yazarların itiraf köşesi
on yıllık arkadaşımı sildim, çıkardım hayatımdan.
aslında bir kaç ay öncesine dayanan bir kırgınlığım vardı. arkadaşım daha hangi noktaya darıldığımı anlamamış. kendi içinde varsayımlarda bulunmuş… farkındaydı artık eskisi gibi olamadığımızın. hakkını yemeyeyim, yine de çabaladı gönlümü almak için. artık oraya yama, buraya yama derken gogolun paltosuna döndük. dikiş tutmadı, tutturamadık ve nerden baksan elimizde kaldı onca yıllık emek.
bir devir sona erdi bugün. bir kapanışa ihtiyacımız vardı. kapattık.
aslında bir kaç ay öncesine dayanan bir kırgınlığım vardı. arkadaşım daha hangi noktaya darıldığımı anlamamış. kendi içinde varsayımlarda bulunmuş… farkındaydı artık eskisi gibi olamadığımızın. hakkını yemeyeyim, yine de çabaladı gönlümü almak için. artık oraya yama, buraya yama derken gogolun paltosuna döndük. dikiş tutmadı, tutturamadık ve nerden baksan elimizde kaldı onca yıllık emek.
bir devir sona erdi bugün. bir kapanışa ihtiyacımız vardı. kapattık.
devamını gör...
ölüyorum sanılan anlar
sekiz sene öncesinin parasıyla beni bin liradan kurtaran andır.
efendim güzel bir yaz akşamı birden kalbim göğüs kafesimin içinde çoot diye bir darbe yapıp nefesimi kesmek gibi bir karar aldı. nefesimi kesmek derken bunu edebi bir benzetme olarak kullanmayı çok arzu ederdim ancak maalesef burada gerçek anlamı ile kullanılmıştır. neyse şimdiye kadar ufak tefek kalp kırıklıkları haricinde gayet iyi olan sevgili kalbim birden aritmik bir şekilde seyretmeye karar vermişti ki takdir edeceğiniz üzere gayet korkutucu bir durum. bir süre çok sığ ve sık atışlardan sonra göğüs kafesime içeriden yumruk atılmış gibi güçlü bir darbe ile başımı döndüren -evet tansiyonumu da düşürdü elbette - kalbimi alıp en yakın hastanenin aciline gitmeye karar verdim. o arada beşiktaşta maç izleyecek olan vefalı bir arkadaşımı da arayıp bana eşlik etmesini rica ettim. beşiktaş'tan daha büyük hatırım varmış ki hemen geldi ve şu an ismini vermeyeceğim fulya'daki bir özel hastanenin* aciline giriş yaptık. neyse efendim ufak bir doktor kontrolünden sonra ekg ve kan tahlili yapılmasını istedi doktorumuz. bunlar için vezneye gittiğimizde ise 1150 tl (yazıyla bin yüz elli evet) ödeme çıkarttılar ki o zaman aldığım maaşın üçte birinden fazla. yani ya tahlil yaptıracağım ya da kiramı ödeyeceğim. neyse efendim ben o zaman biz çıkalım yarın muayene olmak için devlet hastanesine gideriz derken sevgili doktorum koridordan geçerken bizi ayrılırken gördü ve neden ekg çekilmediği, ekg'nin ücretsiz olduğu ile ilgili oradakileri azarlayarak bizi tekrar içeri yönlendirdi. biz tekrar içeri geçtik falan derken tabii ben o sırada ölüyor olduğumdan kesin eminim ama. yanımdaki arkadaşıma eğer kalp krizi geçirip hastanenin önünde ölürsem hastaneye dava açmasının ona vasiyetim olduğu yönünde de goygoy yapıyorum sürekli. evet ölüm döşeğinde bile iflah olmaz bir goygoycuyum. neyse efendim ekg çekildi, doktor bey bir şey olmadığını söyledi biz yine toparlandık tekrar çıkış yaparken bu sefer hastanenin müdürü geldi yanımıza. kendisini tanıtmasının ardından yapılacak işlemleri hastanenin karşılayacağını benim sadece sgk'nın karşıladığı cüzi rakamı ödeyeceğimi izah etti. tabii ben kuşkulu gözlerle bakıyorum yani türkiye'nin en yaygın özel hastanesinin fulya şubesi müdürü için "cüzi" olan rakam benim aylık yemek masrafım olabilir çünkü. kendisine cüzi derken ne kadar bir rakamdan bahsediyoruz tam olarak diye ısrarla sormam sonucunda 80 lira gibi bir rakam telaffuz etti. neyse biz yarım saat içinde üçüncü girişimizi yaptık evet, yatışımız sağlandı, serumlar, tahliller derken ben ölümü düşünmekten ziyade arkadaşımı inşallah yanlış duymamışızdır "bin" seksen demediğine eminiz di mi diye darlıyorum. hayır ölürsem sıkıntı yok çünkü, benden sonrası tufan da ölmezsem sıkıntı büyük. neyse efendim sonunda tahliller de temiz çıktı ve veznedeki görevlinin ekrana on dakika şok olmuş bir şekilde bakmasından ve bir yanlışlık var galiba diye tekrar tekrar kontrol etmesinden sonra sadece elli beş (rakamla 55) lira ödeyerek hastaneden ayrıldık.
buraya kadar okuyup da merak edenler için söyleyeyim; üç kardiyolog ve bir nörologdan sonra bunun bir kaygı bozukluğu olduğu (evet her şey sinirsel anam) eczanede 7 liraya satılan 5 miligramlık minicik bir hap ile de tedavisinin mümkün olduğu ortaya çıktı.
orada ölüyorum sanıp dava açın diye goygoy yapmasam bin lira o ponçik kalbime saplanacaktı az daha. hastane müdürüne de buradan kendilerini istemeden tehdit ettiğim için en derin özürlerimi gönderiyorum!
efendim güzel bir yaz akşamı birden kalbim göğüs kafesimin içinde çoot diye bir darbe yapıp nefesimi kesmek gibi bir karar aldı. nefesimi kesmek derken bunu edebi bir benzetme olarak kullanmayı çok arzu ederdim ancak maalesef burada gerçek anlamı ile kullanılmıştır. neyse şimdiye kadar ufak tefek kalp kırıklıkları haricinde gayet iyi olan sevgili kalbim birden aritmik bir şekilde seyretmeye karar vermişti ki takdir edeceğiniz üzere gayet korkutucu bir durum. bir süre çok sığ ve sık atışlardan sonra göğüs kafesime içeriden yumruk atılmış gibi güçlü bir darbe ile başımı döndüren -evet tansiyonumu da düşürdü elbette - kalbimi alıp en yakın hastanenin aciline gitmeye karar verdim. o arada beşiktaşta maç izleyecek olan vefalı bir arkadaşımı da arayıp bana eşlik etmesini rica ettim. beşiktaş'tan daha büyük hatırım varmış ki hemen geldi ve şu an ismini vermeyeceğim fulya'daki bir özel hastanenin* aciline giriş yaptık. neyse efendim ufak bir doktor kontrolünden sonra ekg ve kan tahlili yapılmasını istedi doktorumuz. bunlar için vezneye gittiğimizde ise 1150 tl (yazıyla bin yüz elli evet) ödeme çıkarttılar ki o zaman aldığım maaşın üçte birinden fazla. yani ya tahlil yaptıracağım ya da kiramı ödeyeceğim. neyse efendim ben o zaman biz çıkalım yarın muayene olmak için devlet hastanesine gideriz derken sevgili doktorum koridordan geçerken bizi ayrılırken gördü ve neden ekg çekilmediği, ekg'nin ücretsiz olduğu ile ilgili oradakileri azarlayarak bizi tekrar içeri yönlendirdi. biz tekrar içeri geçtik falan derken tabii ben o sırada ölüyor olduğumdan kesin eminim ama. yanımdaki arkadaşıma eğer kalp krizi geçirip hastanenin önünde ölürsem hastaneye dava açmasının ona vasiyetim olduğu yönünde de goygoy yapıyorum sürekli. evet ölüm döşeğinde bile iflah olmaz bir goygoycuyum. neyse efendim ekg çekildi, doktor bey bir şey olmadığını söyledi biz yine toparlandık tekrar çıkış yaparken bu sefer hastanenin müdürü geldi yanımıza. kendisini tanıtmasının ardından yapılacak işlemleri hastanenin karşılayacağını benim sadece sgk'nın karşıladığı cüzi rakamı ödeyeceğimi izah etti. tabii ben kuşkulu gözlerle bakıyorum yani türkiye'nin en yaygın özel hastanesinin fulya şubesi müdürü için "cüzi" olan rakam benim aylık yemek masrafım olabilir çünkü. kendisine cüzi derken ne kadar bir rakamdan bahsediyoruz tam olarak diye ısrarla sormam sonucunda 80 lira gibi bir rakam telaffuz etti. neyse biz yarım saat içinde üçüncü girişimizi yaptık evet, yatışımız sağlandı, serumlar, tahliller derken ben ölümü düşünmekten ziyade arkadaşımı inşallah yanlış duymamışızdır "bin" seksen demediğine eminiz di mi diye darlıyorum. hayır ölürsem sıkıntı yok çünkü, benden sonrası tufan da ölmezsem sıkıntı büyük. neyse efendim sonunda tahliller de temiz çıktı ve veznedeki görevlinin ekrana on dakika şok olmuş bir şekilde bakmasından ve bir yanlışlık var galiba diye tekrar tekrar kontrol etmesinden sonra sadece elli beş (rakamla 55) lira ödeyerek hastaneden ayrıldık.
buraya kadar okuyup da merak edenler için söyleyeyim; üç kardiyolog ve bir nörologdan sonra bunun bir kaygı bozukluğu olduğu (evet her şey sinirsel anam) eczanede 7 liraya satılan 5 miligramlık minicik bir hap ile de tedavisinin mümkün olduğu ortaya çıktı.
orada ölüyorum sanıp dava açın diye goygoy yapmasam bin lira o ponçik kalbime saplanacaktı az daha. hastane müdürüne de buradan kendilerini istemeden tehdit ettiğim için en derin özürlerimi gönderiyorum!
devamını gör...
sevdiğin kızın ben seni arkadaş olarak görüyorum demesi
hiç yaşamadım bu durumu. ama yaşayanlara benden gelsin efenim buyrun:
devamını gör...
telefonda başsağlığı dilemek
her halükarda çok zor durumdur, hatta yüz yüze dilemekten çok daha zor. çünkü yüz yüzeyken kuru bir baş sağlığı kafi gelecektir. ama telefonda bir şeyler daha söyleme mecburiyeti hisseder insan velev ki yakını ölmüş birine hangi teselli cümlesi söylenebilir ki?
devamını gör...
hulusi akar
ben askerligimi kara harp okulu'nda yaptim. hulusi bey, o vakitler kara harp okulu komutani idi. ataturkcu bir subay olarak bilinirdi. hatta sene sonunda butceden artan parayi okulu karsidan goren bir duvara 'dogumundan olumuna ataturk' konulu bronz bir rolyef yaptirip harcamis, bunu trt kameralarini cagirip haber yaptirmis birisidir.
siradan bir asker olarak aslinda birkac kez karsilastigimiz oldu. allah'tan cok ondan korkarlardi ama ondan da cok karisindan. ben o siralarda okul karargah bolugunde idim ve bizim birkac gerizekali bunu esofmanla gordukler bir gun tanimadiklari icin selam vermemisler. okul karargah bolugune sabah sporu koydu kizip. hakli sonuna dek. koca tumgeneral lan, yaninda kurmay baskani var ve sen tanimayip geciyorsun. s*kerler.
sonra bir gun carsidan donuyordum. bir arac geciyor solumdan ve goz ucuyla bunun araci oldugunu flamayi gorunce anladim ve caktim selami. arabanin icinde selamimi aldi adam. hani 'daha selam vermeyi bilmiyor' filan diyen gerizekalilar var, yok oyle bir sey.
ilker basbug okulu teftse geldiginde bir komedi yasandi ama kendisi rencide olmasin diye soylemiyorum ne oldugunu. sadece yanindakiler onu uyarmaktan korktugu icin cikan bir problemi cozmek icin cok ama cok ugrastigimizi soyleyip geciyorum. astlari ile iliskileri pek iyi degildi ayrica.
sonrasinda baska yere gitmis, sonraki komutanin adi reha'ymis galiba. 'hulusi gitti, reha-bilitasyon basladi' diyenler olmus.
sonra darbe gecesi cikti yine karsimiza. genelkurmay baskaniydi ve o makama giden yol birileri tarafindan ozenle dosendi onun icin. hulusi bey, klasik lise mezunudur, harbiyeli degildir. web'e bakarsaniz 'lise eğitimine kayseri lisesinde başladı fakat bir öğretmene hakaret ettiği iddiasıyla okuldan uzaklaştırıldı. bundan dolayı, kayseri sümer lisesine geçen akar, lise eğitimini orada tamamladı' bilgisine de ulasirsiniz.
darbe girisimi bastirildiktan sonra bogazinda izlerle kamera karsisina cikti. tutuklanmaya calisilirken direnmis ve agiz dolusu kufur etmis deniyor ifadelerde. eder kufur hulusi bey. karsinda o kadar *r*spucocugu feto'cu varken kufretmeyip ne yapacaksin? (aslinda hakan fidan ve o isini yapsaydi o darbe de olmazdi ya neyse)
ben yaklasik 5 senedir hulusi bey'in bir seyler icin hazirlandigini soyluyorum, bana sacmaladigimi soyluyorlar. bu ara da bir ara beraber calistigimiz can atakli abim soyluyor bunu. 'natocu islamci bir subaydir, dikkat edin buna' diyor, can abi'ye deli muamelesi cekiyorlar. bu isler yavas yavas olur. kimsenin aklina gelmezdi ozal'in o kadar oy alacagi mesela. yarin bir gun yine karsimiza cikacak hulusi bey. yazin bir kenara.
bu wikipedia'dan:
"tsk bünyesinde; ordu komutanlığı yapmadan kara kuvvetleri komutanı olarak görev yapan ilk komutandır.
2015 yılının başında kara kuvvetleri komutanı olarak washington'a gitti ve nato'ya sağladığı "sıra dışı katkılar" nedeniyle 4 temmuz 2003'te süleymaniye'deki türk özel kuvvetlerine bağlı askerlerin başına çuval geçirilmesi emrini veren abd kara kuvvetleri komutanı orgeneral raymond odierno tarafından liyakat lejyonu madalyasını aldı."
hulusi bey'in coook eski arkadasidir abdullah gul. hizli yukselisinde kayseri lisesi'nden arkadasi abdullah bey'in etkisi buyuk. ikilinin, yanlarinda sukru karatepe ile fotolari var londra'da cekilmis.
www.hurriyet.com.tr/gundem/...
alinti:
* fehmi koru, abdullah gül ve şükrü karatepe, 1976-1978 yılları arasında milli kültür vakfı’nın bursuyla ingiltere’nin güneybatısında yer alan exeter kentinde bulunan exeter üniversitesi’nde okudu.
* kayseri lisesi'nden okul arkadaşları olan hulusi akar o dönemde üsteğmendi. akar 42 gün izin alarak ingiltere'ye gitti ve arkadaşlarını ziyaret etti. dört arkadaş exeter'den 3.5 saat mesafedeki londra'ya da geçtiler. amaçları hem londra’da gezmek, hem de üsteğmen akar'ın izin kağıdını londra’da bulunan askeri ataşeliğe onaylatmaktı.
* önce, belgrave square 43 numarada bulunan türk büyükelçiliği’nin ikinci katındaki askeri ataşeliğe gittiler. daha sonra buradan çıkarak, yaklaşık 250 metre mesafede bulunan hyde park’a girdiler. biraz dolaştılar, yorulunca birer pound vererek şezlong kiraladılar ve oturup sohbet ettiler. hava güzel ve güneşli bir gün olduğu için ceketlerini çıkarıp, şezlongların arkasına astılar ve günün anısına bir de fotoğraf çektirdiler.
* daha sonra kalktılar, ceketlerini ve safarilerini giydiler, kuzeye doğru yürüdüler, hyde park’ın marble arch kapısından çıktılar ve sağa dönerek oxford street’e girdiler. bu sefer de fotoğraf makinesinin arkasına fehmi koru geçti, şimdiye kadar hiç medyada görmediğiniz hulusi akar, abdullah gül ve şükrü karatepe’nin fotoğrafını çekti.
siradan bir asker olarak aslinda birkac kez karsilastigimiz oldu. allah'tan cok ondan korkarlardi ama ondan da cok karisindan. ben o siralarda okul karargah bolugunde idim ve bizim birkac gerizekali bunu esofmanla gordukler bir gun tanimadiklari icin selam vermemisler. okul karargah bolugune sabah sporu koydu kizip. hakli sonuna dek. koca tumgeneral lan, yaninda kurmay baskani var ve sen tanimayip geciyorsun. s*kerler.
sonra bir gun carsidan donuyordum. bir arac geciyor solumdan ve goz ucuyla bunun araci oldugunu flamayi gorunce anladim ve caktim selami. arabanin icinde selamimi aldi adam. hani 'daha selam vermeyi bilmiyor' filan diyen gerizekalilar var, yok oyle bir sey.
ilker basbug okulu teftse geldiginde bir komedi yasandi ama kendisi rencide olmasin diye soylemiyorum ne oldugunu. sadece yanindakiler onu uyarmaktan korktugu icin cikan bir problemi cozmek icin cok ama cok ugrastigimizi soyleyip geciyorum. astlari ile iliskileri pek iyi degildi ayrica.
sonrasinda baska yere gitmis, sonraki komutanin adi reha'ymis galiba. 'hulusi gitti, reha-bilitasyon basladi' diyenler olmus.
sonra darbe gecesi cikti yine karsimiza. genelkurmay baskaniydi ve o makama giden yol birileri tarafindan ozenle dosendi onun icin. hulusi bey, klasik lise mezunudur, harbiyeli degildir. web'e bakarsaniz 'lise eğitimine kayseri lisesinde başladı fakat bir öğretmene hakaret ettiği iddiasıyla okuldan uzaklaştırıldı. bundan dolayı, kayseri sümer lisesine geçen akar, lise eğitimini orada tamamladı' bilgisine de ulasirsiniz.
darbe girisimi bastirildiktan sonra bogazinda izlerle kamera karsisina cikti. tutuklanmaya calisilirken direnmis ve agiz dolusu kufur etmis deniyor ifadelerde. eder kufur hulusi bey. karsinda o kadar *r*spucocugu feto'cu varken kufretmeyip ne yapacaksin? (aslinda hakan fidan ve o isini yapsaydi o darbe de olmazdi ya neyse)
ben yaklasik 5 senedir hulusi bey'in bir seyler icin hazirlandigini soyluyorum, bana sacmaladigimi soyluyorlar. bu ara da bir ara beraber calistigimiz can atakli abim soyluyor bunu. 'natocu islamci bir subaydir, dikkat edin buna' diyor, can abi'ye deli muamelesi cekiyorlar. bu isler yavas yavas olur. kimsenin aklina gelmezdi ozal'in o kadar oy alacagi mesela. yarin bir gun yine karsimiza cikacak hulusi bey. yazin bir kenara.
bu wikipedia'dan:
"tsk bünyesinde; ordu komutanlığı yapmadan kara kuvvetleri komutanı olarak görev yapan ilk komutandır.
2015 yılının başında kara kuvvetleri komutanı olarak washington'a gitti ve nato'ya sağladığı "sıra dışı katkılar" nedeniyle 4 temmuz 2003'te süleymaniye'deki türk özel kuvvetlerine bağlı askerlerin başına çuval geçirilmesi emrini veren abd kara kuvvetleri komutanı orgeneral raymond odierno tarafından liyakat lejyonu madalyasını aldı."
hulusi bey'in coook eski arkadasidir abdullah gul. hizli yukselisinde kayseri lisesi'nden arkadasi abdullah bey'in etkisi buyuk. ikilinin, yanlarinda sukru karatepe ile fotolari var londra'da cekilmis.
www.hurriyet.com.tr/gundem/...
alinti:
* fehmi koru, abdullah gül ve şükrü karatepe, 1976-1978 yılları arasında milli kültür vakfı’nın bursuyla ingiltere’nin güneybatısında yer alan exeter kentinde bulunan exeter üniversitesi’nde okudu.
* kayseri lisesi'nden okul arkadaşları olan hulusi akar o dönemde üsteğmendi. akar 42 gün izin alarak ingiltere'ye gitti ve arkadaşlarını ziyaret etti. dört arkadaş exeter'den 3.5 saat mesafedeki londra'ya da geçtiler. amaçları hem londra’da gezmek, hem de üsteğmen akar'ın izin kağıdını londra’da bulunan askeri ataşeliğe onaylatmaktı.
* önce, belgrave square 43 numarada bulunan türk büyükelçiliği’nin ikinci katındaki askeri ataşeliğe gittiler. daha sonra buradan çıkarak, yaklaşık 250 metre mesafede bulunan hyde park’a girdiler. biraz dolaştılar, yorulunca birer pound vererek şezlong kiraladılar ve oturup sohbet ettiler. hava güzel ve güneşli bir gün olduğu için ceketlerini çıkarıp, şezlongların arkasına astılar ve günün anısına bir de fotoğraf çektirdiler.
* daha sonra kalktılar, ceketlerini ve safarilerini giydiler, kuzeye doğru yürüdüler, hyde park’ın marble arch kapısından çıktılar ve sağa dönerek oxford street’e girdiler. bu sefer de fotoğraf makinesinin arkasına fehmi koru geçti, şimdiye kadar hiç medyada görmediğiniz hulusi akar, abdullah gül ve şükrü karatepe’nin fotoğrafını çekti.
devamını gör...
öleceğini unutarak yaşamak
unutmak kavramı olmasaydı hayatımızda inanın kafayı yerdik. ölüm zaman zaman kendini hatirlatsa da unutmak en iyisi.
devamını gör...
algıda seçicilik
bununla ilgili bir belgesel izlemiştim. önce kalabalık bir grubun dans ettiği bir video gösteriyor ve videoda kaç kişi olduğunu saymanızı istiyorlar. siz tabi dans edenlere odaklanıp tek tek sayıyorsunuz. sonra videoda dans edenlerin arasında gezen ve şapşalca hareketler yapan ayı kostümlü bir adam gördünüz mü diyorlar*. tekrar izlettiklerinde , ayı kostümlü kişinin fark edilmemesinin imkansız olduğunu görüyorsunuz. ama beyin o arada saymaya odaklandığı için başka bir şey fark etmiyor.
diğer örnekte de bir gazetede bir harfin kaç kere geçtiğini soruyorlar. denekler tek tek sayıyor tabi. halbuki gazetenin her yerinde o harften kaç tane olduğu yazıyor*.
hayatımızda da böyle önemli detayları işte böyle alışkanlıklarımızın peşinde giderken görmüyoruz .
diğer örnekte de bir gazetede bir harfin kaç kere geçtiğini soruyorlar. denekler tek tek sayıyor tabi. halbuki gazetenin her yerinde o harften kaç tane olduğu yazıyor*.
hayatımızda da böyle önemli detayları işte böyle alışkanlıklarımızın peşinde giderken görmüyoruz .
devamını gör...
ocaklı ada kalesi
istanbul'un şirin ilçelerinden bir olan şile'de bulunur. cenevizliler'den kalma bu kalenin tarihi 2000 yıldan fazladır. üzerinde bulunduğu adada ki kireç taşlarından yapılmıştır. yüksekliği 12 metredir. bizans ve osmanlı dönemlerinde gözetleme kulesi olarak kullanılmıştır. 20 25 askerin anca içine sığabileceği kalenin alt katında bir mahzen bulunur.
bir dönem çoh möhüm çoh böyük bir hazine sakladığı iddiası ile önce defineciler tarafından talan edilmiş sonrasında ise; sünger bob fetişi olan kimseler tarafından restore edilmiştir.
milyonların aklında tek bir soru; neden?*
bir dönem çoh möhüm çoh böyük bir hazine sakladığı iddiası ile önce defineciler tarafından talan edilmiş sonrasında ise; sünger bob fetişi olan kimseler tarafından restore edilmiştir.
milyonların aklında tek bir soru; neden?*
devamını gör...
normal sözlük yazarlarının dizi önerileri
spotless. 2015 ingiliz yapımı dizi.sezonda açık kapı bırakmışlardı netflix'te görünce heyecanlanmadım değil.halen yeni sezönu bekliyorum,çok akıcı bir dizi değerlendirdiğinize pişman olmazsınız.bir diğer dizi önerimde banshee.15 yıl hapiste kaldıktan sonra çıkınca eski sevgilisinin olduğu kasabaya hesap sormaya gelen bir adamın hikayesi.barda otururken kasabaya henüz atanmış olan şerif,çıkan kavgada gangsterler tarafından öldürülünce,kahramanımız diğer adamı haklayıp şerifin yerine geçiyor ve olaylar gelişiyor.başrolde oynayan abimiz antony starr,izlerseniz kesinlikle pişman olmazsınız..
devamını gör...
eti cicibebe'yi sütle birlikte gömen yetişkin
çocuğa diye alıp gizli gizli yiyen, ağzının tadını bilen yetişkindir. kusura bakma ufaklık ama cicibebe nin tadını senden daha iyi biliyoruz. ikile.
devamını gör...
reklam sms'leri
eğer ki gece geç saatlerde siz uyurken gelmişse, ya da sabah erken saatlerde gelmişse operatörün ve tüm servis elemanlarının annelerinin ve ebelerinin kulaklarını çınlatmanıza sebebiyet verecek olan olay.
bir de şu varmış sözlükte :
(bkz: reklam sms'lerine sevinecek kadar yalnız olmak)
allah düşürmesin.
bir de şu varmış sözlükte :
(bkz: reklam sms'lerine sevinecek kadar yalnız olmak)
allah düşürmesin.
devamını gör...
normal sözlük metalci yazarlar birliği
yeni nesil bir melodic death metal sevdalısı olaraktan dahil olduğum komando timi.
mikael stanne'nin askerleriyiz :d
mikael stanne'nin askerleriyiz :d
devamını gör...
burak kut
pek bilinmemesine rağmen iyi bir tenor'dur. 90'lar da bir dönem tarkan'a rakip olmuştur. harika şarkıları vardır 'yaşandı bitti' gibi, klipte motor sahnesi hala hafızalardadır çocukluğumuzun güzel abilerindendir severizdir..
(bkz: 90'lar)
(bkz: 90'lar)
devamını gör...
bir zamanlar anadolu'da
nuri bilge ceylan'ın olağanüstü gözlem yeteneğine tekrar hayran bıraktıran 2011 yapımı film. savcı ve muhtar başta olmak üzere tüm karakter tahlilleri gerçekten muazzam. nuri bilge ceylan ve ercan kesal neredeyse fyodor mihayloviç dostoyevski seviyesinde karakter tahlilleri yapmış .
film bir cinayet soruşturmasını işliyor, anadolu insanını ve anadolu insanının mizacını oluşturan bozkır yaşamını çarpıcı biçimde ele alıyor. bu yönüyle yakup kadri karaosmanoğlu'nun yaban adlı romanı ile benzeşiyor. bence yaban birlikte anadolu insanını ve bozkır yaşamını en iyi irdeleyen eserlerden biri.
oyunculuklar muazzam. savcı nusret rolünde taner birsel, doktor cemal rolünde muhammet uzuner, komiser naci rolünde yılmaz erdoğan, arap ali rolünde ahmet mümtaz taylan, kenan rolünde fırat tanış çok başarılı oyunculuklar göstermiş, muhtar rolünde ise ercan kesal harikalar yaratmış.
savcı nusret: bu tip olaylar göre göre artık bağışıklık kazanmış. cinayet umrunda değil, sadece cinayeti araştırmak zorunda olduğu için orada bulunuyor. muhtar oğullarını anlattıktan sonra, muhtara "sen de oğlan var mı?" diye soruyor çünkü aslında muhtarı dinlemiyor, yemeğini yerken dinliyormuş gibi yapıyor sadece. karısı nusret'i cezalandırmak için intihar etmiş. savcı kendisini bunun böyle olmadığına inandırmış ama aslında karısının kendisi yüzünden intihar ettiğini biliyor. bu yüzden bu konuyu doktora açıyor. fakat doktordan intihar eden kadının kendi karısı olduğunu gizlemeye çalışıyor. doktora "bir insan bir başkasını cezalandırmak için hakkaten kendini öldürebilir mi?" diye soruyor, doktordan "zaten intiharların çoğu başka birini cezalandırmak için yapılmıyor mu?" cevabını alıyor. böylece zaten bildiği gerçek yüzüne bir tokat gibi çarpıyor. kapıdan çıkarken yüzünün aldığı renk ve sesinin titremesi ile bunu anlıyoruz.
doktor cemal: filmin başında filmin en masum karakteri. anadolu'ya tayini çıkınca gelmiş, ortama da insanlara da yabancı, hayata bakışı diğerler karakterlerden daha farklı, daha naif. muhtarın evinde yemek yerlerken kenan'a dürüm yapıp veriyor, kenan sigara içmek isteyince kenan'a sigara veriyor. fakat hastalarla muhatap olmak istemiyor, otopsi odasına giderken hastalarla muhatap olmamak için aralarından geçerken cep telefonuyla konuşuyormuş gibi yapıyor. otopside kenan'ın abisini canlı canlı öldürdüğünü anlıyor. fakat kenan'ın cezaevinden çıktıktan sonra yetim kalan çocuğa ve çocuğun annesine sahip çıkacağını düşünerek kenan'ın daha az ceza alması için otopsideki bulguları saklıyor. çünkü nefes borusundan çıkan toprağı belirtirse maktülün canlı canlı gömüldüğü ortaya çıkacak ve kenan daha fazla ceza alacak. otopsideki bulguları saklayınca masumiyetini kaybedip kirleniyor. otopside sıçrayan kan bu kirlenmenin göstergesi.
komiser naci: savcıya mahçup olmamak için cinayeti çözmeye çalışıyor. bu sorumluluğunun altında eziliyor, psikolojisi bunu kaldıramıyor ve bu yüzden kenan'a şiddet uyguluyor. muhtar oğullarından bahsederken "ortancası da polis, çanakkale'de." dediği zaman polis izzet "vay bizdenmiş" diyor. komiser naci ise "bizim meslektaş" demiyor "senin meslektaş" diyor. bu sahnede "ben sıradan polis değilim, komiserim, amirim" havasını görüyoruz. ayrıca naci'nin çocuğu hasta ve naci bu yüzden evde durmak istemiyor. çocuğunun hastalığından utanıyor, çocuğunun biten ilacını bile utana sıkıla yazdırıyor.
muhtar: büyük ihtimalle köydeki dedikodular doğru ve muhtar yolsuzluk yapıyor, köy sandığının parasını yiyor. morgun yapılmasını da büyük ihtimalle bu yüzden istiyor. hazır bir devlet büyüğü* yakalamışken hemen araya morg işini sıkıştırmaya çalışıyor. fakat köyün elektrik sorununu düzeltmeyip elektrik kesildikten sonra suçu rüzgara atıyor. elektrik kesilmesini "gelir gelir. allah can sağlığı versin, elektrik de gelir su da gelir." diyerek geçiştiriyor. ayrıca muhtar herkesle statüsüne göre konuşuyor, herkese statüsüne göre davranıyor. savcı ile farklı, komiser ile farklı, doktor ile farklı, arap ali ile farklı tarzda konuşuyor. ayrıca evde iki farklı sofra kuruluyor ve bir sofrada makam sahibi olanlar otururken diğer sofrada diğerleri oturuyor.
film bir cinayet soruşturmasını işliyor, anadolu insanını ve anadolu insanının mizacını oluşturan bozkır yaşamını çarpıcı biçimde ele alıyor. bu yönüyle yakup kadri karaosmanoğlu'nun yaban adlı romanı ile benzeşiyor. bence yaban birlikte anadolu insanını ve bozkır yaşamını en iyi irdeleyen eserlerden biri.
oyunculuklar muazzam. savcı nusret rolünde taner birsel, doktor cemal rolünde muhammet uzuner, komiser naci rolünde yılmaz erdoğan, arap ali rolünde ahmet mümtaz taylan, kenan rolünde fırat tanış çok başarılı oyunculuklar göstermiş, muhtar rolünde ise ercan kesal harikalar yaratmış.
savcı nusret: bu tip olaylar göre göre artık bağışıklık kazanmış. cinayet umrunda değil, sadece cinayeti araştırmak zorunda olduğu için orada bulunuyor. muhtar oğullarını anlattıktan sonra, muhtara "sen de oğlan var mı?" diye soruyor çünkü aslında muhtarı dinlemiyor, yemeğini yerken dinliyormuş gibi yapıyor sadece. karısı nusret'i cezalandırmak için intihar etmiş. savcı kendisini bunun böyle olmadığına inandırmış ama aslında karısının kendisi yüzünden intihar ettiğini biliyor. bu yüzden bu konuyu doktora açıyor. fakat doktordan intihar eden kadının kendi karısı olduğunu gizlemeye çalışıyor. doktora "bir insan bir başkasını cezalandırmak için hakkaten kendini öldürebilir mi?" diye soruyor, doktordan "zaten intiharların çoğu başka birini cezalandırmak için yapılmıyor mu?" cevabını alıyor. böylece zaten bildiği gerçek yüzüne bir tokat gibi çarpıyor. kapıdan çıkarken yüzünün aldığı renk ve sesinin titremesi ile bunu anlıyoruz.
doktor cemal: filmin başında filmin en masum karakteri. anadolu'ya tayini çıkınca gelmiş, ortama da insanlara da yabancı, hayata bakışı diğerler karakterlerden daha farklı, daha naif. muhtarın evinde yemek yerlerken kenan'a dürüm yapıp veriyor, kenan sigara içmek isteyince kenan'a sigara veriyor. fakat hastalarla muhatap olmak istemiyor, otopsi odasına giderken hastalarla muhatap olmamak için aralarından geçerken cep telefonuyla konuşuyormuş gibi yapıyor. otopside kenan'ın abisini canlı canlı öldürdüğünü anlıyor. fakat kenan'ın cezaevinden çıktıktan sonra yetim kalan çocuğa ve çocuğun annesine sahip çıkacağını düşünerek kenan'ın daha az ceza alması için otopsideki bulguları saklıyor. çünkü nefes borusundan çıkan toprağı belirtirse maktülün canlı canlı gömüldüğü ortaya çıkacak ve kenan daha fazla ceza alacak. otopsideki bulguları saklayınca masumiyetini kaybedip kirleniyor. otopside sıçrayan kan bu kirlenmenin göstergesi.
komiser naci: savcıya mahçup olmamak için cinayeti çözmeye çalışıyor. bu sorumluluğunun altında eziliyor, psikolojisi bunu kaldıramıyor ve bu yüzden kenan'a şiddet uyguluyor. muhtar oğullarından bahsederken "ortancası da polis, çanakkale'de." dediği zaman polis izzet "vay bizdenmiş" diyor. komiser naci ise "bizim meslektaş" demiyor "senin meslektaş" diyor. bu sahnede "ben sıradan polis değilim, komiserim, amirim" havasını görüyoruz. ayrıca naci'nin çocuğu hasta ve naci bu yüzden evde durmak istemiyor. çocuğunun hastalığından utanıyor, çocuğunun biten ilacını bile utana sıkıla yazdırıyor.
muhtar: büyük ihtimalle köydeki dedikodular doğru ve muhtar yolsuzluk yapıyor, köy sandığının parasını yiyor. morgun yapılmasını da büyük ihtimalle bu yüzden istiyor. hazır bir devlet büyüğü* yakalamışken hemen araya morg işini sıkıştırmaya çalışıyor. fakat köyün elektrik sorununu düzeltmeyip elektrik kesildikten sonra suçu rüzgara atıyor. elektrik kesilmesini "gelir gelir. allah can sağlığı versin, elektrik de gelir su da gelir." diyerek geçiştiriyor. ayrıca muhtar herkesle statüsüne göre konuşuyor, herkese statüsüne göre davranıyor. savcı ile farklı, komiser ile farklı, doktor ile farklı, arap ali ile farklı tarzda konuşuyor. ayrıca evde iki farklı sofra kuruluyor ve bir sofrada makam sahibi olanlar otururken diğer sofrada diğerleri oturuyor.
devamını gör...
bir insanı sevildiğine inandırıp aslında hiç sevmemiş olmak
her cinayet bir silahla işlenmez.
devamını gör...
parsek
ışık yılı'nı zaman birimi olarak kullananlar iyi dinleyin, ya da siz dinlemeyin. birazdan atomu parçalayacak düzeyde fizik şeyapıcaz, kafamız sütlaç olcak. siz boşverin en iyisi hehe.
parsek de ışık yılı gibi bir uzaklık birimi, fakat bunu zaman birimi sanmanız imkansız (çünkü içinde yıl geçmiyor hehe). peki parsek gerçekte nedir? parsek, bir milletin kendi kend- ehm. parsek, star wars resmi uzaklık birimidir efenim. bunu biliyoruz zaten hepimiz, neden; çünkü hepimiz burada star wars hayranıyız. hepimiz padme'yiz hepimiz count dooku'nun askerleriyiz. bilmeyenler için amme hizmeti:
önce beyninizi yakayım, sonra şekilli şüküllü anlatım yapıcam. söz.
şimdi efendim parsek nedir tanımlamamız için iki tane doğru hayal etmeniz lazım. biri güneşten, diğeri dünyadan çıkan doğrular. bunlar paralel değiller, ve ileride bir yerlerde kesişecekler. neden güneş ve dünya peki, çünkü biz güneş sistemi'ndeyiz ve dünya'da yaşıyoruz. neden güneş, çünkü sistemin merkezi. burada bir subtopic açıyorum ve parallax nedir onu anlatmaya başlıyorum. bunu bilmeniz lazım.
parallax, siz sağ gözünüzle baktığınızda bir cismin yerini başka, sol gözünüzle baktığınızda başka görmenizin altında yatan hede. türkçesi ıraklık açısı falan gibi bişey(-miş). yani, sağ ve sol gözünüzden baktığınız nesneye doğru birer ışın yollayın, bunların arasında kalan açı parallax.
evde denemeyiniz. şaka şaka, şimdi hepinize deneticem. sağ işaret parmağınızı (solaklar da sağ işaret parmağını. evet. çünkü ben öyle istiyorum hehe.) burnunuzun hizasına kaldırın, yere dik olacak şekilde tutun, sanki karşınızdaki insanı azarlayacak, ona parmak sallaya sallaya "ben sana yapma demedim mi, ha!" diyecekmişsiniz gibi hayal edin kendinizi, ama azarlamayın. öylece durun. şimdi parmağınızın arkasında, uzaklarda bişeylere odaklayın bakışınızı. mesela benim için, odanın karşı duvarındaki priz bu odaklanacağım şey. siz de seçin işte kendinize bişeyler. sshh, mini etekli ablanın bacaklarına odaklananlar, görüyorum.
odaklandıysak bir sonraki adıma geçiyoruz, sağ gözünüzü kapatın. parmak sağa kaydı biraz di mi. şimdi sağı açıp solu kapatın. şimdi de sola mı kaydı ne. hadi şimdi ikisini de kapatın hehe. şaka şaka, aç çocuum gözlerini. dinle burayı, dinle burayı.
parmağınızı hareket ettirmediğiniz ve beni trollemediğinizi varsayıyorum, parmağınız sabitti yani. e niye değişti o zaman yeri. çünküüüüü, bakışaşısı! şey ehm, bakış açısı.
eğer bu gözlerimizi kapattığımızda parmaklarımızın yerinin değişme açısını ölçersek, parmağımızın burnumuza olan mesafesini buluyoruz. parallax bu yüzden önemli. hala mevzuya uyanamayanlar için açıklama devam ediyor. for ingliş, pres nayn.
şimdi bunu parsek için anlatalım. parmak aslında bizim baktığımız yıldızdı. sağ ve sol gözümüz de dünyanın farklı zamanlardaki konumları. mesela biri yaz biri kış mevsiminde iki farklı gün olsun. siz seçin. kış mevsimi 16 mart olsun ama, çünkü doğum günüm. hehe. eğer baktığımız yıldız ebesinin hörekesinde değilse biz bu parallax açısını fark edebiliyoruz. bu da mesafeyi hesaplayabiliyoruz demek. bu daaaaa, kessel run için 12 parsek- ehm bu başka hikaye. e güneş nerde, güneş neremiz oluyor peki? güneş de burnumuz, çünkü iki gözümüzün arasındaki merkez nokta, çünkü dünya'nın yörünge merkezi.
evet şimdi dananın kuyruğunun koptuğu yere geliyoruz. 16 martta dünyanın konumunu işaretliyoruz, bi de yıldızın konumunu işaretliyoruz. dünya'dan yıldıza bir düz çizgi çiziyoruz. bi de yaz günü (hadi o da 1 temmuz olsun. kabotaj bayramı hehe) dünya'nın konumunu tespit edip, yaz gününde yıldızımızı nerede gördüysek oraya yine bir düz çizgi çiziyoruz. tabi bu doğrular paralel olmadığı için bir noktada kesişecekler, "x" harfine benzer bir yapı oluşturacaklar. tabi böyle x gibi kolunu bacağını açmış değil, daha "paralelimsi". aradaki açıyı hesaplayınca parallax açımızı hesaplamış oluyoruz gençler, haydi hayırlı uğurlu olsun.
tabi bunu bilim adamları böyle 2 farklı tarihe göre yapmıyorlar. neden, çünkü 2 gün sonraki konumdan ölçüm almak çok da birşey ifade etmiyor çünkü mesafe devasa, o kadar açı değişimini hesaplayacak göz yok kimsede. onun yerine güneşi kullanıyoruz.
şimdi yukarıdaki çizgileri bi de güneşle çizdiricem. hazır, yerlerinize, başla! güneşimizi, izlediğimiz yıldızın yörünge merkezine hizalayıp bir adet çizgiyle ikisini birleştiriyoruz. sonra da ölçümü aldığımız gün dünyanın konumuyla yıldızın konumunu çizgiyle birleştiriyoruz, ta-daa! yine ortaya kesişen doğrular çıkıyor. aradaki açı da parallax acısı.
peki bu açı nasi bişey, kaç derece, 2pi-45 ile tanjantı var mı, falan fişman soruları geliyor insanın aklına doğal olarak. bu açı mesafeye bağlı olarak o kadar ufak bir değer ki, dereceyle falan ölçemiyoruz. bunu ölçtüğümüz birim arksaniye (bkz: arcsecond). 1 derece=3600 arksaniye demiş birileri, biz de onu kullanaduruyoruz. biz dediğim yani astronomlar falan. yoksa ben, peh, çıplak gözle hesaplıyorum. proxima centauri mesela 1.3 parsek uzaklıkta. heheyt, inanmayan açsın okusun hehehe.
"peki parallax açısı ile parsek arasındaki matematik ne ulan, söyle şunu" diyenler için geliyor şimdi. bir parsek, parallax açısı 1 arksaniye olan objeye olan uzaklıktır. yani yaklaşık 3.26 ışık yılı. yani 31 trilyon kilometre civarı bi uzaklık. açı ne kadar büyürse (mesela 2 arksaniye olursa) baktığımız obje o kadar yakındadır. 2 arksaniye ise açımız, yarım parseklik mesafeye bakıyoruz demektir. 1 arksaniye ise 1 parsek, 1/2 arksaniye ise 2 parsek, 1/3 arksaniye ise 3 parsek diye gidiyor.
şekil şükül nerde diyenler için geliyor: ahanda burda :
parsek de ışık yılı gibi bir uzaklık birimi, fakat bunu zaman birimi sanmanız imkansız (çünkü içinde yıl geçmiyor hehe). peki parsek gerçekte nedir? parsek, bir milletin kendi kend- ehm. parsek, star wars resmi uzaklık birimidir efenim. bunu biliyoruz zaten hepimiz, neden; çünkü hepimiz burada star wars hayranıyız. hepimiz padme'yiz hepimiz count dooku'nun askerleriyiz. bilmeyenler için amme hizmeti:
önce beyninizi yakayım, sonra şekilli şüküllü anlatım yapıcam. söz.
şimdi efendim parsek nedir tanımlamamız için iki tane doğru hayal etmeniz lazım. biri güneşten, diğeri dünyadan çıkan doğrular. bunlar paralel değiller, ve ileride bir yerlerde kesişecekler. neden güneş ve dünya peki, çünkü biz güneş sistemi'ndeyiz ve dünya'da yaşıyoruz. neden güneş, çünkü sistemin merkezi. burada bir subtopic açıyorum ve parallax nedir onu anlatmaya başlıyorum. bunu bilmeniz lazım.
parallax, siz sağ gözünüzle baktığınızda bir cismin yerini başka, sol gözünüzle baktığınızda başka görmenizin altında yatan hede. türkçesi ıraklık açısı falan gibi bişey(-miş). yani, sağ ve sol gözünüzden baktığınız nesneye doğru birer ışın yollayın, bunların arasında kalan açı parallax.
evde denemeyiniz. şaka şaka, şimdi hepinize deneticem. sağ işaret parmağınızı (solaklar da sağ işaret parmağını. evet. çünkü ben öyle istiyorum hehe.) burnunuzun hizasına kaldırın, yere dik olacak şekilde tutun, sanki karşınızdaki insanı azarlayacak, ona parmak sallaya sallaya "ben sana yapma demedim mi, ha!" diyecekmişsiniz gibi hayal edin kendinizi, ama azarlamayın. öylece durun. şimdi parmağınızın arkasında, uzaklarda bişeylere odaklayın bakışınızı. mesela benim için, odanın karşı duvarındaki priz bu odaklanacağım şey. siz de seçin işte kendinize bişeyler. sshh, mini etekli ablanın bacaklarına odaklananlar, görüyorum.
odaklandıysak bir sonraki adıma geçiyoruz, sağ gözünüzü kapatın. parmak sağa kaydı biraz di mi. şimdi sağı açıp solu kapatın. şimdi de sola mı kaydı ne. hadi şimdi ikisini de kapatın hehe. şaka şaka, aç çocuum gözlerini. dinle burayı, dinle burayı.
parmağınızı hareket ettirmediğiniz ve beni trollemediğinizi varsayıyorum, parmağınız sabitti yani. e niye değişti o zaman yeri. çünküüüüü, bakışaşısı! şey ehm, bakış açısı.
eğer bu gözlerimizi kapattığımızda parmaklarımızın yerinin değişme açısını ölçersek, parmağımızın burnumuza olan mesafesini buluyoruz. parallax bu yüzden önemli. hala mevzuya uyanamayanlar için açıklama devam ediyor. for ingliş, pres nayn.
şimdi bunu parsek için anlatalım. parmak aslında bizim baktığımız yıldızdı. sağ ve sol gözümüz de dünyanın farklı zamanlardaki konumları. mesela biri yaz biri kış mevsiminde iki farklı gün olsun. siz seçin. kış mevsimi 16 mart olsun ama, çünkü doğum günüm. hehe. eğer baktığımız yıldız ebesinin hörekesinde değilse biz bu parallax açısını fark edebiliyoruz. bu da mesafeyi hesaplayabiliyoruz demek. bu daaaaa, kessel run için 12 parsek- ehm bu başka hikaye. e güneş nerde, güneş neremiz oluyor peki? güneş de burnumuz, çünkü iki gözümüzün arasındaki merkez nokta, çünkü dünya'nın yörünge merkezi.
evet şimdi dananın kuyruğunun koptuğu yere geliyoruz. 16 martta dünyanın konumunu işaretliyoruz, bi de yıldızın konumunu işaretliyoruz. dünya'dan yıldıza bir düz çizgi çiziyoruz. bi de yaz günü (hadi o da 1 temmuz olsun. kabotaj bayramı hehe) dünya'nın konumunu tespit edip, yaz gününde yıldızımızı nerede gördüysek oraya yine bir düz çizgi çiziyoruz. tabi bu doğrular paralel olmadığı için bir noktada kesişecekler, "x" harfine benzer bir yapı oluşturacaklar. tabi böyle x gibi kolunu bacağını açmış değil, daha "paralelimsi". aradaki açıyı hesaplayınca parallax açımızı hesaplamış oluyoruz gençler, haydi hayırlı uğurlu olsun.
tabi bunu bilim adamları böyle 2 farklı tarihe göre yapmıyorlar. neden, çünkü 2 gün sonraki konumdan ölçüm almak çok da birşey ifade etmiyor çünkü mesafe devasa, o kadar açı değişimini hesaplayacak göz yok kimsede. onun yerine güneşi kullanıyoruz.
şimdi yukarıdaki çizgileri bi de güneşle çizdiricem. hazır, yerlerinize, başla! güneşimizi, izlediğimiz yıldızın yörünge merkezine hizalayıp bir adet çizgiyle ikisini birleştiriyoruz. sonra da ölçümü aldığımız gün dünyanın konumuyla yıldızın konumunu çizgiyle birleştiriyoruz, ta-daa! yine ortaya kesişen doğrular çıkıyor. aradaki açı da parallax acısı.
peki bu açı nasi bişey, kaç derece, 2pi-45 ile tanjantı var mı, falan fişman soruları geliyor insanın aklına doğal olarak. bu açı mesafeye bağlı olarak o kadar ufak bir değer ki, dereceyle falan ölçemiyoruz. bunu ölçtüğümüz birim arksaniye (bkz: arcsecond). 1 derece=3600 arksaniye demiş birileri, biz de onu kullanaduruyoruz. biz dediğim yani astronomlar falan. yoksa ben, peh, çıplak gözle hesaplıyorum. proxima centauri mesela 1.3 parsek uzaklıkta. heheyt, inanmayan açsın okusun hehehe.
"peki parallax açısı ile parsek arasındaki matematik ne ulan, söyle şunu" diyenler için geliyor şimdi. bir parsek, parallax açısı 1 arksaniye olan objeye olan uzaklıktır. yani yaklaşık 3.26 ışık yılı. yani 31 trilyon kilometre civarı bi uzaklık. açı ne kadar büyürse (mesela 2 arksaniye olursa) baktığımız obje o kadar yakındadır. 2 arksaniye ise açımız, yarım parseklik mesafeye bakıyoruz demektir. 1 arksaniye ise 1 parsek, 1/2 arksaniye ise 2 parsek, 1/3 arksaniye ise 3 parsek diye gidiyor.
şekil şükül nerde diyenler için geliyor: ahanda burda :
devamını gör...
10 kasım 1938
gazi mareşal'im hiç merak buyurmayınız. sizin evlatlarınız daima kadar izinizden yürüyecektir. ebedi istirahatinizde ışıklar ve huzur içinde uyuyunuz.
emanetinizi canımız pahasına koruyup gelecek nesillere aktaracağımıza and içerim!
emanetinizi canımız pahasına koruyup gelecek nesillere aktaracağımıza and içerim!
devamını gör...
her şeyin aslında benim zihnimin ürünü olması
başlık nick uyumu.
devamını gör...

