1.
bir ütopyanın başlangıcıdır. madem açtık başlığı ilk hamlemiz olsun piyon;
nereye gideceği belli olmayan yolcular,
yolculuklara çıkıyorlar.
etrafa bakmadan yürüyorlar,
ilerledikleri yok.
bir yere gittikleri yok.
anlatılacak hikâyeler arıyorlar,
söyleyecek birileri yok.
nereye gideceği belli olmayan yolcular,
kalamıyorlar,
gidemiyorlar da aynı zamanda.
bir yönleri yok.
bir tarzları yok.
çaresizlik…
aradıkları bir çare yok!
işte böyle zamane hikayeleri,
yan yana gelen kelimeler,
anlattıkları yok,
okuyanları çok.
ve okudukça zamane hikâyeleri,
insanlar kendilerine bir çare arıyor,
kendi yalnızlıklarına bir yoldaş.
yolculuklar uzun,
mesafeler kısa.
modern insan hala eskiye rağbet ediyor.
eskiye özeniyor.
sergüzeşt okuyor da dilber’e acıyor,
acınacak ne varsa acıyor da
bir kendine acımıyor.
zamane hikâyelerde ömrünü tüketiyor.
nereye gideceği belli olmayan yolcular,
yolculuklara çıkıyorlar.
etrafa bakmadan yürüyorlar,
ilerledikleri yok.
bir yere gittikleri yok.
anlatılacak hikâyeler arıyorlar,
söyleyecek birileri yok.
nereye gideceği belli olmayan yolcular,
kalamıyorlar,
gidemiyorlar da aynı zamanda.
bir yönleri yok.
bir tarzları yok.
çaresizlik…
aradıkları bir çare yok!
işte böyle zamane hikayeleri,
yan yana gelen kelimeler,
anlattıkları yok,
okuyanları çok.
ve okudukça zamane hikâyeleri,
insanlar kendilerine bir çare arıyor,
kendi yalnızlıklarına bir yoldaş.
yolculuklar uzun,
mesafeler kısa.
modern insan hala eskiye rağbet ediyor.
eskiye özeniyor.
sergüzeşt okuyor da dilber’e acıyor,
acınacak ne varsa acıyor da
bir kendine acımıyor.
zamane hikâyelerde ömrünü tüketiyor.
devamını gör...
2.
bu bir ütopyadır. aynı adlı eserden alınmıştır. birinci hikaye birinci kısım:
neyi ölçeceğini iyi biliyor insan. sanki bir kantar ve öyle bir terazisi var ki yanılıyor ilim. neyi ölçeceğini hiç öğrenmemiş insan. terazisi var ama ölçüler yanlış!
insan değer ölçerken maddi ağırlıklarla yanılgılara düşüyor.
yanılgılar kantarı bir yukarı çıkarıyor, bir aşağı indiriyor. insan yanılmıyorum dedikçe!
bir hikâye okumuştum gerçek ve yalan üzerine; ‘ gerçek ve yalan sözleşiyorlar bir gün buluşmak için, gerçek yalana güvenmiyor ama gidiyor buluşma yerine. yalan da geliyor tabii. oturup konuşurlarken yalan gerçeğe önlerinde duran suya girmeyi teklif ediyor. gerçek yalana inanmasa da kabul ediyor. kıyafetler çıkıyor üstlerinden ve gerçek ile yalan aynı suya giriyorlar birlikte. yalan gerçekten önce çıkıp gerçeğin eşyalarını giyiyor ve kendi eşyalarını da alıp ortalıktan kayboluyor. gerçek ise çırılçıplak kalıyor ortada. çaresiz dönüyor insanların arasına ama maalesef insanlar onun çıplak gerçekliğini sindiremiyor. yalan ise gerçek kıyafeti ile kol geziyor insanlar arasında…’
insanın terazisi vicdanı mıdır? şaşar ise hata mıdır? gerçek çırılçıplak ortada iken görünen gerçek kıyafetli yalan mıdır?
elbet yanılır insan da terazisinde ölçerken değeri! doğrusu yanlışı ile kabul etmek gerekir bu yüzden. hatalar… hatıralar… insanın kefesinde taşıdığı tecrübeler değilse eğer, kabullenmemiştir insan olduğunu. oysa insan, tüm bunların toplamıdır. görmek istediklerin değil, göremediklerinle bir bütün değilsen eğer, yaşadıklarının bir anlamı yoktur. kalabalık içinde yaşantı kırıkları ile boşa geçer ömür.
kıymetli olan ömürdür. onu kıymetsizleştiren insan! sıradanlaştırdığın her şey kendine yaptığın en büyük ihanettir. değer dediğin şey öyle herkese verilmez. önce kendine sonra kendin gibi olanlara sonra diğerlerine. düzensizlik bile bir düzendir kendi içinde. hayat boşa geçirilecek kadar uzun değil. hani diyor ya şarkıda; ‘ ömür dediğin şey, bitecek kadar çok mu?’ cevapsız sorularla zaman öldürmek hiç kimseyi filozof yapmaz. cevap verebileceğin sorulara verdiğin cevaplara bak! o sorulara verdiğin cevaplar değişmiyorsa gerçeğin odur.
devamı var.
neyi ölçeceğini iyi biliyor insan. sanki bir kantar ve öyle bir terazisi var ki yanılıyor ilim. neyi ölçeceğini hiç öğrenmemiş insan. terazisi var ama ölçüler yanlış!
insan değer ölçerken maddi ağırlıklarla yanılgılara düşüyor.
yanılgılar kantarı bir yukarı çıkarıyor, bir aşağı indiriyor. insan yanılmıyorum dedikçe!
bir hikâye okumuştum gerçek ve yalan üzerine; ‘ gerçek ve yalan sözleşiyorlar bir gün buluşmak için, gerçek yalana güvenmiyor ama gidiyor buluşma yerine. yalan da geliyor tabii. oturup konuşurlarken yalan gerçeğe önlerinde duran suya girmeyi teklif ediyor. gerçek yalana inanmasa da kabul ediyor. kıyafetler çıkıyor üstlerinden ve gerçek ile yalan aynı suya giriyorlar birlikte. yalan gerçekten önce çıkıp gerçeğin eşyalarını giyiyor ve kendi eşyalarını da alıp ortalıktan kayboluyor. gerçek ise çırılçıplak kalıyor ortada. çaresiz dönüyor insanların arasına ama maalesef insanlar onun çıplak gerçekliğini sindiremiyor. yalan ise gerçek kıyafeti ile kol geziyor insanlar arasında…’
insanın terazisi vicdanı mıdır? şaşar ise hata mıdır? gerçek çırılçıplak ortada iken görünen gerçek kıyafetli yalan mıdır?
elbet yanılır insan da terazisinde ölçerken değeri! doğrusu yanlışı ile kabul etmek gerekir bu yüzden. hatalar… hatıralar… insanın kefesinde taşıdığı tecrübeler değilse eğer, kabullenmemiştir insan olduğunu. oysa insan, tüm bunların toplamıdır. görmek istediklerin değil, göremediklerinle bir bütün değilsen eğer, yaşadıklarının bir anlamı yoktur. kalabalık içinde yaşantı kırıkları ile boşa geçer ömür.
kıymetli olan ömürdür. onu kıymetsizleştiren insan! sıradanlaştırdığın her şey kendine yaptığın en büyük ihanettir. değer dediğin şey öyle herkese verilmez. önce kendine sonra kendin gibi olanlara sonra diğerlerine. düzensizlik bile bir düzendir kendi içinde. hayat boşa geçirilecek kadar uzun değil. hani diyor ya şarkıda; ‘ ömür dediğin şey, bitecek kadar çok mu?’ cevapsız sorularla zaman öldürmek hiç kimseyi filozof yapmaz. cevap verebileceğin sorulara verdiğin cevaplara bak! o sorulara verdiğin cevaplar değişmiyorsa gerçeğin odur.
devamı var.
devamını gör...
3.
bu bir ütopyadır.aynı adlı eserden alınmıştır. birinci hikaye ikinci kısım:
kazanmak-kaybetmek yarışı değil bu. insan uydurmasından başka bir şey! maddi dünyayı manevi dünya ile karıştırmak aptalların işidir. ölçülebilir şeyleri ölç! düşüncelerini koy terazine duygularını değil. hesap yaparak düşünür insan ama sevemez. sevginin hesabı olmaz. hesabı olan sevgi değildir. çıkardır bunun adı! oysa insanı insan yapan duygularıdır.
duygularını dizginleyebilir ya da serbest bırakabilirsin. yerini ve zamanını yaşadıkça öğreneceksin. tecrübeler bazen acı bazen tatlı olacaktır. olsun! kefende saklamayı bileceksin. bileceksin ki tekrar benzerini gördüğünde tanıyasın. en zoru tanımak! ama bir kere tanıdı mı da unutamazsın.
çok zor şeyler söylediğimin farkındayım. ama gördüğüm gerçek ile çırılçıplak gerçek arasında çok fark var. insan kendini aradığını düşündüğü bu yolculukta yol ayrımlarına geldiği zaman hep tercih etmediğini düşünür. diğer tarafı merak eder. merak düşündürür. merak hayal ettirir. sonra duyguları girer devreye. duygu pişmanlıktır. pişmanlık kederdir. keder insanı öldürmeye yeter.
şimdi gelelim bu ikisini bir arada tutmaya. akıl hesaptır dedik. yürek sevgidir dedik. ne yüreğindeki sevgiyi unutacak kadar hesapçı, ne de hesaplarını unutacak kadar sevgi dolu ol! her şeyin fazlası zarar! gereğini yapmak en doğrusudur. ama gereğini yapmak için gereğini öğrenmek gerekir. kendi yaşadığın hayata saygı gösteriyorsan gereğini öğrenmişsindir. ama bir başkası gibi yaşıyorsan, dengeyi sağlayamamışsan bu sefer de zorlanan sen olursun. başına gelen olayları, insanları, şehirleri, sokakları, hayvanları unutma! unutursan hep senin başına gelir.
sevgiler!
birinci hikayenin sonu.
kazanmak-kaybetmek yarışı değil bu. insan uydurmasından başka bir şey! maddi dünyayı manevi dünya ile karıştırmak aptalların işidir. ölçülebilir şeyleri ölç! düşüncelerini koy terazine duygularını değil. hesap yaparak düşünür insan ama sevemez. sevginin hesabı olmaz. hesabı olan sevgi değildir. çıkardır bunun adı! oysa insanı insan yapan duygularıdır.
duygularını dizginleyebilir ya da serbest bırakabilirsin. yerini ve zamanını yaşadıkça öğreneceksin. tecrübeler bazen acı bazen tatlı olacaktır. olsun! kefende saklamayı bileceksin. bileceksin ki tekrar benzerini gördüğünde tanıyasın. en zoru tanımak! ama bir kere tanıdı mı da unutamazsın.
çok zor şeyler söylediğimin farkındayım. ama gördüğüm gerçek ile çırılçıplak gerçek arasında çok fark var. insan kendini aradığını düşündüğü bu yolculukta yol ayrımlarına geldiği zaman hep tercih etmediğini düşünür. diğer tarafı merak eder. merak düşündürür. merak hayal ettirir. sonra duyguları girer devreye. duygu pişmanlıktır. pişmanlık kederdir. keder insanı öldürmeye yeter.
şimdi gelelim bu ikisini bir arada tutmaya. akıl hesaptır dedik. yürek sevgidir dedik. ne yüreğindeki sevgiyi unutacak kadar hesapçı, ne de hesaplarını unutacak kadar sevgi dolu ol! her şeyin fazlası zarar! gereğini yapmak en doğrusudur. ama gereğini yapmak için gereğini öğrenmek gerekir. kendi yaşadığın hayata saygı gösteriyorsan gereğini öğrenmişsindir. ama bir başkası gibi yaşıyorsan, dengeyi sağlayamamışsan bu sefer de zorlanan sen olursun. başına gelen olayları, insanları, şehirleri, sokakları, hayvanları unutma! unutursan hep senin başına gelir.
sevgiler!
birinci hikayenin sonu.
devamını gör...
4.
bu bir ütopyadır. aynı adlı eserden alınmıştır. ikinci hikaye birinci kısım;
zelal 14 yaşına gelene kadar yaşadığı hayatın bir anlamı olduğunu hiç fark etmemişti. derme çatma bir ev, kalabalık nüfuslu bir aile, ağabeyler, ablalar, kardeşler, amcalar hep bir arada. söylenenleri yerine getirmekle o kadar meşguldü ki yaşadığının farkına varması için bir işaretin, bir olayın gerçekleşmesi gerekiyordu.
bir ekim ayı okuldan eve dönüyorken, yanındaki arkadaşlarının onun hakkında söylediklerini dinliyordu. öğretmenleri hakkında güzel örnekler veriyordu. arkadaşları da onun buna kayıtsız kalmasına anlam veremediklerini anlatıyorlardı. rojda biraz kıskanç bir tavırla zelal’e söyleniyor muydu yoksa onu kendine mi getirmeye mi çalışıyordu zelal bunu hiç anlayamamıştı. o söylenenleri dinlemeye ve uygulamaya programlı hayatını değiştirmekten korkuyordu. değişim onun için hayal bile değildi. babası yılın bazı aylarında gelince ona bununla ilgili öğütler verirdi uzun uzun. konuşmak eylemi zelal’de karşılıklı yapılan bir eylem değildi. o sadece öğrenmişti. konuşmazdı. konuşamazdı. kendi sesini unuttuğu uzun yaz günleri olmuştu. bu bir baskının eseri değildi kendine göre. tamamen tercih meselesiydi. ve mükemmel bir özgürlüktü. düşüncelerinin mükemmelliği ile bir başına kalmak özgürlüğü! kendini yanında konuşan sidikli kızlara göre inanılmaz şanslı hissediyordu. babası söz veriyordu her gelişinde. okuyacak ve onu gururlandıracaktı. zelal bedensel ve zihinsel olarak tam anlamıyla özgürlüğüne kavuşacak ve sonra yeniden başlayacaktı hayata. zelal hayallerinin peşinde koşan bir insan olacaktı. zihnini bilgi ile doldurma çabası bu yüzdendi. bilgi dışında pek bir şeyle ilgilenmezdi. okul onun gizli bahçesiydi. özgürlük anıtının inşaat sahası olarak görüyordu. okulda bu inşaat için gerekli tüm malzeme bulunuyordu. o da bir bir işliyordu zihnine bu malzemeleri. babası gibi! o da bir duvar ustasıydı. tuğla yerine kitaplar beton yerine öğretmenlerin bilgilerini koyuyordu.
seda el sallayarak ayrıldı yanlarından. rojda ile baş başa kalmışlardı. biraz daha yolları vardı. rojda bir şeyler söylemeye çalışıyor ama bir türlü konuya giremiyordu. azat! dedi. sana bu mektubu gönderdi. elinde çizgili küçük bir defterden özensizce yırtılmış altıya katlanmış kirli bir kağıt parçası titriyordu. rojda utangaç bir kızdı. kulakları, yüzü, burnu, çenesi kıpkırmızı kesilmişti. zelal ona döndü ve gülümseyerek kağıdı aldı elinden. paltosunun iç cebine koydu. hiçbir şey söylemedi. bu azat’tan gelen ilk mektuptu. ne yapacağını ya da ne söyleyeceğini bilmediği için yine kendi sessizliğinde eve giden yolu bitirdi. rojda yan evde kalıyordu. aynı bahçenin içindeki 4 evden 1.sinde zelaller, 2.sinde rojdalar, 3.sünde aylinler, 4.sünde azatlar kalıyordu.
içeriye girer girmez karşı sedirde oturan babasını görünce çok heyecanlandı. gözleri doldu. koşarak babasına sarıldı. mutluluk onun için hasretin bitmesiydi. hasret bitmiş ve babası gelmişti. babasının boynuna sıkı sıkı sarılırken sedirin yanındaki koli dikkatini çekmişti. üzerinde adı yazıyordu. sevinci biraz daha çoğalmıştı. çünkü babası her geldiğinde o koli ile zelal’e kitaplar getiriyordu. okumayı öğrendiği günden beri bu hiç değişmemişti. bilinen bilinmeyen bir sürü klasik kitabı okumuş ve bir sürü örnek yaşam üzerine daha küçük yaşına rağmen hayatta bir anlam olduğunu fark etmişti. babasına tam teşekkür edecekti ki annesinin ağladığını fark etti. bir anlam veremedi. evde normalinden fazla sessizlik hakimdi. daha önce bu sessizliği dedesi öldüğünde fark etmişti. 3 yıl önce. o zaman da bir anlam verememişti. çünkü ölüm de hayatın bir parçasıydı ve insanlar hayatta kaldığı sürece bu olgu ile karşılaşacaklardı. annesine döndü ve kendine has tavrı ile başını sağa doğru kaydırdı. annesi başını önüne eğdi. bu hiç de iyi bir şey değildi. sağ kulağında bir uğultu hissetti. sesler duydu. bir araba gelmişti. büyükçe bir arabanın homurtulu sesiydi bu. babası yanına oturması için eli ile işaret etti.
“bak kızım! artık büyüdün. sen genç bir kız oldun. bu yıl okulun bitiyor. seninle gurur duydum. öğretmenlerin adını duyunca mutlu oldular. başarıların dillere destan. sen ailemizin her zaman gurur duyacağı biri olarak kalacaksın. ama…” zelal bu amayı hiç beğenmedi. bunun arkasından gelecek cümleler pek de iyi şeyler anlatmayacaktı. daha önce hiç duymadığı bir ses tonu, görmediği bir yüz ifadesi, hayranı olduğu kara gözlerden o çok sevdiği siyah pos bıyıklara doğru inen yaşlar da bu düşüncesini destekliyordu. başını istemsizce sallamaya başladı. kendini durduramıyordu. ağlıyor ama sesi çıkmıyordu. sadece başını olmaz dercesine sallayabiliyordu. çığlık atmak ve tüm kulakları sağır etmek istiyordu. belki böylece kendi de duymayacaktı ama dan sonra gelen o lanet cümleleri. maalesef böyle olmadı. babası elinin tersi ile gözyaşlarını sildi. başını kapıya doğru kaldırdı. sanki ruhu yokmuş gibi konuşmaya başladı: “ama dedi, büyük amcanın oğlu baran askerden geldi ve sen onunla evleneceksin.” zelal’in eli istemsizce az evvel mektubu koyduğu yere gitti. saçları elektrik çarpmış gibi diken diken olmuştu. baran! bildiği insanlar arasında belki de en sevmediği baran! bu nasıl oluyordu? her gün okuduğu kitapları bir anda kusası geldi. hiç birinde anlatılmamıştı insanın sevmediği biri ile bir hayat yaşaması gerektiği. tüm okudukları yalan mıydı? ne diyordu descartes “düşünüyorum o halde varım!” nasıl oluyordu da zelal’in düşüncesi varlığını kanıtlamaya yetmiyordu. nasıl oluyordu da hiçe dönmüştü onun varlığı. hem babasının verdiği sözler! kurduğu hayallerden bu kadar çabuk nasıl vazgeçebiliyordu büyükler. okulda öğretmeninin anlattıkları geldi aklına; 18 yaşına kadar her birey çocuktu hani. sağ kulağındaki uğultu şiddetle artarken babasının baktığı yöne başını çevirdi. büyük amcası dedekorkut’ta okuduğu tepegöz gibi kapıda dikiliyordu. yüzünde mide bulandırıcı gülümsemesi ile.
zelal 14 yaşına gelene kadar yaşadığı hayatın bir anlamı olduğunu hiç fark etmemişti. derme çatma bir ev, kalabalık nüfuslu bir aile, ağabeyler, ablalar, kardeşler, amcalar hep bir arada. söylenenleri yerine getirmekle o kadar meşguldü ki yaşadığının farkına varması için bir işaretin, bir olayın gerçekleşmesi gerekiyordu.
bir ekim ayı okuldan eve dönüyorken, yanındaki arkadaşlarının onun hakkında söylediklerini dinliyordu. öğretmenleri hakkında güzel örnekler veriyordu. arkadaşları da onun buna kayıtsız kalmasına anlam veremediklerini anlatıyorlardı. rojda biraz kıskanç bir tavırla zelal’e söyleniyor muydu yoksa onu kendine mi getirmeye mi çalışıyordu zelal bunu hiç anlayamamıştı. o söylenenleri dinlemeye ve uygulamaya programlı hayatını değiştirmekten korkuyordu. değişim onun için hayal bile değildi. babası yılın bazı aylarında gelince ona bununla ilgili öğütler verirdi uzun uzun. konuşmak eylemi zelal’de karşılıklı yapılan bir eylem değildi. o sadece öğrenmişti. konuşmazdı. konuşamazdı. kendi sesini unuttuğu uzun yaz günleri olmuştu. bu bir baskının eseri değildi kendine göre. tamamen tercih meselesiydi. ve mükemmel bir özgürlüktü. düşüncelerinin mükemmelliği ile bir başına kalmak özgürlüğü! kendini yanında konuşan sidikli kızlara göre inanılmaz şanslı hissediyordu. babası söz veriyordu her gelişinde. okuyacak ve onu gururlandıracaktı. zelal bedensel ve zihinsel olarak tam anlamıyla özgürlüğüne kavuşacak ve sonra yeniden başlayacaktı hayata. zelal hayallerinin peşinde koşan bir insan olacaktı. zihnini bilgi ile doldurma çabası bu yüzdendi. bilgi dışında pek bir şeyle ilgilenmezdi. okul onun gizli bahçesiydi. özgürlük anıtının inşaat sahası olarak görüyordu. okulda bu inşaat için gerekli tüm malzeme bulunuyordu. o da bir bir işliyordu zihnine bu malzemeleri. babası gibi! o da bir duvar ustasıydı. tuğla yerine kitaplar beton yerine öğretmenlerin bilgilerini koyuyordu.
seda el sallayarak ayrıldı yanlarından. rojda ile baş başa kalmışlardı. biraz daha yolları vardı. rojda bir şeyler söylemeye çalışıyor ama bir türlü konuya giremiyordu. azat! dedi. sana bu mektubu gönderdi. elinde çizgili küçük bir defterden özensizce yırtılmış altıya katlanmış kirli bir kağıt parçası titriyordu. rojda utangaç bir kızdı. kulakları, yüzü, burnu, çenesi kıpkırmızı kesilmişti. zelal ona döndü ve gülümseyerek kağıdı aldı elinden. paltosunun iç cebine koydu. hiçbir şey söylemedi. bu azat’tan gelen ilk mektuptu. ne yapacağını ya da ne söyleyeceğini bilmediği için yine kendi sessizliğinde eve giden yolu bitirdi. rojda yan evde kalıyordu. aynı bahçenin içindeki 4 evden 1.sinde zelaller, 2.sinde rojdalar, 3.sünde aylinler, 4.sünde azatlar kalıyordu.
içeriye girer girmez karşı sedirde oturan babasını görünce çok heyecanlandı. gözleri doldu. koşarak babasına sarıldı. mutluluk onun için hasretin bitmesiydi. hasret bitmiş ve babası gelmişti. babasının boynuna sıkı sıkı sarılırken sedirin yanındaki koli dikkatini çekmişti. üzerinde adı yazıyordu. sevinci biraz daha çoğalmıştı. çünkü babası her geldiğinde o koli ile zelal’e kitaplar getiriyordu. okumayı öğrendiği günden beri bu hiç değişmemişti. bilinen bilinmeyen bir sürü klasik kitabı okumuş ve bir sürü örnek yaşam üzerine daha küçük yaşına rağmen hayatta bir anlam olduğunu fark etmişti. babasına tam teşekkür edecekti ki annesinin ağladığını fark etti. bir anlam veremedi. evde normalinden fazla sessizlik hakimdi. daha önce bu sessizliği dedesi öldüğünde fark etmişti. 3 yıl önce. o zaman da bir anlam verememişti. çünkü ölüm de hayatın bir parçasıydı ve insanlar hayatta kaldığı sürece bu olgu ile karşılaşacaklardı. annesine döndü ve kendine has tavrı ile başını sağa doğru kaydırdı. annesi başını önüne eğdi. bu hiç de iyi bir şey değildi. sağ kulağında bir uğultu hissetti. sesler duydu. bir araba gelmişti. büyükçe bir arabanın homurtulu sesiydi bu. babası yanına oturması için eli ile işaret etti.
“bak kızım! artık büyüdün. sen genç bir kız oldun. bu yıl okulun bitiyor. seninle gurur duydum. öğretmenlerin adını duyunca mutlu oldular. başarıların dillere destan. sen ailemizin her zaman gurur duyacağı biri olarak kalacaksın. ama…” zelal bu amayı hiç beğenmedi. bunun arkasından gelecek cümleler pek de iyi şeyler anlatmayacaktı. daha önce hiç duymadığı bir ses tonu, görmediği bir yüz ifadesi, hayranı olduğu kara gözlerden o çok sevdiği siyah pos bıyıklara doğru inen yaşlar da bu düşüncesini destekliyordu. başını istemsizce sallamaya başladı. kendini durduramıyordu. ağlıyor ama sesi çıkmıyordu. sadece başını olmaz dercesine sallayabiliyordu. çığlık atmak ve tüm kulakları sağır etmek istiyordu. belki böylece kendi de duymayacaktı ama dan sonra gelen o lanet cümleleri. maalesef böyle olmadı. babası elinin tersi ile gözyaşlarını sildi. başını kapıya doğru kaldırdı. sanki ruhu yokmuş gibi konuşmaya başladı: “ama dedi, büyük amcanın oğlu baran askerden geldi ve sen onunla evleneceksin.” zelal’in eli istemsizce az evvel mektubu koyduğu yere gitti. saçları elektrik çarpmış gibi diken diken olmuştu. baran! bildiği insanlar arasında belki de en sevmediği baran! bu nasıl oluyordu? her gün okuduğu kitapları bir anda kusası geldi. hiç birinde anlatılmamıştı insanın sevmediği biri ile bir hayat yaşaması gerektiği. tüm okudukları yalan mıydı? ne diyordu descartes “düşünüyorum o halde varım!” nasıl oluyordu da zelal’in düşüncesi varlığını kanıtlamaya yetmiyordu. nasıl oluyordu da hiçe dönmüştü onun varlığı. hem babasının verdiği sözler! kurduğu hayallerden bu kadar çabuk nasıl vazgeçebiliyordu büyükler. okulda öğretmeninin anlattıkları geldi aklına; 18 yaşına kadar her birey çocuktu hani. sağ kulağındaki uğultu şiddetle artarken babasının baktığı yöne başını çevirdi. büyük amcası dedekorkut’ta okuduğu tepegöz gibi kapıda dikiliyordu. yüzünde mide bulandırıcı gülümsemesi ile.
devamını gör...
5.
bu bir ütopyadır. aynı adlı eserden alınmıştır. ikinci hikaye ikinci kısım;
bu kısmı tüm pedofili şerefsizler nedeni ile paylaşmak istemiyorum. kadına insanlığını unutturan her kimse benzer acılarda boğulsun. küçücük çocukları saçma sapan nedenlerle ziyan edenler her günü zindan karanlığında geçirsin. paylaşmaya elim varmadı.
bu kısmı tüm pedofili şerefsizler nedeni ile paylaşmak istemiyorum. kadına insanlığını unutturan her kimse benzer acılarda boğulsun. küçücük çocukları saçma sapan nedenlerle ziyan edenler her günü zindan karanlığında geçirsin. paylaşmaya elim varmadı.
devamını gör...
6.
bu bir ütopyadır. aynı adlı eserden alınmıştır. ikinci hikaye üçüncü kısım;
karmaşanın adı kaos ya da krizdi. böyle durumlarda ne yapılması gerektiğini bir kitapta okumuştu zelal. her kriz ortamı bir fırsat yaratırdı. o halde zelal için de bir fırsat ortamı kendiliğinden doğmuştu. o pis sarımsak kokulu ihtiyarın ölümü ortalığı ayağa kaldırınca kimse zavallı zelal’in durumu ile ilgilenmiyordu. bu durumda oradan sessizce uzaklaştı ve kendi eşyalarının bulunduğu odaya geçti. üzerine bir daha hiç giymeyeceği o saten geceliği yırtarcasına çıkardı. kıyafetlerini giydi. sedirin kenarında bulunan üzerinde adının yazılı olduğu koliyi açtı. içinde kıyafetleri vardı. kıyafetleri çıkardı. okuldan verilen eşofman takımını görünce çok sevindi. cebinin içine para saklamıştı. kitap parası! paraları aldı. kıyafetlerine gerek yoktu. içeriden ağıtlar yükseliyor ve ev kalabalıklaşıyordu. kriz büyüyor ve büyüdükçe fırsatlar çoğalıyordu. girişteki salonda bir sürü ceket ve ceketlerin cebinde bir sürü cüzdan vardı. zelal hiç düşünmeden bulabildiği kadar cüzdanı boşalttı. ciddi miktarda para hatta biraz altın ve döviz bulmuştu. ölümün mucizevî bir şey olduğunu bir kez daha anlamıştı. sessizce salondan dışarıya çıktı. onun dışarıya çıktığını fark eden tek şey bahçede bağlı olan çoban köpeğiydi. çıldırırcasına havlıyor adeta zelal’in kaçışını bildiriyordu. ancak ahali onu duyamazdı. gözleri kör kulakları sağır olmuştu. efendi hazretleri ölmüştü. peygamber soyundan gelen yüce zat! insanüstü yetenekli bilgili zeki bir zat! üç kuruş para için küçük kızların tarlasını zenginleştiren sapık bir orospu çocuğu!
zelal bahçe kapısından çıkarken baran’ın bisikletini görünce hiç düşünmeden onu da yanına almaya karar verdi. zelal bir yolcuydu. yol uzundu. nereye gittiğinin bir önemi vardı artık. çünkü eve geri dönemezdi. güven kalesi bombalanmıştı. 14 yıllık hayatında en çok güvendiği kişi onu yüz üstü bırakmıştı. artık her şeyi tek başına yapması gerektiğini anlamıştı. onun için bir aileden bahsetmek söz konusu olamazdı. zelal tam olarak ne yapacağını bilmeden bisiklete atladı ve karanlığa doğru sürmeye başladı. pedalları o kadar sert çeviriyordu ki, her çevirişinde takur tukur sesler geliyordu. o bunlara aldırmadan var gücü ile asılıyordu pedallara.
günün ilk ışıkları ağırırken zelal yorulmuş ve ne yapacağını düşünmek için murat nehrinin sadece kendilerinin bildiği meşhur kanyonlarından aşağı iniyordu. bir süre dinlendikten sonra bisikleti nehrin kenarında bıraktı. üzerindeki paltoyu çıkarıp cebinden azat’ın yazdığı mektubu alarak nehre attı. 14 yaşında olması onun bir senaryo yazması için engel değildi. yüzlerce kitap okumuş ve bir hikaye de kendisi yazmaya karar vermişti. kaybolduğu anlaşılınca mutlaka arayacaklardı. biraz kanıt bırakmakta hiç zarar yoktu. saati öğreneceği bir yer yoktu ama bir gayretle şehir merkezine gitti. bu saatlerde erzurum’a kalkan otobüsler vardı. genelde müşterisi olmayan bu otobüsler kaçış için iyi bir fırsattı. biletini aldıktan sonra bir süre bekledi. servis onu ve birkaç ihtiyarı alıp otobanın kenarına götürdü. karşıdan gelen beyaz otobüs bir güvercin gibi geldi gözüne. onu özgürlüğe uçuran devasa bir güvercin! gözlerinin içi güldü. hayal ettiği özgürlük için verdiği mücadele ile gurur duydu. otobüse bindi. koltuğun önündeki ekranda komik bir film vardı. okulda öğretmenleri de izletmişti. filmi izlerken uykuya daldı.
gözlerini açtığında erzurum otogarının soğuk gürültüsü kulaklarını tırmaladı. yüzüne bakan muavine bir şeyler söylemek istedi ama vazgeçti. konuşmamak onun kurtuluşu olmuştu hep. sessizce otobüsten inip otogarın içine doğru ilerledi. otomatik kapı ile daha önce karşılaşmadığı için bir süre kapının açılmasını bekledi. kapı sensoru günde en az yüz elli bin kere açıldığı için artık iyi çalışmıyordu. tam vazgeçmek üzere iken kapı açıldı ve içeri girdi. içeride ilk dikkat ettiği şey yiyecekler oldu. en son ne zaman yemek yediğini hatırlayamadı. yemek kokuları her şeyi engellemişti. düşünmeyi, etrafı kollamayı, gidilecek yeri, bilet almayı… sol taraftaki lokantanın camındaki buhar o kadar lezzetli görünüyordu ki! dizleri ve ayak bilekleri koparcasına ağrıyordu. buna rağmen hızla lokantaya yöneldi. fokur fokur kaynayan çorbadan bir tabak istedi. fazla göz önünde olmayan bir masaya oturdu. elini cebine attı. çıkan kağıt parçasına uzun uzun baktı. açmaya niyetlendi. tam bu sırada garson çorbayı getirdi. o an için vazgeçti. çorbayı içmek ve düşünmek gerekiyordu. kâğıdı cebine geri koydu ve hayatında ilk kez başka bir yerde lezzetli bir yemek yemenin keyfini yaşadı.
lokantadan çıkınca dikkatini çeken ilk şey otogardaki televizyon ekranı oldu. şık görünümlü bir adam haber sunuyordu. ekranın alt köşesinde saate bakarken bir deynekçinin istanbul istanbul istanbul diye bağırdığını duydu. ses giderek yaklaşıyordu. “kardeş nereye gidiyorsun” dedi ses. zelal düşünmeden istanbul dedi. hızlıca terminale gittiler. bilet kestiler. zelal cebinden bir tomar para çıkarınca terminaldeki adam ters ters ona baktı. zelal bir açıklama yapacakmış gibi gülümsedi ama bir şey söylemedi. adam bileti uzatınca 35 numaralı perona gitmesini söyledi. üzerinde büyük harflerle “doğu anadolu” seyahat yazan kırmızı otobüs göründü. 2 numaralı koltuğa oturdu. yanında kimse yoktu. cam kenarına yanaştı. başını cama koydu. otobüsün saati gelince bilet kontrolü yapıldı. muavin nerede ineceksin diye sorunca zelal ezberletilmiş gibi istanbul cevabını verdi. muavin gülerek istanbul’un neresi diye sordu tekrar. zelal bir cevap aradı bir süre. okuduğu kitapları düşündü. beyoğlu diye bir yer hatırlayıp hemen söyledi. muavin alibeyköy garajında iner servise binersin deyip ilerledi. zelal cevap vermedi. nerede ineceği ile ilgili o an düşünüp karar verdiği için üzerine düşünmedi. otobüs hareket etti.
yolculuk sırasında hemen her şehirde duran otobüs birkaç saat gecikmeli de olsa istanbul’a varmıştı. neredeyse bir gündür yolda olan zelal alibeyköy garajında inince ayaklarının hissizliğini uzun süre atamadı. servis alanında biraz bekledikten sonra onu beyoğlu’na götürecek olan arabaya bindirildi. karmaşık ve uzun bir yolculuktan sonra taksim meydanında servisten inen zelal gördüğü kalabalık karşısında şaşkınlığını gizleyemiyordu. bu kadar insan! bu kadar kalabalık! okuduğu kitaplarda bahsi geçen her şey doğruydu. birçok yazara bir kez daha hayran kaldı. burayla ilgili tasvirlerin neredeyse hepsi doğruydu. meydandaki heykelden tutun da istiklal caddesi girişindeki büfe isimlerine kadar her şey doğruydu. içinde garip bir sevinçle kalabalığa karıştı zelal. bir süre yürüdükten sonra yolun sol tarafında büyük devasa bir kapı dikkatini çekti. burayı da hayal mayal hatırlıyordu. biraz ilerleyince giriş kapısının üzerinde “galatasaray lisesi” yazısını okudu. bir öğretmeni bahsetmişti buradan. sultan mektebi! içeriye girmek ve burada öğrenci olmak istediğini söylese kabul ederler miydi? tabiî ki etmezlerdi. yorgunluktan saçmalıyordu. bir otel bir pansiyon bulmalı ve iyice dinlenmeliydi. lisenin karşı arasından tarlabaşına doğru ilerlemeye başladı. bu ilerleyişin ona neler kaybettireceğini hiçbir zaman bilemedi. o sadece basit bir yoldan yürüdüğünü ve başını sokacak bir yer aradığını düşünüyordu. oysa gerçek olan bu değildi.
beyoğlu yaban hayatı her zaman aktiftir. avcılar her an tetiktedir. yeni bir av gelmeye görsün. mutlaka avlanır. hiç kaçmaz. insan her zaman iyi olacağına inanır. avcılar da bunu çok iyi bilir. hele bir serdar vardır ki! avcıların lideridir. tarlabaşının ağasıdır.
bir süre ilerledikten sonra zelal artık yürüyemez hale gelince bir köşede oturmaya karar verdi. ağlıyordu. çok yorgundu. ağlıyordu. çok korkmuştu. ağlıyordu çok yalnızdı. yolun alt tarafında mavi ışıklı otel tabelasını fark edince çok sevindi. son bir gayretle otele doğru ilerlerken bir de açıklama hazırladı. dedesi hasta idi. onu hastaneye getirmişlerdi. ailesi hastanede kalınca onu da buraya göndermişlerdi. ertesi gün ailesi gelecekti. bunların hepsini girişteki serdar’a anlatıyordu. usta bir avcı olan serdar hiç söz kesmeden güzel ve içtenlikle zelal’in anlattıklarını dinledikten sonra ona teras katında kimsenin çıkmadığı avlara ait bir yerde oda verdi. zelal bundan habersiz hikayesinin tutmasına sevinerek serdar’ın arkasından odasına çıktı. kapıyı serdar açtı. zelal içeriye girdi. temiz sade bir oda idi. küçük bir televizyon da vardı. serdar sıkı sıkı tembihledi. çok dolaşmaması gerektiğini bir ihtiyacı olunca ona söylemesini söyledi. çünkü zelal bir pamuk gibi yumuşak ve tertemiz olduğu için yine cebindeki tomarla parayı çıkarıp ödeme yaparken döviz ve altınları da resepsiyonun üzerine koymuştu. bunları gören serdar ağzının suyunu toplamakta zorlanıyordu. tabii ki zelal’e inanmamıştı. ertesi gün kimsenin gelmeyeceğini biliyordu. aşağı inerken kahvaltı getireceğini söyledi.
zelal yaşadığı şoku atlatamadan daha büyük bir belanın içine girdiğini fark etmemişti. serdar ağabeysinin iyiliği başını döndürmüştü. yatağa uzandı. uyumak üzere iken nazikçe kapı çalındı. serdar elinde bir tepsi ile içeri girdi. zelal kendini toparlamaya çalışırken serdar eliyle rahatsız olmaması için ona işaret etti. sıcak çay, taze simit, peynir, zeytin, dilim salam ve kaynamış yumurtanın yanında domates ve salatalık da vardı tepside. zelal gülümsedi. camın önündeki masaya oturdu. güneş masanın üzerine öyle bir sıcaklık veriyordu ki. sanki hiç bu kadar sıcak görmemiş gibiydi. serdar da ona bakıp gülümseme maskesini bir an olsun düşürmüyordu.
zelal kahvaltı tepsisine yaklaşırken serdar gitmesi gerektiğini söyledi. az evvel yaptığı tembihe benzer bir tembihi tekrarladıktan sonra odadan ayrıldı. zelal açık olan pencereden başını uzattı. kalabalığa baktı. hayallerin şehrinde olduğunu bir kez daha hatırlattı kendine. bir ölünün cennete gidebileceğini bir kere anladı. burası tam bir cennetti. okuluna devam edebilirdi. serdar abisine bu durumu açıklayacaktı. önce şu mükemmel kahvaltıyı yemek gerek dedi. her şey çok güzel olacak dedi. yediği son yemek olduğunu bilmeden tüm iştahı ile yedi yemeğini. televizyonu açtı sonra. bir çizgi film kanalı buldu. en sevdiği şeydi. hep bunun hayalini kurmuştu. zelal mutluydu. yaşadığı tüm olumsuzlukların bittiğini düşünerek uyumaya çalıştı. bir şey onu rahatsız ediyordu. paltosunun cebinden azat’ın yazdığı mektubu çıkardı. hızlıca açtı. okuyacak ve öyle uyuyacaktı. belki de azat’ı görecekti rüyasında.
“ zelalim! can suyum. ipek saçlarına kurban olduğum. sen seviyorum. sen de beni seviyorsan yarın kaplıca yolundaki harabelere gel!”
zelal elinde mektubu ile uyuyakaldı. bunun bir baygınlık olduğunu hiçbir zaman bilemedi. gözlerini ilk açtığında karanlık odanın içinde dayanılmaz bir sancı hissetti kasıklarının arasında. yediği son yemeğin içindeki zehri hiç fark etmedi. acıdan ne yapacağını bilmez halde kalkmaya çalıştı ama başaramadı. yeniden bayıldı.
zelal o günün sabahında serdar tarafından yeniden uyuşturuluncaya kadar özgürlüğünün keyfini sürdü. sabahın erken saatlerinde derme çatma bir klinikte tüm organları parçalanarak satıldı. böbreği on bin lira, karaciğeri on iki bin lira, kalbi yirmi bin lira etti. serdar kazandığı para ile kendine satmak için büyük miktarda uyuşturucu alarak sokak çocuklarına sattırdı. zelal zehir oldu! geriye hiçbir şey kalmadı.
karmaşanın adı kaos ya da krizdi. böyle durumlarda ne yapılması gerektiğini bir kitapta okumuştu zelal. her kriz ortamı bir fırsat yaratırdı. o halde zelal için de bir fırsat ortamı kendiliğinden doğmuştu. o pis sarımsak kokulu ihtiyarın ölümü ortalığı ayağa kaldırınca kimse zavallı zelal’in durumu ile ilgilenmiyordu. bu durumda oradan sessizce uzaklaştı ve kendi eşyalarının bulunduğu odaya geçti. üzerine bir daha hiç giymeyeceği o saten geceliği yırtarcasına çıkardı. kıyafetlerini giydi. sedirin kenarında bulunan üzerinde adının yazılı olduğu koliyi açtı. içinde kıyafetleri vardı. kıyafetleri çıkardı. okuldan verilen eşofman takımını görünce çok sevindi. cebinin içine para saklamıştı. kitap parası! paraları aldı. kıyafetlerine gerek yoktu. içeriden ağıtlar yükseliyor ve ev kalabalıklaşıyordu. kriz büyüyor ve büyüdükçe fırsatlar çoğalıyordu. girişteki salonda bir sürü ceket ve ceketlerin cebinde bir sürü cüzdan vardı. zelal hiç düşünmeden bulabildiği kadar cüzdanı boşalttı. ciddi miktarda para hatta biraz altın ve döviz bulmuştu. ölümün mucizevî bir şey olduğunu bir kez daha anlamıştı. sessizce salondan dışarıya çıktı. onun dışarıya çıktığını fark eden tek şey bahçede bağlı olan çoban köpeğiydi. çıldırırcasına havlıyor adeta zelal’in kaçışını bildiriyordu. ancak ahali onu duyamazdı. gözleri kör kulakları sağır olmuştu. efendi hazretleri ölmüştü. peygamber soyundan gelen yüce zat! insanüstü yetenekli bilgili zeki bir zat! üç kuruş para için küçük kızların tarlasını zenginleştiren sapık bir orospu çocuğu!
zelal bahçe kapısından çıkarken baran’ın bisikletini görünce hiç düşünmeden onu da yanına almaya karar verdi. zelal bir yolcuydu. yol uzundu. nereye gittiğinin bir önemi vardı artık. çünkü eve geri dönemezdi. güven kalesi bombalanmıştı. 14 yıllık hayatında en çok güvendiği kişi onu yüz üstü bırakmıştı. artık her şeyi tek başına yapması gerektiğini anlamıştı. onun için bir aileden bahsetmek söz konusu olamazdı. zelal tam olarak ne yapacağını bilmeden bisiklete atladı ve karanlığa doğru sürmeye başladı. pedalları o kadar sert çeviriyordu ki, her çevirişinde takur tukur sesler geliyordu. o bunlara aldırmadan var gücü ile asılıyordu pedallara.
günün ilk ışıkları ağırırken zelal yorulmuş ve ne yapacağını düşünmek için murat nehrinin sadece kendilerinin bildiği meşhur kanyonlarından aşağı iniyordu. bir süre dinlendikten sonra bisikleti nehrin kenarında bıraktı. üzerindeki paltoyu çıkarıp cebinden azat’ın yazdığı mektubu alarak nehre attı. 14 yaşında olması onun bir senaryo yazması için engel değildi. yüzlerce kitap okumuş ve bir hikaye de kendisi yazmaya karar vermişti. kaybolduğu anlaşılınca mutlaka arayacaklardı. biraz kanıt bırakmakta hiç zarar yoktu. saati öğreneceği bir yer yoktu ama bir gayretle şehir merkezine gitti. bu saatlerde erzurum’a kalkan otobüsler vardı. genelde müşterisi olmayan bu otobüsler kaçış için iyi bir fırsattı. biletini aldıktan sonra bir süre bekledi. servis onu ve birkaç ihtiyarı alıp otobanın kenarına götürdü. karşıdan gelen beyaz otobüs bir güvercin gibi geldi gözüne. onu özgürlüğe uçuran devasa bir güvercin! gözlerinin içi güldü. hayal ettiği özgürlük için verdiği mücadele ile gurur duydu. otobüse bindi. koltuğun önündeki ekranda komik bir film vardı. okulda öğretmenleri de izletmişti. filmi izlerken uykuya daldı.
gözlerini açtığında erzurum otogarının soğuk gürültüsü kulaklarını tırmaladı. yüzüne bakan muavine bir şeyler söylemek istedi ama vazgeçti. konuşmamak onun kurtuluşu olmuştu hep. sessizce otobüsten inip otogarın içine doğru ilerledi. otomatik kapı ile daha önce karşılaşmadığı için bir süre kapının açılmasını bekledi. kapı sensoru günde en az yüz elli bin kere açıldığı için artık iyi çalışmıyordu. tam vazgeçmek üzere iken kapı açıldı ve içeri girdi. içeride ilk dikkat ettiği şey yiyecekler oldu. en son ne zaman yemek yediğini hatırlayamadı. yemek kokuları her şeyi engellemişti. düşünmeyi, etrafı kollamayı, gidilecek yeri, bilet almayı… sol taraftaki lokantanın camındaki buhar o kadar lezzetli görünüyordu ki! dizleri ve ayak bilekleri koparcasına ağrıyordu. buna rağmen hızla lokantaya yöneldi. fokur fokur kaynayan çorbadan bir tabak istedi. fazla göz önünde olmayan bir masaya oturdu. elini cebine attı. çıkan kağıt parçasına uzun uzun baktı. açmaya niyetlendi. tam bu sırada garson çorbayı getirdi. o an için vazgeçti. çorbayı içmek ve düşünmek gerekiyordu. kâğıdı cebine geri koydu ve hayatında ilk kez başka bir yerde lezzetli bir yemek yemenin keyfini yaşadı.
lokantadan çıkınca dikkatini çeken ilk şey otogardaki televizyon ekranı oldu. şık görünümlü bir adam haber sunuyordu. ekranın alt köşesinde saate bakarken bir deynekçinin istanbul istanbul istanbul diye bağırdığını duydu. ses giderek yaklaşıyordu. “kardeş nereye gidiyorsun” dedi ses. zelal düşünmeden istanbul dedi. hızlıca terminale gittiler. bilet kestiler. zelal cebinden bir tomar para çıkarınca terminaldeki adam ters ters ona baktı. zelal bir açıklama yapacakmış gibi gülümsedi ama bir şey söylemedi. adam bileti uzatınca 35 numaralı perona gitmesini söyledi. üzerinde büyük harflerle “doğu anadolu” seyahat yazan kırmızı otobüs göründü. 2 numaralı koltuğa oturdu. yanında kimse yoktu. cam kenarına yanaştı. başını cama koydu. otobüsün saati gelince bilet kontrolü yapıldı. muavin nerede ineceksin diye sorunca zelal ezberletilmiş gibi istanbul cevabını verdi. muavin gülerek istanbul’un neresi diye sordu tekrar. zelal bir cevap aradı bir süre. okuduğu kitapları düşündü. beyoğlu diye bir yer hatırlayıp hemen söyledi. muavin alibeyköy garajında iner servise binersin deyip ilerledi. zelal cevap vermedi. nerede ineceği ile ilgili o an düşünüp karar verdiği için üzerine düşünmedi. otobüs hareket etti.
yolculuk sırasında hemen her şehirde duran otobüs birkaç saat gecikmeli de olsa istanbul’a varmıştı. neredeyse bir gündür yolda olan zelal alibeyköy garajında inince ayaklarının hissizliğini uzun süre atamadı. servis alanında biraz bekledikten sonra onu beyoğlu’na götürecek olan arabaya bindirildi. karmaşık ve uzun bir yolculuktan sonra taksim meydanında servisten inen zelal gördüğü kalabalık karşısında şaşkınlığını gizleyemiyordu. bu kadar insan! bu kadar kalabalık! okuduğu kitaplarda bahsi geçen her şey doğruydu. birçok yazara bir kez daha hayran kaldı. burayla ilgili tasvirlerin neredeyse hepsi doğruydu. meydandaki heykelden tutun da istiklal caddesi girişindeki büfe isimlerine kadar her şey doğruydu. içinde garip bir sevinçle kalabalığa karıştı zelal. bir süre yürüdükten sonra yolun sol tarafında büyük devasa bir kapı dikkatini çekti. burayı da hayal mayal hatırlıyordu. biraz ilerleyince giriş kapısının üzerinde “galatasaray lisesi” yazısını okudu. bir öğretmeni bahsetmişti buradan. sultan mektebi! içeriye girmek ve burada öğrenci olmak istediğini söylese kabul ederler miydi? tabiî ki etmezlerdi. yorgunluktan saçmalıyordu. bir otel bir pansiyon bulmalı ve iyice dinlenmeliydi. lisenin karşı arasından tarlabaşına doğru ilerlemeye başladı. bu ilerleyişin ona neler kaybettireceğini hiçbir zaman bilemedi. o sadece basit bir yoldan yürüdüğünü ve başını sokacak bir yer aradığını düşünüyordu. oysa gerçek olan bu değildi.
beyoğlu yaban hayatı her zaman aktiftir. avcılar her an tetiktedir. yeni bir av gelmeye görsün. mutlaka avlanır. hiç kaçmaz. insan her zaman iyi olacağına inanır. avcılar da bunu çok iyi bilir. hele bir serdar vardır ki! avcıların lideridir. tarlabaşının ağasıdır.
bir süre ilerledikten sonra zelal artık yürüyemez hale gelince bir köşede oturmaya karar verdi. ağlıyordu. çok yorgundu. ağlıyordu. çok korkmuştu. ağlıyordu çok yalnızdı. yolun alt tarafında mavi ışıklı otel tabelasını fark edince çok sevindi. son bir gayretle otele doğru ilerlerken bir de açıklama hazırladı. dedesi hasta idi. onu hastaneye getirmişlerdi. ailesi hastanede kalınca onu da buraya göndermişlerdi. ertesi gün ailesi gelecekti. bunların hepsini girişteki serdar’a anlatıyordu. usta bir avcı olan serdar hiç söz kesmeden güzel ve içtenlikle zelal’in anlattıklarını dinledikten sonra ona teras katında kimsenin çıkmadığı avlara ait bir yerde oda verdi. zelal bundan habersiz hikayesinin tutmasına sevinerek serdar’ın arkasından odasına çıktı. kapıyı serdar açtı. zelal içeriye girdi. temiz sade bir oda idi. küçük bir televizyon da vardı. serdar sıkı sıkı tembihledi. çok dolaşmaması gerektiğini bir ihtiyacı olunca ona söylemesini söyledi. çünkü zelal bir pamuk gibi yumuşak ve tertemiz olduğu için yine cebindeki tomarla parayı çıkarıp ödeme yaparken döviz ve altınları da resepsiyonun üzerine koymuştu. bunları gören serdar ağzının suyunu toplamakta zorlanıyordu. tabii ki zelal’e inanmamıştı. ertesi gün kimsenin gelmeyeceğini biliyordu. aşağı inerken kahvaltı getireceğini söyledi.
zelal yaşadığı şoku atlatamadan daha büyük bir belanın içine girdiğini fark etmemişti. serdar ağabeysinin iyiliği başını döndürmüştü. yatağa uzandı. uyumak üzere iken nazikçe kapı çalındı. serdar elinde bir tepsi ile içeri girdi. zelal kendini toparlamaya çalışırken serdar eliyle rahatsız olmaması için ona işaret etti. sıcak çay, taze simit, peynir, zeytin, dilim salam ve kaynamış yumurtanın yanında domates ve salatalık da vardı tepside. zelal gülümsedi. camın önündeki masaya oturdu. güneş masanın üzerine öyle bir sıcaklık veriyordu ki. sanki hiç bu kadar sıcak görmemiş gibiydi. serdar da ona bakıp gülümseme maskesini bir an olsun düşürmüyordu.
zelal kahvaltı tepsisine yaklaşırken serdar gitmesi gerektiğini söyledi. az evvel yaptığı tembihe benzer bir tembihi tekrarladıktan sonra odadan ayrıldı. zelal açık olan pencereden başını uzattı. kalabalığa baktı. hayallerin şehrinde olduğunu bir kez daha hatırlattı kendine. bir ölünün cennete gidebileceğini bir kere anladı. burası tam bir cennetti. okuluna devam edebilirdi. serdar abisine bu durumu açıklayacaktı. önce şu mükemmel kahvaltıyı yemek gerek dedi. her şey çok güzel olacak dedi. yediği son yemek olduğunu bilmeden tüm iştahı ile yedi yemeğini. televizyonu açtı sonra. bir çizgi film kanalı buldu. en sevdiği şeydi. hep bunun hayalini kurmuştu. zelal mutluydu. yaşadığı tüm olumsuzlukların bittiğini düşünerek uyumaya çalıştı. bir şey onu rahatsız ediyordu. paltosunun cebinden azat’ın yazdığı mektubu çıkardı. hızlıca açtı. okuyacak ve öyle uyuyacaktı. belki de azat’ı görecekti rüyasında.
“ zelalim! can suyum. ipek saçlarına kurban olduğum. sen seviyorum. sen de beni seviyorsan yarın kaplıca yolundaki harabelere gel!”
zelal elinde mektubu ile uyuyakaldı. bunun bir baygınlık olduğunu hiçbir zaman bilemedi. gözlerini ilk açtığında karanlık odanın içinde dayanılmaz bir sancı hissetti kasıklarının arasında. yediği son yemeğin içindeki zehri hiç fark etmedi. acıdan ne yapacağını bilmez halde kalkmaya çalıştı ama başaramadı. yeniden bayıldı.
zelal o günün sabahında serdar tarafından yeniden uyuşturuluncaya kadar özgürlüğünün keyfini sürdü. sabahın erken saatlerinde derme çatma bir klinikte tüm organları parçalanarak satıldı. böbreği on bin lira, karaciğeri on iki bin lira, kalbi yirmi bin lira etti. serdar kazandığı para ile kendine satmak için büyük miktarda uyuşturucu alarak sokak çocuklarına sattırdı. zelal zehir oldu! geriye hiçbir şey kalmadı.
devamını gör...
7.
bu bir ütopyadır. aynı adlı eserden alınmıştır. on üçüncü hikaye birinci kısım:
adım günkut. ikizim var. aykut! tek yumurta ikiziyiz. evet onun canı sıkılınca benim de sıkılıyor. belli bir yaşa kadar aynı kıyafetler giydik. ona baktığımda aynaya bakmış gibi hissediyorum bu da doğru. bazen hatta çoğu zaman karıştırıyor insanlar bizi o da doğru. annem de karıştırıyor. normal bir şey bu. sorun şu; aykut öldü. annem bilmiyor. bilmediği gibi hissetmiyor da. onu gömdüm. ben! günkut! çok merak ettiğiniz hayatımızı anlatıyorum. hem size hem de anneme! sonra ben de öleceğim. en azından zihnen! buyurun!
insan egosu öyle garip bir sarmal ki her zaman benzersiz olmak istiyor. bu konuda en şanssız olanlar ise bizim gibi olanlar.
ütopyada yaşadınız mı hiç? biz hayata ütopyada geldik. kardeşim ve ben! tamamen komünal bir yaşama doğduk. ikimizin de tercihi olmamasına rağmen hem de. ikimizde özünde bencil birer pislik olmamıza rağmen paylaştık her şeyi. önce anamızın rahmini sonra evimizdeki beşiği sonra bebek arabasını sonra mama sandalyesini sonra odamızı sonra sıramızı sonra kıyafetlerimizi sonra duygularımızı en mutlu ve en acı anlarımızı. her şeyin başladığı ilk adıma kadar inemeyeceğim belki ama yine de daha iyi anlamanız için biraz eskilerden bahsedeyim.
küçükken bizi gören insanların hayretler içinde kalması hoşumuza gidiyordu. birbirinin kopyası iki sevimli çocuk olmak oldukça eğlenceli geliyordu. şöyle ki annem elimize rakam ile 1 ve 2 yazmıştı. o bile hangimizin aykut hangimizin günkut olduğunu bilmiyordu. bildiğini hissettiğim tek şey isimlerimizdeki mana idi. birbirine bu kadar benzeyen iki şeyin ismi zıt ise bunun mutlaka bir anlamı olmalıydı. vardı da ama bu kasıtlı olarak yapılmış bir şey değildi. annem zeki bir kadındı. dedesinin ikizi varmış. bize anlatırdı. babam da fena sayılmazdı. işi gereği konuşkan bir insandı. bazen uzun ve yüklemi olmayan cümleler kurar kafamızı karıştırırdı. aralarındaki ilişkinin nasıl başladığını bilmiyordum ama onların da zıt karakterler olduğunu fark ediyordum. annem despot bir kadındı. babam daha ılımlı görünüyordu. en azından anneme karşı. fakat o da despot bir karaktere sahipti. bence iyi bir oyuncuydu. çeşitli zeka oyunları ile annemi etkiliyordu. annem onun bu hallerine alışkın olduğundan onu ciddiye almıyordu. babam ciddi olduğunda gülümsemeden konuşuyordu. duvar gibi bir surat üzerinde bıyık altında dudak hareket ediyordu. tepkisiz. donuk bakışlar! her neyse…
ikizlerin hikayesini ancak ikizler anlayabileceği için bazı şeylerin çok manasız olduğunu baştan söylemek zorundayım. biz mükemmel ama berbat bir hayat yaşamak zorunda kalan iki beden olarak yaşadık. sürekli yan yana sürekli benzer. aynı gömlek aynı tıraş aynı pantolon aynı don. aynı doğum lekesi. ikimizin de sağ kolunda. aynı yerde. annem hamileyken elinde ekmek sıkmış babam görmeden. çok çokokrem ekmek tüketmiş bize hamileyken. bazen bizi severken neden bu kadar tatlı olduğumuzu yediği çokokremlere bağlardı. ah annem! hayatı yaşamayı seven bir kadın ama zincirlerden kurtulayım derken daha da kalın zincirlerle bağlanmış kalmış biri o da. ruhu özgür ama evde üç erkekle yaşamak zorunda kalınca hele ikisi kopya olunca bir de huy olarak babaya daha yakın olunca üç benzer karakterle yaşamak zorunda kalmış. tatlı tatlı sakin sakin delirmiş bir kadın işte. bize gelince! yaşamın ilk on yılını oldukça eğlenceli ve mutlu geçiren bizler onuncu yılın sonunda yaşadığımız hayatı erkenden sorgulamaya başladık. aynı beyin iki kere aynı çalışıyor düşünsenize! hata mı? komik olmayın biri yapsa diğeri sürekli düzeltiyor ne hatası! kusursuz bir yaşam! hayallerdeki gibi. gerçek olacağına inanmayacağınız kadar normal ve güzel bir yaşam! peki ne oldu? olan aslında gayet insani bir şeydi. insan egosu hep daha fazlasını ister ya işte olan buydu aslında. on birinci yaş günü partimizi kutlarken bir şey oldu ve o günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. maalesef salak kardeşim aykut aşık oldu. onları kanepede diz dize göz göze otururken gördüğümde içimdeki şeytan uyandı. ben ozan çillisi ile otururken onu o halde görmek içimde derin bir sarsıntı yarattı. iliklerime kadar nefret ettim ondan. neden ben değil de oydu? aynı bakıyor aynı gülüyor aynı şakaları yapıyor aynı şeyleri yapıyorduk. onu seçtiren şey neydi?
işte başlangıç noktası buydu. zaman ilerledi. yaşlar ilerledi. aykut o kızla hala görüşüyordu. önce sırdaş oldular sonra yakın arkadaş ve bir süre sonra da sevgili. lise yıllarını mutlu mesut geçirdiler. ben onları gördükçe daha agresif daha gergin olduğum için onlardan uzak duruyordum. ortamım farklıydı. mahalle aralarında gezip tozan kendince serserilik yapan tayfam vardı. küçük kaçamaklar yapıyor ve eğleniyorduk. ama içim lav gibi kaynıyordu. benim de sevgililerim oluyordu ama ciddiye almadığım için bir süre sonra benden uzaklaşıyorlardı. hatta önce beni aykut’la karıştırıp sonra ben olduğumu söyleyince direk beni terk edenler bile olmuştu. adam hayatıma örnek şahıs olup çıkmak üzereydi ki annem de bu konuda beni yoruyordu. bana gün derdi. ona ay! ve ısrarla benim ay gibi olmamı isterdi. daha saygılı daha yapıcı daha sevgi dolu vs. babam durumu biraz daha fark etmiş olacak ki benimle konuşmaya çalışıyor bazı örnekler veriyor ve birlik beraberlik mesajlarıyla dolu bir sürü hikayeler anlatıyordu.
üniversiteyi de aynı şartlarda okumak zorunda kalınca haliyle baş başa kalmıştık. aykut ve sevgilisi ve ben! ben gittikçe gaddarlaşıyordum. bu durum beni delirtiyordu. aynı sofrada yemek yerken birbirlerine sevgi dolu bakıyorlardı. benzer zamanlarda benzer şeyler yapıyorlardı. sanki benim değil de onun ikizi olmuştu. aynı müziği seviyorlar aynı filmi izliyorlar ve aynı etkiyi göstermiş gibi davranıyorlardı. sanki o sürtük bana ders verircesine yerime geçmeye çalışıyordu. ama benim içimdeki şeytanla tanışmamıştı. ve vakit tanışma vaktiydi. bir sabah aykut uyurken onun telefonunu aldım. kıza mesaj gönderdim. eve davet ettim. günlerden pazardı ve aykut gerizekalı olduğu için maça gidecekti. o sürtükle anlaşamadıkları tek konu bu maç muhabbetiydi. aykut için ise bu kutsal bir durumdu. öğleye kadar uyur kalkar kalkmaz barbaros’a gider kazan’da bira içer maç saati gelene kadar kafayı bulur oradan da inönüye yürürdü. ben fenerbahçeliydim. o yüzden o salakla sadece böylece ayrılabiliyorduk. insanlar da bizi sadece derbi maçlarda ayırt edebiliyordu. her neyse bu salak herif evden çıktıktan yarım saat sonra şaşkın bir halde sürtük damladı. mesajda ona kardeşimin evde olmayacağını ve baş başa kalacağımızı söyledim. maçı da evde izleyeceğimi onu çok sevdiğimi falan filan işte bir sürü yalan söyledim. salak inanmış olacak ki aslanlar gibi hazırlanmış gelmiş. görünce etkilenmemek elde değildi. üzerine güzel bir elbise giymiş makyaj falan yapmış özenmiş işte. demek ki dedim bunlar ben yokken evde fantezi üzerine fantezi kuruyor. ben de masa falan hazırladım. kırmızı et seviyor bu gerizekalı çiğden biraz daha pişmiş. sevdiği gibi et pişirdim şarap falan koydum. salona girerken elimi beline kavradım ve öptüm. insan anlar diye düşündüm tedirgin oldum ama hayvan gibi de abandım. bir bok anlamadı. zaten bokumuz bile aynı kokuyordu. ne bekliyorsam ben de! hayırsız dayımın bir lafı vardı. “sikmeyeceğin eşeğin önüne ot koymayacaksın” derdi. ben de onu dinledim. güzelce doyurdum karnını. sonra bunların beraber dinlediği şarkılardan açtım. şarabın etkisiyle kız zaten tava geldi ve koltuğa yayıldı. ben de içimde ne kadar kin nefret öfke varsa hepsini içine boşalttım. hem de üç kere. sonra bu biraz telaşlandı. neden böyle yapıyorsun falan gibi şeyler söyledi. kalktım odaya geçtim. bir sigara yaktım. içim biraz rahatladı. kendimi hafiflemiş hissettim. bir çeşit intikam aldım hepsinden. o salak karı bir süre içerde söylendikten sonra defolup gitti. ben de aykut anlamasın diye etrafı toparlayıp dolaşmaya çıktım. neyse bir süre sonra telefonum çalmaya başladı. bu gerizekalı kızdan gelen mesajlardan bir bok anlamadığı için bana ne olduğunu sormaya çalıştı. eve çağırdı. gittim.
şimdiye kadar birbirimize hiç yalan söylemediğimiz için ona olanları olduğu gibi anlattım. şimdi bu noktada bu ne cesaret ya da bu ne cüret gibi şeyler söyleyebilirsiniz. ama atladığınız bir şey var. ben kötü olduğumu ondan yıllarca gizli tuttum. o ise benden iyiliğini hiç saklamadı. benim için hiçbir zaman kötü bir şey düşünmedi. bundan eminim. kendimin kötülüğünden emin olduğum kadar onun iyiliğinden eminim. çünkü o benim dünyadaki güzel yanımdı. tanrı bana iki beden taşıma şansı vermişti ve ben kendi iyiliğime ihanet edecek kadar kötüydüm. geçti oturdu karşıma. eline bir bira şişesi aldı. bir süre sessizce bana baktı. neden diye soracak gibi oldu. ama biliyormuş gibi davrandı. sevgilisinin kahrolmaması için bu durumu içimizde halletmemiz gerektiğini falan söyledi. böyle bir şeyi hak edecek ne yaptığını sordu. cevap vermedim. beynini kemiren soru dilinden döküldü en nihayetinde. neden? dedi. merak ettim dedim. sen olsan etmez miydin dedim. sustu gözlerimin içine baktı. bir süre bakıştık. beni anlamak için o kadar zorladı ki kendini sonunda yenildi. her iyi gibi o da kötü karşısında boyun eğmek zorunda kaldı. ederdim dedi. sonra da sürtük sevgilisinin yanına gitti.
o kadar iyi niyetliydi ki. bana hiçbir detay sormadı. ben o kadar kötüydüm ki ona sormadığı hiçbir şeyi anlatmadım. bir iki saat geçtikten sonra bunlar eve geldiler. sürtük sevgilide ciddi bir rahatlık vardı. bizim salak benim her yaptığımı onaylamış görünüyordu. bunlar oturdular yine karşıma. haftaya eve gidecekmişiz. annemle kızı tanıştıracakmış. babam da çok mutlu olurmuş bilmem ne. bana dediler sen de geleceksin. güldüm. benim projem var gelemem dedim. ayarla falan dedi ağzına soktuğum sürtüğü. bensiz olmazmış. aykut bensiz kendini eksik hissediyormuş. gülmekten kendimi alamıyordum. ama aykut’un çaresizliği de hoşuma gidiyordu. sizi mi kıracağım dedim. bunlar bir sevindiler falan.
geldik eve. içeri girdim. annem kapıda bekliyor babam da yanımda. karşılama komitesi gibi. annem daha girerken başladı ah kızım sen olmasan biz bu hayırsızları göremeyeceğiz. senin sayende geldiler. sürekli bahaneleri var yok dersler yok projeler. elin kaltağına bizi çekiştiriyor. babam çaresiz yanında susması için bekliyor. naif adam. hiç bölmez annemin konuşmasını. denediği zaman genelde zararlı çıkıyor. giriş faslı bittikten sonra ben odaya eşyaları çıkarma bahanesiyle ortamdan sıyrıldım. bunlar salonda başladılar hararetli hararetli konuşmaya. annem kırcaali’den bir girdi. tüm soy ağacımızı anlattı kıza. o salak da başına geleni bildiği için mülayimce dinliyor tabi. babam bir taraftan lafa girmeye çalışıyor neyse. annem kalktı mutfağa ben de fırladım odadan. çay bardaklarını hazırlarken sokuldum yanına. bunlar evlenir dedim. sanki şah damarını kestim de gözlerinden kan fışkırdı valide sultanın. ah sultanım. nereden bileceksin benim gibi bir belayı dünyaya getirdiğini. ne evlenmesi ne oluyor ne biliyorsun falan derken sürtük damladı mutfağa. anneme bakarak sizinle biraz konuşabilir miyiz dedi uyuz uyuz. annemde tabi yavrum deyip gözleriyle beni kovdu. ben gülümseyerek salona geçtim. babam yüzümün gülüyor olmasından yararlanarak beni yanına çağırdı. dersleri falan sordu. yaptığım işleri sordu. sonra da kardeşimi göstererek sen ne zaman böyle bir girişimde bulunacaksın dedi. cevap vermedim. kardeşim durgunlaştı. nasıl bir belanın içine girdiğini yavaş yavaş anlamaya başladı sanırım. bu girişimin sonu aşağı yukarı belliydi. iyiler kaybediyordu. buna şahit olmak güzeldi.
geçirdiğimiz berbat hafta sonu bana göre hezimet onlara göre ise mutlu bir başlangıç oldu. her mutluluk içinde acı barındırmalıydı ve bu acıyı sadece kardeşim biliyordu. bir de ben biliyordum. bu hafta sonu ben habil o ise kabil olmuştu. bunu bir ben biliyordum. bu bir sırdı. benim bildiğim bir sır.
bir süre hiçbir şey olmamış gibi davranan kardeşim aldığı haber ile deliye dönmüş ve evin içinde kendini yemekle meşguldü. rengi atmış yüzü gözü şişmişti. öyle bir sancıydı ki bakınca anlaşılıyordu. zaten yaşadığı yıkımı hissediyordum. dünyanın nadir güzel haberlerinden birinin kulak zarını jilet gibi kesip beynine gidene kadar aynı keskinlikle beynini de jiletlediğini biliyordum. sürtük hamileydi. benden! kardeşime baba olduğu müjdelenmişti ama amca olmuştu. bana da amca olduğum müjdelendi ama baba olmuştum. güzel bir his! ancak hiç doğmayacak bir çocuk için bu kadar sinirlenmeye gerek yoktu. bunu söylediğimde kardeşim üzerime saldırdı. elindeki çatalı dizime soktu. sol azı dişimi kırdı. burnumu üç yerinden kırdı. üzerimde suratımı yumruklarken hızını alamayıp kafa atıp sağ kaşımı patlattı. kül tabağı ile yüzüme vurduğu için sol elmacık kemiğimi ezdi. okkalı bir dayak yememiştim bu kadar detaylı. acı benim içimde değildi. yüzümdeydi. onun ise içi yanıyordu. alev saçıyordu. nadiren okuduğum kitaplardan birinde şöyle yazıyordu: “ insanı çaresiz bırak iç organlarından roket atar yapar!” çaresizliğin resmini çizmiştim. nefretle, hırsla ve en zayıf yerden! piç kurusu gitti mutfaktan ekmek bıçağını aldı. önce kasıklarıma soktu bıçağı sonra da kalbimin üzerine hem de üç kere! ölüm benim içindi. bedenen ölen bendim. ama o da benimle öldü. beni parçalarken, bavula doldururken şile’den denize atarken. defalarca öldü. içindeki iyi öldü. insanlığı öldü. umudu öldü. geçmişi öldü. geleceği öldü. amcası olduğu çocuğu öldü. hesap veremeyeceği annesi yüzüne bir daha asla bakamayacağı babası kısacası hayattaki her şeyi öldü. onlar yaşadığı sürece ölemezdi. ölmeyecekti. ölmekten beter olacaktı.
adım günkut. ikizim var. aykut! tek yumurta ikiziyiz. evet onun canı sıkılınca benim de sıkılıyor. belli bir yaşa kadar aynı kıyafetler giydik. ona baktığımda aynaya bakmış gibi hissediyorum bu da doğru. bazen hatta çoğu zaman karıştırıyor insanlar bizi o da doğru. annem de karıştırıyor. normal bir şey bu. sorun şu; aykut öldü. annem bilmiyor. bilmediği gibi hissetmiyor da. onu gömdüm. ben! günkut! çok merak ettiğiniz hayatımızı anlatıyorum. hem size hem de anneme! sonra ben de öleceğim. en azından zihnen! buyurun!
insan egosu öyle garip bir sarmal ki her zaman benzersiz olmak istiyor. bu konuda en şanssız olanlar ise bizim gibi olanlar.
ütopyada yaşadınız mı hiç? biz hayata ütopyada geldik. kardeşim ve ben! tamamen komünal bir yaşama doğduk. ikimizin de tercihi olmamasına rağmen hem de. ikimizde özünde bencil birer pislik olmamıza rağmen paylaştık her şeyi. önce anamızın rahmini sonra evimizdeki beşiği sonra bebek arabasını sonra mama sandalyesini sonra odamızı sonra sıramızı sonra kıyafetlerimizi sonra duygularımızı en mutlu ve en acı anlarımızı. her şeyin başladığı ilk adıma kadar inemeyeceğim belki ama yine de daha iyi anlamanız için biraz eskilerden bahsedeyim.
küçükken bizi gören insanların hayretler içinde kalması hoşumuza gidiyordu. birbirinin kopyası iki sevimli çocuk olmak oldukça eğlenceli geliyordu. şöyle ki annem elimize rakam ile 1 ve 2 yazmıştı. o bile hangimizin aykut hangimizin günkut olduğunu bilmiyordu. bildiğini hissettiğim tek şey isimlerimizdeki mana idi. birbirine bu kadar benzeyen iki şeyin ismi zıt ise bunun mutlaka bir anlamı olmalıydı. vardı da ama bu kasıtlı olarak yapılmış bir şey değildi. annem zeki bir kadındı. dedesinin ikizi varmış. bize anlatırdı. babam da fena sayılmazdı. işi gereği konuşkan bir insandı. bazen uzun ve yüklemi olmayan cümleler kurar kafamızı karıştırırdı. aralarındaki ilişkinin nasıl başladığını bilmiyordum ama onların da zıt karakterler olduğunu fark ediyordum. annem despot bir kadındı. babam daha ılımlı görünüyordu. en azından anneme karşı. fakat o da despot bir karaktere sahipti. bence iyi bir oyuncuydu. çeşitli zeka oyunları ile annemi etkiliyordu. annem onun bu hallerine alışkın olduğundan onu ciddiye almıyordu. babam ciddi olduğunda gülümsemeden konuşuyordu. duvar gibi bir surat üzerinde bıyık altında dudak hareket ediyordu. tepkisiz. donuk bakışlar! her neyse…
ikizlerin hikayesini ancak ikizler anlayabileceği için bazı şeylerin çok manasız olduğunu baştan söylemek zorundayım. biz mükemmel ama berbat bir hayat yaşamak zorunda kalan iki beden olarak yaşadık. sürekli yan yana sürekli benzer. aynı gömlek aynı tıraş aynı pantolon aynı don. aynı doğum lekesi. ikimizin de sağ kolunda. aynı yerde. annem hamileyken elinde ekmek sıkmış babam görmeden. çok çokokrem ekmek tüketmiş bize hamileyken. bazen bizi severken neden bu kadar tatlı olduğumuzu yediği çokokremlere bağlardı. ah annem! hayatı yaşamayı seven bir kadın ama zincirlerden kurtulayım derken daha da kalın zincirlerle bağlanmış kalmış biri o da. ruhu özgür ama evde üç erkekle yaşamak zorunda kalınca hele ikisi kopya olunca bir de huy olarak babaya daha yakın olunca üç benzer karakterle yaşamak zorunda kalmış. tatlı tatlı sakin sakin delirmiş bir kadın işte. bize gelince! yaşamın ilk on yılını oldukça eğlenceli ve mutlu geçiren bizler onuncu yılın sonunda yaşadığımız hayatı erkenden sorgulamaya başladık. aynı beyin iki kere aynı çalışıyor düşünsenize! hata mı? komik olmayın biri yapsa diğeri sürekli düzeltiyor ne hatası! kusursuz bir yaşam! hayallerdeki gibi. gerçek olacağına inanmayacağınız kadar normal ve güzel bir yaşam! peki ne oldu? olan aslında gayet insani bir şeydi. insan egosu hep daha fazlasını ister ya işte olan buydu aslında. on birinci yaş günü partimizi kutlarken bir şey oldu ve o günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. maalesef salak kardeşim aykut aşık oldu. onları kanepede diz dize göz göze otururken gördüğümde içimdeki şeytan uyandı. ben ozan çillisi ile otururken onu o halde görmek içimde derin bir sarsıntı yarattı. iliklerime kadar nefret ettim ondan. neden ben değil de oydu? aynı bakıyor aynı gülüyor aynı şakaları yapıyor aynı şeyleri yapıyorduk. onu seçtiren şey neydi?
işte başlangıç noktası buydu. zaman ilerledi. yaşlar ilerledi. aykut o kızla hala görüşüyordu. önce sırdaş oldular sonra yakın arkadaş ve bir süre sonra da sevgili. lise yıllarını mutlu mesut geçirdiler. ben onları gördükçe daha agresif daha gergin olduğum için onlardan uzak duruyordum. ortamım farklıydı. mahalle aralarında gezip tozan kendince serserilik yapan tayfam vardı. küçük kaçamaklar yapıyor ve eğleniyorduk. ama içim lav gibi kaynıyordu. benim de sevgililerim oluyordu ama ciddiye almadığım için bir süre sonra benden uzaklaşıyorlardı. hatta önce beni aykut’la karıştırıp sonra ben olduğumu söyleyince direk beni terk edenler bile olmuştu. adam hayatıma örnek şahıs olup çıkmak üzereydi ki annem de bu konuda beni yoruyordu. bana gün derdi. ona ay! ve ısrarla benim ay gibi olmamı isterdi. daha saygılı daha yapıcı daha sevgi dolu vs. babam durumu biraz daha fark etmiş olacak ki benimle konuşmaya çalışıyor bazı örnekler veriyor ve birlik beraberlik mesajlarıyla dolu bir sürü hikayeler anlatıyordu.
üniversiteyi de aynı şartlarda okumak zorunda kalınca haliyle baş başa kalmıştık. aykut ve sevgilisi ve ben! ben gittikçe gaddarlaşıyordum. bu durum beni delirtiyordu. aynı sofrada yemek yerken birbirlerine sevgi dolu bakıyorlardı. benzer zamanlarda benzer şeyler yapıyorlardı. sanki benim değil de onun ikizi olmuştu. aynı müziği seviyorlar aynı filmi izliyorlar ve aynı etkiyi göstermiş gibi davranıyorlardı. sanki o sürtük bana ders verircesine yerime geçmeye çalışıyordu. ama benim içimdeki şeytanla tanışmamıştı. ve vakit tanışma vaktiydi. bir sabah aykut uyurken onun telefonunu aldım. kıza mesaj gönderdim. eve davet ettim. günlerden pazardı ve aykut gerizekalı olduğu için maça gidecekti. o sürtükle anlaşamadıkları tek konu bu maç muhabbetiydi. aykut için ise bu kutsal bir durumdu. öğleye kadar uyur kalkar kalkmaz barbaros’a gider kazan’da bira içer maç saati gelene kadar kafayı bulur oradan da inönüye yürürdü. ben fenerbahçeliydim. o yüzden o salakla sadece böylece ayrılabiliyorduk. insanlar da bizi sadece derbi maçlarda ayırt edebiliyordu. her neyse bu salak herif evden çıktıktan yarım saat sonra şaşkın bir halde sürtük damladı. mesajda ona kardeşimin evde olmayacağını ve baş başa kalacağımızı söyledim. maçı da evde izleyeceğimi onu çok sevdiğimi falan filan işte bir sürü yalan söyledim. salak inanmış olacak ki aslanlar gibi hazırlanmış gelmiş. görünce etkilenmemek elde değildi. üzerine güzel bir elbise giymiş makyaj falan yapmış özenmiş işte. demek ki dedim bunlar ben yokken evde fantezi üzerine fantezi kuruyor. ben de masa falan hazırladım. kırmızı et seviyor bu gerizekalı çiğden biraz daha pişmiş. sevdiği gibi et pişirdim şarap falan koydum. salona girerken elimi beline kavradım ve öptüm. insan anlar diye düşündüm tedirgin oldum ama hayvan gibi de abandım. bir bok anlamadı. zaten bokumuz bile aynı kokuyordu. ne bekliyorsam ben de! hayırsız dayımın bir lafı vardı. “sikmeyeceğin eşeğin önüne ot koymayacaksın” derdi. ben de onu dinledim. güzelce doyurdum karnını. sonra bunların beraber dinlediği şarkılardan açtım. şarabın etkisiyle kız zaten tava geldi ve koltuğa yayıldı. ben de içimde ne kadar kin nefret öfke varsa hepsini içine boşalttım. hem de üç kere. sonra bu biraz telaşlandı. neden böyle yapıyorsun falan gibi şeyler söyledi. kalktım odaya geçtim. bir sigara yaktım. içim biraz rahatladı. kendimi hafiflemiş hissettim. bir çeşit intikam aldım hepsinden. o salak karı bir süre içerde söylendikten sonra defolup gitti. ben de aykut anlamasın diye etrafı toparlayıp dolaşmaya çıktım. neyse bir süre sonra telefonum çalmaya başladı. bu gerizekalı kızdan gelen mesajlardan bir bok anlamadığı için bana ne olduğunu sormaya çalıştı. eve çağırdı. gittim.
şimdiye kadar birbirimize hiç yalan söylemediğimiz için ona olanları olduğu gibi anlattım. şimdi bu noktada bu ne cesaret ya da bu ne cüret gibi şeyler söyleyebilirsiniz. ama atladığınız bir şey var. ben kötü olduğumu ondan yıllarca gizli tuttum. o ise benden iyiliğini hiç saklamadı. benim için hiçbir zaman kötü bir şey düşünmedi. bundan eminim. kendimin kötülüğünden emin olduğum kadar onun iyiliğinden eminim. çünkü o benim dünyadaki güzel yanımdı. tanrı bana iki beden taşıma şansı vermişti ve ben kendi iyiliğime ihanet edecek kadar kötüydüm. geçti oturdu karşıma. eline bir bira şişesi aldı. bir süre sessizce bana baktı. neden diye soracak gibi oldu. ama biliyormuş gibi davrandı. sevgilisinin kahrolmaması için bu durumu içimizde halletmemiz gerektiğini falan söyledi. böyle bir şeyi hak edecek ne yaptığını sordu. cevap vermedim. beynini kemiren soru dilinden döküldü en nihayetinde. neden? dedi. merak ettim dedim. sen olsan etmez miydin dedim. sustu gözlerimin içine baktı. bir süre bakıştık. beni anlamak için o kadar zorladı ki kendini sonunda yenildi. her iyi gibi o da kötü karşısında boyun eğmek zorunda kaldı. ederdim dedi. sonra da sürtük sevgilisinin yanına gitti.
o kadar iyi niyetliydi ki. bana hiçbir detay sormadı. ben o kadar kötüydüm ki ona sormadığı hiçbir şeyi anlatmadım. bir iki saat geçtikten sonra bunlar eve geldiler. sürtük sevgilide ciddi bir rahatlık vardı. bizim salak benim her yaptığımı onaylamış görünüyordu. bunlar oturdular yine karşıma. haftaya eve gidecekmişiz. annemle kızı tanıştıracakmış. babam da çok mutlu olurmuş bilmem ne. bana dediler sen de geleceksin. güldüm. benim projem var gelemem dedim. ayarla falan dedi ağzına soktuğum sürtüğü. bensiz olmazmış. aykut bensiz kendini eksik hissediyormuş. gülmekten kendimi alamıyordum. ama aykut’un çaresizliği de hoşuma gidiyordu. sizi mi kıracağım dedim. bunlar bir sevindiler falan.
geldik eve. içeri girdim. annem kapıda bekliyor babam da yanımda. karşılama komitesi gibi. annem daha girerken başladı ah kızım sen olmasan biz bu hayırsızları göremeyeceğiz. senin sayende geldiler. sürekli bahaneleri var yok dersler yok projeler. elin kaltağına bizi çekiştiriyor. babam çaresiz yanında susması için bekliyor. naif adam. hiç bölmez annemin konuşmasını. denediği zaman genelde zararlı çıkıyor. giriş faslı bittikten sonra ben odaya eşyaları çıkarma bahanesiyle ortamdan sıyrıldım. bunlar salonda başladılar hararetli hararetli konuşmaya. annem kırcaali’den bir girdi. tüm soy ağacımızı anlattı kıza. o salak da başına geleni bildiği için mülayimce dinliyor tabi. babam bir taraftan lafa girmeye çalışıyor neyse. annem kalktı mutfağa ben de fırladım odadan. çay bardaklarını hazırlarken sokuldum yanına. bunlar evlenir dedim. sanki şah damarını kestim de gözlerinden kan fışkırdı valide sultanın. ah sultanım. nereden bileceksin benim gibi bir belayı dünyaya getirdiğini. ne evlenmesi ne oluyor ne biliyorsun falan derken sürtük damladı mutfağa. anneme bakarak sizinle biraz konuşabilir miyiz dedi uyuz uyuz. annemde tabi yavrum deyip gözleriyle beni kovdu. ben gülümseyerek salona geçtim. babam yüzümün gülüyor olmasından yararlanarak beni yanına çağırdı. dersleri falan sordu. yaptığım işleri sordu. sonra da kardeşimi göstererek sen ne zaman böyle bir girişimde bulunacaksın dedi. cevap vermedim. kardeşim durgunlaştı. nasıl bir belanın içine girdiğini yavaş yavaş anlamaya başladı sanırım. bu girişimin sonu aşağı yukarı belliydi. iyiler kaybediyordu. buna şahit olmak güzeldi.
geçirdiğimiz berbat hafta sonu bana göre hezimet onlara göre ise mutlu bir başlangıç oldu. her mutluluk içinde acı barındırmalıydı ve bu acıyı sadece kardeşim biliyordu. bir de ben biliyordum. bu hafta sonu ben habil o ise kabil olmuştu. bunu bir ben biliyordum. bu bir sırdı. benim bildiğim bir sır.
bir süre hiçbir şey olmamış gibi davranan kardeşim aldığı haber ile deliye dönmüş ve evin içinde kendini yemekle meşguldü. rengi atmış yüzü gözü şişmişti. öyle bir sancıydı ki bakınca anlaşılıyordu. zaten yaşadığı yıkımı hissediyordum. dünyanın nadir güzel haberlerinden birinin kulak zarını jilet gibi kesip beynine gidene kadar aynı keskinlikle beynini de jiletlediğini biliyordum. sürtük hamileydi. benden! kardeşime baba olduğu müjdelenmişti ama amca olmuştu. bana da amca olduğum müjdelendi ama baba olmuştum. güzel bir his! ancak hiç doğmayacak bir çocuk için bu kadar sinirlenmeye gerek yoktu. bunu söylediğimde kardeşim üzerime saldırdı. elindeki çatalı dizime soktu. sol azı dişimi kırdı. burnumu üç yerinden kırdı. üzerimde suratımı yumruklarken hızını alamayıp kafa atıp sağ kaşımı patlattı. kül tabağı ile yüzüme vurduğu için sol elmacık kemiğimi ezdi. okkalı bir dayak yememiştim bu kadar detaylı. acı benim içimde değildi. yüzümdeydi. onun ise içi yanıyordu. alev saçıyordu. nadiren okuduğum kitaplardan birinde şöyle yazıyordu: “ insanı çaresiz bırak iç organlarından roket atar yapar!” çaresizliğin resmini çizmiştim. nefretle, hırsla ve en zayıf yerden! piç kurusu gitti mutfaktan ekmek bıçağını aldı. önce kasıklarıma soktu bıçağı sonra da kalbimin üzerine hem de üç kere! ölüm benim içindi. bedenen ölen bendim. ama o da benimle öldü. beni parçalarken, bavula doldururken şile’den denize atarken. defalarca öldü. içindeki iyi öldü. insanlığı öldü. umudu öldü. geçmişi öldü. geleceği öldü. amcası olduğu çocuğu öldü. hesap veremeyeceği annesi yüzüne bir daha asla bakamayacağı babası kısacası hayattaki her şeyi öldü. onlar yaşadığı sürece ölemezdi. ölmeyecekti. ölmekten beter olacaktı.
devamını gör...
8.
bu bir ütopyadır. aynı adlı eserden alınmıştır. on üçüncü hikaye ikinci kısım:
adım aykut! ikizim var. günkut! tek yumurta ikiziyiz. . evet, onun canı sıkılınca benim de sıkılıyor. belli bir yaşa kadar aynı kıyafetler giydik. ona baktığımda aynaya bakmış gibi hissediyorum bu da doğru. bazen hatta çoğu zaman karıştırıyor insanlar bizi o da doğru. annem de karıştırıyor. normal bir şey bu. sorun şu; günkut öldü. annem bilmiyor. bilmediği gibi hissetmiyor da. onu denize attım. ben! aykut! çok merak ettiğiniz hayatımızı anlatıyorum. hem size hem de anneme! sonra ben de öleceğim. en azından zihnen! buyurun!
kardeşim olacak geri zekâlı kız arkadaşımı kıskandığı için bana düşman oldu. onun varlığını hiçbir zaman kabul edemedi. kızın kafasını karıştırmak için elinden gelen her şeyi yaptı ve sonunda başardı. ben evde yokken kızı eve çağırıp tecavüz etmiş. bir de pişkin hiçbir şey olmamış gibi eve geldi. garibim kızın hiçbir şeyden haberi yok. evden çıkınca bana telefon etti. ağzına geleni söyledi. ben böyle bir şey olacağını tahmin etmiştim. ama buna cesaret edemez diye düşünüyordum. kızı sakinleştirdim. ailemle tanıştıracağımı söyledim falan ikna ettim. sonra eve gittim. bu malı da çağırdım eve. geldi oturdu karşıma suratını görseniz bir uyuz gülümseme en ufak pişmanlık belirtisi yok. delirdim. bana çok güvenirdi. ona kıyamayacağımı düşünürdü. kendini zeki sanıyordu. nefretten aptala dönmüştü. aldığı nefesin hızından ne bok yediğini anlayacağımı bilmiyordu. hiç bir şey sormadım. öyle mal mal oturdu karşımda. kızı da çağırdım eve, dedim annemlere gidiyoruz. seni tanıştıracağım. bu salak yok işim var yok projem var diye sıyrılmaya çalıştı ama kız arkadaşım da garibim bir şeyden haberi yok o da bastırınca ikna oldu. götürdüm ikisini de eve. anneciğim kapılarda karşıladı bizi. babam mutlu gülümsüyor, heyecanlı da aynı zamanda daha önce böyle bir merasim olmamış evimizde. neyse bu benim salak kardeşim eve girer girmez kayboldu ortalıktan. ben biraz babama mevzuyu anlatmaya niyetlendim tam o sırada geldi dingil. o gelince babam da ona takıldı hadi sıra sende der gibi… onun ben sırasının amına koyayım!
annem beni bir kenara çekti. ağzımdan laf almaya çalışıyor ki annem bu konuda ordinaryüstür. geri zekâlı kardeşim de iki arada bir derede ona bir şeyler fısıldamış tabi. neyse ben durumu kurtarmak adına çok seviyorum falan dedim. annem direk olmasa da ima yoluyla malum işi yapıp yapmadığımızı sordu. o kadar utandım ve aynı zaman da sinirlendim ki yüzümü yere eğip annemin yüzüne bakamadan evet dedim. yaptık o işi ve kız hamile olabilir. annem küçük çaplı krizi atlatamadan piç kurusu geldi yanımıza o gelince annem sustu. ben onu oracıkta anamın gözünün önünde boğabilirdim aslında. keşke öyle yapsaydım. keşke şahit olan annem olsaydı da beni de bu kadar uğraştırmasaydı. yıllarca hem kendi hayatımı hem de onun hayatını yaşamak zorunda kalmasaydım. onu her an öldürmek istiyordum ve çok da zaman geçmeden bu işi hallettim.
25 haziran günü sabah saatlerinde telefonum çaldı. kız arkadaşım telefonun diğer ucunda bana hamile olduğunu açıklarken ağlıyordu. mutlu muydu yoksa korkuyor muydu tam anlayamadım. o an benim için hayat bitmişti zaten. içimde ne kadar biriktirdiğim alttan aldığım görmezden geldiğim tv gazete internet ortamında ne kadar sinirlendiğim şey varsa hepsi kulaklarımda uğultu olarak kaldı. sonra mı? sonra katil oldum. hayatımın yarısını lime lime doğradım. salonun orta yerinde. gün bitene kadar bekledim. sonrasında ondan kurtuldum. sandım. oysaki esas işkence ondan sonra başladı. ertesi gün kız arkadaşım geldi. onu sordu. işi var okula gitti diye geçiştirdim. sonra babam aradı. onu sordu yoğun çalışıyor keyfi yerinde dedim geçiştirdim. bir gün iki gün bir hafta bir ay altı ay derken idare edecek ne sabrım ne de yalanım kalmadı. bir gün açtım bunun dolabını giydim kıyafetlerini sürdüm kokusunu resimlerine bakarak saçlarımı onun gibi taradım ve eve gittim.
annem kapıyı açarken daha boynuma öyle bir sarıldı ki! ağlamaya başladım. anladı sandım. ama anlamamıştı. benim kim olduğum konusunda bir fikrim de kalmamıştı. ona sürpriz yaptığım için o kadar keyifliydi ki. gerçek beni sormak aklına ancak yemek sofrasında geldi. ben de kız arkadaşıyla bebek kıyafetleri falan baktıklarını falan söyleyip geçiştirdim. o kadar zordu ki yaşadığım durum. inanın ifade etmekte zorlanıyorum. ama merak etmeyin anlatacağım. çünkü artık bıçak kemiğe dayandı. artık bittim. şu an kim olduğumu bilmiyorum. keşke ölen ben olsaydım. ya da keşke onu doğrayacağıma kendimi doğrasaydım. inanın ölüm her an içimde ve yaşıyor. bu ne biçim bir tezat!
yemekte yurt dışına gitmek zorunda olduğumu projemi orada tamamlamam gerektiğini ama daha netleşmediğini falan anlattım bizimkilere. aslında bu yalanı kız arkadaşım için uydurdum. çünkü o artık şüphe içindeydi. onu ikna etmekte çok zorlanıyordum. annem bu konuda biraz gergindi. gitmemi istemiyordu ama bir taraftan da istiyor gibiydi. annemin ona bakışı bana bakışından farklıymış meğer. bunu ben kendim olarak söyleseydim gülerdi ve hoşuna giderdi. neden böyle olduğunu hala merak ederim. neyse güzel bir hafta sonu geçirdikten sonra geri döndüm. yol boyunca ağladım. hatta kendimi arabadan atmayı falan düşündüm. intihar etmek bu işi çözerdi. ama nedense ölmemek için direniyordu içimdeki şey. neyse o artık!
dönüşte eve gitmek yerine kız arkadaşımın evine gittim. orada annesi ve babası vardı. doğum yaklaşıyordu ve evde yalnız kalmasını istemiyorlardı. zaten nikâha da çok fazla zaman kalmamıştı. bitik bir halde eve girdim. beni görünce insanlar da şaşırdı. bir açıklama bekler ifade ile bana bakıyorlardı. kardeşim dedim. gidiyor! ağlamaya başladım. sinirlerim o kadar laçka olmuştu ki kendimi tutamıyordum. kız arkadaşımın annesi geldi yanıma oturdu. oğlum nereye gidiyor neden ağlıyorsun gibi soruları sıralıyordu. ben o sırada bu piçin projesini hangi ülkeyle ortak yaptığını hatırlamaya çalışıyordum. hatırlayamadıkça ağladım. ağladıkça zaman kazandım. kızın babası önüme kolonya peçete su falan taşıyordu. ben ağlıyordum. kafamı sikeyim bir türlü ülkeyi hatırlayamıyordum. yarım saatten fazla ağladıktan sonra polonya olduğunu hatırladım. sonra ağlama şiddetimi hafifleterek yavaş yavaş hıçkıra hıçkıra sustum. kayınpederin getirdiği suyu içtim. kolonyayı açıp biraz yüzüme sürdüm. proje için acil çağırdıklarını yaklaşık altı ay orada kalması gerektiğini nikâha da doğuma da gelemeyeceğini bunun beni çok üzdüğünü yine ağlak bir tavırla bir bir anlattım. ben öz anasını kandırmışım bunları kandırmak ne kelime baktım kız arkadaşım da ağlamaya başladı. anası aldı içeri götürdü. babası beni teselli ediyor anlıyorum seni falan diyor. bok anlıyorsun! amına koyduğum. neyi anlıyorsun? sırat köprüsünde parende atıyorum ben neyi anlıyorsun?
bu plan işe yarayınca biraz oturup evden çıktım. yolda annemi aradım. hazır ağlamışım bari onları da aynı gözyaşları ile bir kere daha kandırayım. anne dedim ben gidiyorum. proje için beni polonya’ya çağırıyorlar. yarın pasaport işlemlerini yapıp iki gün sonra uçağa bineceğim deyince annem hemen geliyorum dedi. gerek yok yeni görüştük ben bunu biliyordum size öyle söyleyemedim bir de vedalaşmaları sevmiyorum deyince annem sakinledi. biraz durdu. nikâh! dedi önce sonra doğum! dedi. maalesef dedim. artık bensiz idare edeceksiniz. öyle deyince bir iç çekti ki annem. ben yine başladım ağlamaya. ağladığımı fark edince o da başladı ağlamaya. biz ağlaya ağlaya kapadık telefonu. birkaç dakika sonra babam aradı. babam kardeşin nerde diye soruyor? dedim o dışarıda. sen nerdesin dedi ben de dışarıdayım dedim. siz niye beraber değilsiniz dedi. ben arkadaşlarımın yanına gittim o da kız arkadaşının dedim. tamam tamam dedi. anlaşıldı! dedi. ne anlaşıldıysa artık. kardeşini yalnız bırakma dedi. yalnız olan da kalan da benim dedim. uçak saatini sordu. ayrıntı öğrenmeye çalıştı altı ay orada para verecekler mi bir şey lazım mı falan dedi. ben de hepsini ayarladım deyip savuşturdum. piç kurusu dünyanın bütün yalanlarını bana söylettirdi. ben anama babama karıma çocuğuma tanıdığım herkese sokaktaki köpeklere bile yalan söyleyerek yaşadım. kendi nikâhıma onun adına çelenk gönderdim. neler yapmadım ki. ama artık bitti. artık daha fazla dayanamıyorum. sevdiğim sevmediğim ne kadar insan varsa benden nefret etsinler. beni öldürsünler. taşaklarıma elektrik versinler. işkenceler yapsınlar. anne biliyorum bunları okuduğunda kahrolacaksın. belki kalbin dayanmayacak belki felç kalacaksın. ama şunu bil ki ben bu hikayenin kötüsü değildim. sen hep derdin ya anne “bir sıra tatlı biber bir sıra acı biber yan yana ekersen tatlı olan biberler acı olan biberlerden daha acı olur.” işte anne ben o daha acı olan biber oldum. beni affetme! zaten ben kardeşimle birlikte öldüm. canım oğlum! ben senin baban değil amcanım! bunu sana kim nasıl anlatır bilmiyorum. ama aynı zamanda babanın katiliyim. bu hikâyenin en suçsuzu karıcığım. hayatının büyük bir kısmını ve kalan kısmını zehir ettiğim için özür dilerim demek isterdim. ama artık yüzüm yok. baba! dünyadaki bütün kötülükleri yapan biri olarak sana baba demeye utanıyorum ama tüm bu olanlarda senin hiçbir suçun yok. bir kaza oldu ve öldük. hepsi bu. hayatınızı zehir ettiğimi biliyorum. ama bu yük artık fazla! taşıyamadım! anlattım! bitti!
ay-gün kut
adım aykut! ikizim var. günkut! tek yumurta ikiziyiz. . evet, onun canı sıkılınca benim de sıkılıyor. belli bir yaşa kadar aynı kıyafetler giydik. ona baktığımda aynaya bakmış gibi hissediyorum bu da doğru. bazen hatta çoğu zaman karıştırıyor insanlar bizi o da doğru. annem de karıştırıyor. normal bir şey bu. sorun şu; günkut öldü. annem bilmiyor. bilmediği gibi hissetmiyor da. onu denize attım. ben! aykut! çok merak ettiğiniz hayatımızı anlatıyorum. hem size hem de anneme! sonra ben de öleceğim. en azından zihnen! buyurun!
kardeşim olacak geri zekâlı kız arkadaşımı kıskandığı için bana düşman oldu. onun varlığını hiçbir zaman kabul edemedi. kızın kafasını karıştırmak için elinden gelen her şeyi yaptı ve sonunda başardı. ben evde yokken kızı eve çağırıp tecavüz etmiş. bir de pişkin hiçbir şey olmamış gibi eve geldi. garibim kızın hiçbir şeyden haberi yok. evden çıkınca bana telefon etti. ağzına geleni söyledi. ben böyle bir şey olacağını tahmin etmiştim. ama buna cesaret edemez diye düşünüyordum. kızı sakinleştirdim. ailemle tanıştıracağımı söyledim falan ikna ettim. sonra eve gittim. bu malı da çağırdım eve. geldi oturdu karşıma suratını görseniz bir uyuz gülümseme en ufak pişmanlık belirtisi yok. delirdim. bana çok güvenirdi. ona kıyamayacağımı düşünürdü. kendini zeki sanıyordu. nefretten aptala dönmüştü. aldığı nefesin hızından ne bok yediğini anlayacağımı bilmiyordu. hiç bir şey sormadım. öyle mal mal oturdu karşımda. kızı da çağırdım eve, dedim annemlere gidiyoruz. seni tanıştıracağım. bu salak yok işim var yok projem var diye sıyrılmaya çalıştı ama kız arkadaşım da garibim bir şeyden haberi yok o da bastırınca ikna oldu. götürdüm ikisini de eve. anneciğim kapılarda karşıladı bizi. babam mutlu gülümsüyor, heyecanlı da aynı zamanda daha önce böyle bir merasim olmamış evimizde. neyse bu benim salak kardeşim eve girer girmez kayboldu ortalıktan. ben biraz babama mevzuyu anlatmaya niyetlendim tam o sırada geldi dingil. o gelince babam da ona takıldı hadi sıra sende der gibi… onun ben sırasının amına koyayım!
annem beni bir kenara çekti. ağzımdan laf almaya çalışıyor ki annem bu konuda ordinaryüstür. geri zekâlı kardeşim de iki arada bir derede ona bir şeyler fısıldamış tabi. neyse ben durumu kurtarmak adına çok seviyorum falan dedim. annem direk olmasa da ima yoluyla malum işi yapıp yapmadığımızı sordu. o kadar utandım ve aynı zaman da sinirlendim ki yüzümü yere eğip annemin yüzüne bakamadan evet dedim. yaptık o işi ve kız hamile olabilir. annem küçük çaplı krizi atlatamadan piç kurusu geldi yanımıza o gelince annem sustu. ben onu oracıkta anamın gözünün önünde boğabilirdim aslında. keşke öyle yapsaydım. keşke şahit olan annem olsaydı da beni de bu kadar uğraştırmasaydı. yıllarca hem kendi hayatımı hem de onun hayatını yaşamak zorunda kalmasaydım. onu her an öldürmek istiyordum ve çok da zaman geçmeden bu işi hallettim.
25 haziran günü sabah saatlerinde telefonum çaldı. kız arkadaşım telefonun diğer ucunda bana hamile olduğunu açıklarken ağlıyordu. mutlu muydu yoksa korkuyor muydu tam anlayamadım. o an benim için hayat bitmişti zaten. içimde ne kadar biriktirdiğim alttan aldığım görmezden geldiğim tv gazete internet ortamında ne kadar sinirlendiğim şey varsa hepsi kulaklarımda uğultu olarak kaldı. sonra mı? sonra katil oldum. hayatımın yarısını lime lime doğradım. salonun orta yerinde. gün bitene kadar bekledim. sonrasında ondan kurtuldum. sandım. oysaki esas işkence ondan sonra başladı. ertesi gün kız arkadaşım geldi. onu sordu. işi var okula gitti diye geçiştirdim. sonra babam aradı. onu sordu yoğun çalışıyor keyfi yerinde dedim geçiştirdim. bir gün iki gün bir hafta bir ay altı ay derken idare edecek ne sabrım ne de yalanım kalmadı. bir gün açtım bunun dolabını giydim kıyafetlerini sürdüm kokusunu resimlerine bakarak saçlarımı onun gibi taradım ve eve gittim.
annem kapıyı açarken daha boynuma öyle bir sarıldı ki! ağlamaya başladım. anladı sandım. ama anlamamıştı. benim kim olduğum konusunda bir fikrim de kalmamıştı. ona sürpriz yaptığım için o kadar keyifliydi ki. gerçek beni sormak aklına ancak yemek sofrasında geldi. ben de kız arkadaşıyla bebek kıyafetleri falan baktıklarını falan söyleyip geçiştirdim. o kadar zordu ki yaşadığım durum. inanın ifade etmekte zorlanıyorum. ama merak etmeyin anlatacağım. çünkü artık bıçak kemiğe dayandı. artık bittim. şu an kim olduğumu bilmiyorum. keşke ölen ben olsaydım. ya da keşke onu doğrayacağıma kendimi doğrasaydım. inanın ölüm her an içimde ve yaşıyor. bu ne biçim bir tezat!
yemekte yurt dışına gitmek zorunda olduğumu projemi orada tamamlamam gerektiğini ama daha netleşmediğini falan anlattım bizimkilere. aslında bu yalanı kız arkadaşım için uydurdum. çünkü o artık şüphe içindeydi. onu ikna etmekte çok zorlanıyordum. annem bu konuda biraz gergindi. gitmemi istemiyordu ama bir taraftan da istiyor gibiydi. annemin ona bakışı bana bakışından farklıymış meğer. bunu ben kendim olarak söyleseydim gülerdi ve hoşuna giderdi. neden böyle olduğunu hala merak ederim. neyse güzel bir hafta sonu geçirdikten sonra geri döndüm. yol boyunca ağladım. hatta kendimi arabadan atmayı falan düşündüm. intihar etmek bu işi çözerdi. ama nedense ölmemek için direniyordu içimdeki şey. neyse o artık!
dönüşte eve gitmek yerine kız arkadaşımın evine gittim. orada annesi ve babası vardı. doğum yaklaşıyordu ve evde yalnız kalmasını istemiyorlardı. zaten nikâha da çok fazla zaman kalmamıştı. bitik bir halde eve girdim. beni görünce insanlar da şaşırdı. bir açıklama bekler ifade ile bana bakıyorlardı. kardeşim dedim. gidiyor! ağlamaya başladım. sinirlerim o kadar laçka olmuştu ki kendimi tutamıyordum. kız arkadaşımın annesi geldi yanıma oturdu. oğlum nereye gidiyor neden ağlıyorsun gibi soruları sıralıyordu. ben o sırada bu piçin projesini hangi ülkeyle ortak yaptığını hatırlamaya çalışıyordum. hatırlayamadıkça ağladım. ağladıkça zaman kazandım. kızın babası önüme kolonya peçete su falan taşıyordu. ben ağlıyordum. kafamı sikeyim bir türlü ülkeyi hatırlayamıyordum. yarım saatten fazla ağladıktan sonra polonya olduğunu hatırladım. sonra ağlama şiddetimi hafifleterek yavaş yavaş hıçkıra hıçkıra sustum. kayınpederin getirdiği suyu içtim. kolonyayı açıp biraz yüzüme sürdüm. proje için acil çağırdıklarını yaklaşık altı ay orada kalması gerektiğini nikâha da doğuma da gelemeyeceğini bunun beni çok üzdüğünü yine ağlak bir tavırla bir bir anlattım. ben öz anasını kandırmışım bunları kandırmak ne kelime baktım kız arkadaşım da ağlamaya başladı. anası aldı içeri götürdü. babası beni teselli ediyor anlıyorum seni falan diyor. bok anlıyorsun! amına koyduğum. neyi anlıyorsun? sırat köprüsünde parende atıyorum ben neyi anlıyorsun?
bu plan işe yarayınca biraz oturup evden çıktım. yolda annemi aradım. hazır ağlamışım bari onları da aynı gözyaşları ile bir kere daha kandırayım. anne dedim ben gidiyorum. proje için beni polonya’ya çağırıyorlar. yarın pasaport işlemlerini yapıp iki gün sonra uçağa bineceğim deyince annem hemen geliyorum dedi. gerek yok yeni görüştük ben bunu biliyordum size öyle söyleyemedim bir de vedalaşmaları sevmiyorum deyince annem sakinledi. biraz durdu. nikâh! dedi önce sonra doğum! dedi. maalesef dedim. artık bensiz idare edeceksiniz. öyle deyince bir iç çekti ki annem. ben yine başladım ağlamaya. ağladığımı fark edince o da başladı ağlamaya. biz ağlaya ağlaya kapadık telefonu. birkaç dakika sonra babam aradı. babam kardeşin nerde diye soruyor? dedim o dışarıda. sen nerdesin dedi ben de dışarıdayım dedim. siz niye beraber değilsiniz dedi. ben arkadaşlarımın yanına gittim o da kız arkadaşının dedim. tamam tamam dedi. anlaşıldı! dedi. ne anlaşıldıysa artık. kardeşini yalnız bırakma dedi. yalnız olan da kalan da benim dedim. uçak saatini sordu. ayrıntı öğrenmeye çalıştı altı ay orada para verecekler mi bir şey lazım mı falan dedi. ben de hepsini ayarladım deyip savuşturdum. piç kurusu dünyanın bütün yalanlarını bana söylettirdi. ben anama babama karıma çocuğuma tanıdığım herkese sokaktaki köpeklere bile yalan söyleyerek yaşadım. kendi nikâhıma onun adına çelenk gönderdim. neler yapmadım ki. ama artık bitti. artık daha fazla dayanamıyorum. sevdiğim sevmediğim ne kadar insan varsa benden nefret etsinler. beni öldürsünler. taşaklarıma elektrik versinler. işkenceler yapsınlar. anne biliyorum bunları okuduğunda kahrolacaksın. belki kalbin dayanmayacak belki felç kalacaksın. ama şunu bil ki ben bu hikayenin kötüsü değildim. sen hep derdin ya anne “bir sıra tatlı biber bir sıra acı biber yan yana ekersen tatlı olan biberler acı olan biberlerden daha acı olur.” işte anne ben o daha acı olan biber oldum. beni affetme! zaten ben kardeşimle birlikte öldüm. canım oğlum! ben senin baban değil amcanım! bunu sana kim nasıl anlatır bilmiyorum. ama aynı zamanda babanın katiliyim. bu hikâyenin en suçsuzu karıcığım. hayatının büyük bir kısmını ve kalan kısmını zehir ettiğim için özür dilerim demek isterdim. ama artık yüzüm yok. baba! dünyadaki bütün kötülükleri yapan biri olarak sana baba demeye utanıyorum ama tüm bu olanlarda senin hiçbir suçun yok. bir kaza oldu ve öldük. hepsi bu. hayatınızı zehir ettiğimi biliyorum. ama bu yük artık fazla! taşıyamadım! anlattım! bitti!
ay-gün kut
devamını gör...
"zamane hikayeleri" ile benzer başlıklar
zamane
3