arkadaşların hazine koruyuculuğu yapması için necromancer'lar tarafından uyandırılıp, kendilerine görev tevdi edilmesi lazım geliyormuş. şu başı boş gezenleri herhalde görev bilincinden uzak sorumsuz draugr'lar olsa gerek. * artı bazıları bu arkadaşların tekrar öldürülemediğini söylese de, parça pinçik edildiklerinde ikinci ölümü tattıklarına dair genel bir kanı mevcut. neyse odin düşmanımın başına vermesin. sıkıntılı durumlar bunlar.
devamını gör...

bence hayal kırıklığı değil harika haberdir. yaprak sarmasına laf edilmemelidir. kırmızı çizgimizdir.
devamını gör...

stefan zweig kitabıdır.

stefan zweig varlıklı bir ailenin çocuğu olarak 1881 yılında doğan bir yazardır. nazi baskıları yüzünden avrupa’da, kuzey ve güney amerika’da yaşayan yazar çeviri yapıp şiirler yazdı. yazar 1942 yılında eşiyle birlikte intihar ettiğinde amok koşucusu kitabının aslında bir plan olduğunu ortaya koymuş oldu.

amok koşucusu 7 öyküden oluşan her öykünün sonunda bizi bir ölüm bekliyor; cinayet, intihar, cinayet ve intihar…


ilk öykü olan “bir çöküşün öyküsü”nde kralın gözünden düştükten sonra sürgüne gönderilen madame de prie’nin hikayesi anlatılır. madame de prie hüküm sürdüğü dönemlerde şımarıklığı, horgörüsü, para tutkusu, zorbalığıyla zenginlik içinde, balolarda aşıklarıyla birlikte güzel zamanlar geçirmektedir. ancak artık madame de prie’nin kaprislerine ve doğal kötücüllüğüne dayanamayan kral onu sürgüne gönderir. gittiği kente kalabalıktan uzak kalan madame, aklını oynatmamak için saraya mektuplar yazar,af diler ama bir sonuç alamaz. eskiden çevresinde olan insanlar da ona yüz çevirir.

bunun üzerine egosunu tatmin etmek için bulunduğu yerde gözü yüksklerde olan, paris diye yanıp tutuşan bir genci aşığı yapar ama bu ilişki de aşağıladığı gencin onu dövmesiyle hüsranla sonuçlanır.

artık dayanamayacağını anlayan madame de prie çok pahalı balolar düzenleyip paris’teki insanları kandırarak oraya toplamaya ve eski günlerinin bir yanılsamasını yaşamaya başlar. bu sırada söylediği “kıskançlık olmadan, nefret olmadan, yalan olmadan yaşanmaya değmezdi.” cümlesi madame’ın ruh halini açıkça ortaya koymaktadır.

madame insanlara 7 ekim tarihinde öleceğini söylediğide ona kime inanmaz ama o 7 ekim tarihnde intihar eder, ama ölmeden önce bir zamanlar aşığı olan genç adamdan da intikamını alır.

“madalyon” isimli öyküdeyse bir birlikte albaylık yapan adam birliğiyle birlikte yol alırken ispanyol bir çetenin saldırısına uğrar, bütün askerlerini kaybeden aybay ormana sığınır. korkudan va çaresizlikten ne yapacağını şaşırır. çaresizlik içinde olması onurunu zedeler. onurunu kurtarmak için ertesi gün yoldan geçen bir ispanyola saldırır ve onun giysilerin üzerine giyer. kendi üniformasındansa sadece napolyon tarafından kendine verilen madalyonu alır. albay yakınlardaki bir ispanyol köyüne gidip dilsiz bir dilenci rolünü oynayarak karnını doyurur ama bunun karşılığında onurunu ortaya koymuş olur. albay, artık korkuya va çaresizliğe dayanamayacağını anlayınca tekrar ormana gider. bu esnada bir birliğin seslerini duyar ve elinde tabancasıyla onlara doğru koşmaya başlar ancak gelen birlik onun bir ispanyol olduğunu anlayınca, hemen orda infazını gerçekleştirir ve bir albay’a ait olan madalyonu da üzerinde bulur ve alırlar.

üçüncü öykü olan “bezginlik”bir öğnecinin öyküsüdür. öğrenci öğretmeni tarafından aşağılandığını düşünür. o adam dediği ve küçük gördüğü öğretmen onun bir sene kaybetmesine; bu yüzden de sanata, bilime olan tutkusunun sönmesine, arkadaşlarını kaybetmesine, en kötsü de umudunu yitirmesine neden olur. bir gün sınıfa girdiğinde öğretmen yine üzerine gelince öğrenci ,o adama karşılık verir ve aralarında bir arbede yaşanır.

öğrenciden yediği yumrukla sendeleyen adamın şaşkınlığı geçmeden öğrenci kendini dışarı atmıştır bile. bezginliğinin nedeni olan bu adama attığı intikam yumruğu onu dönüşü olmayan bir yola götürür ki, bu yol onunn madame de prie’yle aynı kaderi payalşmasına neden olur.
kitaba ismini veren “amok koşucusu” da aynı izlekler etrafında dolaşan ve efsane olmayı başarmış bir öyküdür. bu öyküde bir gemi yolculuğu esnasında karşılşan iki adamın konuşmalarıyla açılır sahne. kendi öyküsünü anlatmak için birini arayan garip adam ve hikayenin anlatıcısı. garip adam bir doktordur, doktorluk yaptığı köyde kendinden kürtaj için yardım isteyen soylu ve küstah kadına para istemediğini, kendisiyle birlikte olması karşılığında bu işi yapacağını söyler. bunu yapmasının nedeni ahlaksızlık değil, kadının küstahlığıdır. kadının kendisinden ricada bulunmadığı, doktoru para karşılığı satın alabileceğini düşünmesi garip adamı kızdırır ve bu yola başvurmasına neden olur. bunun üzerine kadın kimseye bir şey söylememesini emrederek ordan uzaklaşır. bu küstahlık ve soyluluk karşısında nutku tutulan doktor kadının peşinden gidip özür dilemek, yalvarmak, hatta ölmek ister. işte tam da bu anda bizlere amok koşucularını anımsatır.

amok koşucusu bir anda çılgınlar gibi koşmaya başlayıp elindeki hançeriyle önüne çıkanh herkesi öldüren ve ölene ya da öldürülene kadar koşmayı sürdüren insanlara verilen addır. bu hastalık artık tanımlanmış ve tanınmış bir hastalktır, kadının peşinden koşan doktor da artık bir amok koşucusu gibi gözü sadece kadını görerek kadınnı peşinden sekiz saatlik mesafedeki şehre kadar gider.
kadının kocası iş için şehir dışındadır ve söylemey gerek kadının karnındaki çocuk ondan değil genç bir subaydandır. doktor ne yaparsa yapsın kendini affettiremez. kadına intihar edeceğini belirten bir not yazar ama kadının yumuşaması mümkün değildir. ama bir gün odasında otururken bir köle çocuk gelir ve onu çinli bir kadının evine getirir. soylu kadın can çekişmektedirr. doktordan yardım almaktansa ölmeyi tercih etmiştir. yanlış müdahale sonucu çok kan kaybeden kadını evine götüren doktor kadının ölümüne mani olamaz ama sırrını saklar.
kadını aşığı olan genç subayın yardımıyla ülkeyi terk etmek için bu gemiye biner ancak onun kadını takip ettiği gibi kadın da onu takip etmektedir. tabutu ve kocası aynı gemidedir. sonra anlatıcının gazeteden okuduğu habere göre doktor ,kadının tabutu denize indirilirken tabutun üzerine atlamıştır. tabut çıkarılamaycak şekilde denize gömülür ve doktorun cesedi ise kıyıya vurulmuş olarak bulunur.


diğer üç öykü de aynı izlekte devam etmektedir bulun ve okuyun.
devamını gör...


uzun zamandır arabesk şarkı bırakmamıştım sözlüğe..
devamını gör...

john william waterhouse'un 1888 tarihli tablosu.*

tablodaki kadın, kral arthur'un krallığında shalott adasında, camelot şehrinin yakınlarında bir kulede lanetlenmiş ve hapsolmuş halde yaşayan elaine isimli bir leydi. lanetlendiği için camdan dışarıya bakamaz, tüm vaktini aynasının yansımasından dışarıyı izleyerek ve dokuma yaparak geçirir.
bir gün kralın şövalyelerinden sir lancelot kulenin yanından şarkı söyleyerek geçer. leydi bunu aynasının yansımasından görür ve kendini tutamayarak onu görmek için cama çıkar. ama aynası çatlayınca lanetlendiğini, artık geri dönüş olmadığını farkeder. bunun üzerine kuleden çıkar ve bir kayığa binerek şehre, aşık olduğu lancelot'a ulaşmaya çalışır. nitekim lanet peşini bırakmayacaktır, lancelot'a ulaşamadan kayıkta ölmüştür.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel kaynak: wikimedia

şimdi tabloya bakalım. waterhouse bize elaine'in laneti göze alarak kayığa bindiği ve ölmeden önceki anını resmetmiş. yüzünde acı, çaresizlik, laneti ve öleceğini bilmenin verdiği umutsuzluk gibi bir çok duyguyu okuyabiliriz. kıyafetinin detaylarına ve saçlarına da bayıldım ben. tablonun kahverengi ve altın renklerinin tonlarıyla çizilmiş olması da kasvet havasını çok iyi yansıtıyor.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
leydinin sağ elinde bir zincir var, zincir kuleye hapsolmasını ve lanetini temsil ediyor, ilerleyebilmesi için zinciri bırakması gerekecek. bu da öleceğini bilmesine rağmen lanete aykırı davranışını ve cesaretini temsil ediyor.
bir diğer detay ise kayığın önündeki üç mum. mumlar onun hayatını anlatıyor bize, ikisi sönmüş ve birisi de o öldüğünde sönecek. yaşamının sonuna doğru ilerliyor çünkü.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
hikayesini okumadan önce ızdırap içindeki bir kadını anlatan kasvetli bir tablo olduğunu düşünmüştüm. tablonun hikayesine bakınca kurallara ve kaderine karşı gelen, lanetlendiğini ve sonunu bilmesine rağmen özgürlüğü için* zincirleri reddeden bir kadın görüyorum.

kaynak
devamını gör...

dinlemektir, paylaşmaktır. önemli konuları değil her şeyi. gün içinde yaşadıklarını mesela. neler hissettiğini. merak etmektir. nerededir, ne yapar. özlemektir, yokluğunu hissetmektir. göz temasını kaçırmamaktır. dokunmaktır, yanından geçerken değmektir. hayatını kolaylaştırmaktır. yorgun ve geç geldiğinde önüne sıcak çorba koymaktır. merdivene çıktığında merdiveni tutmaktır. yardımcı olmaktır. özen göstermektir. ona en köpüklü kahveyi vermektir mesela. ona bakmak, onu izlemek, onun tepkilerini kaçırmamaktır. ona bakarak gözlerinin dalmasıdır..... gider.
devamını gör...

dilimize parma manastırı olarak çevrilmiş, romantik akımın bir ürünü olan stendhal romanı. eser; honore de balzac , italo calvino ve andré gide tarafından başyapıt olarak nitelendirilmiştir ve hatta lev nikolayeviç tolstoy'un savaş ve barış romanına ön ayak olmuş olduğu da söylenebilir fakat ne yazık ki stendhal'ın kaleminden çıkmış gibi değil. oldukça karmaşık hatta neredeyse yavan öyle ki fabrizio del dongo ve halası arasındaki çarpık ilişki ve dongo ve clelia arasındaki aşk dahi romanı bir parça kurtarmaya yetmiyor. ana hikayenin karmaşıklığı bir kenara, karakterlerin tutarsızlığı bile eserin sınıfta kalmasına yeter. insanlar gerçek hayatta yeterince tutarsızdır fakat bu gerçek; romandaki karakterlerin neredeyse her hareketinin tutarsız olmasını anlaşılabilir kılmıyor. stendhal'ın da böyle bir kaygısı olduğunu sanmıyorum. iki ciltlik bu eserin neredeyse 52 günde yazılmış olması ve düzenlenmeden okuyucuya -stendhal böyle uygun gördüğü için- sunulması bir parça eserin karmaşık ve tutarsız olması hakkında tatmin edici bir açıklama sunuyor. orta düzey betimlemeleri ve waterloo muharebesi'nde napoleone bonaparte için savaşmayı tercih ettiği için hain ilan edilen kısmen şımarık milanlı bir soylunun hayatı boyunca yürüdüğü çarpık ve tutarsız yolu gözlemlemek için okunabilir bir eser fakat yine de çok büyük beklentiye girip yarıda bırakan çok olmuştur ama stendhal'ın da eser hakkında söylediği gibi; "mutlu azınlıklar için"

samih tiryakioğlu çevirisi orta düzey bir çeviri fakat yazıldığı dile en yakın çeviri olduğunu söylemekte fayda var.


les cœurs de ce pays-là diffèrent assez des cœurs français : les ıtaliens sont sincères, bonnes gens, et, non effarouchés, disent ce qu’ils pensent ; ce n’est que par accès qu’ils ont de la vanité ; alors elle devient passion, et prend le nom de punliglio. enfin la pauvreté n’est pas un ridicule parmi eux.

(bu ülkenin insanları fransızlar'dan oldukça farklıdır. italyanlar içtendir, iyi insanlardır, çekingen değillerdir, akıllarından geçeni söyleyiverirler. zaman zaman gurura kapılsalar da bu, tutku haline gelir, "benlik" adını alır. sonra, yoksulluk gülünç bir durum değildir onlar için.)

la politique dans une oeuvre littéraire, c'est un coup de pistolet au milieu d'un concert, quelque chose de grossier et auquel pourtant il n'est pas possible de refuser son attention.

(edebi bir eserde politikadan söz etmek sahnenin ortasına fırlatılan bir silah gibidir, oldukça rahatsız edicidir fakat onu görmezden gelemezsiniz.)
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim