ah sen bilmedin
zafer güler'in ayrılık zamanları derbeder olmak için dinlenen şarkısıdır.
şükrü erbaş'ın cam ile taş şiirinden bir kuple okunduğu kısmı iç parçalar cinstendir.
bizden büyük tanrısı yok yalnızlığın
getirdiğin hevesi götürdüğün imkanı seviyorum
şükrü erbaş'ın cam ile taş şiirinden bir kuple okunduğu kısmı iç parçalar cinstendir.
bizden büyük tanrısı yok yalnızlığın
getirdiğin hevesi götürdüğün imkanı seviyorum
devamını gör...
erkeklerin sürekli fotoğraf istemesi
kimseden istemediğim halde erkek olduğum için suçlandığım başlıktır.*
devamını gör...
i feel it coming
the weeknd’ın dinleyen kişiye enerji veren, insanın modunu yükselten parçalarından bir tanesi. benim için the weeknd’ın hiçbir şarkısı stargirl’ün yerini tutamaz ama i feel it coming’i de severim tabii. dinlenmeye değer bence.
devamını gör...
az bilinen görgü kuralları
birini aradığınızda kendinizi tanıtın lütfen niye sessiz sessiz bekliyorsunuz öyle
devamını gör...
bir kadının en çok hoşuna giden jest
durduk yere bana sarılması bu benim baya hoşuma gider.
devamını gör...
günün şiiri
bir karga bir kediyi öldüresiye bir oyuna davet ediyordu.
hep böyle mi bu?
bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer...
kafatasımın içini, bir küçük huzur adına
aynalarla kaplattım, ölü ben'im kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden!
paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben.
oyuncağı panik olan sayın yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir.
niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına
niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına
niye kimseler izin vermez yollarıma kuş konmasına?
"öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna" bir çocuk demiş.
nilgün marmara
hep böyle mi bu?
bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer...
kafatasımın içini, bir küçük huzur adına
aynalarla kaplattım, ölü ben'im kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden!
paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben.
oyuncağı panik olan sayın yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir.
niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına
niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına
niye kimseler izin vermez yollarıma kuş konmasına?
"öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna" bir çocuk demiş.
nilgün marmara
devamını gör...
yazarların keşke olsa dedikleri şeyler
mikrosistemde düşünen bir bencil olduğum için keşke de atansam!
devamını gör...
wasted years
ismini görünce içimden kaybolan yıllar’ı söylememin sebebi, muazzam bir iron maiden klasiği
devamını gör...
bir daha mı geleceğiz dünyaya
her şeyi başlatan cümledir. yüksek oranda farkındalık içerir.
devamını gör...
ara ara açıp kendi yazdıklarını okuyan yazar
olaylara bakış açısı ruh haline bağlı çok fazla değişen biri olduğum için aşırı keyif alıyorum okurken. normalde leş gibi karamsarlık akan profilimde aşık olduğum günden itibaren nasıl da çiçekler açmış. vay efendim mutluluk şöyle güzel, yaşamak nasıl da keyifli. bakın kuşlar uçuyor. ağaçlar nasıl da yeşil.
daha geriye gidince biraz utanıyorum. ilk zamanlar sözlüğe alışmaya çalışırken milletin nickaltına normal tanım girmişim. bir de içimden diyorum ki "bu başlıktaki kelimeler neden bitişik yazılmış?"
daha geriye gidince biraz utanıyorum. ilk zamanlar sözlüğe alışmaya çalışırken milletin nickaltına normal tanım girmişim. bir de içimden diyorum ki "bu başlıktaki kelimeler neden bitişik yazılmış?"
devamını gör...
bengaripsengüzeldünyaumutlu ile dünyadan uzak
yakanların tarafında olanların gizli gizli dinleyecekleri yayın olacak.
cesareti olan buyursun başlığa gelsin. gerçi sanmıyorum gölgelerin arkasından salya akıtmayı sever o sıfatına tükürdüklerim!
öfkemi bastırmıyorum. hadi bakalım.
cesareti olan buyursun başlığa gelsin. gerçi sanmıyorum gölgelerin arkasından salya akıtmayı sever o sıfatına tükürdüklerim!
öfkemi bastırmıyorum. hadi bakalım.
devamını gör...
bir şehri sevmemek için sebepler
burada biriktirdiğin anıların canını yakması.
devamını gör...
aşırı okuyan biriyle sohbet etmek
bizim için gayet verimli bi durum olsa da aşırı okuyan biri keyif alır mı ona da bakmak lazım. ne vasat insanmış bu da denilmesi var bir de.. cahille muhabbeti kestim olayı da olabilir.
devamını gör...
normal sözlük yazarlarının karalama defteri
hiç öfkelenemediğiniz için ağlamak istediğiniz oldu mu? benim birkaç kez oldu.*
benim binlerce sınavımın içinde bir sınavım var ki her seferinde beni kahrediyor. belki bin cezadan bir ceza bu da. dünyanın yapılmış bütün esprilerini, şakalarını, komikliklerini bir kenara bırakarak söylüyorum*: bir dağın tepesine çıkıp yeter* diye bağırmak istiyorum bunu yaşadığımda.
nedir bu cezam? doğru yerde, doğru zamanda, doğru kişiye öfkelenmeyi asla başaramıyorum. işte bu. katiyen başaramıyorum. sahici öfkelerimin hiçbiri doğru değil. tüm sahici öfkelerim bana elimi ayağımı titreten pişmanlıklar olarak geri döndü. neredeyse hepsi. galiba hepsi.
yapım gereği sakin bir insanım. daima orta yolcu makul bir insan olduğumu düşünürüm. bunu farklı insanlardan ve dahası en yakınımdaki insanlardan duymuş olmanın rahatlığı ve biraz da övüncüyle söylüyorum, doğrusu bu yönümü seviyorum. düşünce dünyamınn öbür ucundaki insanlarla rahatça iletişim kurmamı sağlıyor bu. gel gelelim insan bu ya öfkelenmek de icap eder yeri gelince kinlenmek de belki. ikincisine zamanım yok ancak ilki gerekiyor bazen. ben de ayda yılda bir sahiden bir öfke boşalması yaşıyorum*. ama hep yanlış zamanda, yanlış kişiye, yanlış yerde. halen düşündükçe kahrolduğum iki meseleyi kısaca anlatmak istiyorum:
birincisi bundan aylar aylar öncesi. bir müşteri temsilcisi ile. mesleğim icabı insanların dertleri, sıkıntıları, öfkelerine şahit olduğumdan muhatabının doğrudan insan olmasının zorluğunu çok iyi bilirim. dolayısıyla bu insanlara çok saygım var. ömrümde bir kez öfkelendim bir müşteri temsilcisi ile konuşurken. o da işte bu aylar önceki mevzu idi. neden öfkelendim mevzu neydi hiç hatırlamıyorum bile. ancak karşımdaki hanımefendiye birkaç kez yükseldiğimi hatırlıyorum. ilk kez bir müşteri temsilcisine yükseliyordum*. ve bu müşteri temsilcisinin birden benle konuşurken sesi titriyor. fark edince neyse hanımefendi bir ara bayiye uğrar bir bakarım iyi günler dilerim deyip kapatıyorum. telefonu duvara çarpmamak için nasıl kendimi tuttuğumu, sol ayağımın nasıl titrediğini anlatamam. yani bir kez öfkelendim. bir kerecik. yok ömrümde başka hatırlamıyorum. anlaşamayacağımızı anlarsam neyse deyip kapatıyorum. müşteri temsilcisiyle konuşurken bir kez öfkelenesim tutmuş ve karşımda sesi titreyen bir kadın. aylar geçti ancak titreyen o sesi unutamıyorum. halen ayaklarına kapanıp af dilenesim geliyor. ama beyhude artık. kırılan kırıldı. kırdığımla geçiştirdim bir öfke nöbetini daha.
bir diğer mevzu: bilenler var sözlükte, avukatım. henüz yeniyiz diyelim ama çevremiz fena değil. ne müvekkillerim ne karşı tarafla öyle hır gürümüz çok olmadı arada sesler yükselir bazen o kadar. birkaç hafta önce cezaevindeki bir müvekkilimizin babası ile telefonda tartıştık. dahası ortağımla görüştükten sonra aramam icap etti, biraz da doldurmuştu benim ortak. neyse aradım, sakince bir mesele varmış diye sorup dinlemeye başlarken beyefendi dakka bir gol bir hemen damarıma basmaz mı benim. detayı lüzumsuz ancak çok ağırıma gitti. alttan almaya çalıştım yine halen basıyor aynı damara, patlayacak. dayanamadım. karşımda iki katım yaşımda adam. tamamen küfürsüz argosuz. ne kadar damarı varsa hepsine bastım. nerdeyse onbeş dakika. yahu adam, bana allah aşkına söv, küfret, tehdit et, ofisine gelecem, seni bulacam, sağ komayacam de allah aşkına. iki katım yaşımda adam, babam yaşında. hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı telefonda. dakikalarca. belki on belki onbeş dakika. artık abi tamam dert etme bunları, içini ferah tut, rahat ol diye teselli seansları. güç bela kapadım telefonu. yahu diyorum kendi kendime, olmuş neredeyse iki yıl ilk kez bu kadar öfkeleniyorsun ve baban yaşında adam tutup ağlıyor. böylesi bir adama denk geliyorsun. olacak iş mi bu? oluyor işte.
bu benim cezam mı imtihanım mı bilmiyorum. belki de nasıl öfkelenmem gerektiğini bilmiyorum. çok saldırganlaşıyorum belki. belki öfkeden farklı bir şey yaptığım. ama neden ayniyle karşılık alacağım birine yönelmiyor bu öfke asla? şöyle dönüp adam akıllı ne zaman öfkelenmişim diye düşününce aklıma bunlar geliyor. daha eskisini pek hatırlamıyorum da. ama artık anladım. sahiden öfkelendiysem hiçbir zaman oh be içimi boşalttım rahatladım diyemeyeceğim.
insan bazı bazı içten bir öfke diler. öyle ki öfkeyi doğru yere sarf edebilmek de büyük meziyet. öyle değil mi? bir gün başarabilsem ben de anlayacağım. şimdilik sahici öfkelerimden bana kalan günlerce geçmeyen pişmanlık ve öfke fobisi.*
benim binlerce sınavımın içinde bir sınavım var ki her seferinde beni kahrediyor. belki bin cezadan bir ceza bu da. dünyanın yapılmış bütün esprilerini, şakalarını, komikliklerini bir kenara bırakarak söylüyorum*: bir dağın tepesine çıkıp yeter* diye bağırmak istiyorum bunu yaşadığımda.
nedir bu cezam? doğru yerde, doğru zamanda, doğru kişiye öfkelenmeyi asla başaramıyorum. işte bu. katiyen başaramıyorum. sahici öfkelerimin hiçbiri doğru değil. tüm sahici öfkelerim bana elimi ayağımı titreten pişmanlıklar olarak geri döndü. neredeyse hepsi. galiba hepsi.
yapım gereği sakin bir insanım. daima orta yolcu makul bir insan olduğumu düşünürüm. bunu farklı insanlardan ve dahası en yakınımdaki insanlardan duymuş olmanın rahatlığı ve biraz da övüncüyle söylüyorum, doğrusu bu yönümü seviyorum. düşünce dünyamınn öbür ucundaki insanlarla rahatça iletişim kurmamı sağlıyor bu. gel gelelim insan bu ya öfkelenmek de icap eder yeri gelince kinlenmek de belki. ikincisine zamanım yok ancak ilki gerekiyor bazen. ben de ayda yılda bir sahiden bir öfke boşalması yaşıyorum*. ama hep yanlış zamanda, yanlış kişiye, yanlış yerde. halen düşündükçe kahrolduğum iki meseleyi kısaca anlatmak istiyorum:
birincisi bundan aylar aylar öncesi. bir müşteri temsilcisi ile. mesleğim icabı insanların dertleri, sıkıntıları, öfkelerine şahit olduğumdan muhatabının doğrudan insan olmasının zorluğunu çok iyi bilirim. dolayısıyla bu insanlara çok saygım var. ömrümde bir kez öfkelendim bir müşteri temsilcisi ile konuşurken. o da işte bu aylar önceki mevzu idi. neden öfkelendim mevzu neydi hiç hatırlamıyorum bile. ancak karşımdaki hanımefendiye birkaç kez yükseldiğimi hatırlıyorum. ilk kez bir müşteri temsilcisine yükseliyordum*. ve bu müşteri temsilcisinin birden benle konuşurken sesi titriyor. fark edince neyse hanımefendi bir ara bayiye uğrar bir bakarım iyi günler dilerim deyip kapatıyorum. telefonu duvara çarpmamak için nasıl kendimi tuttuğumu, sol ayağımın nasıl titrediğini anlatamam. yani bir kez öfkelendim. bir kerecik. yok ömrümde başka hatırlamıyorum. anlaşamayacağımızı anlarsam neyse deyip kapatıyorum. müşteri temsilcisiyle konuşurken bir kez öfkelenesim tutmuş ve karşımda sesi titreyen bir kadın. aylar geçti ancak titreyen o sesi unutamıyorum. halen ayaklarına kapanıp af dilenesim geliyor. ama beyhude artık. kırılan kırıldı. kırdığımla geçiştirdim bir öfke nöbetini daha.
bir diğer mevzu: bilenler var sözlükte, avukatım. henüz yeniyiz diyelim ama çevremiz fena değil. ne müvekkillerim ne karşı tarafla öyle hır gürümüz çok olmadı arada sesler yükselir bazen o kadar. birkaç hafta önce cezaevindeki bir müvekkilimizin babası ile telefonda tartıştık. dahası ortağımla görüştükten sonra aramam icap etti, biraz da doldurmuştu benim ortak. neyse aradım, sakince bir mesele varmış diye sorup dinlemeye başlarken beyefendi dakka bir gol bir hemen damarıma basmaz mı benim. detayı lüzumsuz ancak çok ağırıma gitti. alttan almaya çalıştım yine halen basıyor aynı damara, patlayacak. dayanamadım. karşımda iki katım yaşımda adam. tamamen küfürsüz argosuz. ne kadar damarı varsa hepsine bastım. nerdeyse onbeş dakika. yahu adam, bana allah aşkına söv, küfret, tehdit et, ofisine gelecem, seni bulacam, sağ komayacam de allah aşkına. iki katım yaşımda adam, babam yaşında. hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı telefonda. dakikalarca. belki on belki onbeş dakika. artık abi tamam dert etme bunları, içini ferah tut, rahat ol diye teselli seansları. güç bela kapadım telefonu. yahu diyorum kendi kendime, olmuş neredeyse iki yıl ilk kez bu kadar öfkeleniyorsun ve baban yaşında adam tutup ağlıyor. böylesi bir adama denk geliyorsun. olacak iş mi bu? oluyor işte.
bu benim cezam mı imtihanım mı bilmiyorum. belki de nasıl öfkelenmem gerektiğini bilmiyorum. çok saldırganlaşıyorum belki. belki öfkeden farklı bir şey yaptığım. ama neden ayniyle karşılık alacağım birine yönelmiyor bu öfke asla? şöyle dönüp adam akıllı ne zaman öfkelenmişim diye düşününce aklıma bunlar geliyor. daha eskisini pek hatırlamıyorum da. ama artık anladım. sahiden öfkelendiysem hiçbir zaman oh be içimi boşalttım rahatladım diyemeyeceğim.
insan bazı bazı içten bir öfke diler. öyle ki öfkeyi doğru yere sarf edebilmek de büyük meziyet. öyle değil mi? bir gün başarabilsem ben de anlayacağım. şimdilik sahici öfkelerimden bana kalan günlerce geçmeyen pişmanlık ve öfke fobisi.*
devamını gör...
geceye bir şiir bırak
"kuşkonmaz dallarına astım kendimi
sedir ağaçlarına gül yapraklarına
başımı taşlara vurdum
göz bebeklerimde büyük camlar parçalandı
tanrısal duygular içindeydim
bütün tanrısızlığımdan uzakta
bir kemiklerinin sertliğini aldım
bir teninin aklığını
sonra sıcaklığını dudaklarının
gel bak
sana bir tanrı getirdim
gel bak
bir tanrı yarattım senden."
ümit yaşar oğuzcan
sedir ağaçlarına gül yapraklarına
başımı taşlara vurdum
göz bebeklerimde büyük camlar parçalandı
tanrısal duygular içindeydim
bütün tanrısızlığımdan uzakta
bir kemiklerinin sertliğini aldım
bir teninin aklığını
sonra sıcaklığını dudaklarının
gel bak
sana bir tanrı getirdim
gel bak
bir tanrı yarattım senden."
ümit yaşar oğuzcan
devamını gör...
çocukken varlığına inandığımız bazı şeyler
ezanı allah okuyor sanıyordum.
sonradan aklıma geldi ek yapmak istedim. ortaokulda bir arkadaşım arabayla ilerlerken yol kenarındaki ağaçların da arabayla birlikte hareket ettiğini sanıyordu.
sonradan aklıma geldi ek yapmak istedim. ortaokulda bir arkadaşım arabayla ilerlerken yol kenarındaki ağaçların da arabayla birlikte hareket ettiğini sanıyordu.
devamını gör...
kitap okuyamayanlara öneriler
kitap dediğimiz nesne derya denizdir.
zibilyon tane bölüme ayrılıyor. roman okurken sıkılıyorsanız gidin sosyoloji kitapları okuyun. sosyoloji sarmıyorsa ansiklopedi okuyun.
kendinizi huzurlu bulduğunuz, okurken zevkten dört köşe olacağınız kitaplara yönelin. yeni fikirler ve bilgiler edindiğinizde alacağınız haz çoğu şeyde olmayacak. ondan sonra zaten okuyamama gibi bir problemin kalacağını hiç sanmıyorum.
zibilyon tane bölüme ayrılıyor. roman okurken sıkılıyorsanız gidin sosyoloji kitapları okuyun. sosyoloji sarmıyorsa ansiklopedi okuyun.
kendinizi huzurlu bulduğunuz, okurken zevkten dört köşe olacağınız kitaplara yönelin. yeni fikirler ve bilgiler edindiğinizde alacağınız haz çoğu şeyde olmayacak. ondan sonra zaten okuyamama gibi bir problemin kalacağını hiç sanmıyorum.
devamını gör...
mortaks: yazının dört mevsimi
aşkın üç rengi
bölüm 2
prens ve prenses; maskeli yüzlerin, katrana bulanmış kalplerin, kem gözlerin, haset dolu sözlerin yarattığı karanlığı bile aydınlatacak ışığa ve umuda sahip aşklarını yaşıyorlardı. aşklarının yoğunluğu zamanın akışını yavaşlatıyordu. kalpleri bir araya geldiğinde bir zaman tutulması yaşanıyordu sanki. ayrılığı hatırlatacak hiçbir kelime akıllarının ucundan geçmiyordu. ilgilendikleri tek şey gözlerinden yansıyan, yüreklerindeki yangının görüntüsüydü. bu yangın sadece ve sadece kendilerini yakıyordu. el ele tutuştukları vakit bu yangın sönmek yerine daha da alev alıyordu. ayrıca yaşadıkları mutluluk hissi ve neşe her yere bulaşıyordu. canı yürekten gülüşüyor olmalarından mütevellit, duyan herkese hayat enerjisi aşılanıyordu. ülkeye küsen doğa bile bu iki aşık için uykusundan uyanıyordu. kuşlar onlar için şarkı söylüyor, çiçekler onlara selam vermek için boynunu eğiyordu. doğanın tüm sakinleri onlarla birlikte bir müzikaldelermiş gibi dans ediyordu. aşkın en parlak halini bulmuş olan bu iki sevenin aklından ahmed arif'in o güzel dizeleri geçiyordu. "körsem, senden gayrısına yoksam, bozuksam, can benim, düş benim, ellere nesi."
birbirlerine yüce bir aşkla bağlı olduklarından dolayı kimsenin ne dediğini umursamıyorlardı. önemsedikleri tek bir şey vardı: çipil çipil aşk dolu bakan gözlerinin, yüreklerinde bıraktığı o his. birbirine çok uzak iki krallığın varisleri olmaları nedeniyle her gün görüşemiyor olmalarına rağmen aşkları güneşin doğuşu ve batışıyla daha da büyüyordu. aslında bu uzaklıklar onları daha da yakınlaştırıyordu. sonuçta "mesafe uzaklıkta değil, mesafe fedakarlıkta"*
gökte dolunayın dünyayı sahte bir güneş gibi aydınlattığı yalancı bir gün kıyafeti giyen gecede, prenses balkondan dışarıyı seyrediyordu. aklında sevdiceğinin aşk dolu bakan gözleri, kalbinde mevsim sayısını üçe düşürecek bir yangın... onu çok özlüyordu, ömür borcunu yavaş yavaş tahsil ediyor olmasına rağmen prens gelemiyordu.
prens de aynı duyguları yaşıyordu. hasreti, tüm ülkenin görüşünü kısıtlayan ulu dağlar kadar büyüyorken artık yüreğine söz geçiremiyordu. zamanın ne kadar geç olduğuna aldırmadan, dolunayın aydınlattığı yollara kendini vuruyordu...
prenses yüreğinden: "şu an yanımda olmanı çok isterdim. ama değilsin. sen oradasın; ve orası ne kadar şanslı olduğunu bilmiyor."* diye geçiriyorken, yüreğinde hep zuhur eden o dileğinin aslında çoktan kabul olduğunu, kafasını gökten yere çevirdiği vakit prensi görünce anlıyordu. kendini o kadar mutlu hissediyordu ki, yüzünde yüzlerce çocuğun neşesine eş değer bir gülüş oluşuyordu. bu oluşan müstesna gülüş ile kanadı kırık kuşların bile uçabileceği söyleniyordu.
dolunayın sahte ışıklarını bile gölgede bırakabilecek bir ışıltıya sahip gözlerin sahibi prensesi gören prens başlıyor serenadına:
"ne alemdesin yaşama sevincim benim".*
prenses de başlıyor prensin yüreğini kelepçeleyecek güzel sözlerine: "her şey seni bekliyor, her şey gelmeni. içeri girmeni, senin elinin değmesini, gözünün dokunmasını, ve her şey tekrarlıyor; seni nice sevdiğimi..."*
prens gülümsüyor ve devam ediyor:
"dün de görüşemedik... iki yüzyıl görüşememişiz gibi geldi ve üç yüzyıllık göresim geldi seni."*
prenses: "benim aklım fikrim sende, senin gelişinde, seni ne zaman göreceğimde, seni nasıl göreceğimde, beni görür görmez ne diyeceğinde."*
prens duraksıyor çünkü kalbi krallıkta uyuyan herkesi uyandırmaya yetecek bir ses çıkarmak istercesine delicesine çarpmaya başlıyor, bu heyacanın etkisiyle söyleyeceklerini unutuyor. derin bir nefes alıyor ve yapmış olduğu serenadı şu sözlerle sonlandırıyor: "adresim oldun benim, biliyorsun değil mi, alınyazım oldun. korka korka çaldım kapını. ne yapayım sevdim seni. sensin artık ne varsa."*
prenses sevincinden yerinde duramıyordu. koşa koşa kendisine serenad yapmak için bunca yolu tepmiş olan aşığının yanına iniyordu ve birbirlerine öyle bir hasret ve tutku ile sarılıyorlardı ki, onlara uzaktan bakan biri yüzyıllar boyunca birbirlerini görememiş, geçen bu yılların etkisiyle dayanılmaz hale gelen özlemlerini azaltmak isteyen iki sevdalı görüyordu. büyük tutkularının kırmızısıyla sarf ettikleri sözler de "öyle bir aşığım, öyle bir aşığım ki ancak fuzuli şairin yüreği böyle aşkla çarpabilmiştir."* oluyordu.
tabii gece onlar için daha yeni başlıyordu. elleri sımsıkı kenetlenmiş bir şekilde bahçede yürüyüşe çıkıyorlardı. bu güzel seranad sonrası konuşmaktan, güzel güzel sözler söylemekten yorulduklarını sanmayın sakın. aksine bizim aşıkların en sevdiği şey birbirlerine güzel sözler söylemekti... kalplerinin atışı gecenin sessizliğini inletiyordu, boş olan bahçe bu iki aşığın yüreklerinin çarpma sesiyle doluyordu.
prens: "yaşlanıp öyle kolkola yürüyelim mi? ne güzel yaşlanırsın sen."*
prenses gülüyordu. gülümserken şu cevabı veriyor:
"ölmezsem, ki buna hiç niyetim yok, seninle çok güzel günler göreceğiz."*
prensin aklına bir gün önceki konuşmalarında yaşadıkları tartışma geliyordu. istemeden de olsa onu kırdığını düşünüyordu ve şu soruyu soruyordu: "son tartışmamızda seni kırmak istemememe rağmen sana karşı sesimi yükselttiğim için özür dilerim, bana çok kızdın mı?"
prenses:
-"ben sana kızsam, kendime küserim."* ama üzüldüm de açıkçası. söylediklerinden dolayı değil, özlemimden dolayı. sonra "çocuk gibi ağladım. o kadar hiç, o kadar boş, manasız. öyle haksız yere uzağım ki senden..."* oturdum, ağladım bende çok özlediğimden.
bu cevap sonrası prens daha da sıkı sarılıyor sevdiğine. tatlı bir yelin esmesiyle prenses ufak bir titreme yaşıyordu. bunu fark eden prens:
"üşüdüysen söyle sevgilim, seni bir kat daha seveyim."* dedi.
prensesin ona tatlı tatlı baktığını görünce de cümlelerin arkası kesilmiyor ve yenilerini eklemeye devam ediyor:
"sevmek az gelirse korkma, sana ölürüm."*
prenses ne diyeceğini bilemiyordu. evet, biraz üşüyordu fakat prens öyle güzel sözler söylüyordu ki prensesin yüreğindeki yangını adeta körüklüyordu bu sözler ve bu sıcaklık onun tüm vücuduna yayılıyor olmasından dolayı artık hiç üşüme hissetmiyordu. sadece alev alev yanan yüreğini hissediyordu. onun da bu sıcaklığı hissetmesini istercesine daha da sıkı sarılıyordu prensine.
bu sıcaklığın etkisiyle prensesimiz başlıyordu konuşmaya:
"sana ne demeliyim bilmiyorum. güneşim desem güneş batıyor. hayatım desem, hayat kısa. gülüm desem, o da soluyor. sana 'canım' demeliyim. çünkü bu can seninle yanıyor."*
bizim prensimiz de çok romantik olduğu için aklında hep güzel sözler oluyordu. yıllarca bu aşk için biriktirdiği tüm güzel sözleri prensesinin gönül yollarına seriyordu.
prens: "sen oradan bir canım dersin. benim kalbim kaburgamın altına sığmaz burada."*
prenses yüreğinin rengini yansıtan yanaklarını gizlemek istercesine yüzünü çeviriyordu çünkü bu güzel sözler karşısında çok utanıyordu.
yürümeye devam ederlerken prenses saate bakıyor ve zamanın çok çabuk geçtiğini fark ediyordu. artık geri dönme vakti geldiği için içinde bir hüzün oluşmaya başlıyordu.
prense dönüp: "zaman sen olmayınca geçmiyor, sen olunca da yetmiyor."* dedi.
prens : üzülme sevgilim hem "seni görmek bir insan gözünün yapacağı en güzel iş"*. seni gördüğüm bu birkaç saat de bana yeter. ayrıca "şu kâinat denen nesnenin içinde en çok sevdiğim yürek, üstüne en çok titrediğim insan kalbi senin göğsündekidir."* diye cevap veriyordu.
prenses bu sözlerle mest oluyordu olmasına fakat bu sözler dönüş yolunda sessizliğe bürünmesine mani olamıyordu. o yol hiç bitmesin istiyordu. prensesin dalgın ve düşünceli olduğu gören prens ona bir sorun olup olmadığını sorduğu zaman prenses her şeyin yolunda olduğunu söyleyerek şöyle bir cevap veriyordu:
"ne var ki elimizde, yaşamaktan ve çocukça sevmekten başka"*. yaşam sevmeyince anlamsız aslında. ben "seviyorum seni. denizi uçakla ilk defa geçer gibi. istanbul'da yumuşacık kararırken ortalık, içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni, 'yaşıyoruz çok şükür!' der gibi.* sensiz olmak gibi bir düşüncem yok artık. ama bazen korkmuyor da değilim. ya bu bir rüyaysa ve her şey bir anda kayıp giderse elimizden.
olumlu ve güzel sözler söylemesine rağmen prensesin üzgün bir ifadeye sahip olduğunu gören prens yüreğine bir hançer saplanmış gibi hisseder ve dilinde tuttuğu sözlere özgürlüklerini verircesine:
"lanet olsun, ne muazzam şey seni sevmek! sen benim aşkım, sen benim kızım, sen benim yoldaşım, sen benim küçük annemsin. canım, birtanem, seni sevmeden önce dünyayı sevmesini bile bilmiyormuş. bu şehir güzelse senin yüzünden, bu elma tatlıysa senin yüzünden, bu insan akıllıysa senin yüzünden."* korkma artık sende. hem keyfini çıkar bu güzel zamanların "yan yanayız ve şehir böyle mucize görmedi."* ayrıca "yaşamak ümitli bir iştir, sevgilim. yaşamak: seni sevmek gibi ciddi bir iştir."* der.
kulaktan kalbe hızlıca ulaşan bu sözler prensesin asılan yüzünün tekrardan gülümsemeye başlamasına sebep olmuştu. prens sonuna kadar haklıydı, sevince insan sevdiğine kaybetmekten korkmamalıydı. ne kadar çok korkarsa kaybetmekten sevdiğini, o kadar hızlı yaklaşırdı kaçınılmaz sona. sevmek ciddi bir duygudur ve o duygunun olduğu yerde ne korku olur ne gurur...
gecenin ortasında parlayan yıldızların yanına mutluluklar asan bu iki aşık onları uzaktan uzaktan gözleyen o kötü gözlerden habersiz özlemlerini gideriyordu. aşıklarımız bu durumu fark etmese bile bu, kötü niyetli gözlerin gizliden gizliye onları gölgeleri gibi izlediği gerçeğini değiştirmiyordu.
prensesine şatosuna kadar eşlik eden prensimizin artık geri dönme vakti geliyordu gelmesine fakat prenses onu hiç bırakmak istemiyordu. yeryüzünde sel oluşturacak bulutların içerisinde bekleyen yağmurlar gibi bekliyordu prensesin gözyaşları. hüzünlü bakışlarının arasından şu kelimeler bir bir döküldü ağzından:
"gitme. çünkü kaybolmuş gibi hissediyorum sen gidince. bilemiyorum ellerimi nereye koyacağımı. boğazım düğümleniyor, yutkunamıyorum. çünkü bir ağrı saplanıyor ciğerlerime, dayanamıyorum.
gitme. seninle güzelleşiyorum ben. kaybettiğim kimliğimi buluyorum kokunda... baharlar buluyorum, sebepler buluyorum, yarınlar buluyorum."*
prensin de gözleri doldu. sımsıkı sarıldı bir kez daha, öptü prensesi hiç bırakmak istemezcesine.
dudakları ayrılıyordu fakat bu sefer elleri bir türlü bırakamıyordu birbirini. sanki bir daha görüşemeyeceklermiş gibi hiç ayrılmak istemiyorlardı. ellerinden sonra gözleri daha da zor ayrıldı. sonuçta "ilk bakışta değil, son bakıştadır aşk. yani ayrılırken sana nasıl bakıyorsa, o kadar sevmiştir seni."* onlar da birbirlerini o kadar çok seviyorlardı. o kadar aşıklardı birbirlerine.
hem bu sadece saf değil aynı zamanda çocuksu bir aşktı çünkü ilk ve son aşklarıydı. bazen çocuklaşıyorlardı, bazen kıskanıyorlardı, bazen de küsüyorlardı ama bunların hepsi sevgilerinin içindeki küçük tatlı oyunlar gibi oluyordu. onlara ayrı bir tatlılık katıyordu. hem onlar sadece sevgili değildi. aynı zamanda da en yakın arkadaşlardı. bu yüzden belki de bu kadar bağlılardı. bakmayın onların çok iyi anlaştıklarına aslında ayrıldıkları çok konular vardı fakat onlar bunları dert etmiyordu. her farklı fikri aşk bahçelerine ektikleri yeni bir çiçek gibi görüyorlardı ve bu yüzden o bahçe bu kadar güzel bu kadar renkli ve bu kadar vazgeçilmezdi...
prenses şatoya gözleri yaşlı gidiyorken, prens evine doğru yol almaya başlıyordu. prens gözden kaybolana kadar arkasından tatlı bir tebessümle gizlice onu izliyordu prenses. içlerinden "ben bugün yine doludizgin, tasnifsiz ve çerçevesiz ağışım. ne mutlu bana."* diye düşünüyor, bir sonraki buluşmalarını heyecanla bekliyordu ikisi de.
her şey güllük gülistanlık peri masalı gibiyken o kaçınılmaz hazin olayların başladığı ana yaklaşıyorlardı...
edit: eveett merhabalar tekrardan. yazımızın ikinci bölümünün ilk kısmıyla karşınızdayız. bu aslında özel bir bölüm. dün sevgili şairlerimizden ahmed arif'in bugün de nazım hikmet'in ölüm yıldönümü. biz de hem onlara hem de şiirleri, sözleri yüreğimizi okşayan o çok sevdiğimiz şairlerimize özel bu bölümü yazdık. yeni bölümün bugün gelmesinin sebebi de buydu. onların o güzel sözlerini kullanarak bir bölüm hazırlayalım istedik ve umarım beğenmişsinizdir*.
şairlerimizi sevgi ve rahmetle anıyoruz. onlar olmasaydı edebiyat hep bir eksik kalırdı...
haftaya görüşmek üzeree.
bölüm 2
prens ve prenses; maskeli yüzlerin, katrana bulanmış kalplerin, kem gözlerin, haset dolu sözlerin yarattığı karanlığı bile aydınlatacak ışığa ve umuda sahip aşklarını yaşıyorlardı. aşklarının yoğunluğu zamanın akışını yavaşlatıyordu. kalpleri bir araya geldiğinde bir zaman tutulması yaşanıyordu sanki. ayrılığı hatırlatacak hiçbir kelime akıllarının ucundan geçmiyordu. ilgilendikleri tek şey gözlerinden yansıyan, yüreklerindeki yangının görüntüsüydü. bu yangın sadece ve sadece kendilerini yakıyordu. el ele tutuştukları vakit bu yangın sönmek yerine daha da alev alıyordu. ayrıca yaşadıkları mutluluk hissi ve neşe her yere bulaşıyordu. canı yürekten gülüşüyor olmalarından mütevellit, duyan herkese hayat enerjisi aşılanıyordu. ülkeye küsen doğa bile bu iki aşık için uykusundan uyanıyordu. kuşlar onlar için şarkı söylüyor, çiçekler onlara selam vermek için boynunu eğiyordu. doğanın tüm sakinleri onlarla birlikte bir müzikaldelermiş gibi dans ediyordu. aşkın en parlak halini bulmuş olan bu iki sevenin aklından ahmed arif'in o güzel dizeleri geçiyordu. "körsem, senden gayrısına yoksam, bozuksam, can benim, düş benim, ellere nesi."
birbirlerine yüce bir aşkla bağlı olduklarından dolayı kimsenin ne dediğini umursamıyorlardı. önemsedikleri tek bir şey vardı: çipil çipil aşk dolu bakan gözlerinin, yüreklerinde bıraktığı o his. birbirine çok uzak iki krallığın varisleri olmaları nedeniyle her gün görüşemiyor olmalarına rağmen aşkları güneşin doğuşu ve batışıyla daha da büyüyordu. aslında bu uzaklıklar onları daha da yakınlaştırıyordu. sonuçta "mesafe uzaklıkta değil, mesafe fedakarlıkta"*
gökte dolunayın dünyayı sahte bir güneş gibi aydınlattığı yalancı bir gün kıyafeti giyen gecede, prenses balkondan dışarıyı seyrediyordu. aklında sevdiceğinin aşk dolu bakan gözleri, kalbinde mevsim sayısını üçe düşürecek bir yangın... onu çok özlüyordu, ömür borcunu yavaş yavaş tahsil ediyor olmasına rağmen prens gelemiyordu.
prens de aynı duyguları yaşıyordu. hasreti, tüm ülkenin görüşünü kısıtlayan ulu dağlar kadar büyüyorken artık yüreğine söz geçiremiyordu. zamanın ne kadar geç olduğuna aldırmadan, dolunayın aydınlattığı yollara kendini vuruyordu...
prenses yüreğinden: "şu an yanımda olmanı çok isterdim. ama değilsin. sen oradasın; ve orası ne kadar şanslı olduğunu bilmiyor."* diye geçiriyorken, yüreğinde hep zuhur eden o dileğinin aslında çoktan kabul olduğunu, kafasını gökten yere çevirdiği vakit prensi görünce anlıyordu. kendini o kadar mutlu hissediyordu ki, yüzünde yüzlerce çocuğun neşesine eş değer bir gülüş oluşuyordu. bu oluşan müstesna gülüş ile kanadı kırık kuşların bile uçabileceği söyleniyordu.
dolunayın sahte ışıklarını bile gölgede bırakabilecek bir ışıltıya sahip gözlerin sahibi prensesi gören prens başlıyor serenadına:
"ne alemdesin yaşama sevincim benim".*
prenses de başlıyor prensin yüreğini kelepçeleyecek güzel sözlerine: "her şey seni bekliyor, her şey gelmeni. içeri girmeni, senin elinin değmesini, gözünün dokunmasını, ve her şey tekrarlıyor; seni nice sevdiğimi..."*
prens gülümsüyor ve devam ediyor:
"dün de görüşemedik... iki yüzyıl görüşememişiz gibi geldi ve üç yüzyıllık göresim geldi seni."*
prenses: "benim aklım fikrim sende, senin gelişinde, seni ne zaman göreceğimde, seni nasıl göreceğimde, beni görür görmez ne diyeceğinde."*
prens duraksıyor çünkü kalbi krallıkta uyuyan herkesi uyandırmaya yetecek bir ses çıkarmak istercesine delicesine çarpmaya başlıyor, bu heyacanın etkisiyle söyleyeceklerini unutuyor. derin bir nefes alıyor ve yapmış olduğu serenadı şu sözlerle sonlandırıyor: "adresim oldun benim, biliyorsun değil mi, alınyazım oldun. korka korka çaldım kapını. ne yapayım sevdim seni. sensin artık ne varsa."*
prenses sevincinden yerinde duramıyordu. koşa koşa kendisine serenad yapmak için bunca yolu tepmiş olan aşığının yanına iniyordu ve birbirlerine öyle bir hasret ve tutku ile sarılıyorlardı ki, onlara uzaktan bakan biri yüzyıllar boyunca birbirlerini görememiş, geçen bu yılların etkisiyle dayanılmaz hale gelen özlemlerini azaltmak isteyen iki sevdalı görüyordu. büyük tutkularının kırmızısıyla sarf ettikleri sözler de "öyle bir aşığım, öyle bir aşığım ki ancak fuzuli şairin yüreği böyle aşkla çarpabilmiştir."* oluyordu.
tabii gece onlar için daha yeni başlıyordu. elleri sımsıkı kenetlenmiş bir şekilde bahçede yürüyüşe çıkıyorlardı. bu güzel seranad sonrası konuşmaktan, güzel güzel sözler söylemekten yorulduklarını sanmayın sakın. aksine bizim aşıkların en sevdiği şey birbirlerine güzel sözler söylemekti... kalplerinin atışı gecenin sessizliğini inletiyordu, boş olan bahçe bu iki aşığın yüreklerinin çarpma sesiyle doluyordu.
prens: "yaşlanıp öyle kolkola yürüyelim mi? ne güzel yaşlanırsın sen."*
prenses gülüyordu. gülümserken şu cevabı veriyor:
"ölmezsem, ki buna hiç niyetim yok, seninle çok güzel günler göreceğiz."*
prensin aklına bir gün önceki konuşmalarında yaşadıkları tartışma geliyordu. istemeden de olsa onu kırdığını düşünüyordu ve şu soruyu soruyordu: "son tartışmamızda seni kırmak istemememe rağmen sana karşı sesimi yükselttiğim için özür dilerim, bana çok kızdın mı?"
prenses:
-"ben sana kızsam, kendime küserim."* ama üzüldüm de açıkçası. söylediklerinden dolayı değil, özlemimden dolayı. sonra "çocuk gibi ağladım. o kadar hiç, o kadar boş, manasız. öyle haksız yere uzağım ki senden..."* oturdum, ağladım bende çok özlediğimden.
bu cevap sonrası prens daha da sıkı sarılıyor sevdiğine. tatlı bir yelin esmesiyle prenses ufak bir titreme yaşıyordu. bunu fark eden prens:
"üşüdüysen söyle sevgilim, seni bir kat daha seveyim."* dedi.
prensesin ona tatlı tatlı baktığını görünce de cümlelerin arkası kesilmiyor ve yenilerini eklemeye devam ediyor:
"sevmek az gelirse korkma, sana ölürüm."*
prenses ne diyeceğini bilemiyordu. evet, biraz üşüyordu fakat prens öyle güzel sözler söylüyordu ki prensesin yüreğindeki yangını adeta körüklüyordu bu sözler ve bu sıcaklık onun tüm vücuduna yayılıyor olmasından dolayı artık hiç üşüme hissetmiyordu. sadece alev alev yanan yüreğini hissediyordu. onun da bu sıcaklığı hissetmesini istercesine daha da sıkı sarılıyordu prensine.
bu sıcaklığın etkisiyle prensesimiz başlıyordu konuşmaya:
"sana ne demeliyim bilmiyorum. güneşim desem güneş batıyor. hayatım desem, hayat kısa. gülüm desem, o da soluyor. sana 'canım' demeliyim. çünkü bu can seninle yanıyor."*
bizim prensimiz de çok romantik olduğu için aklında hep güzel sözler oluyordu. yıllarca bu aşk için biriktirdiği tüm güzel sözleri prensesinin gönül yollarına seriyordu.
prens: "sen oradan bir canım dersin. benim kalbim kaburgamın altına sığmaz burada."*
prenses yüreğinin rengini yansıtan yanaklarını gizlemek istercesine yüzünü çeviriyordu çünkü bu güzel sözler karşısında çok utanıyordu.
yürümeye devam ederlerken prenses saate bakıyor ve zamanın çok çabuk geçtiğini fark ediyordu. artık geri dönme vakti geldiği için içinde bir hüzün oluşmaya başlıyordu.
prense dönüp: "zaman sen olmayınca geçmiyor, sen olunca da yetmiyor."* dedi.
prens : üzülme sevgilim hem "seni görmek bir insan gözünün yapacağı en güzel iş"*. seni gördüğüm bu birkaç saat de bana yeter. ayrıca "şu kâinat denen nesnenin içinde en çok sevdiğim yürek, üstüne en çok titrediğim insan kalbi senin göğsündekidir."* diye cevap veriyordu.
prenses bu sözlerle mest oluyordu olmasına fakat bu sözler dönüş yolunda sessizliğe bürünmesine mani olamıyordu. o yol hiç bitmesin istiyordu. prensesin dalgın ve düşünceli olduğu gören prens ona bir sorun olup olmadığını sorduğu zaman prenses her şeyin yolunda olduğunu söyleyerek şöyle bir cevap veriyordu:
"ne var ki elimizde, yaşamaktan ve çocukça sevmekten başka"*. yaşam sevmeyince anlamsız aslında. ben "seviyorum seni. denizi uçakla ilk defa geçer gibi. istanbul'da yumuşacık kararırken ortalık, içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni, 'yaşıyoruz çok şükür!' der gibi.* sensiz olmak gibi bir düşüncem yok artık. ama bazen korkmuyor da değilim. ya bu bir rüyaysa ve her şey bir anda kayıp giderse elimizden.
olumlu ve güzel sözler söylemesine rağmen prensesin üzgün bir ifadeye sahip olduğunu gören prens yüreğine bir hançer saplanmış gibi hisseder ve dilinde tuttuğu sözlere özgürlüklerini verircesine:
"lanet olsun, ne muazzam şey seni sevmek! sen benim aşkım, sen benim kızım, sen benim yoldaşım, sen benim küçük annemsin. canım, birtanem, seni sevmeden önce dünyayı sevmesini bile bilmiyormuş. bu şehir güzelse senin yüzünden, bu elma tatlıysa senin yüzünden, bu insan akıllıysa senin yüzünden."* korkma artık sende. hem keyfini çıkar bu güzel zamanların "yan yanayız ve şehir böyle mucize görmedi."* ayrıca "yaşamak ümitli bir iştir, sevgilim. yaşamak: seni sevmek gibi ciddi bir iştir."* der.
kulaktan kalbe hızlıca ulaşan bu sözler prensesin asılan yüzünün tekrardan gülümsemeye başlamasına sebep olmuştu. prens sonuna kadar haklıydı, sevince insan sevdiğine kaybetmekten korkmamalıydı. ne kadar çok korkarsa kaybetmekten sevdiğini, o kadar hızlı yaklaşırdı kaçınılmaz sona. sevmek ciddi bir duygudur ve o duygunun olduğu yerde ne korku olur ne gurur...
gecenin ortasında parlayan yıldızların yanına mutluluklar asan bu iki aşık onları uzaktan uzaktan gözleyen o kötü gözlerden habersiz özlemlerini gideriyordu. aşıklarımız bu durumu fark etmese bile bu, kötü niyetli gözlerin gizliden gizliye onları gölgeleri gibi izlediği gerçeğini değiştirmiyordu.
prensesine şatosuna kadar eşlik eden prensimizin artık geri dönme vakti geliyordu gelmesine fakat prenses onu hiç bırakmak istemiyordu. yeryüzünde sel oluşturacak bulutların içerisinde bekleyen yağmurlar gibi bekliyordu prensesin gözyaşları. hüzünlü bakışlarının arasından şu kelimeler bir bir döküldü ağzından:
"gitme. çünkü kaybolmuş gibi hissediyorum sen gidince. bilemiyorum ellerimi nereye koyacağımı. boğazım düğümleniyor, yutkunamıyorum. çünkü bir ağrı saplanıyor ciğerlerime, dayanamıyorum.
gitme. seninle güzelleşiyorum ben. kaybettiğim kimliğimi buluyorum kokunda... baharlar buluyorum, sebepler buluyorum, yarınlar buluyorum."*
prensin de gözleri doldu. sımsıkı sarıldı bir kez daha, öptü prensesi hiç bırakmak istemezcesine.
dudakları ayrılıyordu fakat bu sefer elleri bir türlü bırakamıyordu birbirini. sanki bir daha görüşemeyeceklermiş gibi hiç ayrılmak istemiyorlardı. ellerinden sonra gözleri daha da zor ayrıldı. sonuçta "ilk bakışta değil, son bakıştadır aşk. yani ayrılırken sana nasıl bakıyorsa, o kadar sevmiştir seni."* onlar da birbirlerini o kadar çok seviyorlardı. o kadar aşıklardı birbirlerine.
hem bu sadece saf değil aynı zamanda çocuksu bir aşktı çünkü ilk ve son aşklarıydı. bazen çocuklaşıyorlardı, bazen kıskanıyorlardı, bazen de küsüyorlardı ama bunların hepsi sevgilerinin içindeki küçük tatlı oyunlar gibi oluyordu. onlara ayrı bir tatlılık katıyordu. hem onlar sadece sevgili değildi. aynı zamanda da en yakın arkadaşlardı. bu yüzden belki de bu kadar bağlılardı. bakmayın onların çok iyi anlaştıklarına aslında ayrıldıkları çok konular vardı fakat onlar bunları dert etmiyordu. her farklı fikri aşk bahçelerine ektikleri yeni bir çiçek gibi görüyorlardı ve bu yüzden o bahçe bu kadar güzel bu kadar renkli ve bu kadar vazgeçilmezdi...
prenses şatoya gözleri yaşlı gidiyorken, prens evine doğru yol almaya başlıyordu. prens gözden kaybolana kadar arkasından tatlı bir tebessümle gizlice onu izliyordu prenses. içlerinden "ben bugün yine doludizgin, tasnifsiz ve çerçevesiz ağışım. ne mutlu bana."* diye düşünüyor, bir sonraki buluşmalarını heyecanla bekliyordu ikisi de.
her şey güllük gülistanlık peri masalı gibiyken o kaçınılmaz hazin olayların başladığı ana yaklaşıyorlardı...
edit: eveett merhabalar tekrardan. yazımızın ikinci bölümünün ilk kısmıyla karşınızdayız. bu aslında özel bir bölüm. dün sevgili şairlerimizden ahmed arif'in bugün de nazım hikmet'in ölüm yıldönümü. biz de hem onlara hem de şiirleri, sözleri yüreğimizi okşayan o çok sevdiğimiz şairlerimize özel bu bölümü yazdık. yeni bölümün bugün gelmesinin sebebi de buydu. onların o güzel sözlerini kullanarak bir bölüm hazırlayalım istedik ve umarım beğenmişsinizdir*.
şairlerimizi sevgi ve rahmetle anıyoruz. onlar olmasaydı edebiyat hep bir eksik kalırdı...
haftaya görüşmek üzeree.
devamını gör...
devlet bahçeli’yi bir türlü ciddiye alamamak
büskevit'lerden sonrası sarmadı.
devamını gör...
modern kız arkadaşımın eski erkek arkadaşı
ne hayatlar var be, tuhaf. iki kere okudum, sigaramı yakıyorum. bravo gerçekten.
devamını gör...