şunu görmek ne kadar sevindirici anlatamam.bir kaç gün önce bir arkadaşa aynı kitabı okuyup üstünde tartışabilir miyiz ? diye teklif etmiştim.
devamını gör...

fazla düşünmek. bir hiç için bunca gürültü, ne yazık.
devamını gör...

franz oppenheimer; devlet denen aygıtın, göçebe hayduların yerleşik düzendeki toplumları haraca bağlamasıyla oluştuğunu iddia eder.

haraca bağlama işi zamanla sistematik hale geldiğinden, haydutlar sürekli git-gel yapmamak için yerleşik toplumun içerisine haraçların toplanacağı bir otağı kurarlar. bu otağıda haraçların düzenlenmesi işiyle uğraşan haydutlar (memurlar) çalışır. zaman içinde bu otağı, yerleşik halkın arasındaki hukuk problemlerini de çözmeye başlar. en sonunda da devlet dediğimiz ortak duygu oluşur.

tabii ben epey bir özet geçtim. sonuç olarak ortada simbiyotik bir ilişkisi var. devlet halkın hukuk ve güvenliğini sağlar, halk da devlete vergi öder. olması gereken budur. tabii bizim devletimiz hariç. bizimkinin hukuk ve güvenlik dışında yapmadığı iş yok. tiyato falan yapıyor, ne bileyim kafeterya neyin işletiyor. neyse besim tibuk'a bağlamadan bitireyim entryi en iyisi...

bu arada oppenheimer'ın devlet kuramına şu makaleden ulaşabilirsiniz.
devamını gör...

eyluling ile youtube röportajı videosunda kamera arkası görüntülerini ele geçirdim.

streamable.com/04hwus
devamını gör...

bir kaç saat sonra kızımın gireceği sınav.
onun için de benim için de sadece bir sınav.
ben anne kadar hayatı ne kadar ciddiye alıyorsam o da öğrenci olarak hayatı o kadar ciddiye alıyor. *
pandeminin kötü idare edilmesinden dolayı heba olan bir buçuk senenin sınavı.
dünyanın sonu değil.
sınava girecek tüm yavruların, rabbim yar ve yardımcıları olsun.
mutlu girsinler mutlu çıksınlar sınavdan inşalah.
nihan kaya'nın dediği gibi her çocuk içinde bir potansiyelle doğar bazı anne babalar ona müdahale etmez çocuk o potansiyelini ortaya çıkarabilir
bazı anne babalar çocuğu yer tüketir çocuk o potansiyelini hiç ortaya çıkaramaz.
çocuklarımız kendi potansiyellerini doğru zamanda ortaya çıkarsınlar inşallah.
devamını gör...

ben aslında yoğum. gerçekten. dışardan, içerden dinleyen, sesimi tanımayanlar ve dahi tanıyanlar için yokum. afk gibim bir şey ama değil gibi de. çözeceksiniz yarın ya da yarın kalacak sudokular. dinleyin ya.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

ural-altay dil ailesinin türk dilleri gibi altay koluna mensup olduğu birçok dil bilimci tarafından kabul edilen, ada ülkesi olan japonya'da konuşulduğu için rafine kalabilmiş, kadim dillerdendir. sondan eklemelidir. bu nedenle anadili türkçe olup öğrenmek isteyenler alfabe engelini aştıktan sonra çatır çatır öğrenir derler.

benzer kelimelerimize örnek de vereyim:

şaşı-şaşi
yaka-yoko
kara-kuro
yukarı-yuka
iyi-ii.
devamını gör...

mutluluğu bir şeye endekslemek.
devamını gör...

kafa coin'dir.

yakında vekafacoin.com adlı bir site açıp, piyasadan toplayacağımı toplayıp yurt dışlarına kaçmayı düşünmekteyim.

(bkz: tosuncuk yoldaş)

içlerini rahatlatmak ne bu arada? "bu inşaata 10 ton demir harcanmış olsa" kafası değil mi bu? *
devamını gör...

bak şimdi küçük iblis; hayatındaki kadınlar sana aile sorunlarını, gündelik yaşantılarını, kişisel bunalımlarını anlatıyorsa bu ıyi bir şeydir. seni hayatındaki konularda bir muhatap kabul ediyor ki anlatıyor.
ayrıca sana anlatmasa bunu başka yere aktarır ki, evrende hicbir sey yok olmaz sadece form değiştirir. o içindeki şeyleri illa birilerine aktarmalı kadının doğası bu. bırak anlatsın başını sana yaslasın, seninle dizi izlesin bu senin hep korktuğun "meriç" kişisi olma ihtimali olan kişilere gidip derdini anlatma ihmalini ortadan kaldırır.
değer vermiş sen de bu değeri gör budalaca tavırlarla kendinden soğutma.
yine de bu senin bunlari " katlanarak da olsa" yaptığın gerçeğini ortadan kaldırmaz. *
devamını gör...

değişen şartlar ve gelişen teknoloji sayesinde internet yardımıyla erişim sağlanan eğitim-öğretim içeriğini tanımlıyor.
devamını gör...

çocukken büyüdüğünde ne olmak istemiyordun?
devamını gör...

(bkz: oğlum o senin yengen yengen)
(bkz: aşk-ı memnu (dizi))
devamını gör...

gezi olayları sırasında (bkz: oruç aruoba) tarafından rte'ye yazılan açık mektuptur.


sayın erdoğan,

izmir, 17 haziran 2013
son iki gündür, ama aslında bu son iki haftadır, sizi düşündüm nedense, aklım hep üniversite hocalığı yaptığım yıllardaki (1973-1983) eski anılarıma geri dönüp durdu. ilk birkaç gün içinde de bunun nedenini kavradım: siz o yıllarda üniversite öğrencisiydiniz; benim de, kafaları sizinkine benzer biçimde çalışan birkaç öğrencim olmuştu. -yani, o islami “kafa”nın çalışma biçimini düşündüm, aslında- kendimi de sizinle birlikte bir üniversite amfisine geri dönmüş buldum... birçok nokta da, aradan geçmiş 30 yılın ardından, yerli yerine oturdu. bu noktaları size anlatmaya çalışmak için yazıyorum.

o yıllarda, size benzer, “islamcı” denilen öğrenciler de geliyordu üniversiteye. biz, hocalar olarak öteki; “devrimci” ve “ülkücü” olarak gelen öğrencilerin arasında, bunları kayırmaya eğilimliydik, çünkü o ötekiler arasında bir tür kıskaç içine düşüyorlardı.

eyleme yatkındılar

“mağdur” ve “mazlum” oluyorlardı, sizin deyimlerinizle. aslında, ideolojik olarak, en az ötekiler kadar “sıkı” bir “kafa yapıları” vardı - üstelik, eyleme de yatkındılar; ama bazen kendilerine “akıncı” ya da “mücahit” deseler de, ötekiler kadar şiddet yanlısı değillerdi. gerçi ötekilerin “tek yol devrim”, “tek vatan, tek millet” gibi graffitilerine karşılık “tek yol islam” yazıyorlardı duvarlara; ama ötekiler yazarken yakalamasınlar diye dikkat de ediyorlardı - ne de olsa ötekilerin çoğunlukla bıçakları, hatta tabancaları vardı; onlarınsa (galiba?) yoktu. ötekiler silahları aslında birbirlerine ve “polis”e karşı kullanıyorlardı; onları ise, arada öylesine bir pataklıyorlardı ama, olsun, ne olur ne olmaz...
siz de böylesi cenderelerden geçtiniz, tahmin ediyorum: hem de, “tek yol” sayarak içinde yetiştiğiniz islam ve kafanızdaki ezber kuran karşısında, “kâfirlik” olmasa bile “zındıklık” saydığınız bu ideolojilerin arasında; üstelik, en büyük kâfirler saydığınız “iki ayyaş”ın izleyicileri olma iddiasındaki “silah sahipleri”nin tehdidi altında, yapabileceğiniz pek bir şey yoktu. o “silah sahipleri”nin en sonuncuları, bereket versin (!) o iki ideoloji sahiplerini doğradılar, astılar. siz de imam hatip sonrası (bir lyceé’nin de kâğıdını alarak) zar-zor girdiğiniz iktisadi ve ticari ilimler akademisi’nden devşirme, bir işe yaramaz diplomayla, kendinizi kasımpaşa kaldırımlarında buldunuz. gerçi, herhalde, genç bir yaşta girdiğiniz gençlik örgütleri ve bağınız olan “düşünsel”, yani islami örgütler size göz kulak oluyordu; ama “lümpen proleter”diniz artık: kısa bir süre ayak topunu denediniz ama buna da yeteneğiniz olmadığını anladınız. hayatınız boyunca, “politikacılık” (“resmi” biyografinize göre limonata ve simit satmak) dışında, görünür bir “iş” tutmadınız; bilgi sahibi olmak anlamında bir “meslek erbabı” olmadınız.
o yıllarda, sizin dilinizden konuşur gibi görünen badem bıyıklı, rengârenk kravatlı bir makine profesörü, “din-iman” diye bağırıp çağırmaya başlamıştı; siz de onun yanına gidip “divan durup el bağlayarak” rahlei tedrisine çömeldiniz. (mekanik falan değil, politika tedrisatı görmek için tabii...) bu “kadayıf pişirici” iyiydi hoştu da, her şeyi yüzüne gözüne bulaştırıyordu; ama sizi de belediye başkanı yaptırdı. gene de işte, partinizin oyları yüzde 20’nin üstüne çıkmıyordu bir türlü; boyuna da kapatılıp duruyordu. siz de başka yolların denenmesi gerektiğine karar verip, “hoca”nızı da yüzüstü bırakarak, kendi “yol”unuzu yürümeye başladınız. yaptıklarınıza, kendi ilkeleri açısından, muarızlarınızdan hiçbirinin (tutarlı olarak) karşı çıkamayacağı yollar tuttunuz: insan hakları ve kişi özgürlüğü’ne dayanmak, “demokrat” olmak, avrupa birliği’ne girmek, çağdaş hukuk (“muasır medeniyet”-maazallah) normlarını yasalara sokmak...

islami takıntılar

bu yollar işe yarıyordu; hem demokratikleşiyormuşsunuz gibi bir görünüm veriyordu yaptıklarınıza hem de popülaritenizi, dolayısıyla aldığınız oyları artırıyordu. böylece, o üniversite yıllarında sizi ezip duran “solcu” ve “sağcı”ları (ve 12 eylül’den arta kalan herkesi) “sandık”ta alt ettikten sonra, asıl “muarız”ınız olan “silah sahipleri”ne yöneldiniz; tabii tamamen hukuklu ve demokratik görünen yollar kullanarak... gerçi arada bir islami takıntılarınız ortaya çıkıp sırıtıveriyordu (“zina”, “idam” gibi); ama bunları hemen düzeltiyordunuz ya da es geçiyordunuz.
böylece on yıl içinde “güçlü başbakan” oldunuz. artık önünüzde duracak hiçbir güç kalmamıştı ortada; ne sandıklı, ne tokmaklı, ne de silahlı... o zaman “fayrap” ettiniz: haydi bakalım; yok osmanlı’ydı, yok altı minareli “selatin” taklidi camiydi, yok “men-i mezkûrat”tı, yok “sünnilik-alevilik” idi, yok “dindar-kindar” gençlikti... “yürüdünüz bu yollarda”; ne de olsa “istatistik” sizden yanaydı.
derken, birden bir şey oldu: “küffar”a karşı “cihat” anıtı olacak (“iki ayyaş”tan ikincisinin yıktırdığı) bir garabeti “ihya” edip, kenarına “ilk ayyaş”ın ve ayyaşların hepsinin kurduğu cumhuriyetin de anıtının karşısına bir cami konduracağınız; solcuların da 1 mayıs meydanı olan yeri, “kafa”nıza göre düzenleyeceğiniz sırada, birkaç “çapulcu” (yoksa “kemirgen” mi?) ortaya çıkıp, atacağınız ilk adımla ezmeye çalıştığınız ağaçlara sarılıp, “yeter artık” dedi size. siz hemen “urun kellesin!” diye ünlediniz; ama, heyhat, birdenbire, nereden çıktıklarını anlamadığınız yüz binlerce ilave çapulcu çıkıverdi aynı alana, alanlara, bütün ülkeye...

emanete sahip çıkmak

anlamadınız: kendinizi, o eski çapulcu kâfir-zındıkların kapıştığı geçmişteki akademi amfisine geri dönmüş buldunuz. temizlediğinizden emin olduğunuz “silah sahipleri” de sanki kapıyı yeniden zorluyorlardı bile... hiç anlam veremediniz olup bitene: “feshüpanallah bunlar elhamdülillah yok olmamışlar mıydı inşallah?”
olmamışlardı. o “baş ayyaş”ın “emanet”iyle yetişmişlerdi ve şimdi emanetlerine sahip çıkıyorlardı bunlar; sizin de bol bol kullandığınız “hak” ve “özgürlük” söylemiyle, hiç anlayamadığınız tümceler kuruyorlardı bunlar, hem de... bunlarla nasıl baş edebileceğinizi bilemiyordunuz artık. bir de, üstüne üstlük, bir “şaklaban” çıkmıştı ortaya, kocaman amfinin en ortasında, “baş ayyaş”ın resminin önünde dikelip, size karşı duran. ardından binlercesi... ne yapmalıydınız bu amfiden çıkıp kurtulmak için; bu otuz yıllık kâbus bir bitse... ama çıkamıyordunuz, çünkü anlamamıştınız. üstelik amfiden çıkmak da istemiyordunuz ki...
artık tek bir yol kalmıştı: sandığa ve istatistiğe geri dönmek. o yol güvenliydi, kimsenin itiraz edemeyeceği bir yoldu, şimdiye dek de sizi hiç gücendirmemişti. bunu anladınız; en azından, tek çıkış olduğunu. ama gerisini hiç anlamadınız. şimdilerde de, o sandık için bağırıp duruyorsunuz. eh...
umarım burada yazdıklarım, size de benim gibi, otuz yıl öncesinin anılarını geri getirir de bugün yaşadıklarınıza anlam vermenizi ve kâbustan kurtulmanızı sağlar. ama, doğrusu, son günlerdeki tutumunuzdan, başlangıçta “iman” ettiğiniz yolunuzdan başka bir yol tutacağınız konusunda, pek bir umut görmüyorum.

her bir insan özgürdür

gene de, son bir şeyler söyleyeyim: sandık ve istatistik makbul bilgi edinme yollarıdır; ama görüyorsunuz buna rağmen, oradan çıkan sonuçlara aldırmayan birtakım “çapulcu”lar ortaya çıkarak, o “baş ayyaş”a uyup, özgürlükten (“istiklal”den ve tabii “gaflet, dalalet ve hıyanet”ten...) falan dem vurabiliyorlar. boş verin hepsine; nasıl olsa bunları sandıkla birlikte gömersiniz... onlar da birer “kul” olduklarını anlarlar; sizin kendinizin bir “hizmetkâr” olduğunuzu anladığınız (söylediğiniz) gibi...
ama şunu, hiçbir sandıkla ya da sandıkta, gömemezsiniz: her bir insan, özgür bir kişidir; her bir yurttaş da, eşit hak sahibi, geçerli söz sahibi, bir bireydir. bunu -bunları- da, hiçbir istatistik değiştiremez.
size saygılar sunuyorum, gene de.

25 haziran 2013
not: bu mektup verilen tarihlerde yazılmış; ancak gönderilmesi için, “belki umut vardır” kuşkusuyla sizin, “şiddete karşı şiddet” sözünü sarf etmenize dek bekletilmiştir.
size artık “saygılar” bile sunmuyorum…

o. a.
24 temmuz 2013
devamını gör...

içimiz kan ağlıyor her gün bu haberleri gördükçe..

biraz içi cız etmez mi bu malum yönetime oy verenlerin?

bu kadar mı nasır bağladı be yüreğiniz? bu kadar mı taşlaştınız?
devamını gör...

kıs. completely automated public turing test to tell computers and humans apart

türkçe insanları ve makineleri ayıran tamamen otomatik turing testi
devamını gör...

benim bir kere silindi. düzeltir misin? mesajı aldım, sırf üşendiğimden ben sildim. sicilim de tertemiz. sicili pis olanlara temiz bi bavul hazırlayabilirim. *
devamını gör...

tanımlanabilen şeylere şarkılar/şiirler yazılmaz arkadaşlar. insan beyni olguları anlayabildiği kadar anlatır. yalnızlığı anlatamayız çünkü yalnızlık farklı tanımlara sahiptir.

her yazar, şair, şarkıcı vs. yalnızlığa ayrı anlam yükler.
emre aydın; "bu kez pek bir afili yalnızlık, aldatan bir kadın kadar düşman." derken,

carl gustav jung "yalnızlık, insanın çevresinde insan olmaması demek değiıdir. insan, kendisinin önemsediği şeyıeri başkaıarına uıaştıramadığı ya da başkaıarının oıanaksız buıduğu bazı görüşıere sahip oıduğu zaman, kendisini yaınız hisseder." der. böylece tanımlamanın insana göre olduğunu ve asıl tanımın yapılamayacağını görüyoruz.

gibi.

edit: düzeltme.
devamını gör...

takip edilesi kaliteli yazar.
devamını gör...

mantık çalışmaya başladığımdan beri etrafımdaki insanların sürekli olarak yaptığı fakat nasıl anlatacağımı bilmediğimden dolayı acılar içinde sessiz kalmaya devam ettiğim durum. yani birine dönüp senin kurduğun cümle hem anlatmak istediğinle hem anlattığınla hemde konuştuğumuz konuyla çelişiyor dediğimde kendi kurduğu cümleleri tek tek açıklamam gerekecek ve alacağım cevapta ben öyle demedim ki olacak.

fakat bugün burada hepimizin günlük hayatımızda yaptığımız bu yanlışı dilimin döndüğünce tek tek anlatmak istiyorum.

örnek bir cümle vererek başlayalım.

adam1: dünyadaki hiçbir şeyden emin olamayacağımız için ve olan olaylara kesin gözüyle bakılamayacağı için deneyimlerimizin bize sunduğu öğretilerle hayatımıza devam etmek zorundayız.
adam2: emin miyiz?
adam1: eminiz

burada adam1'in kurduğu cümle kendi öncülünü inkar ettiğinden dolayı bir kısır döngü oluşturur. bu yüzden bu cümle anlamsal olarak düşük ve çelişkili olur. işte buna semantik paradoks diyoruz.

sevgili yazarlar üzülmeyin aslında tarihin çok büyük düşünürlerinin dünya tarafından bilinen kalıplaşmış cümlelerinde bile bu tip hatalar görülür. mesela sokrates "bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir" der. felsefeye azıcık meraklı olan herkesin duyduğu büyük alman düşünür hegel ise "biz; tarihten hiçbirşey öğrenilemeyeceğini, tarihten öğreniriz.” demiştir.

bir levha gördünüz ve üzerinde "bu uyarıyı görmezden geliniz" yazmakta. cümle öneri anlamı taşıyor gibi gözükse bile bu bir emir cümlesi ve emir cümleleri doğru veya yanlış olarak nitelendirilemez. eğer bir ifade uyarıyı görmezden gelmenizi söylüyorsa ve siz bu uyarıyı görmezden geliyorsanız yazan uyarıyı görmezden gelmemiş olursunuz. bu levhanın sizi sonsuza dek sürecek bir kısır döngüye sokmasına sebep olur. bu biz insanlar gibi karmaşık makineler için olmasa da daha basit makinalar için yanmış bir işlemci ve patlamak üzere olan güç kaynağı ile sonuçlanabilir.

örnekleri çoğaltabilirim fakat işin içindeki hatayı gördüğünüzü düşünmekteyim. peki ama demek istediğim anlaşıldığı sürece neden buna bu kadar takılayım dediğin gibi ben karmaşık bir makinayım sorusu kulaklarımda. sebebi anlatılacak konuyu çelişkilerden ayıklayarak verilmek istenen mesajın çok daha net bir şekilde verilmesidir. güzel ve anlamlı konuşmak entellektüel bir yaklaşım olduğu gibi her insanın yapması gereken bir gerçekliktir. unutmayalım ki savaşlar kılıç ve kalkanla değil kalemler ile kazanılır ve bu her insanın kendi kendine verdiği savaş için de geçerlidir. kendimizle bile anlaşamıyorsak hayatın pure gerçekliğiyle olan ve her saniye devam eden savaşımızı asla kazanamayız.
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim