bizanslı bilim adamları nasıl istanbul'da kalırdı düşüncesi
başlık "itcanbelupus" tarafından 17.08.2022 10:39 tarihinde açılmıştır.
1.
yıllardır kafamı kurcalayan, cevabını bulamadığım sizlere açmak istediğim sorudur.
istanbul'un fethinden sonra bizanslı fikir, sanat ve bilim insanları alelacele başlıca venedik'e ve muhtelif avrupa prensliği ve krallığına kaçmıştır; bu da rönesans'ın gelişimi ve hellenik kültürün yeniden "gündeme gelişi" vesilesiyle bu düşünsel devrimin istikametini bulması açısından muntazam önem arz etmektedir. bu olay sebebiyle rönesans (ve arkasından gelen tüm "institutive" başarımlar (koloniyalizm, reform, bir yönetim biçimi olarak chartered company'ler vsvs) tam anlamı ile "anti-osmanlı hareketi" olmuştur. tüm bu devinimin, "yerinde duramayış"ın sebebi devlet'i aliyye'den alınması gereken tarihi öç olmuştur. elbette bir süre sonra (kıta felsefesinin de doğuşuyla) avrupalılar yüzyıllarca süren uğraşın ardından elde edilen -hem maddi, hem de fikirsel- kazanımların "toplanmaya layık bir
toplum" için elzem olduğunu anlamışlar; yani iş osmanlı'yı çoktan aşmış ve yeni mücadele modernizmi kurmak olmuş, veya modern halklar arasındaki mücadele tarih sahnesinde önem arz etmiş ve osmanlı isimli hasta adam asia minor'dan tarihi izlemiş giderek eksilerek).
bu girizgahtan sonra şu soru artık sorulabilir: osmanlı nasıl bir osmanlı olsaydı bu fikir insanları avrupa yerine konstantiniyye'de kalırlardı; ve böylece devlet'i aliyye rönesans'ın haklı bir muhatabı olabilirdi? veya fatih sultan mehmet, nasıl proaktif kararlarla bu fikir insanlarının avrupa'ya olan "doğal göçleri" önlenebilirdi?
cevap mahiyetinde değilse de kendi fikirlerimi sunmak isterim.
a) özgürlükçü bir toplum:
fatih sultan mehmet(yani türk tarihinin en ilerici hükümdarlarından birisi olarak kabul edilen padişah) elinde bugün kimsenin elinde olmayan bir güce sahipti: dikte etme gücü. ancak fatih, bu gücü kullanıp dikte etmek yerine dikte edildi kendi kültürü ve inanışı doğrultusunda. bir antitez olarak atatürk ise kendi kültürüne dahi meydan okudu, ancak elinde fatih'in "legitimacy"si ve dikte etme gücü olmadığı için millete az zamanda, hatta belki alelacele kazandırmaya çalıştığı kazanımlar olgunlaşamadı ve kültür tarafından ezildi geçildi. yani demem o ki fatih "o kadar da" ilerici değildi ve kendi kültürünün bozulmasındansa bizans'ın en büyük zenginliği olan bu fikir insanlarını kaybetmeyi göze aldı; bu yüzden de asla "fethedemedi". konstantinapol, avrupa'nın başlangıcı olarak kabul edilir ve bu toprağın batısında toprağı olan kimse de avrupalı olarak kabul edilir, değer görür. ancak osmanlı asla böyle bir statüye konmadı; çünkü gerekli evrimi geçirmedi.
fethetmek, fetholunmaktır çünkü.
fatih sadece zaptetti istanbul'u; ortaya da yüzyıllarca yozlaşmanın simgesi haline gelmiş ve varlığını sadece diğer vatanların işgalinden gelen kazançlara borçlu olan barbar bir heyula çıkmıştır. avrupa'nın bu doğulu imparatorluğa öcü gibi bakması boşuna değildir.
fatih, ele geçirdiği şey tarafından ele geçirilmedi. ele geçirilmek uğruna kendi halkı ile karşı karşıya gelmedi. bu fikir insanları için konstantinapolis artık "yaşamaya değer" bir yer olma fikrinden öyle uzaklaştı ki adamlar ölüm tehlikesini bile göze alıp italyan prensliklerine kaçmışlar.
konstantiniyye nasıl avrupa'dan yeğ olabilirdi bu insanlar için? özgürlükleri ve özgür düşünceleri padişah tarafından temin edilse bile sokakta gezen insan müsveddeleri onlara utanmadan "alt-insanmış" gibi, yani kafire baktıkları gibi bakarlardı. ayrıca osmanlı, yalnızca müslüman olmaları koşuluyla onları sponse edecekti (çünkü hep öyle yapılırdı). üstelik fikir işçiliği şatafat ve osmanlıvari bir görgüsüz zenginliğin içerisinde yapılamayacak kadar asaletli bir hüviyete sahiptir; fikir işçiliği -şey'in tabiatinden ötürü- tıpkı kendisi gibi "kontrollü ve bilinçli bir sefalet"i kendine şart koşar. fikir, beş parasızlıkta ve açlıkta akla gelmeyeceği gibi zenginlik ve şatafatta da üretilemez. bu diyalektik ilişkinin sebebi, fikrin "dünya dışılığından" kaynaklanır. açlık da zenginlik de insanın dikkatini çeker; bu iki durumda da dünya avaz avaz var olduğunu haykırır ve entelektüel zihin bunca sesin arasında fikir üretemez. bilgelik, dünyanın kontrollü bir ihmalinden doğabilir ancak. bu tıpkı bir tohumu sususlukla kuruması ama suyun fazlası ile de çatlaması gibidir; ancak ölçülülük bir tohumdan bir hayat yaratır.
oysa osmanlı gibi sığ bir bakış açısının vaadi "gelin ve ihya olun"dan ibaretti. bu adamlar da burada çürüyeceklerine orada mezhepçiliğe uğramayı seçtiler ve hatta hak ettikleri saygıyı gördüler.
osmanlı, bunun yerine ne yapabilirdi?
dini iktidarlarına bir son verebilirdi, ancak bu da şey'in tabiatına aykırı çünkü istanbul'un fethi erekselliğini bu dinin peygamberinin hadisinden almıştı. yani "casus belli" dindi ve tüm niyet aya sofya'da kılınacak olan o kanlı namazdı. elbette fatih istavroz çıkarıp yüce lord jesus için haykırsın demiyorum; ancak aya sofya kilise olarak kalsaydı, insanlar göç ettirilmeseydi, talanlar ve yağmalar yapılmasaydı belki halk da kendini bu yeni hükümdara ait hissedecekti. oysa tüm bunlar, savaşın doğal gereklilikleridir bir doğulu için. doğulu bir savaşçıyı "hak ettiği" ganimetleri almadan memnun edemezsin. zaten asıl mücadele etmesi gereken de kendi memnuniyetsiz halkıydı... bunun böyle olamayacağını daha baştan bilen fatih, iskanlarla konstantinapolis'i kimliksizleştirmiştir. böylece osmanlı neresiyse, avrupa onun batısı oluvermiştir.
b) esaret veya cinayet:
madem ki fatih onları "zaten ve ne yaparsa yapsın tutamayacaktı", öyleyse fatih tam da onların(avrupalıların) sandığı gibi biri olmalıydı ve tüm bu "dar" görüşüyle rönesansın anti-osmanlıcılıktan uzak ve cılız bir fikir akımı olarak ortaya çıkmasını sağlamalıydı. ancak fatih onların gidişine karşı kayıtsızlığı ile kendince bir centilmenlik yaptığını düşünse de avrupalılar için bu bir çeşit "türk budalalığı" olarak ele alınmıştır. ve dikkat ederseniz bugün türkiye tarafından yapılan tüm bu iyi niyetli ve faydacılıktan uzak erdemli hareket ve kararlar hala suistimal edilebilir budalalıklar olarak değerlendirilmektedir bu insanlarca. çünkü onlara göre erdemli eylemler ardında gerçek niyetler taşımak mecburiyetindedirler ve yalnızca "dillerini anlayabildikleri" kişiler barbar değildir. tarih boyunca bu böyle olmuştur. halklar dillerini anlayamadığı komşularını barbar olarak nitelendirmişlerdir. bu ön yargılı tavır, insanın kromozomlarında bile yazıyor olabilecek kadar temel bir duygudur. hatta sadece insan değil, hayvanlar bile "bilinmeyen/anlaşılmayan"a karşı temkinli ve saldırdan davranır.
peki avrupa'nın dili, yani yaşayış üslubu nedir? işte asıl soru bu.
osmanlı bence ya bu dili halkının her ferdine empoze edip bu kolektif dönüşümü başarmalıydı, ya da barbarlığının hakkını verip tüm bu zararlı fikir adamlarını kılıçtan geçirmeliydi. sonuçta bugün biz tarihi, kendi faydaları uğruna milyarlarca insanı kılıçtan geçiren batı'nın bakış açısından ele alıyoruz. belki biz kılıçtan geçiren olmalıydık.
ancak bunlar kesin cevaplar değil ve sizden de benim perspektifimi genişletecek ve hatta belki de alaşağı edebilecek yanıtlar görmeyi çok isterim.
istanbul'un fethinden sonra bizanslı fikir, sanat ve bilim insanları alelacele başlıca venedik'e ve muhtelif avrupa prensliği ve krallığına kaçmıştır; bu da rönesans'ın gelişimi ve hellenik kültürün yeniden "gündeme gelişi" vesilesiyle bu düşünsel devrimin istikametini bulması açısından muntazam önem arz etmektedir. bu olay sebebiyle rönesans (ve arkasından gelen tüm "institutive" başarımlar (koloniyalizm, reform, bir yönetim biçimi olarak chartered company'ler vsvs) tam anlamı ile "anti-osmanlı hareketi" olmuştur. tüm bu devinimin, "yerinde duramayış"ın sebebi devlet'i aliyye'den alınması gereken tarihi öç olmuştur. elbette bir süre sonra (kıta felsefesinin de doğuşuyla) avrupalılar yüzyıllarca süren uğraşın ardından elde edilen -hem maddi, hem de fikirsel- kazanımların "toplanmaya layık bir
toplum" için elzem olduğunu anlamışlar; yani iş osmanlı'yı çoktan aşmış ve yeni mücadele modernizmi kurmak olmuş, veya modern halklar arasındaki mücadele tarih sahnesinde önem arz etmiş ve osmanlı isimli hasta adam asia minor'dan tarihi izlemiş giderek eksilerek).
bu girizgahtan sonra şu soru artık sorulabilir: osmanlı nasıl bir osmanlı olsaydı bu fikir insanları avrupa yerine konstantiniyye'de kalırlardı; ve böylece devlet'i aliyye rönesans'ın haklı bir muhatabı olabilirdi? veya fatih sultan mehmet, nasıl proaktif kararlarla bu fikir insanlarının avrupa'ya olan "doğal göçleri" önlenebilirdi?
cevap mahiyetinde değilse de kendi fikirlerimi sunmak isterim.
a) özgürlükçü bir toplum:
fatih sultan mehmet(yani türk tarihinin en ilerici hükümdarlarından birisi olarak kabul edilen padişah) elinde bugün kimsenin elinde olmayan bir güce sahipti: dikte etme gücü. ancak fatih, bu gücü kullanıp dikte etmek yerine dikte edildi kendi kültürü ve inanışı doğrultusunda. bir antitez olarak atatürk ise kendi kültürüne dahi meydan okudu, ancak elinde fatih'in "legitimacy"si ve dikte etme gücü olmadığı için millete az zamanda, hatta belki alelacele kazandırmaya çalıştığı kazanımlar olgunlaşamadı ve kültür tarafından ezildi geçildi. yani demem o ki fatih "o kadar da" ilerici değildi ve kendi kültürünün bozulmasındansa bizans'ın en büyük zenginliği olan bu fikir insanlarını kaybetmeyi göze aldı; bu yüzden de asla "fethedemedi". konstantinapol, avrupa'nın başlangıcı olarak kabul edilir ve bu toprağın batısında toprağı olan kimse de avrupalı olarak kabul edilir, değer görür. ancak osmanlı asla böyle bir statüye konmadı; çünkü gerekli evrimi geçirmedi.
fethetmek, fetholunmaktır çünkü.
fatih sadece zaptetti istanbul'u; ortaya da yüzyıllarca yozlaşmanın simgesi haline gelmiş ve varlığını sadece diğer vatanların işgalinden gelen kazançlara borçlu olan barbar bir heyula çıkmıştır. avrupa'nın bu doğulu imparatorluğa öcü gibi bakması boşuna değildir.
fatih, ele geçirdiği şey tarafından ele geçirilmedi. ele geçirilmek uğruna kendi halkı ile karşı karşıya gelmedi. bu fikir insanları için konstantinapolis artık "yaşamaya değer" bir yer olma fikrinden öyle uzaklaştı ki adamlar ölüm tehlikesini bile göze alıp italyan prensliklerine kaçmışlar.
konstantiniyye nasıl avrupa'dan yeğ olabilirdi bu insanlar için? özgürlükleri ve özgür düşünceleri padişah tarafından temin edilse bile sokakta gezen insan müsveddeleri onlara utanmadan "alt-insanmış" gibi, yani kafire baktıkları gibi bakarlardı. ayrıca osmanlı, yalnızca müslüman olmaları koşuluyla onları sponse edecekti (çünkü hep öyle yapılırdı). üstelik fikir işçiliği şatafat ve osmanlıvari bir görgüsüz zenginliğin içerisinde yapılamayacak kadar asaletli bir hüviyete sahiptir; fikir işçiliği -şey'in tabiatinden ötürü- tıpkı kendisi gibi "kontrollü ve bilinçli bir sefalet"i kendine şart koşar. fikir, beş parasızlıkta ve açlıkta akla gelmeyeceği gibi zenginlik ve şatafatta da üretilemez. bu diyalektik ilişkinin sebebi, fikrin "dünya dışılığından" kaynaklanır. açlık da zenginlik de insanın dikkatini çeker; bu iki durumda da dünya avaz avaz var olduğunu haykırır ve entelektüel zihin bunca sesin arasında fikir üretemez. bilgelik, dünyanın kontrollü bir ihmalinden doğabilir ancak. bu tıpkı bir tohumu sususlukla kuruması ama suyun fazlası ile de çatlaması gibidir; ancak ölçülülük bir tohumdan bir hayat yaratır.
oysa osmanlı gibi sığ bir bakış açısının vaadi "gelin ve ihya olun"dan ibaretti. bu adamlar da burada çürüyeceklerine orada mezhepçiliğe uğramayı seçtiler ve hatta hak ettikleri saygıyı gördüler.
osmanlı, bunun yerine ne yapabilirdi?
dini iktidarlarına bir son verebilirdi, ancak bu da şey'in tabiatına aykırı çünkü istanbul'un fethi erekselliğini bu dinin peygamberinin hadisinden almıştı. yani "casus belli" dindi ve tüm niyet aya sofya'da kılınacak olan o kanlı namazdı. elbette fatih istavroz çıkarıp yüce lord jesus için haykırsın demiyorum; ancak aya sofya kilise olarak kalsaydı, insanlar göç ettirilmeseydi, talanlar ve yağmalar yapılmasaydı belki halk da kendini bu yeni hükümdara ait hissedecekti. oysa tüm bunlar, savaşın doğal gereklilikleridir bir doğulu için. doğulu bir savaşçıyı "hak ettiği" ganimetleri almadan memnun edemezsin. zaten asıl mücadele etmesi gereken de kendi memnuniyetsiz halkıydı... bunun böyle olamayacağını daha baştan bilen fatih, iskanlarla konstantinapolis'i kimliksizleştirmiştir. böylece osmanlı neresiyse, avrupa onun batısı oluvermiştir.
b) esaret veya cinayet:
madem ki fatih onları "zaten ve ne yaparsa yapsın tutamayacaktı", öyleyse fatih tam da onların(avrupalıların) sandığı gibi biri olmalıydı ve tüm bu "dar" görüşüyle rönesansın anti-osmanlıcılıktan uzak ve cılız bir fikir akımı olarak ortaya çıkmasını sağlamalıydı. ancak fatih onların gidişine karşı kayıtsızlığı ile kendince bir centilmenlik yaptığını düşünse de avrupalılar için bu bir çeşit "türk budalalığı" olarak ele alınmıştır. ve dikkat ederseniz bugün türkiye tarafından yapılan tüm bu iyi niyetli ve faydacılıktan uzak erdemli hareket ve kararlar hala suistimal edilebilir budalalıklar olarak değerlendirilmektedir bu insanlarca. çünkü onlara göre erdemli eylemler ardında gerçek niyetler taşımak mecburiyetindedirler ve yalnızca "dillerini anlayabildikleri" kişiler barbar değildir. tarih boyunca bu böyle olmuştur. halklar dillerini anlayamadığı komşularını barbar olarak nitelendirmişlerdir. bu ön yargılı tavır, insanın kromozomlarında bile yazıyor olabilecek kadar temel bir duygudur. hatta sadece insan değil, hayvanlar bile "bilinmeyen/anlaşılmayan"a karşı temkinli ve saldırdan davranır.
peki avrupa'nın dili, yani yaşayış üslubu nedir? işte asıl soru bu.
osmanlı bence ya bu dili halkının her ferdine empoze edip bu kolektif dönüşümü başarmalıydı, ya da barbarlığının hakkını verip tüm bu zararlı fikir adamlarını kılıçtan geçirmeliydi. sonuçta bugün biz tarihi, kendi faydaları uğruna milyarlarca insanı kılıçtan geçiren batı'nın bakış açısından ele alıyoruz. belki biz kılıçtan geçiren olmalıydık.
ancak bunlar kesin cevaplar değil ve sizden de benim perspektifimi genişletecek ve hatta belki de alaşağı edebilecek yanıtlar görmeyi çok isterim.
devamını gör...
2.
istanbul her şeyden önce doğu roma'dır.
sultan alpaslan 1071 de malazgirt ovasında roma ordusunu yenmiştir.
bu tarihten sonra türk ilerleyişi hiç durmadı ta ki 1683'deki 2. viyana kuşatmasına kadar.
türklerin doğu roma ya girmesi haçlı seferlerini başlattı. (birinci haçlı seferi 1096. dördüncü haçlı seferi istanbul'a 1204. ve dokuzuncu haçlı seferi 1272)
doğu roma'nın sınırları artık istanbul surları olmuştur.
doğu sınırında başlayan türk fetihlerinin bir gün istanbul'u alacağı fikri hiçte uzak ve yabancı değildir.
fatih ne yaparsa yapsın bizans aydın kesimini kendi yanında tutamazdı. yüzyıllardır süren bir düşmanlık.
fatih bizans halkı ve sarayı tarafından sevilseydi zaten savaş olmadan teslim olurlardı.
yaklaşık 400 sene direnen güç bizans aydın kesimidir.(kilise ve ruhban sınıfı)...
sultan alpaslan 1071 de malazgirt ovasında roma ordusunu yenmiştir.
bu tarihten sonra türk ilerleyişi hiç durmadı ta ki 1683'deki 2. viyana kuşatmasına kadar.
türklerin doğu roma ya girmesi haçlı seferlerini başlattı. (birinci haçlı seferi 1096. dördüncü haçlı seferi istanbul'a 1204. ve dokuzuncu haçlı seferi 1272)
doğu roma'nın sınırları artık istanbul surları olmuştur.
doğu sınırında başlayan türk fetihlerinin bir gün istanbul'u alacağı fikri hiçte uzak ve yabancı değildir.
fatih ne yaparsa yapsın bizans aydın kesimini kendi yanında tutamazdı. yüzyıllardır süren bir düşmanlık.
fatih bizans halkı ve sarayı tarafından sevilseydi zaten savaş olmadan teslim olurlardı.
yaklaşık 400 sene direnen güç bizans aydın kesimidir.(kilise ve ruhban sınıfı)...
devamını gör...