white chocolate mocha
devamını gör...

güle güle gitsinler bir daha da dönmesinler. al bu da yolluğunuz.*
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

barış manço şarkılarının vasat olduğu gerçeği* başlığında, #1277158 no'lu rastrel'in entrysinden sonra keşfettiğim barış manço şarkısı.

şarkıyı dinledim dinledim sözlerini de okudum okudum... ancak çıkardığım sonuç sadece ve sadece şarkıdaki kızın; hem çok akıllı hem de gerçekten paragöz olduğu gerçeğiydi. kütüphaneye gidiyor oluşu, okuduğu kitaplar ve imalı konuşması bu teoriyi parçalıyor fakat ardından esas oğlanımızın annesi devreye giriyor:

[[/alıntı]]annem dedi oğlum anlamadım ben
vazgeç bu sevdadan bu kız fazla akıllı

[[alıntı]]

evet. biraz araştırdım ve kızın gerçekten de bahsettiği şeyin, dönemin banknotlarında yer alan işin ve düşün insanları olduğunu gördüm. bütün güzel kızların paragöz olduğu gerçeği... off aman sus sus. öyle bir gerçek yok be barış abi, lütfen şaşırt beni. ama ama ama.. peki bu güzel kız niçin yalnız?.. tabi ki akıllı olduğu içindir. du'bakalım:
belki o parayı çalışarak kazanmak istediği için kütüphaneyi zekasıyla harmanlayıp, akıl yolunda zengin olmak istemekte. yani iyi bir meslek sahibi olmanın yolunun. kütüphaneden geçtiğini tespit etmekte.
belki barış'ı bu bilmeceyi çözeceğini bilmekte ve o da ona bir bilmece üretmekte.
yahut gerçekten gözü parada ve bunu ima etmekte.

ben hemen ilk seçeneğe gidiyorum. bence
kütüphaneyi iyi bir meslek için ilk yol olarak görmekte. bakalım şarkı sözlerine, teorimiz çürüyecek mi?

[[alıntı]]
beş şair bir abide
iki abide bir sultan
beş sultan bir düşünür
iki düşünür ise bir mimar

[[alıntı]]

bu nakarat da gayet beni haklı çıkarır nitelikte. bence kızımız para düşkünü değil, ilk teorim haksız çıkacak gibi. hadi bakalım kütüphane teorisi sen çık şu sığ düşünceden haklı....
devam edelim:

[[alıntı]]
düşün taşın bütün gece
benim kalbim bir bilmece
kalbimin bir kilidi var
işte sana anahtar

[[alıntı]]

bu kısım bi garip cidden kalbini açacak anahtardan söz ediyor. evet evet... ve bilmecenin cevabı evet evet... anahtar... para... para... para... para...
ehh be kızım. yani kalbini, açsa açsa para mı açacak yani?.. öff. tamam barış abi. sen kazandın. senin şarkındaki güzel kız, para ile açılan kalbe sahip. lakin bir çiçeğin açtığı kalplere de sahip kızlar olduğunu, ben düşünmekteyim. hem sen de düşünmeseydin yazar mıydın onca şarkıyı?..
devamını gör...

çoğu zaman frank w. benson olarak anılan 1862 - 1951 yılları arasında yaşamış amerikalı izlenimci ressam.
resme ilgisinin evde küçük bir odada kendi kendine resim yaparak zaman geçiren annesinden geldiği söylenir.
hem amerika'da hem de avrupa'da resim üzerine iyi eğitimler almıştır. eğitimi bittikten sonra da bir süre eğitmenlik yapmıştır.
ününü gerçekçi portreleriyle elde etmiştir. en çok ilham aldığı iki ressam olarak johannes vermeer ve diego velazquez gösterilir. elbette ki bir izlenimci olarak claude monet'den de epey etkilenmiştir. benson'ın resimlerindeki fırça darbeleri ve stili monet'yi çokça hatırlatır.
zamanında yeni ortaya çıkmakta olan kübizm, dışavurumculuk, fovizm gibi akımlardan etkilenmemiş ve her zaman bir amerikan izlenimcisi olarak kalmıştır.
benson, hem son derece başarılı bir sanatçı hem de museum of fine arts'ın yöneticisi olarak boston'ın sanat sahnesinde kilit bir figürdü. 1914'te altı kişiyle birlikte the guild of boston artists'i kurdu. çalışmalarını boston dışında sergilemekte zorlanan yerel sanatçıları desteklemek için açılan the guild of boston artists'te 13 yıl başkanlık yaptı. avrupa'nın tarihi loncalarını örnek alan kuruluş, destekleyici bir ortamda yüksek profesyonel standartlara sahipti. newbury galerilerinde, tüm üyelerin yıllık eserleri, sanatçıların bireysel çalışmalarını vurgulayan iki haftalık tek kişilik şovlarla sergilendi.


sketch for a mural
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

canadian geese
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

summer
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

the benson family at wooster farm
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

bir william boyd kitabıdır.

nat tate bir ressam ama yaşadığı dönemde anlaşılamayan ressamlardan değil. tanınmış, bilinen, saygı duyulan, hayran olunan bir yazar. ama bu onun kendi içinde çözemediği sorunlarının baskısını daha az hissetmesini sağlamıyor.

nat tate ailesini kaybettikten sonra bir hami tarafından yetiştirilir. yeteneği de aynı kişi tarafından keşfedilir. zengin bir adam olan yeni hamisi ona her türlü imkanı sağlar ve yeteneğini geliştirmesi için de elinden gelenin en iyisini yapar.

ama nat tate bozulmuştur. babasının kim olduğunu bilmemek ressamın içindeki zembereği kırmıştır. babasının bir denizci olduğunu ve denizde kaybolduğunu bilir sadece. belki de o yüzden durmadan köprü resimleri çizer. ama basit resimler değildir bunlar. bu resimler ressamı dışavurumculuğun en ilginç isimlerinden biri yapar.

bu resimlerin çok azı günümüze ulaşmıştır. çünkü nat tate hepsini çalışma evine kilitledikten sonra evi ateş verip arkasında iz bırakmamayı tercih etmiştir.

çizdiği köprüler sadece geçmişe dair bir özlem değil geleceğe dair de bir kehanettir. çünkü büyük ressam bir köprüden atlayarak intihar eder.

ve köprülerin altından çok sular geçer.
devamını gör...

bu konuda bir araştırma vardı, iç çamaşırı görüntüsünün tamamen çıplaklıktan daha çekici geldiğine dair. bunun temelini de insanın eskiden beri gelen keşfetme arzusuna dayandırıyorlar.
devamını gör...

ölümünden senelerce sonra bile hala yobazların canını yakabilen büyük insan.
devamını gör...

karışık çerez tabağındaki son fıstığı sana bırakıyorsa seviyordur; yok, maymun gibi o son fıstığı kapıyorsa sevmiyordur. böyle tam 16 sevgili terk ettim. son fıstık kırmızı çizgimdir.
devamını gör...

bir arthur hiller filmidir.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

öncelikle filmin adı türkçeye “ bana göz kulak ol” diye çevrildi. bence müthiş bir çeviri zira “ eternal sunshine of the spotless mind”ın “sil baştan”, “ stepmom”ın ise “omuz omuza” çevirildiği bir ortamda pırıl pırıl parlayan bir çeviridir.

filmin başrollerinde geçmiş zaman katili tim burton’ın tekrar çekip gerçek sinemaseverleri mutsuz ettiği “ willy wonka and the chocolate factory” filminde willy wonka’yı bu filmdeki rolü haddinden fazla abartılan johnny depp’ten kat kat iyi bir şekilde canlandıran gene wilder ve büyük ve tartışmalı komedyen richard pryor oynamakta.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

filmin konusu ise gerçekten yazarlarını ayakta alkışlama isteği uyandıracak kadar muhteşem. bir market işleten dave ve işe yeni aldığı çalışanı wally bir cinayete “şahit” olurlar ama polis bu tanıklığı pek ciddiye almaz çünkü dave işitme engelli, wally ise görme engellidir.

polis onları ciddiye almasa da sonuçta dave olayı görmüş, wally ise işitmiştir. dolayısıyla cinayeti işleyenler için büyük bir tehlike ara etmektedirler. bundan sonra hayatta kalmak için biri birinin gözleri, öteki ise diğerinin kulakları olmak zorundadır. yani birbirlerine göz kulak olmadan hayatta kalmaları mümkün olmayacaktır.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

izlenmeye değer ve kahkaha garantili bir filmdir.
devamını gör...

mezapotamya , sümer , mısır tarihi . inanılmaz sarıyor . onun dışında rönesans sanat tarihi de oldukça zevkli . görsel hafızaya sahipseniz çok daha keyifli.
devamını gör...

kim bilir kaçıncı kez tanımadığı bir yatakta uyanıyordu. usulca doğrulup etrafında ne var ne yok göz gezdirdi. anımsamaya çalıştı odadaki nesneleri. çok fazla eşya yoktu. kırık dökük bir masa, yanında ahşap sallanan bir sandalye, üç çekmecesi olan bir elbise dolabı. şimdilik gözüne çarpan bunlardı. uyanır uyanmaz odayı yokladıktan sonra ilk aklına gelen evde kendisinden başka biri olup olmadığını kontrol etmek oldu. yataktan hafifçe sıyrıldı, başucundaki hırkayı üzerine geçirip yola koyuldu. teker teker mutfağa, salona ve banyoya baktı. bu ufak ve bir o kadar soğuk, yabancı evde tek başınaydı.

uzun zamandan beri adı konulmamış bu hastalığın ya da sendromun pençesindeydi buğra. uykuya dalmadan önce ertesi sabah nerede uyanacağını bilmeden kafasında soru işaretleri ve içinden çıkamadığı bir bilinmezlikle boğuşuyordu. bir ailesi yoktu, daha doğrusu onları hiç tanımamıştı. varlıklarından bir haber olduğu aile daha yolun başında onu yalnız bırakmıştı. kendini bildiğinde yetimhanedeydi. ev diyebileceği, uyandığında aidiyet hissedebileceği, yanıdığı tek yuva orasıydı. azımsanmayacak bir zamandır yuvadan uzaktaydı. zaman mefhumunda bir sıkıntı olmasa da mekanda süregelen bir bilinmezlik mevcuttu. kim olduğunu, hangi yılın hangi ayının hangi gününde olduğunu biliyordu. sürekli değişen ise nerede olduğuydu.

bugün günlerden pazartesi, buna eminim. bütün pazarımı ikinci el eşya ve kitap satan dükkanın tozlu raflarını temizlemek ve düzene sokmakla geçirmiştim. zor ya da öğrenilmesi vakit alacak bir iş değildi. kalıcı olmadığımı bilsem de bu işi sevmiştim. dükkan sahibi sadık abi anlayışlı ve halden anlayan bir adamdı. yabancılık süreci yaşatmadı desem yeridir. o pazardan tam iki hafta önce bu dükkanın asma katındaki kanepeden bozma yatakta uyanmıştım. sadık abi beni bulduğunda hırsız olduğuma ihtimal vermediği için şanslıydım. belli bir süredir bu mekansız uyanmalardan muzdarip olduğumdan artık uyanınca yapacağım izahatler hazır oluyordu. bu sefer hikaye uydurmam gerekmedi. sadık ne söylerse onaylıyordum. senaryoyu benim yerime o yazmıştı. evsiz olduğumu, sığınacak bir yer ararken kendisinin dükkanını bulduğumu, allaha emanet kapısını zorlanmadan açtığımı ve geceyi burada geçirdiğimi onayladım. kimsesiz olduğumu zaten ilk bakışta anlamıştı. galiba yüzüme ve duruşuma işlemişti bu süresiz yalnızlık. bir dahaki bilinmez uyanışa kadar burada kalabilirdim. sanki o asma kat zaten uzun zamandır beni bekliyormuş gibiydi. işim de olmuştu, dükkanın getir götürünü, temizliğini yapıyordum. burada geçen günlerimi arayacaktım, eminim. insanın hiçbir yere ait olamaması kadar acı verici bir şey olmasa gerek. bundan daha kötüsü kim olduğunu bilmemek, sokaklarda kimliksiz dolaşmak olurdu ancak.

peki şimdi neredeydim? bu ev kimindi ve ben yine ait olmadığım bu yere nasıl gelmiştim? her sabah böyle olmuyordu, hatta bu sendromun sıklığıyla ilgili en ufak bir istatistiğim dahi yoktu. bazen üç ay, bazen iki hafta, bazense bir gün. ama muhakkak er ya da geç oluyordu. muhakkak bir sabah uyandığımda evvelki gece bulunduğum mekanın dışında yabancı olduğum yeni bir yerde gözlerimi açıyordum. bitmek bilmiyordu bu ızdırap. hiçbir yere alışamıyor, hiçbir yerde tam anlamıyla yerleşemiyordum. mutfağa girdiğimde kimsenin evde olmadığına artık emin olmuştum. diğer mekanlarda kimseye rastlamadığı gibi evin içinde gezinirken yeltendiği "kimse var mı?" soruları da cevapsız kalmıştı. şansına buzdolabında kahvaltı için malzemeler mevcuttu. üstünkörü de olsa bir şeyler atıştırdıktan sonra keşif turu için üzerini değiştirmeden evden ayrıldı. dolapta kendinin olup olmadığından emin olamadığı kıyafetleri şimdilik denemedi. zaten üstünde gündelik elbiselerle uyumuş olduğundan hazır bir şekilde evden çıktı. ilk işi sokağın başındaki bakkala gitmek oldu. ilk zamanlarda olduğu gibi "ben nerdeyim", "burası hangi şehir", "hangi mahalledeyiz" sorularını karşı tarafı ürkütmemek için artık sormuyordu. bulunduğu mekanı kavramak için daha dolaylı yollara başvuruyordu. bakkaldan yerel bir gazete aldı, gazetenin üstünde eskişehir merhaba gazetesi yazıyordu. dün istanbul'da uykuya dalan buğra bugün eskişehir'de gözlerini açmıştı. zaman zaman bu oluyordu, şehir değiştirme. ilk başlarda sadece aynı şehir içerisinde mekan değiştiren bedeni zaman içerisinde bir sabah ankara bir sabah sakarya gezer olmuştu. işin en acıklı yanı ise buğra'nın bu durumu paylaşabileceği kimsesi olmamasıydı.

aklına ilk istanbul'a dönme fikri geldi. daha önce de denemişti. önceden bulunduğu mekanı, tanıştığı insanları bulabilmek için yeni uyandığı yerden eskisine yolculuğa çıkmıştı. ama bir önceki adresine gittiğinde ne kaldığı yerden, ne yaptığı işten, ne de tanıştığı insanlardan bir iz bulabilmişti. sanki o anlar hiç varolmamış gibiydi. yine hüsranla karşılaşmamak için istanbul'a dönme fikrini şimdilik erteledi. eskişehir'de ne işi vardı onu bulmalıydı. cüzdanını kontrol etmek yeni aklına gelmişti. anadolu üniversitesi'ne ait personel kartı gözüne ilişti. bunun yanında bir maaş kartı, birkaç da kartvizit vardı cüzdanda. acaba buradaki yolculuğu ne kadar sürecekti, burada ne işi olduğunu çözmeye değecek kadar süre geçirip geçirmeyeceğini bilmese de araştırmaya karar verdi. şarkıda sil baştan başlamak gerek bazen diyordu ya, buğra için artık sil baştan başlamamak gerekiyordu. kim bilir kaçıncı kez sıfırdan başladığı hayatı artık onu usandırmıştı. adımlarına bu durumun yarattığı yılgınlık sirayet etmişti ama daha tam olarak pes etmemişti. biliyordu. bir gün artık buraya kadar deyip pes edecek ve belki de bu hayata artık daha fazla katlanamadığını farkedip kısa yoldan bu işi bitirecekti. ama şimdi değil.

üniversiteye vardığında kimlik kartını turnikeye okutup içeri girdi.kapıdaki güvenlik uzun süredir tanıdığına delalet eden bir iyi günler dileğiyle karşıladı onu. evet ama şimdilik ne yapacaktı. güvenliğe burada ne işi olduğunu sormak abes olurdu. içeride yolunu yardım olmadan bulmak ise imkansız. havadan sudan bir muhabbetle konuyu buradaki işine getirebilirdi ve denedi. şansına geveze güvenlik konuştukça konuştu ve bir ara kütüphanede işler nasıl cümlesi geçti. bingo ! kütüphanede memurdu buğra. doğrudan oraya yönelmedi, biraz daha sohbet etti ve öyle yoluna gitti, istediğini almıştı. kütüphaneyi bulduğunda saat 10'u geçmişti. bankoda görevli olan, emekliliğine az kalmış yaşlı kurt ihsan nerede kaldın yahu, başına bir iş geldi sandık diye karşıladı onu. telefonun da kapalı, kaç kere aradım. bunca yılın tecrübesine rağmen buğra bu sabah en önemli şeyi atlamıştı, telefonunu kontrol etmek. bu kadar uğraşmasına gerek kalmayacaktı belki. şarjım bitmiş, farketmemişim diye başından savdı ihtiyarı. kütüphane içerisinde şüphe çekmeden bir tur attı, o sırada ihsan'ın şüpheli bakışları onu takip etmeye devam ediyordu. bu çocukta bir haller var bugün ama hayırlısı dedi içinden. sonrasında daha fazla dayanamadı. " oğlum buğra ne dolanıp duruyorsun, gel otursana yerine" diye seslendi. neyse ki yeri belliydi, zaman içerisinde bu ihtiyardan yaptığı işi de öğrenirdi. gerçi şimdiden belliydi neyin ne olduğu az çok. kütüphanede öğrencilerin aldığı kitapları sisteme işliyorlar, iade kitapları yerlerine yerleştiriyorlar, kısacası bir kütüphane memuru gün içerisinde ne yaparsa onu yapıyorlardı. ihsan'ı fazla şüphelendirmemek için çok soru sormadı. öğle yemeğine kadar yerinde sakince oturup onu takip ederek işinin gerekliliklerini kafasında bir yere not etti. bu kaçıncı iş öğrenişim diye geçti aklından bir ara. artık hafızası doluyordu. sürekli yeni bir işe adapte olmak zorunda kalmak, işin gereksinimlerini öğrenmek yoruyordu onu. ama bu seferki çok zorlayıcı sayılmazdı.

günün sonunda yorgun hissediyordu. eve dönüş yolunu bulma derdi olmadı. kapının önündeki servisçi sabah yoktun buğra bey deyince anladı mevzuyu. kısa bir izahat sonrası servise atladı, evin önündeki sokakta indi. eskişehir'deki ilk işi günü bitmişti. akşam yemeği için bakkaldan birkaç şey aldıktan sonra eve geldi. evden çıkmadan pencereleri açmadığına pişman oldu, boğucu ve havasız bir ortam karşıladı onu. temizlik yapmaya değer mi diye düşündü, biraz beklemeliydi. burada ne kadar kalacağını bilmediğinden öteledi bu işi de. yemeğini yedikten sonra telefonunu kurcalama vakti geldi nihayet. buğra'nın bir sosyal medya hesabı yoktu ama internetten ya da mail adresinden bir şeyler öğrenebilirdi. okula ait mail adresinde okunmamış 72 mail bekliyordu. çoğu okulla alakalı duyurular olan gereksiz mail yığını arasında biri ilgisini çekmişti. gelen mail suat'tandı. yetimhanede edindiği ender arkadaşlardan biriydi. yazıda kendisine uzun zamandır ulaşmaya çalıştığını, internette ismini aratırken üniversitenin sitesinden mail adresine ulaştığını belirtiyordu. bunca zamandır ne yaptığını, nerelerde olduğunu da iliştirmişti soru olarak. buğra için yeni bir umut ışığı doğmuştu, sonunda hayatının normal seyrinde olduğu çocukluk günlerinden biri ona ulaşmıştı. suat'ın yazdıkları arasında kendisinden bahsettiği kısımlara tekrardan göz attı ve ankara'da yaşadığını gördü. mailin sonunda müsait oldukları bir zamanda buluşalım diye eklemişti.

sisli bir ankara sabahunda gözleri suat'ı arıyordu kızılay meydanında. bir dönem bu şehirde yaşamıştı, üç ay kadar. o zamanlar bakanlıklardan birinde uzman yardımcısı görevindeydi. uyanışların en iyilerinden birisiydi. oldukça prestijli bir hayata uyanmıştı ankara'da. tabi sürdüremedi bu durumu. iki yıl aradan sonra aynı şehirde bulunmak garip hissettirmişte, hafifçe ürperdi. saat tam 10'da suat'ı üzerinde gri bir palto, omzunda bir evrak çantası kendisine doğru gülümseyerek gelirken farketti. mailde yetişkin haline ait fotoğrafını iliştirdiği için tanımak zor olmadı. meydana yakın kafelerden birine girdiler. geçmişle ilgili kısa bir konuşmanın ardından şimdiki zaman geldi sıra. suat avukat olmuştu, çankaya'da bir hukuk bürosunda çalışıyordu. evlenmiş, bir kız çocuğu sahibi olmuştu. kılık kıyafetinden de anlaşılacağı üzere hali vakti yerindeydi. kendisi hakkında olan biteni anlattıktan sonra buğra'ya gelmişti sıra. kısaca eskişehir'den bahsetti. orada yeni olduğunu ve uyanışları anlatmadı. aslında buraya gelirken niyeti bunları ona anlatmaktı ama deli damgası yemekten korkuyordu. sonuçta anlatacakları aklı başında kimseye mantıklı gelecek türden şeyler değildi. bunu denese kaybedecek bir şeyi olmazdı belki, suat bu zamana kadar ortalarda yoktu, bundan sonra onu deli belleyip görüşmese ne eksilirdi. sadece kendine yediremediğindendi bu tavır, yoksa suat'ın ne düşüneceği çok da umrunda olmazdı. neden sonra muhabbet bir anda yetimhaneye geldi, ikisi de ayrıldıktan sonra bir daha oraya uğramamıştı. oradan hatıra kalan birini görmek bir anda buğra'ya buraya tekrar gitme isteği uyandırmıştı. ne kaybederdi ki.

ve her şeyin başladığı yerdedir. aradan geçen 12 yıldan sonra yetimhanededir. doğrusunu söylemek gerekirse artık burası bir yetimhane de değildir. terk edileli uzun zaman olmuş, metruk, yıkık dökük bir yer halini almıştır. buğra etrafında kimselerin olmadığı binanın içerisine yavaş adımlarla girer. kapı ardından kapandığında bir an süren karanlığın ardından her şeyi yerli yerinde bulur. koğuşu, ranzası, yemekhane, ilk yardım odası. her şey 12 yıl önce bıraktığı gibidir. koğuşuna gider, yatağını bulur. yorgunluktan kapanan gözlerini açık tutamaz ve uykuya dalar. artık ait olduğu yerdedir. hatta bu hayatta ait olabileceği tek yerdedir. uyandığında ve tekrar uyuduğunda, değişmeyen tek yerdedir.
devamını gör...

insanın okudukça ne kadar eksiğinin, bilmediği ne kadar çok şeyin olduğunu farketmesinden kaynaklanan durumdur.
devamını gör...

öhöm öhöm...kendimi, rus konsolosluğu'nda ömrü geçen tatlı hayat'ın irfan'ı gibi hissediyorum.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

olunabilir. bana çok anormal gelmiyor.

cehennemin olması tanrı ile mi yoksa insan ile mi ilgili? bunun üzerine biraz düşünmek lazım. tanrı olmasaydı cehennem yine olacaktı. hatta cehennem düşüncesi bile tanrıyı ortaya çıkarmış olabilir. cehenneme övgü kitabında gündüz vassaf bu durumu çok güzel açıklar. insanlar cenneti detaylı şekilde tasvir edemez ama cehennemi sanki oraya girip görmüş kadar detaylı anlatabilir der. cennet fikri bizleri ne kadar rahatlatıyorsa belki daha fazla cehennem fikri rahatlatıyor. haberleri izlerken karşımıza çıkan çocuğu istismar eden insanın türkiye şartlarında düzgün ceza almamasına bu denli sessiz kalınmasının sebeplerinden biri bir de cehennemin olmasıdır aslında. bir dini olan ülkelere özgü bir kabullenmişlik işte bu. burada ceza almıyor ama mutlaka cehenneme gidince cezası bol bol verilecek. insanlar kendilerini bu şekilde rahatlatıyor.

haliyle cehennem gibi korkunç bir mekanı ortaya çıkarabilmiş insanların bir başkasının mutsuzluğu ile mutlu olabilmeye oldukça olumsuz şekilde bakması bana hep ikiyüzlü gelir. insanlar neden sadece cennetini kabullenir ve olumsuz tüm duygularını tamamen yok kabul eder sahiden anlamıyorum.

ben başkalarından mutsuzluğundan mutlu oluyorum. başkaları bir zamanlar beni çok mutsuz ettiyse onun o mutsuzluğu bana ödeşmiş gibi hissettiriyor. hatta yıllar önce beni oldukça çaresiz bırakmış bir insanın aynı çaresizliği yaşadığı ana şahit olmuştum, karsısına geçip gülümsemiştim.

çok ciddi zarar veren insanların çok ciddi zarar görmesini isteyen bu öfkeli kalabalık nasıl herkesin mutluluğunu istiyor gibi görünüyor? ilginç.

bi ben hastayım, sinsiyim herkes maşallah sevgi kelebeği, masum melek, pembe poğaça. her şeyi kabullenmiş bihter gibi peki diyor ve susuyorum.
devamını gör...

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

bir kere uçurtması kaçtı diye gökyüzüne küsenlerin yaptığıdır.
devamını gör...

eric lynn wright bilinen adıyla eazy-e amerikalı rap sanatçısı.
bir parçasında (bkz: dr. dre) ile (bkz: snoop dogg) ikilisine baya ağır ithamlarda bulunmuştur.
incelemek için
ayrıca (bkz: gta san andreas) oyunundaki (bkz: ryder) karakterinin ilham kaynağı olduğu bariz bir şekilde görülmektedir.
30 yaşında vefat etmiştir.
devamını gör...

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

o kadar çok var ki..
•altında deniz olan bir uçurumun kenarına gidince istemsizce zihnimde "aşağı atlasam ne olur, en fazla ne olabilir ki, çok da güzel olur" gibi cümleler oluşuyor.
•ağlarken birden gelen kahkaha atma isteği.
•kalabalık bir ortamdayken herkes beni izliyor hissiyatı.*
•beni gerçekten hiç kimsenin anlamadığını düşünüyorum.
•bazen bazı şeylerin olacağını hissetmekten çok biliyorum. daha önce aynı şeyi yaşamışım gibi.*
•ansızın gelen "çikolata ne kadar güzel bir nimet" düşüncesi.
not: umarım sadece bana olmuyordur bunlar.*
not2: aklıma geldikçe editleyeceğim.
devamını gör...

allah başka dert vermesin. dertlerimi yarıştıralım ne yapalım.
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim