1.
fransız dadaist jacques rigaut'nun 1920 yıllarında littérature dergisinde yayımladığı yazı. esasen yazının başlığı basitçe jacques rigaut'dur fakat dilimize çevrilirken yazının girişindeki cümle başlık olarak kabul edilmiş. cümleler oldukça kaotik bir kişiliğin dışavurumu gibi. rigaut hakkında yazıda kendi anlattıklarından ziyade anlatılan başka bir hikaye vardır ki doğruluğu ne kadar tartışmaya açık olsa da ciddi olacağım yazısında görünen rigaut'nun bunu yapmasına pek kimse şaşırmazdı kuşkusuz. bahsini geçirdiğim anı ise kısaca rigaut'nun savaş sırasında aniden siperden fırlayıp deliler gibi hem düşmana hem de kendi birliğine ateş etmeye başlaması ile ilgili. ilk başlarda bu hareketin insanın zaten oldukça kırılgan olan zihnini kolayca harap edebilen savaş psikolojisinden kaynaklandığı düşünülse bile bence rigaut'yu harekete geçiren ve zihnindeki çırayı tutuşturan şey savaşın kendisinden ziyade zaten başından beri kaotik bir kişiliğe sahip olmasıydı. o, kendi ifadesi ile çocuklarda görünen o çarpık, kaotik ve tamamen belirsiz ahlak anlayışına büyük bir özlem duyuyor ve tüm bu deliliğin ortasında aklı başında davranmaya çalışan insanlara bir duvarın kapı gibi açılmasını bekleyen zavallılar gibi bakıyordu. rigaut'nun pierre eugène drieu la rochelle'in romantize ettiği gibi bir düşünce yapısına sahip olmadığı en çok bu yazıda belirgin bir çerçeve kazanıyor, sınırları çiziliyor. joseph conrad, the arrow of gold'da şöyle söyler:
"the belief in a supernatural source of evil is not necessary. men alone are quite capable of every wickedness."
rigaut, insanın vahşi ve kötücül yanının bilincindeydi, tek fark; o bu kötücül yanı ötelemiyor aksine tamamen gerçek ve eğlenceli görüyordu.
ciddi olacağım, haz kadar ciddi. insanlar neden bahsettiklerini bilmiyorlar. yaşamak için hiçbir sebep yok, ama ölmek için de sebep yok. hayatı ne kadar hor gördüğümüzü gösterebilmemiz için bize bahşedilmiş yegâne yol, onu kabul etmek. hayat, ondan vazgeçme zahmetine değmez. insan, sırf merhametinden, bir başkası için bunu reddedebilir ama ya kendisi için? umutsuzluk, boşvermişlik, ihanet, sadakat, yalnızlık, aile, özgürlük, bıkkınlık, para, yoksulluk, aşk, aşksızlık, frengi, sağlık, uyku, uykusuzluk, arzu, yetersizlik, bayağılık, sanat, dürüstlük, vasatlık, zekâ – hiçbiri tırnağım etmez. onlara itibar etmeyecek kadar iyi biliyoruz hepsini; olsa olsa, kazara işlenen birkaç intihara mazeret olabilirler… (tabii fiziksel acı başka. şahsen çok sağlıklıyım. karaciğer ağrısı çekenlerin vay haline. acı çekenlere ayıracak vaktim olmadı hiç, ama kanserden ölmeye katlanamayacaklarını düşünenleri anlayabiliyorum.) hem zaten, niyetimiz olsa hemen bu gece kendimizi vurup kurtulmamızı ve her türlü acı ihtimalinden uzaklaşmamızı sağlayacak olan da şu tabanca değil mi… halbuki öfke ve umutsuzluk, hayata dört elle sarılmak için iyi birer sebepten ibaret olmuştur daima. hep el altındadır intihar, o kadar ki, onu düşünmekten kendimi alamam: hâlâ kendimi öldürmüş değilim. beni alıkoyan bir tereddüt var içimde hâlâ: insan kendini tehlikeye atmadan bu dünyadan ayrılmak istemiyor: giderken yanında bakire meryem’i, veya aşkı, veya cumhuriyet’i götürmek güzel olurdu.
intihar bir meslek olmalı. kan dolaşıyor ve bitimsiz yolculuğuna bir gerekçe istiyor. boş bir avucu sıkan parmaklarda sabırsızlık var. kendine hedef seçmeyi öğrenmemişse bir zavallı, gerisin geri tepip kendi üzerine dönecek bastırılamaz bir eylem arzusu var. soyut arzular. imkânsız arzular. bir adı ve bir amacı olan ıstırap ile, insanın kendi kendine çektirdiği meçhul ıstırap arasındaki sınır burada çiziliyor işte. ruhun ergenlik evresi gibi bir şey bu, tıpkı romanlarda betimlendiği gibi (tabii ben o kadar erken yaşta yoldan çıkmıştım ki, insanın ufak ufak göbek salmaya başladığı zamanda yaşadığı o krizi tecrübe etmedim); gerçi bunu aşmanın intihardan başka yolları da var.
hayatta ciddiye aldığım fazla bir şey olmadı; çocukken sokakta anneme yanaşıp sadaka isteyen yoksul kadınlara dilimi çıkarır, soğukta ağlaşan kopillerine çimdik atardım; ölüm döşeğindeki babam son arzusunu fısıldamak için beni başucuna çağırdığında hizmetçiyi tutup şarkı söyledim. ne zaman bir dostun güvenine ihanet etme fırsatı karşıma çıktıysa, herhalde hiç kaçırmadım. fakat nezaketi alaya almanın veya merhametle dalga geçmenin de pek değerli bir yanı yok; insanları güldürmenin en kesin yolu onları küçük hayatlarından mahrum bırakmak – hiçbir amaç olmaksızın, sadece eğlenmek için. çocuklar kendilerini kandırmaz ve bir karınca sürüsünü korkutmaktan veya çiftleşmekte olan iki sineği gafil avlayıp ezmekten nasıl zevk alınacağını bilirler. savaş sırasında iki dostumun çıkmaya hazırlandığı bir sığınağa bomba atmıştım. kendisi bir öpücük beklerken indirdiğim yumrukla iki metre yere serilen sevgilimin yüzündeki ifadeye ne gülmüştüm… hele gaumont palace’ı ateşe verdiğimde kaçışmaya çalışan insanların görüntüsü yok mu! ama bu gece korkmanıza gerek yok, ciddi bir ruh hali içindeyim. kuşkusuz bütün bu anlattıklarımın tek kelimesi bile doğru değil, paris’in en uslu çocuğu bendim, ama böyle gurur verici şeyler yaptığımı veya yapacağımı o kadar çok hayal ettim ki tam anlamıyla yalan oldukları da söylenemez. her neyse, epey eğlendiğim kesin! fakat bir türlü alay edemediğim bir konu var: haz. haz düşkünlüğümü yenmeyi başaramazsam, intiharın sarhoşluğuna çok çabuk teslim olacağımı biliyorum.
kendimi ilk öldürdüğümde, amacım sevgilimin canını sıkmaktı. o namus kumkuması mahluk benimle yatmaya yanaşmıyor, bir numaralı sevgilisini aldattığı için vicdan azabı duyduğunu söylüyordu. onu sevip sevmediğimden emin değilim, ondan uzak kalacağım bir-iki hafta ona olan ihtiyacımı tümden unuttururdu belki ama reddedilmek kanıma dokunmuştu. nasıl intikam alacaktım? bu kadının bana karşı derin ve sonsuz bir sevgi duyduğunu söylemiş miydim? sevgilimin canını sıkmak için kendimi öldürdüm. o zamanlar çok genç olduğum düşünülürse, intiharım mazur görülebilir.
ikinci kez kendimi öldürüşüm, tembelliktendi. beş parasız, çalışma fikrinden dehşetle uzak duran ben, nasıl yaşadıysam öyle öldürdüm kendimi: inanmadan. bugün nasıl serpilip geliştiğimi görenler bu intihar yüzünden beni suçlamıyorlar.
üçüncü seferinde –sizi diğer intiharlarımın ayrıntılarıyla sıkmayacağıma söz veriyorum yeter ki bunu dinleyin– can sıkıntımın diğer akşamlardan ne fazla ne eksik olduğu bir gece, daha yeni yatmıştım. aniden kararımı verdim ve intihar için geçerli olabilecek yegâne sebebi düşündüğümü net biçimde hatırlıyorum. sonra, hay canına yandığım! kalktım ve evde bulunan tek silahı aramaya başladım: vaktiyle dedemin aldığı ve içinde o zamandan kalma kurşunların olduğu tabanca (bu noktayı neden bilhassa belirttiğimi az sonra anlayacaksınız). çıplak vaziyette yattığım için, hâlâ çıplaktım. üşüdüm. hemen battaniyenin altına girdim. tabancanın horozunu kaldırdım, ağzımda çeliğin soğukluğunu hissediyordum. tetiği çektim, ama tabanca ateş almadı. sonra tabancayı küçük bir masanın üzerine koydum, muhtemelen gergin bir halde gülüyordum. on dakika sonra uykuya daldım. bence çok önemli bir noktaya parmak basmıştım. ne miydi? çok basit! tetiği ikinci kez çekmenin bir an bile aklımdan geçmediğini söylememe gerek yok. önemli olan ölüp ölmemem değil, ölmeye karar vermiş olmamdı.
"the belief in a supernatural source of evil is not necessary. men alone are quite capable of every wickedness."
rigaut, insanın vahşi ve kötücül yanının bilincindeydi, tek fark; o bu kötücül yanı ötelemiyor aksine tamamen gerçek ve eğlenceli görüyordu.
ciddi olacağım, haz kadar ciddi. insanlar neden bahsettiklerini bilmiyorlar. yaşamak için hiçbir sebep yok, ama ölmek için de sebep yok. hayatı ne kadar hor gördüğümüzü gösterebilmemiz için bize bahşedilmiş yegâne yol, onu kabul etmek. hayat, ondan vazgeçme zahmetine değmez. insan, sırf merhametinden, bir başkası için bunu reddedebilir ama ya kendisi için? umutsuzluk, boşvermişlik, ihanet, sadakat, yalnızlık, aile, özgürlük, bıkkınlık, para, yoksulluk, aşk, aşksızlık, frengi, sağlık, uyku, uykusuzluk, arzu, yetersizlik, bayağılık, sanat, dürüstlük, vasatlık, zekâ – hiçbiri tırnağım etmez. onlara itibar etmeyecek kadar iyi biliyoruz hepsini; olsa olsa, kazara işlenen birkaç intihara mazeret olabilirler… (tabii fiziksel acı başka. şahsen çok sağlıklıyım. karaciğer ağrısı çekenlerin vay haline. acı çekenlere ayıracak vaktim olmadı hiç, ama kanserden ölmeye katlanamayacaklarını düşünenleri anlayabiliyorum.) hem zaten, niyetimiz olsa hemen bu gece kendimizi vurup kurtulmamızı ve her türlü acı ihtimalinden uzaklaşmamızı sağlayacak olan da şu tabanca değil mi… halbuki öfke ve umutsuzluk, hayata dört elle sarılmak için iyi birer sebepten ibaret olmuştur daima. hep el altındadır intihar, o kadar ki, onu düşünmekten kendimi alamam: hâlâ kendimi öldürmüş değilim. beni alıkoyan bir tereddüt var içimde hâlâ: insan kendini tehlikeye atmadan bu dünyadan ayrılmak istemiyor: giderken yanında bakire meryem’i, veya aşkı, veya cumhuriyet’i götürmek güzel olurdu.
intihar bir meslek olmalı. kan dolaşıyor ve bitimsiz yolculuğuna bir gerekçe istiyor. boş bir avucu sıkan parmaklarda sabırsızlık var. kendine hedef seçmeyi öğrenmemişse bir zavallı, gerisin geri tepip kendi üzerine dönecek bastırılamaz bir eylem arzusu var. soyut arzular. imkânsız arzular. bir adı ve bir amacı olan ıstırap ile, insanın kendi kendine çektirdiği meçhul ıstırap arasındaki sınır burada çiziliyor işte. ruhun ergenlik evresi gibi bir şey bu, tıpkı romanlarda betimlendiği gibi (tabii ben o kadar erken yaşta yoldan çıkmıştım ki, insanın ufak ufak göbek salmaya başladığı zamanda yaşadığı o krizi tecrübe etmedim); gerçi bunu aşmanın intihardan başka yolları da var.
hayatta ciddiye aldığım fazla bir şey olmadı; çocukken sokakta anneme yanaşıp sadaka isteyen yoksul kadınlara dilimi çıkarır, soğukta ağlaşan kopillerine çimdik atardım; ölüm döşeğindeki babam son arzusunu fısıldamak için beni başucuna çağırdığında hizmetçiyi tutup şarkı söyledim. ne zaman bir dostun güvenine ihanet etme fırsatı karşıma çıktıysa, herhalde hiç kaçırmadım. fakat nezaketi alaya almanın veya merhametle dalga geçmenin de pek değerli bir yanı yok; insanları güldürmenin en kesin yolu onları küçük hayatlarından mahrum bırakmak – hiçbir amaç olmaksızın, sadece eğlenmek için. çocuklar kendilerini kandırmaz ve bir karınca sürüsünü korkutmaktan veya çiftleşmekte olan iki sineği gafil avlayıp ezmekten nasıl zevk alınacağını bilirler. savaş sırasında iki dostumun çıkmaya hazırlandığı bir sığınağa bomba atmıştım. kendisi bir öpücük beklerken indirdiğim yumrukla iki metre yere serilen sevgilimin yüzündeki ifadeye ne gülmüştüm… hele gaumont palace’ı ateşe verdiğimde kaçışmaya çalışan insanların görüntüsü yok mu! ama bu gece korkmanıza gerek yok, ciddi bir ruh hali içindeyim. kuşkusuz bütün bu anlattıklarımın tek kelimesi bile doğru değil, paris’in en uslu çocuğu bendim, ama böyle gurur verici şeyler yaptığımı veya yapacağımı o kadar çok hayal ettim ki tam anlamıyla yalan oldukları da söylenemez. her neyse, epey eğlendiğim kesin! fakat bir türlü alay edemediğim bir konu var: haz. haz düşkünlüğümü yenmeyi başaramazsam, intiharın sarhoşluğuna çok çabuk teslim olacağımı biliyorum.
kendimi ilk öldürdüğümde, amacım sevgilimin canını sıkmaktı. o namus kumkuması mahluk benimle yatmaya yanaşmıyor, bir numaralı sevgilisini aldattığı için vicdan azabı duyduğunu söylüyordu. onu sevip sevmediğimden emin değilim, ondan uzak kalacağım bir-iki hafta ona olan ihtiyacımı tümden unuttururdu belki ama reddedilmek kanıma dokunmuştu. nasıl intikam alacaktım? bu kadının bana karşı derin ve sonsuz bir sevgi duyduğunu söylemiş miydim? sevgilimin canını sıkmak için kendimi öldürdüm. o zamanlar çok genç olduğum düşünülürse, intiharım mazur görülebilir.
ikinci kez kendimi öldürüşüm, tembelliktendi. beş parasız, çalışma fikrinden dehşetle uzak duran ben, nasıl yaşadıysam öyle öldürdüm kendimi: inanmadan. bugün nasıl serpilip geliştiğimi görenler bu intihar yüzünden beni suçlamıyorlar.
üçüncü seferinde –sizi diğer intiharlarımın ayrıntılarıyla sıkmayacağıma söz veriyorum yeter ki bunu dinleyin– can sıkıntımın diğer akşamlardan ne fazla ne eksik olduğu bir gece, daha yeni yatmıştım. aniden kararımı verdim ve intihar için geçerli olabilecek yegâne sebebi düşündüğümü net biçimde hatırlıyorum. sonra, hay canına yandığım! kalktım ve evde bulunan tek silahı aramaya başladım: vaktiyle dedemin aldığı ve içinde o zamandan kalma kurşunların olduğu tabanca (bu noktayı neden bilhassa belirttiğimi az sonra anlayacaksınız). çıplak vaziyette yattığım için, hâlâ çıplaktım. üşüdüm. hemen battaniyenin altına girdim. tabancanın horozunu kaldırdım, ağzımda çeliğin soğukluğunu hissediyordum. tetiği çektim, ama tabanca ateş almadı. sonra tabancayı küçük bir masanın üzerine koydum, muhtemelen gergin bir halde gülüyordum. on dakika sonra uykuya daldım. bence çok önemli bir noktaya parmak basmıştım. ne miydi? çok basit! tetiği ikinci kez çekmenin bir an bile aklımdan geçmediğini söylememe gerek yok. önemli olan ölüp ölmemem değil, ölmeye karar vermiş olmamdı.
devamını gör...
2.
der ve olamaz. evet.
devamını gör...