günlük talihsizlikler
trafikte hep kırmızı ışığa denk gelmektir.
devamını gör...
sabahattin ali
"yarın öldüğümüz zaman birisi bize sorsa: ‘dünyada neler gördünüz? ‘ dese herhalde verecek cevap bulamayız. koşmaktan görmeye vaktimiz olmuyor ki…"
edebiyatımıza, içimizdeki şeytan, kürk mantolu madonna, kuyucaklı yusuf gibi harika eserleri kazandırmış edebiyatımızın en değerli kalemlerinden birisidir. yazarlığı yanı sıra şairliği ile de ön plana çıkar. "leylim ley, göklerde kartal gibiydim, çocuklar gibi, ben sana vurgunum, dağlar, aldırma gönül, geçmiyor günler" gibi keyifle dinlediğimiz eserler onun şiirlerinden bestelenmiştir. eserlerinin yanı sıra düşünceleri ve ölümü ile de akıllarda iz bırakmış bir kişiliktir. yaşadığı dönemde kitapları yasaklanmış, düşünceleri yüzünden hapis yatmış, öğretmenlikten ihraç edilmiştir. geçimini sağlayabilmek için bir dönem nakliyecilik bile yapmıştır. kendisini yurtdışına kaçıracak olan ali ertekin isimli şahıs tarafından sopayla başına defalarca vurularak öldürülmüştür. ölümü hala aydınlatılamamıştır. cesedi teşhis edilemeyecek kadar tanınmaz bir halde bulunmuştur. katil idam cezasına çarptırılmıştır ancak 4 yıllık cezasından sonra serbest kalmıştır.
hayatı gibi çocukluğu da oldukça zor geçmiştir yazarın. babasının görevi nedeniyle sık sık şehir değiştirmek zorunda kalmış, annesinin ruhsal sorunları nedeniyle de oldukça zor günler geçirmiştir. annesi defalarca intihar girişiminde bulunmuş, daha sonraları ise histeri hastalığına yakalanmıştır. belki de bu dönemde yaşamış olduğu sorunlar, balıkesir öğretmen okulu'nda okurken, intihar girişiminde bulunması ile karşımıza çıkacaktır. okul müdürünün, sabahattin ali'yi ailesinin yanına gönderme uyarısı ile intihar girişimine kalkışmış olması aslında onun yaşamış olduğu ailesel travmaları açıkça ortaya koymaktadır. bu olayın sonunda okul müdürü tavrından vazgeçmiş, sabahattin ali de istanbul muallim mektebi'ne nakil olmuştur. 1927 yılında burdan mezun olup, diplomasını almıştır.
sabahattin ali'nin öğretmenlik mesleğinde ilk görev yeri yozgat olmuştur. yazar burada çok fazla sıkıldığını ve kendini yalnızca okuma ile meşgul ettiğini yazmıştır. nihayetinde burada sadece bir yıl bulunup daha sonra istanbul'a dönmüştür.
daha sonra gazi mustafa kemal atatürk'ün emri ile yurtdışına gönderilen öğretmenlerden birisi olmuştur. 1928 yılında almanya'ya gönderilmiştir. geri döndükten sonra bursa'da öğretmenliğe devam etmiştir. daha sonra almanca sınavına girmiş ve almanca öğretmeni olarak görevine devam etmiştir. tam da bu yıllarda komünizm propagandası yapmakla suçlanıp tutuklanmıştır. serbest kaldıktan sonra öğretmenliğe devam etmiştir ama okuduğu bir şiir yüzünden tekrar tutuklanmıştır. bu dönemde memurluktan atılmıştır. sinop cezaevi'nde yatarken, hepimizin bildiği "aldırma gönül, göklerde kartal gibiydim" şiirlerini yazmıştır.
sabahattin ali her ne kadar komünizm propagandası yapmaktan suçlansa da kendisi bunu hiçbir zaman kabul etmemiştir. yazdığı yazılarda aslında hem sağ görüşü hem de sol görüşü eleştirmiştir. bir dönem aziz nesin ile beraber çıkardıkları markopaşa dergisinde yayınladıkları siyasi ve mizahi yazılar yüzünden geniş kitleler tarafından tepki görmüştür. buradaki bazı yazıları yüzünden hapis cezası almıştır. hapisten sonra çıkarmış olduğu ali baba adlı dergide yayınlanan sırça köşk isimli öykü nedeniyle de hapis cezası almıştır. sabahattin ali'nin yazmış olduğu her şey tepki görmüş, bu yazıların çoğundan ceza almış ama asla pes etmemiş de diyebiliriz. ilk romanı kuyucaklı yusuf'u 1937 yılında yayımlamıştır. bu eser şu an, milli eğitim bakanlığı'nın 100 temel eser listesinde yer almaktadır. 1940 yılında içimizdeki şeytan adlı eserini yazmış olan sabahattin ali, 1942 yılında da günümüzde oldukça popüler olan kürk mantolu madonna adlı kitabını yazmıştır. romanlarının yanında şiir ve öykü de yazmıştır sabahattin ali. "sırça köşk" isimli öykü kitabı bir dönem toplatılıp, yasaklanmıştır.
sabahattin ali kalemi yüzünden çok büyük acılar çekmiş ama asla bu yoldan geri dönmemiş bir yazardır. yaşamı kadar ölümü de acı olmuştur. defalarca hüküm giymesine, yazdıklarının yasaklanmasına rağmen yazmaktan asla vazgeçmemiştir. ne hapis ne de parasızlık onu kaleminden koparamamıştır.
edebiyatımıza, içimizdeki şeytan, kürk mantolu madonna, kuyucaklı yusuf gibi harika eserleri kazandırmış edebiyatımızın en değerli kalemlerinden birisidir. yazarlığı yanı sıra şairliği ile de ön plana çıkar. "leylim ley, göklerde kartal gibiydim, çocuklar gibi, ben sana vurgunum, dağlar, aldırma gönül, geçmiyor günler" gibi keyifle dinlediğimiz eserler onun şiirlerinden bestelenmiştir. eserlerinin yanı sıra düşünceleri ve ölümü ile de akıllarda iz bırakmış bir kişiliktir. yaşadığı dönemde kitapları yasaklanmış, düşünceleri yüzünden hapis yatmış, öğretmenlikten ihraç edilmiştir. geçimini sağlayabilmek için bir dönem nakliyecilik bile yapmıştır. kendisini yurtdışına kaçıracak olan ali ertekin isimli şahıs tarafından sopayla başına defalarca vurularak öldürülmüştür. ölümü hala aydınlatılamamıştır. cesedi teşhis edilemeyecek kadar tanınmaz bir halde bulunmuştur. katil idam cezasına çarptırılmıştır ancak 4 yıllık cezasından sonra serbest kalmıştır.
hayatı gibi çocukluğu da oldukça zor geçmiştir yazarın. babasının görevi nedeniyle sık sık şehir değiştirmek zorunda kalmış, annesinin ruhsal sorunları nedeniyle de oldukça zor günler geçirmiştir. annesi defalarca intihar girişiminde bulunmuş, daha sonraları ise histeri hastalığına yakalanmıştır. belki de bu dönemde yaşamış olduğu sorunlar, balıkesir öğretmen okulu'nda okurken, intihar girişiminde bulunması ile karşımıza çıkacaktır. okul müdürünün, sabahattin ali'yi ailesinin yanına gönderme uyarısı ile intihar girişimine kalkışmış olması aslında onun yaşamış olduğu ailesel travmaları açıkça ortaya koymaktadır. bu olayın sonunda okul müdürü tavrından vazgeçmiş, sabahattin ali de istanbul muallim mektebi'ne nakil olmuştur. 1927 yılında burdan mezun olup, diplomasını almıştır.
sabahattin ali'nin öğretmenlik mesleğinde ilk görev yeri yozgat olmuştur. yazar burada çok fazla sıkıldığını ve kendini yalnızca okuma ile meşgul ettiğini yazmıştır. nihayetinde burada sadece bir yıl bulunup daha sonra istanbul'a dönmüştür.
daha sonra gazi mustafa kemal atatürk'ün emri ile yurtdışına gönderilen öğretmenlerden birisi olmuştur. 1928 yılında almanya'ya gönderilmiştir. geri döndükten sonra bursa'da öğretmenliğe devam etmiştir. daha sonra almanca sınavına girmiş ve almanca öğretmeni olarak görevine devam etmiştir. tam da bu yıllarda komünizm propagandası yapmakla suçlanıp tutuklanmıştır. serbest kaldıktan sonra öğretmenliğe devam etmiştir ama okuduğu bir şiir yüzünden tekrar tutuklanmıştır. bu dönemde memurluktan atılmıştır. sinop cezaevi'nde yatarken, hepimizin bildiği "aldırma gönül, göklerde kartal gibiydim" şiirlerini yazmıştır.
sabahattin ali her ne kadar komünizm propagandası yapmaktan suçlansa da kendisi bunu hiçbir zaman kabul etmemiştir. yazdığı yazılarda aslında hem sağ görüşü hem de sol görüşü eleştirmiştir. bir dönem aziz nesin ile beraber çıkardıkları markopaşa dergisinde yayınladıkları siyasi ve mizahi yazılar yüzünden geniş kitleler tarafından tepki görmüştür. buradaki bazı yazıları yüzünden hapis cezası almıştır. hapisten sonra çıkarmış olduğu ali baba adlı dergide yayınlanan sırça köşk isimli öykü nedeniyle de hapis cezası almıştır. sabahattin ali'nin yazmış olduğu her şey tepki görmüş, bu yazıların çoğundan ceza almış ama asla pes etmemiş de diyebiliriz. ilk romanı kuyucaklı yusuf'u 1937 yılında yayımlamıştır. bu eser şu an, milli eğitim bakanlığı'nın 100 temel eser listesinde yer almaktadır. 1940 yılında içimizdeki şeytan adlı eserini yazmış olan sabahattin ali, 1942 yılında da günümüzde oldukça popüler olan kürk mantolu madonna adlı kitabını yazmıştır. romanlarının yanında şiir ve öykü de yazmıştır sabahattin ali. "sırça köşk" isimli öykü kitabı bir dönem toplatılıp, yasaklanmıştır.
sabahattin ali kalemi yüzünden çok büyük acılar çekmiş ama asla bu yoldan geri dönmemiş bir yazardır. yaşamı kadar ölümü de acı olmuştur. defalarca hüküm giymesine, yazdıklarının yasaklanmasına rağmen yazmaktan asla vazgeçmemiştir. ne hapis ne de parasızlık onu kaleminden koparamamıştır.
devamını gör...
oğuz atay sözlükte yazsaydı tutunabilir miydi sorunsalı
tutunamazdı diye düşünüyorum. kimse anlamazdı, zavallım da kendini paralar dururdu anlasınlar diye. o başlıkta tutamak bu başlıkta tutamak boşuna harcardı enerjisini. nickaltı bile açmazlardı oğuzcuğum'a. gidip toplumcu gerçekçi veya köy sorunlarına eğilen başlıklara yazarlardı da canımcığım bir köşede mahzun beklerdi öylece.
devamını gör...
kitap alıntıları
sabahları uyanıp parıldayan güneşi gördüğümde, "al işte, yine cenneti andıran bir gün ve yine insanlar bunu mahvedecekler" diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum.
genç werther'in acıları, johann wolfgang von goethe
genç werther'in acıları, johann wolfgang von goethe
devamını gör...
ezberlenen en saçma şey
alarko kombi gerçek kombi gerçek konfor
arkadaşımın tc kimlik numarası ve seri numarası.
arkadaşımın tc kimlik numarası ve seri numarası.
devamını gör...
cahit zarifoğlu
"otogarlar düğün salonlarından daha samimi sarılmalar görmüştür. ve hastane duvarları da cami duvarlarından daha fazla inanan"
sözünün sahibi ve saygı duyulası insan.
sözünün sahibi ve saygı duyulası insan.
devamını gör...
içinde istanbul geçen şarkı
istanbul sokakları'dır.
devamını gör...
bim vs a101 vs şok
her birbirini tamamlıyor bence ve ayrıca bazen çok ucuz ve çok güzel şeyler geliyor ama en çok bime geliyor
devamını gör...
devrecilik
değerli arkadaşım hialiens'in ukdesidir.
devrecilik nedir? uzun dönem askerlik yapmış olanlar bilirler bu kavramı. kara kuvvetleri komutanlığına bağlı birliklerde, en üst iki devrenin askerlerinin, diğer devre askerlerden kendilerini üstün görmeleri, koğuşun ve kışlanın bilimum angarya işlerini onların üzerine yıkmaları, kendilerine ayrı bir misyon yüklemeleri ile gerçekleşir. işin ilginç tarafı komuta kademesi de tüm bu olanlara çanak tutarlar, yeni gelen askerlerin daha az şikayete gelmeleri, kafalarının ağrımaması gibi nedenler en üst iki devrenin bu sistemi hiyerarşik bir biçimde işletmesine olanak tanır. yani aslında komutanlar istemezse o kışlada devreciliğin d'sini bile yaptırmazlar adama, yazacağı bir yazıya bakar sürüverirler allahın şey ettiği yerlere.
peki bu işler nedir? bizim emir defterimizde şöyle yazıyordu ve komutan tarafından imzalıydı; koğuşların, merdivenlerin, duşların ve tuvaletlerin temizlikleri en alt iki devre tarafından yapılır ve bir üst devreleri tarafından kontrolleri gerçekleştirilir. tabi bunların yanında telefon kullanmak zaten yok ama üst devreler kullanabilir, eğer kullanırken yakalanırsan çok ağır bir azar yeme ihtimalin mevcut, biraz diklenirsen toplu bir şekilde saldırmaları da olası. ben çektim sende çekeceksin zihniyeti yani kısaca. bu ne kadar sürüyor? benim gibi kışlaya gelir gelmez 4 gün sonra aşağıdan bir iş kaptıysanız habercilik gibi kıyak bir iş rahatsınız, kimse aşağıda devamlı duran biriyle ters düşmek istemez, zira her gün komutanınızla birlikte olduğunuz için bazı durumları daha rahat aktarabilirsiniz, o yüzden sizi görmezden gelmeyi seçerler. ama bunun dışında kalan her uzun dönem asker, bu hiyerarşik yapıda yerini alır, 3 ay sonra alt devresi gelir ve 3 ay boyunca yapılacak işleri ona anlatır, 3 ay sonra çömezleri gelir artık işi p*ç torunları gelene kadar onları göz ucuyla takip etmektir. onlarda geldikten sonra artık en kıdemli iki devreden biri olur ve bum; kahramanımızın karakter değişimi tamamlanmıştır. düşünün sivilde yüzüne tükürmeyeceğiniz adam burada kendini kral falan ilan eder, ben ne dersem o üleynn diye gezinir ortalıkta.* kendisine eziyet edilmiştir, en çok işi o yapmıştır o yaptıysa herkes yapmalıdır, ya seve seve ya okşaya okşaya ama yapacaktır. nitekim emir defterinde tam açık bu şekilde yazmasa da böyle uygulanmaktadır. tabi bunları yapan kişilerin b tertip ya da devre kaybı olmaması çok önemli, peki neden önemli onu aşağıda anlatıyorum, toplanın*
devreciliğin tanımını yaptık, peki bu sistemin kendi içinde olan açık noktaları var mı? tabii ki var onu da anlatalım.
benim vereceğim örnekler biraz absürt, kimilerine göre aşırı bile kaçabilir ama tamamı yaşanmıştır. ben askerliğimi ara bölge ya da bizim tabirimizle "sürgün yeri" diye tabir edilen bir doğu ilinde yaptım. mevcudumuz 60 kişi civarında oluyordu genel olarak. bilen bilir; 3 çeşit sülüs tarihi ya da sevk işte her neyse vardır. a, b, ve devre kaybı olarak adlandırılır. a tarihli devreler 21 ağustos sülüs tarihliyken bunların b'leri 21-30 eylül arası sülüs tarihine sahiptir, aynı devredir ama 30-35 gün arası kayıpları vardır, geç terhis olurlar. devre kaybı ise nerdeyse diğer devre ile askere gelmek üzereyken diğer devreden 1 yahut 1.5 ay kadar önce gelmiştir. yani alt devresi ile arasında 40-45 gün falan olur, ama bunlarda a ve b'ler gibi aynı tertiptir, hiyerarşide yerlerini alırlar. bunları anlattım çünkü asıl anlatacağım olaya buradan bağlayacağım mevzuyu.
yukarıda belirttiğim gibi sürgün yeri diye tabir edilen bir kışlada yaptım askerliğimi. sürgün yeri dediysem öyle şehre uzak imkanlar kısıtlı falan değil, aksine her şey mevcut, çarşıya yakın yemekler falan orta derecede güzel. sürgün yeri diye tabir edilmesinin sebebi birlikte görev alan askerlerin sivil hayatları. 60 kişilik mevcudumuzun çok rahat 40'ının bağımlılık geçmişi vardı. zaten 8 tane kısa dönem hep mevcut onları saymıyorum zira onlara kimse karışmıyordu, ki onların bile arasında dönem dönem eski eroin bağımlıları falan geliyordu.* bu bahsettiğim 40 kişinin 25 tanesi askerlik öncesi irili ufaklı suçlara karışmış, kimisi 10 ay üzeri hapis cezaları yatmış tiplerden oluşuyordu. celp değişiyordu ama bu lanet durum hiç değişmedi. şimdi düşünün; sivil hayatında herhangi bir sosyal statüye sittin sene sahip olamayacak tiplerin, burada devrecilik yaptığını ve komutanların buna müsaade ettiklerini, suistimal'e çok açık bir durum olduğu aşikar. torbacı lan adam sivilde, gasp'a falan karışmış basit yaralama falan ne dersen var yani, düşün bu adama bir rütbeli gelip koğuş size emanet biz 5'ten sonra yokuz zaten vukuat olmasın diyor, ne yapar bu adam? hayatta belki ciddiye alındığı kendinden çekinildiği tek yer burası, sağlıklı hareket etmez elbette bol bol saçmalar, kimse şikayet etmeye de gidemiyordu, zira şikayete gidiyosan ciddi bir durum olmalıydı ve yanında bir alt ve bir üst devren ile birlikte gitmeliydin, ancak o şekilde şikayetin geçerli oluyordu.
henüz kışlaya geleli 180 gün civarı bir zaman geçmişti, karargahta haberciydim kafama göre takılıyordum. üstüm başım tertemiz olmak zorundaydı temizlik vs. işlere zaten karışmıyordum bana karışan da yoktu zaten. 180 günün ardından en üst devrelerin a, b ve devre kayıpları gitmiş, bir alt devrelerinin a ve b'leri gitmiş geriye devre kaybı 3 kişi falan kalmıştı. bir gün her zamanki gibi koğuştaki koğuş defterini yenilemek için elimde yeni koğuş defteriyle girdiğimde sıradışı bir manzara ile karşılaştım. bu devre kaybı olan en üst devre arkadaşlardan biri koğuşun tam ortasında, karşısında ise alt devreleri kalabalık bir biçimde etrafını sarmış, birinin elinde su dolu bir matara var, "sen bana yaptın, operasyon çocuğu, bak şimdi sıra bende diyerek neresine denk gelirse vurmaya başladı. dövülen çocuğun adı mehmet, dayak atanın adı hakan. mehmet yalvarıyor dur mur falan ama hakan durur mu? kafa göz allah ne verdiyse yaradana sığınarak vuruyor, bildiğin matara ile dövüyor mehmet'i. kimse dokunmuyor tabii demek mehmet'in kabahati büyük, ama bir an düşündüm; lan matara ne alaka aliminyum? hani koğuşta sopa desen var, hortum desen var, atolye az ilerde zaten, levyedir anahtardır gırla yani, bunlar daha efektif aletler, mataranın tutacak yeri yok, avuçluyosun falan yorar adamı. neyse velhasıl mehmet en son bayıldı dayak yemekten, hakan'ı arkadaşları sakinleştirdi.
baba dedim iyi hoş ama bu ne olacak? sen haberci değil misin? söyle komutana zaten verecekleri bir hafta komutanlık kararıyla hapis dedi bana. şaka gibi lan adam ne olduğunu iyi biliyor askeri cezaevinin, her şeyi göze almış mataraylan öyle dövmüş bunu. nitekim indim belirttim durum böyle böyle, komutan koğuşa çıkıp biraz kızdı bağırdı falan, mehmet'i hastaneye götürdük hava değişimi aldı 35 gün zaten askerliği bitti o hava değişimiyle. hakan 1 hafta komutanlık kararıyla askeri cezaevine girdi. askeri cezaevi bu arada, "10 dönüm bostan, yan gel yat osman" tarzı bir yer kesinlikle değil, onu da kısaca anlatayım. daha girerken sigara paketini teslim ediyorsun, günde sadece 3 sigara içme hakkın var. tv izleme saatinde o tv'ye bakmak zorundasın, kitap okuma saatinde o kitabı okumak zorundasın, konuşmanın yasak olduğu saatler bile var yani, öyle illet bir yer.
neyse bir hafta geçti, bizim hakan'ı almak için transitle gittik askeri cezaevinin kapısına. çıktı geldi bu, tabi nikotin tüketiminin kısıtlanmasından kaynaklı biraz sinirli bir biçimde. hakan dedim kanka sana bir şey soracağım. sor dedi. dedim sen bu mehmet'i dövdün ya, neden sopayla, levyeyle falan değil matarayla dövdün? verdiği cevap karşısında şok olmuştum.
"bu operasyon çocuğu, gece nöbete gideceği zaman saat kaç olursa olsun beni uyandırır, hadi lan alt devre git şu matarayı doldur gel derdi. o kadar kinlendim ki ona, tüm devrelerinin gitmesini bekledim, ve tüm sonuçlarını hesaplayarak matarayla dövdüm."
haha şu lükse bir bakar mısınız baylar bayanlar? elin oğlu adıyaman'ın bozkırından çıkıp geliyor, ona buna emrediyor, su doldurtuyor, uykusunu falan bölüyor, düzen öyle bir düzen yani. tabi bu kadar aptallığı devre kaybı olduğunu bilerek yapmak, süzme gerizekalı olmayı gerektirdiğinden fazla üzülmedim. hatta hakan'a dedim ki; "lan adamın kafasına vurdun o kadar, keşke taştaşlarına vursaydın, hiç değilse üreyemezdi bir daha."* güldük falan neşemiz yerine geldi, kışlaya giderken 4 dürüm yaptırdık, ayranla gömdük şen şakrak girdik içeriye.
bu olaylar biraz daha devam etti bu şekilde, sonra tam bizim bir üst devrelerimiz mevzuyu abartıp koğuşta olaylar ayyuka çıkınca, ve bir askerin üst kademelere şikayet etmesiyle kışla geniş bir soruşturmadan geçirildi. emir defterinde yazılan absürt emirlerin ne hızla silindiğini görseniz ağzınız açık kalırdı.* daha sonrasında zaten bu tür şeyler yaşanmadı, bazı komutanlar değişti, sorun çıkaran askerlerin hepsi çeşitli kışlalara sürgün edildi. sonradan yine yaşanmış mıdır? bunu bilemiyorum. ama daha sonra askerlik falan kısaldı, üstüne bedelli çıktı, bu tip saçma salak durumlar muhtemelen o yıllarda tarihe karışmış olmalı...
devrecilik nedir? uzun dönem askerlik yapmış olanlar bilirler bu kavramı. kara kuvvetleri komutanlığına bağlı birliklerde, en üst iki devrenin askerlerinin, diğer devre askerlerden kendilerini üstün görmeleri, koğuşun ve kışlanın bilimum angarya işlerini onların üzerine yıkmaları, kendilerine ayrı bir misyon yüklemeleri ile gerçekleşir. işin ilginç tarafı komuta kademesi de tüm bu olanlara çanak tutarlar, yeni gelen askerlerin daha az şikayete gelmeleri, kafalarının ağrımaması gibi nedenler en üst iki devrenin bu sistemi hiyerarşik bir biçimde işletmesine olanak tanır. yani aslında komutanlar istemezse o kışlada devreciliğin d'sini bile yaptırmazlar adama, yazacağı bir yazıya bakar sürüverirler allahın şey ettiği yerlere.
peki bu işler nedir? bizim emir defterimizde şöyle yazıyordu ve komutan tarafından imzalıydı; koğuşların, merdivenlerin, duşların ve tuvaletlerin temizlikleri en alt iki devre tarafından yapılır ve bir üst devreleri tarafından kontrolleri gerçekleştirilir. tabi bunların yanında telefon kullanmak zaten yok ama üst devreler kullanabilir, eğer kullanırken yakalanırsan çok ağır bir azar yeme ihtimalin mevcut, biraz diklenirsen toplu bir şekilde saldırmaları da olası. ben çektim sende çekeceksin zihniyeti yani kısaca. bu ne kadar sürüyor? benim gibi kışlaya gelir gelmez 4 gün sonra aşağıdan bir iş kaptıysanız habercilik gibi kıyak bir iş rahatsınız, kimse aşağıda devamlı duran biriyle ters düşmek istemez, zira her gün komutanınızla birlikte olduğunuz için bazı durumları daha rahat aktarabilirsiniz, o yüzden sizi görmezden gelmeyi seçerler. ama bunun dışında kalan her uzun dönem asker, bu hiyerarşik yapıda yerini alır, 3 ay sonra alt devresi gelir ve 3 ay boyunca yapılacak işleri ona anlatır, 3 ay sonra çömezleri gelir artık işi p*ç torunları gelene kadar onları göz ucuyla takip etmektir. onlarda geldikten sonra artık en kıdemli iki devreden biri olur ve bum; kahramanımızın karakter değişimi tamamlanmıştır. düşünün sivilde yüzüne tükürmeyeceğiniz adam burada kendini kral falan ilan eder, ben ne dersem o üleynn diye gezinir ortalıkta.* kendisine eziyet edilmiştir, en çok işi o yapmıştır o yaptıysa herkes yapmalıdır, ya seve seve ya okşaya okşaya ama yapacaktır. nitekim emir defterinde tam açık bu şekilde yazmasa da böyle uygulanmaktadır. tabi bunları yapan kişilerin b tertip ya da devre kaybı olmaması çok önemli, peki neden önemli onu aşağıda anlatıyorum, toplanın*
devreciliğin tanımını yaptık, peki bu sistemin kendi içinde olan açık noktaları var mı? tabii ki var onu da anlatalım.
benim vereceğim örnekler biraz absürt, kimilerine göre aşırı bile kaçabilir ama tamamı yaşanmıştır. ben askerliğimi ara bölge ya da bizim tabirimizle "sürgün yeri" diye tabir edilen bir doğu ilinde yaptım. mevcudumuz 60 kişi civarında oluyordu genel olarak. bilen bilir; 3 çeşit sülüs tarihi ya da sevk işte her neyse vardır. a, b, ve devre kaybı olarak adlandırılır. a tarihli devreler 21 ağustos sülüs tarihliyken bunların b'leri 21-30 eylül arası sülüs tarihine sahiptir, aynı devredir ama 30-35 gün arası kayıpları vardır, geç terhis olurlar. devre kaybı ise nerdeyse diğer devre ile askere gelmek üzereyken diğer devreden 1 yahut 1.5 ay kadar önce gelmiştir. yani alt devresi ile arasında 40-45 gün falan olur, ama bunlarda a ve b'ler gibi aynı tertiptir, hiyerarşide yerlerini alırlar. bunları anlattım çünkü asıl anlatacağım olaya buradan bağlayacağım mevzuyu.
yukarıda belirttiğim gibi sürgün yeri diye tabir edilen bir kışlada yaptım askerliğimi. sürgün yeri dediysem öyle şehre uzak imkanlar kısıtlı falan değil, aksine her şey mevcut, çarşıya yakın yemekler falan orta derecede güzel. sürgün yeri diye tabir edilmesinin sebebi birlikte görev alan askerlerin sivil hayatları. 60 kişilik mevcudumuzun çok rahat 40'ının bağımlılık geçmişi vardı. zaten 8 tane kısa dönem hep mevcut onları saymıyorum zira onlara kimse karışmıyordu, ki onların bile arasında dönem dönem eski eroin bağımlıları falan geliyordu.* bu bahsettiğim 40 kişinin 25 tanesi askerlik öncesi irili ufaklı suçlara karışmış, kimisi 10 ay üzeri hapis cezaları yatmış tiplerden oluşuyordu. celp değişiyordu ama bu lanet durum hiç değişmedi. şimdi düşünün; sivil hayatında herhangi bir sosyal statüye sittin sene sahip olamayacak tiplerin, burada devrecilik yaptığını ve komutanların buna müsaade ettiklerini, suistimal'e çok açık bir durum olduğu aşikar. torbacı lan adam sivilde, gasp'a falan karışmış basit yaralama falan ne dersen var yani, düşün bu adama bir rütbeli gelip koğuş size emanet biz 5'ten sonra yokuz zaten vukuat olmasın diyor, ne yapar bu adam? hayatta belki ciddiye alındığı kendinden çekinildiği tek yer burası, sağlıklı hareket etmez elbette bol bol saçmalar, kimse şikayet etmeye de gidemiyordu, zira şikayete gidiyosan ciddi bir durum olmalıydı ve yanında bir alt ve bir üst devren ile birlikte gitmeliydin, ancak o şekilde şikayetin geçerli oluyordu.
henüz kışlaya geleli 180 gün civarı bir zaman geçmişti, karargahta haberciydim kafama göre takılıyordum. üstüm başım tertemiz olmak zorundaydı temizlik vs. işlere zaten karışmıyordum bana karışan da yoktu zaten. 180 günün ardından en üst devrelerin a, b ve devre kayıpları gitmiş, bir alt devrelerinin a ve b'leri gitmiş geriye devre kaybı 3 kişi falan kalmıştı. bir gün her zamanki gibi koğuştaki koğuş defterini yenilemek için elimde yeni koğuş defteriyle girdiğimde sıradışı bir manzara ile karşılaştım. bu devre kaybı olan en üst devre arkadaşlardan biri koğuşun tam ortasında, karşısında ise alt devreleri kalabalık bir biçimde etrafını sarmış, birinin elinde su dolu bir matara var, "sen bana yaptın, operasyon çocuğu, bak şimdi sıra bende diyerek neresine denk gelirse vurmaya başladı. dövülen çocuğun adı mehmet, dayak atanın adı hakan. mehmet yalvarıyor dur mur falan ama hakan durur mu? kafa göz allah ne verdiyse yaradana sığınarak vuruyor, bildiğin matara ile dövüyor mehmet'i. kimse dokunmuyor tabii demek mehmet'in kabahati büyük, ama bir an düşündüm; lan matara ne alaka aliminyum? hani koğuşta sopa desen var, hortum desen var, atolye az ilerde zaten, levyedir anahtardır gırla yani, bunlar daha efektif aletler, mataranın tutacak yeri yok, avuçluyosun falan yorar adamı. neyse velhasıl mehmet en son bayıldı dayak yemekten, hakan'ı arkadaşları sakinleştirdi.
baba dedim iyi hoş ama bu ne olacak? sen haberci değil misin? söyle komutana zaten verecekleri bir hafta komutanlık kararıyla hapis dedi bana. şaka gibi lan adam ne olduğunu iyi biliyor askeri cezaevinin, her şeyi göze almış mataraylan öyle dövmüş bunu. nitekim indim belirttim durum böyle böyle, komutan koğuşa çıkıp biraz kızdı bağırdı falan, mehmet'i hastaneye götürdük hava değişimi aldı 35 gün zaten askerliği bitti o hava değişimiyle. hakan 1 hafta komutanlık kararıyla askeri cezaevine girdi. askeri cezaevi bu arada, "10 dönüm bostan, yan gel yat osman" tarzı bir yer kesinlikle değil, onu da kısaca anlatayım. daha girerken sigara paketini teslim ediyorsun, günde sadece 3 sigara içme hakkın var. tv izleme saatinde o tv'ye bakmak zorundasın, kitap okuma saatinde o kitabı okumak zorundasın, konuşmanın yasak olduğu saatler bile var yani, öyle illet bir yer.
neyse bir hafta geçti, bizim hakan'ı almak için transitle gittik askeri cezaevinin kapısına. çıktı geldi bu, tabi nikotin tüketiminin kısıtlanmasından kaynaklı biraz sinirli bir biçimde. hakan dedim kanka sana bir şey soracağım. sor dedi. dedim sen bu mehmet'i dövdün ya, neden sopayla, levyeyle falan değil matarayla dövdün? verdiği cevap karşısında şok olmuştum.
"bu operasyon çocuğu, gece nöbete gideceği zaman saat kaç olursa olsun beni uyandırır, hadi lan alt devre git şu matarayı doldur gel derdi. o kadar kinlendim ki ona, tüm devrelerinin gitmesini bekledim, ve tüm sonuçlarını hesaplayarak matarayla dövdüm."
haha şu lükse bir bakar mısınız baylar bayanlar? elin oğlu adıyaman'ın bozkırından çıkıp geliyor, ona buna emrediyor, su doldurtuyor, uykusunu falan bölüyor, düzen öyle bir düzen yani. tabi bu kadar aptallığı devre kaybı olduğunu bilerek yapmak, süzme gerizekalı olmayı gerektirdiğinden fazla üzülmedim. hatta hakan'a dedim ki; "lan adamın kafasına vurdun o kadar, keşke taştaşlarına vursaydın, hiç değilse üreyemezdi bir daha."* güldük falan neşemiz yerine geldi, kışlaya giderken 4 dürüm yaptırdık, ayranla gömdük şen şakrak girdik içeriye.
bu olaylar biraz daha devam etti bu şekilde, sonra tam bizim bir üst devrelerimiz mevzuyu abartıp koğuşta olaylar ayyuka çıkınca, ve bir askerin üst kademelere şikayet etmesiyle kışla geniş bir soruşturmadan geçirildi. emir defterinde yazılan absürt emirlerin ne hızla silindiğini görseniz ağzınız açık kalırdı.* daha sonrasında zaten bu tür şeyler yaşanmadı, bazı komutanlar değişti, sorun çıkaran askerlerin hepsi çeşitli kışlalara sürgün edildi. sonradan yine yaşanmış mıdır? bunu bilemiyorum. ama daha sonra askerlik falan kısaldı, üstüne bedelli çıktı, bu tip saçma salak durumlar muhtemelen o yıllarda tarihe karışmış olmalı...
devamını gör...
mustafa kemal atatürk
şahsi olarak hiç tanımadan, gözlerimle gerçekten hiç görmeden özlediğim, özlem duyduğum tek insan.
devamını gör...
normal sözlük yazarlarının karalama defteri
aynı yolu yürüyüp aynı yere varamamaktı seninle geldiğimiz nokta.
can yakıcı bir sensizlik vardı,
kabul edilemez bir yanlış,
buz gibi bir sessizlik...
uzunca düşündüm sonra üzerine,
birimiz gidiyorduk belki,
diğerimiz dönüyordu...
ben sana dönüyorken sen benden gidiyordun,
ve hangimiz başlatmıştı bunu bilmiyorduk...
sonra,
ömrümün geçtiği ama artık yabancısı olduğum şehrimin sokaklarındaki her kadın biraz bana,
her adam biraz sana dönüşüyordu.
susuyorlardı,
yüzleri asık,
içleri hüzünlüydü,
mutsuzlardı,
umutsuz,
yolları karanlık...
oysa ben gündüz bile sokak lambalarını yakıyordum;
giderek sana, giderek bana dönüşen herkes için,
hayal kırıklıklarımı göz kapaklarımın ardına gizliyordum sen görme diye,
ne kadar gizleyebilirdim sen bu kadar içimi görüyorken?
gizleyebilir miydim yıldızlar gibi elimi uzatsam sana dokunacak gibi oluşumun
ve senin tıpkı onlar gibi ışık yılları kadar uzak oluşunun
senden gidemeyişimin aslı sebebi oluşunu,
bu kadar biliyorken bendeki halini, gizleyebilir miydim?
peki bu kadar durduramazken ben gidişini,
neden yanıyordu hala sokak lambaları?
sen gidiyorsun... *
gidiyor yarınım, gidiyor evvelim, yaşamım sebebim gidiyor,
ama hepsinden önce sen gidiyorsun...
can yakıcı bir sensizlik vardı,
kabul edilemez bir yanlış,
buz gibi bir sessizlik...
uzunca düşündüm sonra üzerine,
birimiz gidiyorduk belki,
diğerimiz dönüyordu...
ben sana dönüyorken sen benden gidiyordun,
ve hangimiz başlatmıştı bunu bilmiyorduk...
sonra,
ömrümün geçtiği ama artık yabancısı olduğum şehrimin sokaklarındaki her kadın biraz bana,
her adam biraz sana dönüşüyordu.
susuyorlardı,
yüzleri asık,
içleri hüzünlüydü,
mutsuzlardı,
umutsuz,
yolları karanlık...
oysa ben gündüz bile sokak lambalarını yakıyordum;
giderek sana, giderek bana dönüşen herkes için,
hayal kırıklıklarımı göz kapaklarımın ardına gizliyordum sen görme diye,
ne kadar gizleyebilirdim sen bu kadar içimi görüyorken?
gizleyebilir miydim yıldızlar gibi elimi uzatsam sana dokunacak gibi oluşumun
ve senin tıpkı onlar gibi ışık yılları kadar uzak oluşunun
senden gidemeyişimin aslı sebebi oluşunu,
bu kadar biliyorken bendeki halini, gizleyebilir miydim?
peki bu kadar durduramazken ben gidişini,
neden yanıyordu hala sokak lambaları?
sen gidiyorsun... *
gidiyor yarınım, gidiyor evvelim, yaşamım sebebim gidiyor,
ama hepsinden önce sen gidiyorsun...
devamını gör...
kırmamak için kırılmak
empati sahibi ve nahif kişilerin yaşadıkları olaydır. bu kişiler, karşısındaki kişiye en başta, insan olduğu için değer verir, kalp kırmanın geri tamir edilmesinin çok zor olduğunu bilir. sırf bu yüzden sözlerini seçerek ve belki de kimi zaman kendinden ödün vererek ve alttan alarak konuşur fakat karşısındaki kişi bu hareketi belki de zayıflık olarak algılar ve kendisine ne kadar düşünceli davranıldıysa o kadar düşüncesiz ve kırıcı bir şekilde konuşur.
devamını gör...
la bu islam ne etti size
ooo kendilerini tanrı zanneden müslümanlar da doluşmuşsa işlem tamamdır. buraları da mı buldunuz. kendini kurtarmış gibi milleti cehenneme odun da yapmış. cehennem boşa yaratılmamışmış. sen cehennemde yer tanımlarını buradaki garibanlar için değil deve hamuduyla götüren ağa babaların için yap. yerse tabi.
devamını gör...
ağaç dikmek
"hoşgörüyü ağaçtan öğrenmek gerek sen ona tekme atarsın o sana çiçek saçar." çok sevdiğim bir sözdür. bu dünyadan umudu olan herkes ağaç dikmeli. bugün için, gelecek için.
devamını gör...
dinleyenin ruh halini yükselten müzikler
devamını gör...
kadın mı bayan mı sorunsalı
kadın demeyi ayıp ya da ayrılıkçı bulup, kadın cinsiyetini basitleştirme - nazikleştirme çabası yüzünden kadınlara bayan diyoruz. bu ayıbı bazen ben de yapıyorum özür dilerim kadınlar..
iki cinsiyet vardır. kadın ve erkek. bir kadın nasıl ki "aa yoldan adam geçiyor" ya da "seni bir herifle tanıştırıcağım" demiyorsa, biz de " bu bayan benim kardeşim" ya da " bu kız benim arkadaşım " dememeliyiz. hitap gereken durumlarda hanımefendi kullanılabilir. bizler de beyefendi denmesinden yanayız. onun dışında kadın kadındır, bayan anandır diyoruz sevgili hemcinslerim.
iki cinsiyet vardır. kadın ve erkek. bir kadın nasıl ki "aa yoldan adam geçiyor" ya da "seni bir herifle tanıştırıcağım" demiyorsa, biz de " bu bayan benim kardeşim" ya da " bu kız benim arkadaşım " dememeliyiz. hitap gereken durumlarda hanımefendi kullanılabilir. bizler de beyefendi denmesinden yanayız. onun dışında kadın kadındır, bayan anandır diyoruz sevgili hemcinslerim.
devamını gör...
yazarların yalnız olma nedeni
yalnız değiliz, elimizdekiyle yetinmeyi bilmiyoruz sadece.
yalnızlık, aniden hissedilen geçici bir duygu durumudur. kızgınlığa veya kırgınlığa karşı hissederiz. depresyon belirtisi de sayılır yalnız hissetmek ancak depresyona doğru gittiğimizin de habercisidir. kalabalıklar arasında yalnızlaşmak, tek başınalıkla yalnızlığı ayırt edememek... hayatımızın düzensiz oluşunun göstergesidir. yine de biz bir şeyin farkındayız; hangi duyguyu beslerken onu büyütürüz.
hayat bize bakmıyor, acıdan ölsek dahi dünya dönmeye devam ediyor. bu nedenle bir kedi/köpek/tavşan görünce yalnızlığımızı unutacağız ya da güzel bir şeylerin de olduğunu düşünerek. yoksa çekilir çile değil, benden söylemesi.
*
edit: imla, başımın belası, imla.
yalnızlık, aniden hissedilen geçici bir duygu durumudur. kızgınlığa veya kırgınlığa karşı hissederiz. depresyon belirtisi de sayılır yalnız hissetmek ancak depresyona doğru gittiğimizin de habercisidir. kalabalıklar arasında yalnızlaşmak, tek başınalıkla yalnızlığı ayırt edememek... hayatımızın düzensiz oluşunun göstergesidir. yine de biz bir şeyin farkındayız; hangi duyguyu beslerken onu büyütürüz.
hayat bize bakmıyor, acıdan ölsek dahi dünya dönmeye devam ediyor. bu nedenle bir kedi/köpek/tavşan görünce yalnızlığımızı unutacağız ya da güzel bir şeylerin de olduğunu düşünerek. yoksa çekilir çile değil, benden söylemesi.
*
edit: imla, başımın belası, imla.
devamını gör...
spontane radyo yayını
bi süre “entry girme orucu”mu bozduran haber. süprizli, spontane gerçekten. radyoya, bana, bize, mahalleye, vatana millete, ahaliye, tüm dünyaya ve uzaylılara hayırlı olsun. eminim döktürceksiniz. hepimize iyi gelecek o aranan kan bulunmuş gibi hissediyorum. mikrofonunuza toz gelmesin efem. yarın görüşmek üzere.
devamını gör...

