sadece 3 meyve seçme şansın olsa seçilecek meyveler
beyaz dut.
dağ çileği.
napolyon kirazı.
dağ çileği.
napolyon kirazı.
devamını gör...
izne ayrılma sebebine yazılacak şey
atam izin'deyiz. *
devamını gör...
işten eve gelince kapının önünde bir sürü ayakkabı görmek
gününde değilsen zehir zıkkım ve gözyaşı, gününde isen bir sürü gülücük ve karın tokluğudur.
rahatsız ukdesi.
rahatsız ukdesi.
devamını gör...
schindler’s list
holokost üzerine çekilmiş en iyi film bu sanırım. tekrar izledim de, yapım yılına göre görüntü, müzik, oyunculuklar gerçekten harika.
hayat güzeldir ve piyanist'i ayrı tutarak söylemek gerekirse; bundan daha iyisi gelmeyecekse ki öyle görünüyor, almanları artık rahat bırakmak gerek fikrimce.
hayat güzeldir ve piyanist'i ayrı tutarak söylemek gerekirse; bundan daha iyisi gelmeyecekse ki öyle görünüyor, almanları artık rahat bırakmak gerek fikrimce.
devamını gör...
istanbul sözleşmesi
son dönemde sözlükte, sosyal medyada, televizyonda sık sık karşımıza çıkan sözleşme. istanbul sözleşmesi yaşatır diyoruz ancak çok azımız sözleşmeyi yakından inceleyip okudu. hukukçu olmanın bir gereği olarak siz sayın sözlükçülere, kadınlara, çocuklara, şiddet gören erkeklere yardımcı olması adına sözleşme ile ilgili kısa kısa bilgiler verip, kendimce önemli gördüğüm birkaç maddesini yorumlamak istiyorum. biraz uzun bir yazı olacak ama okumanızda fayda var. şiddet gören erkekler ne alaka demeyin. sözleşmenin giriş kısmında; “kadınların ve genç kızların erkeklerden daha fazla oranda toplumsal cinsiyete dayalı şiddet riskine maruz kaldıklarının ve erkeklerin de aile içi şiddetin mağdurları olabileceğinin bilincinde olarak” sözleşmenin hazırlandığı ifade edilmiştir.
her ne kadar istanbul sözleşmesi olarak dillendirilse de, metnin asıl ismi kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadeleye dair avrupa konseyi sözleşmesi’dir. avrupa konseyi’nin 11 mayıs 2011 tarihli istanbul toplantısında imzaya açıldığı için istanbul sözleşmesi olarak adlandırılmaktadır. bu husus sözleşmenin 81 inci maddesinde; “istanbul’da, 2011 yılı mayıs ayının 11. günü, ingilizce ve fransızca olarak, her iki dildeki metin de aynı derecede geçerli olmak üzere, tek nüsha halinde hazırlanan bu belge, avrupa konseyi arşivinde saklanacaktır. avrupa konseyi genel sekreteri bu belgenin onaylı kopyalarını avrupa konseyine üye her devlete, bu sözleşmenin hazırlanma sürecine katılmış üye olmayan devletlere, avrupa birliğine ve bu sözleşmeye katılmak üzere davet edilmiş bütün devletlere gönderecektir.” şeklinde ifade edilmiştir. ülkemiz 11 mayıs 2011 tarihinde bu sözleşmeyi imzalamış, 14 mart 2012 yılında onaylamış, 01 ağustos 2014 tarihinde ise yürürlüğe sokmuştur. sözleşme 81 maddeden müteşekkil olup 30 sayfadan ibarettir. merak edenler için söyleyelim; ülkemiz 1949 yılından beridir avrupa konseyine üye bir devlettir.
bu sözleşmenin, iç hukuk kuralları karşısındaki durumu nedir? herhangi bir yargılamada iç hukuk kurallarına mı yoksa sözleşmeye mi öncelik verilecektir? anayasamızın 90 ıncı maddesine göre; “usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. bunlar hakkında anayasaya aykırılık iddiası ile anayasa mahkemesine başvurulamaz. (ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.) usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır." istanbul sözleşmesi temel hak ve özgürlüklere ilişkin bir metin olduğundan anayasamıza göre kanundan önce uygulanma alanı bulur. yine anayasamıza göre; eğer meclis bir konuda kanun çıkarmışsa, cumhurbaşkanlığı artık o konuda kararname ile düzenleme yapamaz. bu amir hükümler uyarınca, kanundan bile güçlü olan bir metnin, cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile ortadan kaldırılıp kaldırılamayacağı yönündeki yorumu, siz değerli romalılara bırakıyorum. sözleşmenin feshine gerekçe olarak sunulan eşcinsellik konusuna ben sözleşme kapsamında rastlamadım, ancak aşağıda dikkat çeken birkaç sözleşme maddesini belirtmekte fayda görüyorum.
devletin yükümlülükleri ve titizlikle yapması gereken inceleme ve araştırmalar başlıklı 5. madde;
“1-taraflar kadınlara karşı herhangi bir şiddet eylemine girişmekten imtina edecek ve devlet yetkililerinin, görevlilerinin, organlarının, kurumlarının ve devlet adına hareket eden diğer aktörlerin bu yükümlülüğe uygun bir biçimde hareket etmelerini temin edeceklerdir.
2-taraflar, devlet dışı aktörlerce gerçekleştirilen ve bu sözleşmenin kapsamı dahilindeki şiddet eylemlerinin önlenmesi, soruşturulması, cezalandırılması, ve bu eylemler nedeniyle tazminat verilmesi konusunda azami dikkat ve özenin sarfedilmesi için gerekli yasal ve diğer tedbirleri alacaklardır.” bu maddeyi okurken benim aklıma direkt musa orhan, ümitcan uygun ve aydın’da 92 yaşında kadına tecavüz edip öldüren cani geldi. hatırlarsanız aydın’da yaşanan olayda failin elindeki dövmenin görünmesi nedeniyle müfettiş görevlendirilmişti. yani sorun kadına şiddet veya tecavüz değil, sorun bir siyasi parti ambleminin görülmesi.
genel yükümlülükler başlıklı 12 nci maddede; “taraflar kültür, töre, din, gelenek veya sözde “namus” gibi kavramların bu sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemine gerekçe olarak kullanılmamasını temin edeceklerdir.” düzenlemesine yer verilmiştir. namusumu temizledim deyip indirim alanların memleketinde, böyle bir madde hayatta kalır mı sevgili sözlükçüler?
eğitim başlıklı 14 üncü maddede; “ taraflar, yerine göre, tüm eğitim seviyelerinde resmi müfredata, kadın erkek eşitliği, toplumsal klişelerden arındırılmış toplumsal cinsiyet rolleri, karşılıklı saygı, kişisel ilişkilerde çatışmaların şiddete başvurmadan çözüme kavuşturulması, kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve kişilik bütünlüğüne saygı gibi konuların, öğrencilerin zaman içinde değişen öğrenme kapasitelerine uyarlanmış bir biçimde dahil edilmesi için gerekli tedbirleri alacaklardır.” hükmüne yer verilmiştir. kindar ve dindar bir toplum yetiştirme amacıyla faaliyet gösteren imam hatiplerin, bu maddeyi kabul etmesi olacak şey midir?
tazminat başlıklı 30 uncu madde düzenlemesi; “hasarın fail, sigorta şirketi veya finansmanı devletçe sağlanan sağlık ve sosyal sigorta hükümlerince karşılanmaması halinde, ciddi bedensel yaralanma veya sağlık bozukluğuna uğrayanlara yeterli devlet tazminatı sağlanacaktır. bu durum, mağdurun emniyetine gereken dikkat sarfedilmesi koşuluyla, tarafların, söz konusu tazminatın, fail tarafından verilen tazminat kadar azaltılması talep etmesini ihtimal dışı bırakmaz.” kadınları hayatta tutalım yeter tazminat isteyen yok.
velayet altına alma, ziyaret hakları ve emniyet başlıklı 31 inci madde; “taraflar çocukların velayetinin ve ziyaret haklarının belirlenmesinde, bu sözleşme kapsamındaki şiddet olaylarının göz önüne alınmasını temin edecek gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.” bu madde, eline geçen her fırsatta mustafa kemal atatürk’e hakaret eden fatih tezcan isimli şahsın da, çocuğumu göremiyorum diye yakındığı maddedir.
taciz amaçlı takip başlıklı 34 üncü madde; “taraflar başka bir şahsa yönelik olarak gerçekleştirilen ve bu şahsı, şahsın kendisini güvende hissetmesini önleyecek şekilde korkutacak, kasıtlı bir biçimde tekrarlanan tehditkar davranışların cezalandırılmasını temin edecek gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.” daha bugün sözlükte takip edip pantolonunu indiren sapık başlığı açıldı. bu tür davranışlar maalesef iç hukukta cinsel taciz yerine, kişilerin huzur ve sükununu bozmak olarak adlandırılıyor.
ırza geçme de dahil olmak üzere cinsel şiddet eylemleri başlıklı 36 ncı madde:
“taraflar aşağıdaki kasten gerçekleştirilen eylemlerin cezalandırılmasını sağlamak üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır:
a) başka bir insanla, rızası olmaksızın, herhangi bir vücut parçasını veya cismi kullanarak, cinsel nitelikli bir vajinal, anal veya oral penetrasyon gerçekleştirmek;
b) bir insanla, rızası olmaksızın, cinsel nitelikli diğer eylemlere girişmek;
c) başka bir insanın, rızası olmaksızın, üçüncü bir insanla cinsel nitelikli eylemlere girmesine neden olmak.
rıza, mevcut koşullar bağlamında değerlendirilmek üzere, şahsın özgür iradesi sonucunda gönüllü olarak verilmelidir.
taraflar 1. fıkrada yer alan hükümlerin aynı zamanda iç hukukta kabul edilmiş olan, eski veya mevcut eşlere veya birlikte yaşayan bireylere karşı gerçekleştirilmiş eylemler için de geçerli olmasının temin edilmesi için gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.” islam fıkhında eşe karşı gerçekleştirilen bu rızasız ilişki, tecavüz olarak nitelendirilemez. aksine eşinin isteğini reddeden kadın, hoş görülmez.
soruşturmalar ve kanıtlar başlıklı 54 üncü madde; “taraflar herhangi bir hukuk veya ceza davasında mağdurun cinsel geçmişi ve davranışıyla ilgili var olan kanıtlara yalnızca davayla ilgili ve gerekliyse izin verilmesini temin etmek üzere gerekli yasal veya diğer önlemleri alacaktır.” kadın mıdır kız mıdır bilmem diyenlerin ülkesinde ölü doğmuş bir madde daha.
toplumsal cinsiyete dayalı iltica talepleri başlıklı 60 ıncı madde; “taraflar kadına yönelik, toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin, mültecilerin statüsüne ilişkin 1951 sözleşmesi 1a(2) maddesi anlamında zulüm olarak ve tamamlayıcı/ ikincil korumayı gerektiren ciddi bir hasar biçimi olarak tanınabilmesini temin etmek üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.” bu madde benim aklıma işid üyesi barbarların tecavüzüne uğrayan ezidi kadınlarını getirdi.
yukarıda dikkat çektiğim sözleşme hükümlerini okursanız, bu hükümlerin bizim gibi barbar ortadoğu toplumlarında karşılık bulmayacağını çabucak göreceksiniz. mesele eşcinsellik meselesi değil, ki öyle olması da başlı başına bir facia olurdu. azgın bir azınlığın rahatça at koşturması için hukuk devletinin engelleri birer birer bertaraf ediliyor. her ne kadar sevmesem de hani şu soma faciasında tutuklu kalan tek bir kişi var; mağdur ailelerin avukatı, selçuk kozağaçlı. o adamın güzel bir lafı var; "hukuk diye helvadan put yapmışsınız, acıkınca yiyorsunuz."
her ne kadar istanbul sözleşmesi olarak dillendirilse de, metnin asıl ismi kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadeleye dair avrupa konseyi sözleşmesi’dir. avrupa konseyi’nin 11 mayıs 2011 tarihli istanbul toplantısında imzaya açıldığı için istanbul sözleşmesi olarak adlandırılmaktadır. bu husus sözleşmenin 81 inci maddesinde; “istanbul’da, 2011 yılı mayıs ayının 11. günü, ingilizce ve fransızca olarak, her iki dildeki metin de aynı derecede geçerli olmak üzere, tek nüsha halinde hazırlanan bu belge, avrupa konseyi arşivinde saklanacaktır. avrupa konseyi genel sekreteri bu belgenin onaylı kopyalarını avrupa konseyine üye her devlete, bu sözleşmenin hazırlanma sürecine katılmış üye olmayan devletlere, avrupa birliğine ve bu sözleşmeye katılmak üzere davet edilmiş bütün devletlere gönderecektir.” şeklinde ifade edilmiştir. ülkemiz 11 mayıs 2011 tarihinde bu sözleşmeyi imzalamış, 14 mart 2012 yılında onaylamış, 01 ağustos 2014 tarihinde ise yürürlüğe sokmuştur. sözleşme 81 maddeden müteşekkil olup 30 sayfadan ibarettir. merak edenler için söyleyelim; ülkemiz 1949 yılından beridir avrupa konseyine üye bir devlettir.
bu sözleşmenin, iç hukuk kuralları karşısındaki durumu nedir? herhangi bir yargılamada iç hukuk kurallarına mı yoksa sözleşmeye mi öncelik verilecektir? anayasamızın 90 ıncı maddesine göre; “usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. bunlar hakkında anayasaya aykırılık iddiası ile anayasa mahkemesine başvurulamaz. (ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.) usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır." istanbul sözleşmesi temel hak ve özgürlüklere ilişkin bir metin olduğundan anayasamıza göre kanundan önce uygulanma alanı bulur. yine anayasamıza göre; eğer meclis bir konuda kanun çıkarmışsa, cumhurbaşkanlığı artık o konuda kararname ile düzenleme yapamaz. bu amir hükümler uyarınca, kanundan bile güçlü olan bir metnin, cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile ortadan kaldırılıp kaldırılamayacağı yönündeki yorumu, siz değerli romalılara bırakıyorum. sözleşmenin feshine gerekçe olarak sunulan eşcinsellik konusuna ben sözleşme kapsamında rastlamadım, ancak aşağıda dikkat çeken birkaç sözleşme maddesini belirtmekte fayda görüyorum.
devletin yükümlülükleri ve titizlikle yapması gereken inceleme ve araştırmalar başlıklı 5. madde;
“1-taraflar kadınlara karşı herhangi bir şiddet eylemine girişmekten imtina edecek ve devlet yetkililerinin, görevlilerinin, organlarının, kurumlarının ve devlet adına hareket eden diğer aktörlerin bu yükümlülüğe uygun bir biçimde hareket etmelerini temin edeceklerdir.
2-taraflar, devlet dışı aktörlerce gerçekleştirilen ve bu sözleşmenin kapsamı dahilindeki şiddet eylemlerinin önlenmesi, soruşturulması, cezalandırılması, ve bu eylemler nedeniyle tazminat verilmesi konusunda azami dikkat ve özenin sarfedilmesi için gerekli yasal ve diğer tedbirleri alacaklardır.” bu maddeyi okurken benim aklıma direkt musa orhan, ümitcan uygun ve aydın’da 92 yaşında kadına tecavüz edip öldüren cani geldi. hatırlarsanız aydın’da yaşanan olayda failin elindeki dövmenin görünmesi nedeniyle müfettiş görevlendirilmişti. yani sorun kadına şiddet veya tecavüz değil, sorun bir siyasi parti ambleminin görülmesi.
genel yükümlülükler başlıklı 12 nci maddede; “taraflar kültür, töre, din, gelenek veya sözde “namus” gibi kavramların bu sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemine gerekçe olarak kullanılmamasını temin edeceklerdir.” düzenlemesine yer verilmiştir. namusumu temizledim deyip indirim alanların memleketinde, böyle bir madde hayatta kalır mı sevgili sözlükçüler?
eğitim başlıklı 14 üncü maddede; “ taraflar, yerine göre, tüm eğitim seviyelerinde resmi müfredata, kadın erkek eşitliği, toplumsal klişelerden arındırılmış toplumsal cinsiyet rolleri, karşılıklı saygı, kişisel ilişkilerde çatışmaların şiddete başvurmadan çözüme kavuşturulması, kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve kişilik bütünlüğüne saygı gibi konuların, öğrencilerin zaman içinde değişen öğrenme kapasitelerine uyarlanmış bir biçimde dahil edilmesi için gerekli tedbirleri alacaklardır.” hükmüne yer verilmiştir. kindar ve dindar bir toplum yetiştirme amacıyla faaliyet gösteren imam hatiplerin, bu maddeyi kabul etmesi olacak şey midir?
tazminat başlıklı 30 uncu madde düzenlemesi; “hasarın fail, sigorta şirketi veya finansmanı devletçe sağlanan sağlık ve sosyal sigorta hükümlerince karşılanmaması halinde, ciddi bedensel yaralanma veya sağlık bozukluğuna uğrayanlara yeterli devlet tazminatı sağlanacaktır. bu durum, mağdurun emniyetine gereken dikkat sarfedilmesi koşuluyla, tarafların, söz konusu tazminatın, fail tarafından verilen tazminat kadar azaltılması talep etmesini ihtimal dışı bırakmaz.” kadınları hayatta tutalım yeter tazminat isteyen yok.
velayet altına alma, ziyaret hakları ve emniyet başlıklı 31 inci madde; “taraflar çocukların velayetinin ve ziyaret haklarının belirlenmesinde, bu sözleşme kapsamındaki şiddet olaylarının göz önüne alınmasını temin edecek gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.” bu madde, eline geçen her fırsatta mustafa kemal atatürk’e hakaret eden fatih tezcan isimli şahsın da, çocuğumu göremiyorum diye yakındığı maddedir.
taciz amaçlı takip başlıklı 34 üncü madde; “taraflar başka bir şahsa yönelik olarak gerçekleştirilen ve bu şahsı, şahsın kendisini güvende hissetmesini önleyecek şekilde korkutacak, kasıtlı bir biçimde tekrarlanan tehditkar davranışların cezalandırılmasını temin edecek gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.” daha bugün sözlükte takip edip pantolonunu indiren sapık başlığı açıldı. bu tür davranışlar maalesef iç hukukta cinsel taciz yerine, kişilerin huzur ve sükununu bozmak olarak adlandırılıyor.
ırza geçme de dahil olmak üzere cinsel şiddet eylemleri başlıklı 36 ncı madde:
“taraflar aşağıdaki kasten gerçekleştirilen eylemlerin cezalandırılmasını sağlamak üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır:
a) başka bir insanla, rızası olmaksızın, herhangi bir vücut parçasını veya cismi kullanarak, cinsel nitelikli bir vajinal, anal veya oral penetrasyon gerçekleştirmek;
b) bir insanla, rızası olmaksızın, cinsel nitelikli diğer eylemlere girişmek;
c) başka bir insanın, rızası olmaksızın, üçüncü bir insanla cinsel nitelikli eylemlere girmesine neden olmak.
rıza, mevcut koşullar bağlamında değerlendirilmek üzere, şahsın özgür iradesi sonucunda gönüllü olarak verilmelidir.
taraflar 1. fıkrada yer alan hükümlerin aynı zamanda iç hukukta kabul edilmiş olan, eski veya mevcut eşlere veya birlikte yaşayan bireylere karşı gerçekleştirilmiş eylemler için de geçerli olmasının temin edilmesi için gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.” islam fıkhında eşe karşı gerçekleştirilen bu rızasız ilişki, tecavüz olarak nitelendirilemez. aksine eşinin isteğini reddeden kadın, hoş görülmez.
soruşturmalar ve kanıtlar başlıklı 54 üncü madde; “taraflar herhangi bir hukuk veya ceza davasında mağdurun cinsel geçmişi ve davranışıyla ilgili var olan kanıtlara yalnızca davayla ilgili ve gerekliyse izin verilmesini temin etmek üzere gerekli yasal veya diğer önlemleri alacaktır.” kadın mıdır kız mıdır bilmem diyenlerin ülkesinde ölü doğmuş bir madde daha.
toplumsal cinsiyete dayalı iltica talepleri başlıklı 60 ıncı madde; “taraflar kadına yönelik, toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin, mültecilerin statüsüne ilişkin 1951 sözleşmesi 1a(2) maddesi anlamında zulüm olarak ve tamamlayıcı/ ikincil korumayı gerektiren ciddi bir hasar biçimi olarak tanınabilmesini temin etmek üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.” bu madde benim aklıma işid üyesi barbarların tecavüzüne uğrayan ezidi kadınlarını getirdi.
yukarıda dikkat çektiğim sözleşme hükümlerini okursanız, bu hükümlerin bizim gibi barbar ortadoğu toplumlarında karşılık bulmayacağını çabucak göreceksiniz. mesele eşcinsellik meselesi değil, ki öyle olması da başlı başına bir facia olurdu. azgın bir azınlığın rahatça at koşturması için hukuk devletinin engelleri birer birer bertaraf ediliyor. her ne kadar sevmesem de hani şu soma faciasında tutuklu kalan tek bir kişi var; mağdur ailelerin avukatı, selçuk kozağaçlı. o adamın güzel bir lafı var; "hukuk diye helvadan put yapmışsınız, acıkınca yiyorsunuz."
devamını gör...
öğretmene küfreden ergen
bu olayı psikolojik açıdan değerlendiren ve "öğrencinin psikolojisi önemlidir" diyen arkadaşlara gülüp "siz norveç'te yaşamıyorsunuz güzellerim benim" dedim kendi kendime. bir de biz değerlendirelim bu durumu bakalım çünkü başlıkta konuya çok sığ bakılmış.
videoyu ilk gördüğümde garipsemiştim. daha da ilerisi adamın öğretmenlik hayatının bitirilmesi gerektiğini, ve daha da kötüsü dövülmesi gerektiğini düşünmüştüm...
sonra aklıma kendi ortaokul ve lise hayatım geldi. nedir bir öğretmen için ortaokul ve lisede, kalabalık bir sınıfı hizaya getirmenin kuralı? sınıfta aşırı sıkıntılı 2-3 tip gözüne kestirirsin. herşey bu 2-3 tipe gösterdiğin müsamaha üzerinden yürür. eğer bu bebeleri sindirirsen, sınıfın üzerinde çok güçlü bir otoriten olur.
ancak bu bebeleri sindiremez ve alttan alırsan, yavaş yavaş başına çıkmaya, seni aşağılamaya, rencide etmeye, kışkırtmaya başlarlar. bir süre sonra önce sınıfta, sonra da okul genelinde adın pısırık öğretmene çıkar. öncesinde 1 kişiye sözünü geçiremezken artık 30 kişiyi sonra 300 kişiye sonra da bütün okula sözünü geçiremeyen bir ezik olur çıkarsın...
ben bunu bizzat kendi uzun yıllar süren öğretim hayatımda kendi öğretmenlerim üzerinde görmüş bir insanım. yani bu tip olaylarda olaya tek taraflı bakıp, sadece sonuca bakıp benim gibi önyargılı davranırsanız, tıpkı bu başlıkta gördüğümüz üzere, olayın çıkış noktasını kaçırırsınız.
size geçmişteki bir öğretmenimden bahsedeyim. bu öğretmen lisede coğrafya öğretmeni. yaklaşık 2-3 haftalık canım cicim dönemlerinden sonra, öğretmenle kanka muhabbetine başlanıldı ve yavaş yavaş iş cıvımaya doğru ilerledi. 3 hafta sonunda bir gün dersimizde sınıfın aşırı sıkıntılı tipi olan sevgili ömer isimli arkadaşımız işi ufak şakalar ile başlayıp iyice ileriye götürüp öğretmeni hafiften sindirmeye başladı. bunu farkeden öğretmen yavaş yavaş sinirlenmeye, laf çakmalar karşısında sadece gülmeye başladı. işte bu durumdan 10-15 dakika sonra öğretmenin tek yaptığı, ön sıralarda oturan ömer'in karnına ayakkabı ile çok sert bir biçimde basmak oldu. bir kere bunu yapan öğretmen dalga geçer gibi iki üç kere daha tekrarladı bunu. sıraya adeta ömer'i çivileyen ve ömer'in nefessiz kalmasını sağlayan öğretmen bu hareketten sonra hitler suratı ile adeta sınıfta sessiz bir terör estirdi. devam eden dakikalarda ders dinlenilmiş, hayat normale dönmüş, ömer de göğsünde güzel bir ayakkabı şekli ile sessizce dinlemişti. yanlış anlaşılmasın, ömer öyle altta kalacak bir tip değildi. sadece işin ciddiyetini kavramamış, ölmeyi bayılmak sanmış, hocasının böyle bir adım atacağını anlamamış ve onu sindirmeye çalışmış ve yüz buldukça devam ettirmişti. eğer başka bir öğretmen olsa ömer onu bu şekilde sindirmiş, hocadan yanıt gelmeyince de üzerine çıkmış olacaktı.
bütün bir sınıf olarak öğretmenin bu hareketi karşısında şok olmuş, yaklaşık 45 numara olan ayağının izini ömer'in göğsünde görünce durumun ciddiyetini anlamış, o saniyeden sonra sezon sonuna kadar bir daha öğretmenin dersinde tek bir laubalilik dahi yapmamıştık. bu olay diğer sınıflarda da duyulduğu için öğretmenin derslerindeki disiplinini az çok kestirirsiniz...
ben bunu neden anlattım? en yukarıdaki önermeyi desteklemek için. ortadoğu toplumlarında, birçoğu asgari ücretle geçinen, kirada yaşayan insanların çomar ve edepsiz, terbiyesiz çocuklarını, sınıftaki 50 kişinin içindeki 2-3 kişi gerçekten iyi insan olacak çocuklar rahatsız olmasın diye tolere ederseniz, önce başınıza çıkar, sonra da okulda adınızı çıkarır sizi bullying sistemi ile bir güzel sindirirler. ortadoğu'da iyilik güzellik değil orman kanunları geçerlidir.
öğretmen-öğrenci ilişkileri özellikle bizim gibi ortadoğu toplumlarında eğer 9-10 kişilik sınıflarda refah düzeyi yüksek bir eğitim görmüyorsanız bu şekilde ilerler. olay tamamen öğrencinin öğretmeni ya da öğretmenin öğrenciyi sindirmesi üzerinedir.
ben öğrencilik hayatımda çok dayakçı öğretmen görmeme rağmen çok az dayak yiyen bir insandım. çok çok nadir öğretmenlerimle sorun yaşamışımdır. genelde sorun çıkarmadan dersi dinler hayatıma devam ederdim. ama herkes benim gibi olmadığı için, öğretmenlerin kurunun yanında arada beni de yaktığını bilirdim. yani öğretmenlerimle sürekli empati yapardım.
bu olayda kim haklı kim haksız umrumda değildir. öğretmen öğrenci ilişkileri dışarıdan anlatılanlar, iki tarafın anlattıklarından farklıdır bunu bilmek ona göre hareket etmek lazım. işin iç yüzünü bilme ihtimalimiz çok düşük bu yüzden önyargılı olmamak gerekir.
videoyu ilk gördüğümde garipsemiştim. daha da ilerisi adamın öğretmenlik hayatının bitirilmesi gerektiğini, ve daha da kötüsü dövülmesi gerektiğini düşünmüştüm...
sonra aklıma kendi ortaokul ve lise hayatım geldi. nedir bir öğretmen için ortaokul ve lisede, kalabalık bir sınıfı hizaya getirmenin kuralı? sınıfta aşırı sıkıntılı 2-3 tip gözüne kestirirsin. herşey bu 2-3 tipe gösterdiğin müsamaha üzerinden yürür. eğer bu bebeleri sindirirsen, sınıfın üzerinde çok güçlü bir otoriten olur.
ancak bu bebeleri sindiremez ve alttan alırsan, yavaş yavaş başına çıkmaya, seni aşağılamaya, rencide etmeye, kışkırtmaya başlarlar. bir süre sonra önce sınıfta, sonra da okul genelinde adın pısırık öğretmene çıkar. öncesinde 1 kişiye sözünü geçiremezken artık 30 kişiyi sonra 300 kişiye sonra da bütün okula sözünü geçiremeyen bir ezik olur çıkarsın...
ben bunu bizzat kendi uzun yıllar süren öğretim hayatımda kendi öğretmenlerim üzerinde görmüş bir insanım. yani bu tip olaylarda olaya tek taraflı bakıp, sadece sonuca bakıp benim gibi önyargılı davranırsanız, tıpkı bu başlıkta gördüğümüz üzere, olayın çıkış noktasını kaçırırsınız.
size geçmişteki bir öğretmenimden bahsedeyim. bu öğretmen lisede coğrafya öğretmeni. yaklaşık 2-3 haftalık canım cicim dönemlerinden sonra, öğretmenle kanka muhabbetine başlanıldı ve yavaş yavaş iş cıvımaya doğru ilerledi. 3 hafta sonunda bir gün dersimizde sınıfın aşırı sıkıntılı tipi olan sevgili ömer isimli arkadaşımız işi ufak şakalar ile başlayıp iyice ileriye götürüp öğretmeni hafiften sindirmeye başladı. bunu farkeden öğretmen yavaş yavaş sinirlenmeye, laf çakmalar karşısında sadece gülmeye başladı. işte bu durumdan 10-15 dakika sonra öğretmenin tek yaptığı, ön sıralarda oturan ömer'in karnına ayakkabı ile çok sert bir biçimde basmak oldu. bir kere bunu yapan öğretmen dalga geçer gibi iki üç kere daha tekrarladı bunu. sıraya adeta ömer'i çivileyen ve ömer'in nefessiz kalmasını sağlayan öğretmen bu hareketten sonra hitler suratı ile adeta sınıfta sessiz bir terör estirdi. devam eden dakikalarda ders dinlenilmiş, hayat normale dönmüş, ömer de göğsünde güzel bir ayakkabı şekli ile sessizce dinlemişti. yanlış anlaşılmasın, ömer öyle altta kalacak bir tip değildi. sadece işin ciddiyetini kavramamış, ölmeyi bayılmak sanmış, hocasının böyle bir adım atacağını anlamamış ve onu sindirmeye çalışmış ve yüz buldukça devam ettirmişti. eğer başka bir öğretmen olsa ömer onu bu şekilde sindirmiş, hocadan yanıt gelmeyince de üzerine çıkmış olacaktı.
bütün bir sınıf olarak öğretmenin bu hareketi karşısında şok olmuş, yaklaşık 45 numara olan ayağının izini ömer'in göğsünde görünce durumun ciddiyetini anlamış, o saniyeden sonra sezon sonuna kadar bir daha öğretmenin dersinde tek bir laubalilik dahi yapmamıştık. bu olay diğer sınıflarda da duyulduğu için öğretmenin derslerindeki disiplinini az çok kestirirsiniz...
ben bunu neden anlattım? en yukarıdaki önermeyi desteklemek için. ortadoğu toplumlarında, birçoğu asgari ücretle geçinen, kirada yaşayan insanların çomar ve edepsiz, terbiyesiz çocuklarını, sınıftaki 50 kişinin içindeki 2-3 kişi gerçekten iyi insan olacak çocuklar rahatsız olmasın diye tolere ederseniz, önce başınıza çıkar, sonra da okulda adınızı çıkarır sizi bullying sistemi ile bir güzel sindirirler. ortadoğu'da iyilik güzellik değil orman kanunları geçerlidir.
öğretmen-öğrenci ilişkileri özellikle bizim gibi ortadoğu toplumlarında eğer 9-10 kişilik sınıflarda refah düzeyi yüksek bir eğitim görmüyorsanız bu şekilde ilerler. olay tamamen öğrencinin öğretmeni ya da öğretmenin öğrenciyi sindirmesi üzerinedir.
ben öğrencilik hayatımda çok dayakçı öğretmen görmeme rağmen çok az dayak yiyen bir insandım. çok çok nadir öğretmenlerimle sorun yaşamışımdır. genelde sorun çıkarmadan dersi dinler hayatıma devam ederdim. ama herkes benim gibi olmadığı için, öğretmenlerin kurunun yanında arada beni de yaktığını bilirdim. yani öğretmenlerimle sürekli empati yapardım.
bu olayda kim haklı kim haksız umrumda değildir. öğretmen öğrenci ilişkileri dışarıdan anlatılanlar, iki tarafın anlattıklarından farklıdır bunu bilmek ona göre hareket etmek lazım. işin iç yüzünü bilme ihtimalimiz çok düşük bu yüzden önyargılı olmamak gerekir.
devamını gör...
nilgün marmara
"dünyayla yaralı"
önce bir minik biyografi ile başlayayım. 13 şubat 1958 yılında, moda'da, bulgaristan göçmeni bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. kadıköy maarif kolejinden mezun olduktan sonra önce istanbul üniversitesi türk dili ve edebiyatı bölümünde okudu. daha sonra okuldan ayrıldı ve tekrar sınava girip boğaziçi üniversitesi ingiliz dili ve edebiyatı bölümüne geçip buradan mezun oldu. bitirme tezini de herkes bilir: "sylvia plath'in şairliğinin intiharı bağlamında analizi"
arada aklıma gelmiyor değil, sylvia plath'i düşünürken acaba "sonum onun gibi mi olacak?" diye düşünüyor muydu? ya da korkuyor muydu o sondan. kendini öldürürken hiç çığlık atmamış. belki de emindi sonundan. bilmiyorum.
boğaziçi, umutsuzlar merdiveni ve nilgün hakkında bir şeyler ekleyeyim biraz. zaten biliyorsunuz ki nilgün marmara'yı umutsuzlar merdiveninden bağımsız düşünmek çok zor. buyurun ece ayhan ne demiş;
"boğaziçi ünivesitesi'nde (ve daha önce robert college'de, 'yukarıda') okuyanlar iyi bilirler; orada, spor salonu ile kantinin bulunduğu yapıda bahçeye bakan ünlü bir 'umutsuzlar merdiveni' vardır; demirdendir. kimbilir belki de bırakılmış bir yangın merdiveni! okul arkadaşları anlatırlar: nilgün marmara, boğaziçi üniversitesi ingiliz filoloji'sinde öğrenciyken derslere pek girmez ve garip bir 'kuş' olarak basamaklara tünermiş. acaba büyük kanatları yüzünden uçamayan 'o' (ya da 'bir') albatros mu? denizler kuşu. gözleri denizin derin yerleriyle sığ yerleri arasındaki maviliktedir işte. benim öyle 'umran' görmüşlerin boş vakitlerinde can sıkıntılarından uğraştığı ruh çağırmaları ya da parapsikolojiyle filan herhangi bir ilişim yok, olsaydı belki eskiden nilgün marmara'nın oturduğu basamakta şimdi geceleri bir hayaletin (yine çığlık atmadan) görüldüğünü söyleyebilirdim."
mezun olduktan sonra ilk önce marmaris'te bir tatil köyünde sonra çeşitli yerlerde çalıştı. zaten ne iş hayatı ne hayatı çok uzun sürdü canım şairin.
1982 yılı, yabancıların en yakını olarak gördüğü eşi kağan önal ile evleniyor. ben bunu sorgulayacak veya yorumlayacak doğru kişi değilim ama hakkında bir şey yazmam gerekirse, ona çok doğru gelen, ama belki 29 yıllık yaşamı boyunca yaptığı en yanlış tercihlerden biri. hiçbir şey değil ama kağan önal'ın bir dediği çok canımı sıkmıştı bir ara, belki bu ara.
"nilgün'ün şiir yazdığını bile bilmezdim, bir kenarda pıtır pıtır bir şeyler yazardı."
13 ekim 1987, daha 29 yaşında ve evinin balkonundan atlayarak hayatına son veriyor. daha sonra nilgün'ün intihar etmediği, eşi kağan önal tarafından öldürüldüğü söyleniyor. kağan önal şu açıklamaları yapıyor:
"oysa nilgün’ün tedavi olması gerekiyordu ama o doktordan kaçıyordu. doktor, geldiğinde evde olması gerekirken evde değildi. doktor beklemişti. gelince de konuştular... doktor bana “işiniz çok zor, tedavi olması lazım ama çok zeki ve kültürlü. yani en zor vakalardan” demişti. çünkü iyileşmesi için entelektüel faaliyetlerde bulunmaması gerekiyordu. ilacı dayayacaklar ve uyuşacaktı. orta kültür ve zekalı durumlarda bu hastalık genelde 20’li yaşlarda ortaya çıkarmış, lityum tedavisi ile başarılı olunurmuş. ancak nilgün bu tipte değildi. tedavi olması, buna ikna olması, tedaviden memnun kalması hepsi ayrı bir dertti. dolayısıyla tedavi olmadı. öldüğü gün bana tedaviye tekrar başlayacağına dair söz vermişti."
ölümünden sonra ece ayhan pek çok şey demiş, meçhul öğrenci anıtı demiş. cenazede nilgün'ün annesine sormuş okul numarasını. oradan geliyor 128.
cemal süreya,
"nilgün ölmüş. beşinci kattaki evinin penceresinden kendini aşağı atarak canına kıymış, ece ayhan söyledi. çok değişik bir insandı zelda. akşamları belli saatten sonra kişilik hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. yüzü alarır bakışlarına çok güzel ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi. çok da gençti. sanırım otuzuna değmemişti daha.. bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu. dönüp baktığımda bir acı da buluyorum nilgün’ün yüzünde. o zamanlar görememişim. bugün ortaya çıkıyor."
demiş.
bir de gülseli inal'ın dedikleri var, pek ölümüyle alakalı değil. ece ayhan'ı suçlar gibi. belki biraz haklı, bence haksız:
"1986'nın sonbaharı, nilgün ve ben boğaziçi üniversitesi dış taşlığının umutsuzlar merdivenlerinde oturuyoruz. nilgün'e “haydi" diyorum "yaprak'a -kız kardeşim- çaya gidelim evi buraya çok yakın.” konuşa konuşa üniversiteyi geride bırakıyoruz. yaprak, bizi harika bir coşkuyla karşılıyor. çaylar, sohbetler, duygu paylaşımları. sonra evlere dönmek için bir taksiye atlıyoruz. tam benim semtime geldiğimizde nilgün bana dönüp; "biliyor musun” diyor, “ben şiir yazıyorum ve yazılmış çok şiirim var.”
şaşkınlıktan donup kalıyorum.
"bundan hiç söz etmedin."
"hiç kimseye söz etmedim, yalnız sana öylüyorum."
"ece ya da ilhan berk de mi bilmiyor?"
"hiçbiri. ama şiirlerimi sana göstereceğim."
"peki neden göstermedin şiirlerini?"
"hiç sormadılar ki. işte öyle. önümüzdeki hafta buluşalım. okumanı istiyorum. belki iki yüz elli sayfalık şiirim var."
nilgün'le tanışalı neredeyse bir buçuk yıl olmuş, ece ise onu tanıyalı dört yıl... bir gariplik var. iki yüz elli rakamı kafamı kurcalıyor. hiçbir zaman, evet hiçbir zaman, onun evinde, orada burada, pera'daki buluşmalarda şiir üzerine konuşmalar, özellikle boğaz'daki kaptan'da yemekli buluşmalarımızda, tüm gün konuştuğumuz şiir dolu saatlerde nilgün'ün şiir yazdığına dair en ufak bir işaret yoktu ve hiç olmamıştı. kaptan'daki yemekte, ece'nin bana sorduğu soruya nilgün'ün çok gülmesi; "o şiirinde gözlerini balıkların yediği delikanlıyla gerçekten tanıştın mı?" yine aynı gün şiirin yoğun konuşulduğu, nilgün'ün şiir konusunda hiçbir konuşmaya katılmayıp sadece herkesi dinlediğini anımsıyorum. birkaç gün sonra nilgün'le yine kızıltoprak'taki evinde buluşuyoruz; salonun ortasındaki cam masanın üzerinde sayısız şiir tomarı içinden, birini bana uzatıyor okumam için.
"ece bunları görmedi mi?"
"o ilgilenmez."
ece ayhan; yakın çevresinde olup biteni pek sezmeden karşısında marjinal, sıradışı kadının şair olabileceği ihtimali üzerinde durmadan sadece kendinden söz ediyor. karşımızda bu kez; karşı taraftan beklediğini kendisi uygulamayan, "zihinle bakarak" görmeyen, görmek istemeyen, elinin tersiyle iten biri var; bir usta şair yine marjda, yine atak. ne olursa olsun kendi isyan iktidarını yaşayan ve sivil iktidarlar kuran biri. 13 ekim 1987'de, nilgün'ün cenazesinde, doğru nilgün'ün annesinin yanına gidip o yaslı kadına nilgün'ün okul numarasını sorma ve ardından yanıt olarak verilen sayının aslında nilgün'ün mezar numarasıyla aynı oluşu. 128 nilgün. insanın insana fütursuzca sadistçe 'acıtmak, canını yakmak' eylemine karşı çıkan kara şair, bu kez sırılsıklam aşık olduğu nilgün'ün canını yakıyor. garip kısırdöngü, içinden çıkılamayan çark, insanın kendini algılayamaması. 'zihinle bakmak'ın uğramadığı yer. bir etikçiye dönüşen şairin garip paradoksu. bir karşılaştırma yapıyorum ister istemez, ezra pound düşüyor aklıma; anglo-sakson edebiyatına inanılmaz katkılarda bulunan marjinallerin marjinali bir şair. karşımızda kara mı kara anarşist bir edebiyatçı var, ece'nin çağdaşı amerikalı asi adam ezra pound. pound, sadece dehamsı şiirleriyle, başkaldırılarıyla değil, 20, yüzyılın çok önemli ingiliz, irlandalı şairlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1913'te james joyce'u ilk keşfeden pound oldu. joyce'un ilk gençlik şiirleriyle, dev eseri ulyysess'in ilk yayımlanışı pound'un çabaları sayesinde gerçekleşti. pound; d.h. lawrence, wyndham lewis ve t. s. eliot içinde aynı şeyleri yaptı. henry miller'ın dönenceler'ini, kimsenin ilgilenmediği bir dönemde sonuna kadar savunmuştu. eliot'ın çorak ülke'si pound'un sayesinde tanındı ve onun çabalarıyla edebiyat tarihine böyle dahiyane bir şiir armağan edildi... robert frost, hemingway, dönemin anglo-sakson yazarlarının hepsi, pound'tan coşkulu destekler aldılar.
nilgün'ün ani ölümünden sonra, ece ayhan, günah çıkartır gibi nilgün üzerine sayısız yazı kaleme aldı. bir gönül borcu olabilir mi! ya da yaşarken takındığı aldırmazlığın üstünü örtmek olabilir mi?! "aldırma nilgün marmara" adlı ilk yazısında ise, şaşırtmacalı bir dille gümüşlük'te nilgün'ün şiirlerini bildiğini yazar ki, bu baştan aşağıya koskoca bir aldatmacadır. 128 nilgün, artık toprak altındadır ve kimse onu yanıtlayamaz öyle değil mi? nilgün'ün ölümünün birinci yıl anma toplantısında ece ayhan, herkesin içinde nilgün için sadece bir anekdot anlatıp ortadan kayboluyor; nilgün'ün bir gece cemal süreya ve cihat burak'ın başlarından aşağıya toz şeker dökmesinin çok ilginç olduğunu söyleyerek... öncesi ve sonrasında ise dile gelen hepsi bu kadardır. .nilgün'ün intiharından sonra, bir günahın tilmizi gibi sayısız yazı yazar, ama nafile, olan olmuştur... belki derin bir pişmanlık, belki ona çarpıp geçen bir kuyrukluyıldızın şaşkınlığı. "nilgün marmara'nın başına da 1987'de bir scorpio olayı getirildi ama nilgün marmara bunu yazmaya 13 ekim 1987'deki ölümü yüzünden vakit bulamadı.” (sivil denemeler kara) diyecek denli her şeyi bilen! acaba scorpio kendisi olmasın, ya da ölüm meleği."
bilemiyorum, ece ayhan'ı bu derece suçlamak çok yanlış. suçlanamaz gibime geliyor. belki de açık olması lazımdı. açık olmak elinde miydi peki? sanmıyorum.
nilgün, beni çok korkutuyor, feci korkutuyor. hakkında öğrendiğim her yeni şeyi kendimde bulmam çok korkutuyor. değişik bir insan. ece de öyle. bu dünyaya ait olmadığı için farklı dünyalar aramaya yola çıktı. umarım bulmuştur.
bilmiyorum bu uzun, belki de yazdığım en uzun yazıyı buraya kadar okuyan var mıdır?
önce bir minik biyografi ile başlayayım. 13 şubat 1958 yılında, moda'da, bulgaristan göçmeni bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. kadıköy maarif kolejinden mezun olduktan sonra önce istanbul üniversitesi türk dili ve edebiyatı bölümünde okudu. daha sonra okuldan ayrıldı ve tekrar sınava girip boğaziçi üniversitesi ingiliz dili ve edebiyatı bölümüne geçip buradan mezun oldu. bitirme tezini de herkes bilir: "sylvia plath'in şairliğinin intiharı bağlamında analizi"
arada aklıma gelmiyor değil, sylvia plath'i düşünürken acaba "sonum onun gibi mi olacak?" diye düşünüyor muydu? ya da korkuyor muydu o sondan. kendini öldürürken hiç çığlık atmamış. belki de emindi sonundan. bilmiyorum.
boğaziçi, umutsuzlar merdiveni ve nilgün hakkında bir şeyler ekleyeyim biraz. zaten biliyorsunuz ki nilgün marmara'yı umutsuzlar merdiveninden bağımsız düşünmek çok zor. buyurun ece ayhan ne demiş;
"boğaziçi ünivesitesi'nde (ve daha önce robert college'de, 'yukarıda') okuyanlar iyi bilirler; orada, spor salonu ile kantinin bulunduğu yapıda bahçeye bakan ünlü bir 'umutsuzlar merdiveni' vardır; demirdendir. kimbilir belki de bırakılmış bir yangın merdiveni! okul arkadaşları anlatırlar: nilgün marmara, boğaziçi üniversitesi ingiliz filoloji'sinde öğrenciyken derslere pek girmez ve garip bir 'kuş' olarak basamaklara tünermiş. acaba büyük kanatları yüzünden uçamayan 'o' (ya da 'bir') albatros mu? denizler kuşu. gözleri denizin derin yerleriyle sığ yerleri arasındaki maviliktedir işte. benim öyle 'umran' görmüşlerin boş vakitlerinde can sıkıntılarından uğraştığı ruh çağırmaları ya da parapsikolojiyle filan herhangi bir ilişim yok, olsaydı belki eskiden nilgün marmara'nın oturduğu basamakta şimdi geceleri bir hayaletin (yine çığlık atmadan) görüldüğünü söyleyebilirdim."
mezun olduktan sonra ilk önce marmaris'te bir tatil köyünde sonra çeşitli yerlerde çalıştı. zaten ne iş hayatı ne hayatı çok uzun sürdü canım şairin.
1982 yılı, yabancıların en yakını olarak gördüğü eşi kağan önal ile evleniyor. ben bunu sorgulayacak veya yorumlayacak doğru kişi değilim ama hakkında bir şey yazmam gerekirse, ona çok doğru gelen, ama belki 29 yıllık yaşamı boyunca yaptığı en yanlış tercihlerden biri. hiçbir şey değil ama kağan önal'ın bir dediği çok canımı sıkmıştı bir ara, belki bu ara.
"nilgün'ün şiir yazdığını bile bilmezdim, bir kenarda pıtır pıtır bir şeyler yazardı."
13 ekim 1987, daha 29 yaşında ve evinin balkonundan atlayarak hayatına son veriyor. daha sonra nilgün'ün intihar etmediği, eşi kağan önal tarafından öldürüldüğü söyleniyor. kağan önal şu açıklamaları yapıyor:
"oysa nilgün’ün tedavi olması gerekiyordu ama o doktordan kaçıyordu. doktor, geldiğinde evde olması gerekirken evde değildi. doktor beklemişti. gelince de konuştular... doktor bana “işiniz çok zor, tedavi olması lazım ama çok zeki ve kültürlü. yani en zor vakalardan” demişti. çünkü iyileşmesi için entelektüel faaliyetlerde bulunmaması gerekiyordu. ilacı dayayacaklar ve uyuşacaktı. orta kültür ve zekalı durumlarda bu hastalık genelde 20’li yaşlarda ortaya çıkarmış, lityum tedavisi ile başarılı olunurmuş. ancak nilgün bu tipte değildi. tedavi olması, buna ikna olması, tedaviden memnun kalması hepsi ayrı bir dertti. dolayısıyla tedavi olmadı. öldüğü gün bana tedaviye tekrar başlayacağına dair söz vermişti."
ölümünden sonra ece ayhan pek çok şey demiş, meçhul öğrenci anıtı demiş. cenazede nilgün'ün annesine sormuş okul numarasını. oradan geliyor 128.
cemal süreya,
"nilgün ölmüş. beşinci kattaki evinin penceresinden kendini aşağı atarak canına kıymış, ece ayhan söyledi. çok değişik bir insandı zelda. akşamları belli saatten sonra kişilik hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. yüzü alarır bakışlarına çok güzel ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi. çok da gençti. sanırım otuzuna değmemişti daha.. bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu. dönüp baktığımda bir acı da buluyorum nilgün’ün yüzünde. o zamanlar görememişim. bugün ortaya çıkıyor."
bir de gülseli inal'ın dedikleri var, pek ölümüyle alakalı değil. ece ayhan'ı suçlar gibi. belki biraz haklı, bence haksız:
"1986'nın sonbaharı, nilgün ve ben boğaziçi üniversitesi dış taşlığının umutsuzlar merdivenlerinde oturuyoruz. nilgün'e “haydi" diyorum "yaprak'a -kız kardeşim- çaya gidelim evi buraya çok yakın.” konuşa konuşa üniversiteyi geride bırakıyoruz. yaprak, bizi harika bir coşkuyla karşılıyor. çaylar, sohbetler, duygu paylaşımları. sonra evlere dönmek için bir taksiye atlıyoruz. tam benim semtime geldiğimizde nilgün bana dönüp; "biliyor musun” diyor, “ben şiir yazıyorum ve yazılmış çok şiirim var.”
şaşkınlıktan donup kalıyorum.
"bundan hiç söz etmedin."
"hiç kimseye söz etmedim, yalnız sana öylüyorum."
"ece ya da ilhan berk de mi bilmiyor?"
"hiçbiri. ama şiirlerimi sana göstereceğim."
"peki neden göstermedin şiirlerini?"
"hiç sormadılar ki. işte öyle. önümüzdeki hafta buluşalım. okumanı istiyorum. belki iki yüz elli sayfalık şiirim var."
nilgün'le tanışalı neredeyse bir buçuk yıl olmuş, ece ise onu tanıyalı dört yıl... bir gariplik var. iki yüz elli rakamı kafamı kurcalıyor. hiçbir zaman, evet hiçbir zaman, onun evinde, orada burada, pera'daki buluşmalarda şiir üzerine konuşmalar, özellikle boğaz'daki kaptan'da yemekli buluşmalarımızda, tüm gün konuştuğumuz şiir dolu saatlerde nilgün'ün şiir yazdığına dair en ufak bir işaret yoktu ve hiç olmamıştı. kaptan'daki yemekte, ece'nin bana sorduğu soruya nilgün'ün çok gülmesi; "o şiirinde gözlerini balıkların yediği delikanlıyla gerçekten tanıştın mı?" yine aynı gün şiirin yoğun konuşulduğu, nilgün'ün şiir konusunda hiçbir konuşmaya katılmayıp sadece herkesi dinlediğini anımsıyorum. birkaç gün sonra nilgün'le yine kızıltoprak'taki evinde buluşuyoruz; salonun ortasındaki cam masanın üzerinde sayısız şiir tomarı içinden, birini bana uzatıyor okumam için.
"ece bunları görmedi mi?"
"o ilgilenmez."
ece ayhan; yakın çevresinde olup biteni pek sezmeden karşısında marjinal, sıradışı kadının şair olabileceği ihtimali üzerinde durmadan sadece kendinden söz ediyor. karşımızda bu kez; karşı taraftan beklediğini kendisi uygulamayan, "zihinle bakarak" görmeyen, görmek istemeyen, elinin tersiyle iten biri var; bir usta şair yine marjda, yine atak. ne olursa olsun kendi isyan iktidarını yaşayan ve sivil iktidarlar kuran biri. 13 ekim 1987'de, nilgün'ün cenazesinde, doğru nilgün'ün annesinin yanına gidip o yaslı kadına nilgün'ün okul numarasını sorma ve ardından yanıt olarak verilen sayının aslında nilgün'ün mezar numarasıyla aynı oluşu. 128 nilgün. insanın insana fütursuzca sadistçe 'acıtmak, canını yakmak' eylemine karşı çıkan kara şair, bu kez sırılsıklam aşık olduğu nilgün'ün canını yakıyor. garip kısırdöngü, içinden çıkılamayan çark, insanın kendini algılayamaması. 'zihinle bakmak'ın uğramadığı yer. bir etikçiye dönüşen şairin garip paradoksu. bir karşılaştırma yapıyorum ister istemez, ezra pound düşüyor aklıma; anglo-sakson edebiyatına inanılmaz katkılarda bulunan marjinallerin marjinali bir şair. karşımızda kara mı kara anarşist bir edebiyatçı var, ece'nin çağdaşı amerikalı asi adam ezra pound. pound, sadece dehamsı şiirleriyle, başkaldırılarıyla değil, 20, yüzyılın çok önemli ingiliz, irlandalı şairlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1913'te james joyce'u ilk keşfeden pound oldu. joyce'un ilk gençlik şiirleriyle, dev eseri ulyysess'in ilk yayımlanışı pound'un çabaları sayesinde gerçekleşti. pound; d.h. lawrence, wyndham lewis ve t. s. eliot içinde aynı şeyleri yaptı. henry miller'ın dönenceler'ini, kimsenin ilgilenmediği bir dönemde sonuna kadar savunmuştu. eliot'ın çorak ülke'si pound'un sayesinde tanındı ve onun çabalarıyla edebiyat tarihine böyle dahiyane bir şiir armağan edildi... robert frost, hemingway, dönemin anglo-sakson yazarlarının hepsi, pound'tan coşkulu destekler aldılar.
nilgün'ün ani ölümünden sonra, ece ayhan, günah çıkartır gibi nilgün üzerine sayısız yazı kaleme aldı. bir gönül borcu olabilir mi! ya da yaşarken takındığı aldırmazlığın üstünü örtmek olabilir mi?! "aldırma nilgün marmara" adlı ilk yazısında ise, şaşırtmacalı bir dille gümüşlük'te nilgün'ün şiirlerini bildiğini yazar ki, bu baştan aşağıya koskoca bir aldatmacadır. 128 nilgün, artık toprak altındadır ve kimse onu yanıtlayamaz öyle değil mi? nilgün'ün ölümünün birinci yıl anma toplantısında ece ayhan, herkesin içinde nilgün için sadece bir anekdot anlatıp ortadan kayboluyor; nilgün'ün bir gece cemal süreya ve cihat burak'ın başlarından aşağıya toz şeker dökmesinin çok ilginç olduğunu söyleyerek... öncesi ve sonrasında ise dile gelen hepsi bu kadardır. .nilgün'ün intiharından sonra, bir günahın tilmizi gibi sayısız yazı yazar, ama nafile, olan olmuştur... belki derin bir pişmanlık, belki ona çarpıp geçen bir kuyrukluyıldızın şaşkınlığı. "nilgün marmara'nın başına da 1987'de bir scorpio olayı getirildi ama nilgün marmara bunu yazmaya 13 ekim 1987'deki ölümü yüzünden vakit bulamadı.” (sivil denemeler kara) diyecek denli her şeyi bilen! acaba scorpio kendisi olmasın, ya da ölüm meleği."
bilemiyorum, ece ayhan'ı bu derece suçlamak çok yanlış. suçlanamaz gibime geliyor. belki de açık olması lazımdı. açık olmak elinde miydi peki? sanmıyorum.
nilgün, beni çok korkutuyor, feci korkutuyor. hakkında öğrendiğim her yeni şeyi kendimde bulmam çok korkutuyor. değişik bir insan. ece de öyle. bu dünyaya ait olmadığı için farklı dünyalar aramaya yola çıktı. umarım bulmuştur.
bilmiyorum bu uzun, belki de yazdığım en uzun yazıyı buraya kadar okuyan var mıdır?
devamını gör...
öğrenmek ve bilmek arasındaki fark
bilmek ezberlemektir, akıl sadece bilgiyi tekrar eder ve anlama çabası yoktur. öğrenmek ise daha çok muhakemeden geçmiş ve üzerine başka bilgilerin eklenmesiyle oluşur. öğrenmek düşünmektir, bilmenin aksine daha fazla uğraş ister.
devamını gör...
sözlüğün iyice wikipedia'ya dönmesi
bence bu özellik, diğer yazarları irite etmek amacıyla değil de, açtığı bilgi başlıkları hiç etkileşim almamış yazarların iade-i itibarıdır.
yazar örneğin 40 tane bilgi içerikli başlık açmıs ama ilgi görmemiş, ortada bir emek var muhakkak.
ama öte yandan bir başka yazar, bkz verip 50 etkileşim almış.
şimdi bu kimseyi ilgilendirmez diyebilirsiniz, elbette ilgilendirmez ama bilgi başlığı açan yazarların şevki kırılıyor, yazma hevesleri kalmıyor.
kısacası bu özellik bu yazarlar için bir jesttir ve güzel yapılmıştır.
eşitlik ilkesi çerçevesinde yapılan bu uygulama bana göre doğrudur, güzeldir.
saygılarımla...
yazar örneğin 40 tane bilgi içerikli başlık açmıs ama ilgi görmemiş, ortada bir emek var muhakkak.
ama öte yandan bir başka yazar, bkz verip 50 etkileşim almış.
şimdi bu kimseyi ilgilendirmez diyebilirsiniz, elbette ilgilendirmez ama bilgi başlığı açan yazarların şevki kırılıyor, yazma hevesleri kalmıyor.
kısacası bu özellik bu yazarlar için bir jesttir ve güzel yapılmıştır.
eşitlik ilkesi çerçevesinde yapılan bu uygulama bana göre doğrudur, güzeldir.
saygılarımla...
devamını gör...
saat takmayan erkek
bileğinde bir şeyler varken sürekli yazı yazmanın ne kadar zor olduğunun bilincinde olan erkektir.
devamını gör...
halkımızın uzman olduğu konular
(bkz: herbokolog)
devamını gör...
en sevilen nazan öncel şarkısı
nazan öncel'in en çok beğenilen parçalardır.
bir makinist olarak en sevdiğim, uzun yolculuklarda ardı ardına dinlediğim, gidelim buralardan isimli şarkısıdır.
bir makinist olarak en sevdiğim, uzun yolculuklarda ardı ardına dinlediğim, gidelim buralardan isimli şarkısıdır.
devamını gör...
madımak oteli
2 temmuz 1993 tarihinde sivas katliamının/madımak katliamının yaşandığı oteldir. pir sultan abdal kültür derneği vb. alevi dernekleri olayın yaşandığı tarih olan 2 temmuz'da anma programları düzenler. anma programını düzenleyen alevi dernekleri ve kurumlar otelin "utanç müzesi" olmasını istiyorlar fakat bu istek hükümetler tarafından kabul edilmemiştir.
katliamın yaşandığı otel girişine kebap lokantası açılması mağdur yakınlarının tepkisine neden olmuştur. uzun çabalar sonucu lokanta 2009 yılında ödenek yardımı yapılarak farklı bir konuma taşınmıştır. bu süreçlerin ardından otel kamulaştırılarak, hasarları giderildi ve 2011 yılında bilim ve kültür merkezi olarak faaliyet vermeye başladı.
yeni kurulan merkezin anı köşesinde yaşanan olaylarda hayatını kaybeden 33 kişinin ve 2 otel görevlisinin ve olaylara katılan 2 göstericinin adı yazılmıştı, göstericilerinin isminin listede yer alması, mağdur ailelerin tepkisini çekmiştir. her sene 2 temmuz'da anma programları düzenleyen dernek ve kurumlar "utanç müzesi" isteklerini yenilemeye devam etmektedirler.
katliamın yaşandığı otel girişine kebap lokantası açılması mağdur yakınlarının tepkisine neden olmuştur. uzun çabalar sonucu lokanta 2009 yılında ödenek yardımı yapılarak farklı bir konuma taşınmıştır. bu süreçlerin ardından otel kamulaştırılarak, hasarları giderildi ve 2011 yılında bilim ve kültür merkezi olarak faaliyet vermeye başladı.
yeni kurulan merkezin anı köşesinde yaşanan olaylarda hayatını kaybeden 33 kişinin ve 2 otel görevlisinin ve olaylara katılan 2 göstericinin adı yazılmıştı, göstericilerinin isminin listede yer alması, mağdur ailelerin tepkisini çekmiştir. her sene 2 temmuz'da anma programları düzenleyen dernek ve kurumlar "utanç müzesi" isteklerini yenilemeye devam etmektedirler.
devamını gör...
kadınların giydikleriyle kafayı bozmak
çoğu kadın ve erkeklerden ezik ve boşlar böyle yapar. laf söylemek yerine insanlara saygılı olsalar böyle şeylere gerek olmaz.
devamını gör...
spontane radyo yayını
teşekkürler çok eğlendim.
devamını gör...
gökhan özoğuz'un maç tweeti atanlara sinirlenmesi
gökyan bey, bizler çok tweetler attık, yazılar yazık, yürüyüşlere katıldık. inan olun ki, sadece ama sadece benzin alıp kendimizi yakmadığımız kaldı..
gökyan bey bilmez, o sırf muhaliflik çığırtkanlığı yapmakta, arap baharı nın son iki ayağının türkiye ve iran olacağı, ortadoğu alanında çalışan uzmanlar tarafından dile getirilmekte ve hatta literatüre bile girmiş bulunmakta...
şimdi ben maç yorumu yapmayayım, dolar nasıl olur da bu kadar hızlı yükselir? türk lirası, dolar'a nude mu atmış ve dolar bu çılgın yükselişi sergilemiş? lütfen bir şeyler yapalım tweeti atayım.... beni kesmez bunlar, gökyan bey.
yaşım genç, heyecanım yüksek, kanım deli aküyürrr...
benzin alıp kendimi yakarsam; ''akademiyi seçen insanın fıtratında yanarak ölmek var'' söyleminde bulunacaklarına eminim.
dolarla mı maaş alıyordu söyleminde bile bulunurlar...
eeee o zaman ben maç izlemeyi tercih ederim, heyecanımı dile getirebileceğim bir mecra takip ederim, üzgünüm.
gökyan bey'in şarkılarını ve tarzını çok beğenirim fakat bazen gök-han ismini gökyan şeklinde telaffuz etme sorunsalı kafamda döner durur.
gökyan bey bilmez, o sırf muhaliflik çığırtkanlığı yapmakta, arap baharı nın son iki ayağının türkiye ve iran olacağı, ortadoğu alanında çalışan uzmanlar tarafından dile getirilmekte ve hatta literatüre bile girmiş bulunmakta...
şimdi ben maç yorumu yapmayayım, dolar nasıl olur da bu kadar hızlı yükselir? türk lirası, dolar'a nude mu atmış ve dolar bu çılgın yükselişi sergilemiş? lütfen bir şeyler yapalım tweeti atayım.... beni kesmez bunlar, gökyan bey.
yaşım genç, heyecanım yüksek, kanım deli aküyürrr...
benzin alıp kendimi yakarsam; ''akademiyi seçen insanın fıtratında yanarak ölmek var'' söyleminde bulunacaklarına eminim.
dolarla mı maaş alıyordu söyleminde bile bulunurlar...
eeee o zaman ben maç izlemeyi tercih ederim, heyecanımı dile getirebileceğim bir mecra takip ederim, üzgünüm.
gökyan bey'in şarkılarını ve tarzını çok beğenirim fakat bazen gök-han ismini gökyan şeklinde telaffuz etme sorunsalı kafamda döner durur.
devamını gör...
1 yıl sonraki kendine not
gerçekten sadece şu soruya vereceğim içten bir cevabı merakla bekliyorum.
nasılsın?
1 yıl sonrasından gelen edit; berbat. *
3 yıl sonrasından bildiriyorum; durum bu sefer karmaşık ve belirsiz hem de en aşşırılısından. n'olcak ben de bilmiyorum idare edicez şimdlik bi şekilde.. *
nasılsın?
1 yıl sonrasından gelen edit; berbat. *
3 yıl sonrasından bildiriyorum; durum bu sefer karmaşık ve belirsiz hem de en aşşırılısından. n'olcak ben de bilmiyorum idare edicez şimdlik bi şekilde.. *
devamını gör...
kıvırcık ali'nin kıvırcık olmaması
çocukken saçları kıvırcıkmış bu yüzden kıvırcık lakabı takılmış öyle de kalmış. tabii saçlar dökülünce algılanamıyor haliyle.
devamını gör...
