postiş
mısır fravunları'nın aşina olduğumuz çenelerindeki metalik sahte sakal otokratik ve dini statüyü vurgulayan bu simge çağlar öncesi predynastic dönemden beri önemli yer tutuyor. narmer tabletlerinde prens (bkz: rahotep) postişli şekilde işlenmiş. orta dönem hükümdarı ankhef'in de postişi var. önceden beri süregelen firavun ailesi mirası olduğu için bu otokratik modaya çoğu uymuş. aslında bunu anlamamız için antik mısır sosyolojisini iyi bilmek gerekiyor. çok sert bir hiyerarşik ayrım var. saray ile halk kesin ayrılmış durumda.
firavunlar kendilerini tanrı kabul ediyor. fake beard'ın önemli olmasına şaşmamak gerek, mitolojilerinde yer alan osiris aynı şekilde postişli resmedilmiş. çünkü onlara göre kendilerini tanrı gibi sunmanın dışavurumsal yorumu ona benzemekti. osiris'in metalik sakalı var. tutankhamun kendi altın maskesini osiris suretinde yaptırdı. aslında öncesinde firavunlar sakal bırakırdı sonrasında hijyen ve normal halk sefaletinden ayrılmak için kendilerini saray adına deforme etmeyi seçtiler. bu yüzden firavunların çoğu sakalsızdır bunun yerine fakebeard kullanırlar.
bu aynı zamanda kadın firavunların da örneğin (bkz: hatshepsut) postiş kullandığını açıklıyor. büyük hiyerarşik statülerini kendi modalarında kullanmaktan da geri durmadılar. sphinx başından bildiğimiz baş örtüsü(bkz: nemes) takıyorlardı. bazı firavun başlıklarında yılan motifi görürsünüz (bkz: uraeus). bunun anlamı firavun'un her daim düşmanlarına zehirli gücünü gösterebilmesi ayrıca mısır tanrıçası wadjet'in de sembolü.
firavunlar kendilerini tanrı kabul ediyor. fake beard'ın önemli olmasına şaşmamak gerek, mitolojilerinde yer alan osiris aynı şekilde postişli resmedilmiş. çünkü onlara göre kendilerini tanrı gibi sunmanın dışavurumsal yorumu ona benzemekti. osiris'in metalik sakalı var. tutankhamun kendi altın maskesini osiris suretinde yaptırdı. aslında öncesinde firavunlar sakal bırakırdı sonrasında hijyen ve normal halk sefaletinden ayrılmak için kendilerini saray adına deforme etmeyi seçtiler. bu yüzden firavunların çoğu sakalsızdır bunun yerine fakebeard kullanırlar.
bu aynı zamanda kadın firavunların da örneğin (bkz: hatshepsut) postiş kullandığını açıklıyor. büyük hiyerarşik statülerini kendi modalarında kullanmaktan da geri durmadılar. sphinx başından bildiğimiz baş örtüsü(bkz: nemes) takıyorlardı. bazı firavun başlıklarında yılan motifi görürsünüz (bkz: uraeus). bunun anlamı firavun'un her daim düşmanlarına zehirli gücünü gösterebilmesi ayrıca mısır tanrıçası wadjet'in de sembolü.
devamını gör...
altı çizili cümle
önce rahatsız yazar arkadaş geldi, onunla tanıştık. sonra ardından vasıfsız yazar çıktı geldi, onu tanımaya başladık. ondan sonra yorumsuz yazar peydah oldu. ona da yavaş yavaş alışmaya başlarken şimdi de huzursuz yazar gelmiş.
bir sonrakine de sorumsuz rumuzlu yazarın teşrif etmesini bekliyorum.
bir sonrakine de sorumsuz rumuzlu yazarın teşrif etmesini bekliyorum.
devamını gör...
sözlük yazarlarının çığlık sesleri
'sözlüğün delisi' rütbesi isteyeceğim,vakti gelsin.kaç kuruş kaç karma isterlerse vermeye hazırım.*
devamını gör...
mahlasınla ilgili bir görsel bırak

bu nerenin vişnesidir, bilemiyorum. kuzguncuğa da baktım, aradım taradım, orada da bir vişne bulamadım.
şu an sadece bir adı var, belki ilerde tadına da bakarım.
görsel kiraz değilse şayet mahlasımla ilgilidir.
şiirsel bir görüntüdür oradan yakalarım diyorum can yüceli...
görselim de kuzguncuk eksik kaldığından ve buna yürek dayanmadığından, tamamlanmak adına, can baba'dan bir söz paylaşacağım:
“ben kuzguncuk’ta yeşil bir dal buldum, ona tutundum. kuzguncuk’ta oturuyorum; martılarla aynı katta.”
bir gün, şairin kuzguncuktaki evinin civarlarında, arama yapan şüpheli birini görürseniz, kimselere haber etmeyiniz. belki vişne ağacı arıyordur garibim. olamaz mı?
olabilir..**
devamını gör...
bahçe sahipleri kıssası
bahçe sahipleri kıssası
dillere destan bir bahçeye sahip kardeşlerden bahseder kalem sûresi. evet kalem. gel de bunların hikayesini yaz, anlat der gibi.
"malın var derdin var" derler ya hani, bu kardeşlerin de o zaman belki de yaşadıkları meskun mahalde sadece onlarda olan bahçeleri var. güzel, meyvesi bol, tenezzüh imkanı sınırsız. bundan dolayı gözler onların üzerinde. özellikle fakirlerin, miskinlerin. miskin demişken, onların hiçbir şeyleri yok. bu yüzden miskin deniyor. fakirden ayıran özellikleri bu.
işte bir grup miskin belki bize bir şeyler verirler diye, ümitle gideceklerdir bahçe sahiplerinin yanına. sonra ne mi olacaktır? birlikte takip edelim.
ve biz onları sınayacağız/imtihan edeceğiz, tıpkı ağaçtaki meyveleri ertesi gün toplamak için birbirlerine yemin eden bazı bahçe sahiplerini sınadığımız gibi.
onlar bu planı yaparken bir şeyi unutmuşlardı, inşaallah demeyi.
onlar uykudayken bir afet geldi, bahçelerini mahvetti. simsiyah oldu bahçe.
derken sabah oldu uyandılar, birbirlerine "haydi bir an önce bahçemize gidip ürünlerimizi devşirelim" demeyi de ihmal etmediler.
giderken de kararlıydılar, bu gün yanlarına hiçbir fakir, miskin yaklaşmayacak, gerekirse onları kovacaklardı.
yanmış, kül olmuş bahçelerine geldiklerinde "herhalde yanlış bir yere geldik" dediler.
ama gerçeği anlayınca "aksine biz mahrum olduk" dediler.
evet mahrum olmuşlardı. miskinleri kovmaya niyet ettikleri için.
pişman oldular, birbirlerini kınadılar.
umarız bir faydası olmuştur.
mahrum olmamak dileğiyle.
dillere destan bir bahçeye sahip kardeşlerden bahseder kalem sûresi. evet kalem. gel de bunların hikayesini yaz, anlat der gibi.
"malın var derdin var" derler ya hani, bu kardeşlerin de o zaman belki de yaşadıkları meskun mahalde sadece onlarda olan bahçeleri var. güzel, meyvesi bol, tenezzüh imkanı sınırsız. bundan dolayı gözler onların üzerinde. özellikle fakirlerin, miskinlerin. miskin demişken, onların hiçbir şeyleri yok. bu yüzden miskin deniyor. fakirden ayıran özellikleri bu.
işte bir grup miskin belki bize bir şeyler verirler diye, ümitle gideceklerdir bahçe sahiplerinin yanına. sonra ne mi olacaktır? birlikte takip edelim.
ve biz onları sınayacağız/imtihan edeceğiz, tıpkı ağaçtaki meyveleri ertesi gün toplamak için birbirlerine yemin eden bazı bahçe sahiplerini sınadığımız gibi.
onlar bu planı yaparken bir şeyi unutmuşlardı, inşaallah demeyi.
onlar uykudayken bir afet geldi, bahçelerini mahvetti. simsiyah oldu bahçe.
derken sabah oldu uyandılar, birbirlerine "haydi bir an önce bahçemize gidip ürünlerimizi devşirelim" demeyi de ihmal etmediler.
giderken de kararlıydılar, bu gün yanlarına hiçbir fakir, miskin yaklaşmayacak, gerekirse onları kovacaklardı.
yanmış, kül olmuş bahçelerine geldiklerinde "herhalde yanlış bir yere geldik" dediler.
ama gerçeği anlayınca "aksine biz mahrum olduk" dediler.
evet mahrum olmuşlardı. miskinleri kovmaya niyet ettikleri için.
pişman oldular, birbirlerini kınadılar.
umarız bir faydası olmuştur.
mahrum olmamak dileğiyle.
devamını gör...
zalim
yalın'ın efsane şarkısı.
devamını gör...
sözlüğü çok ciddiye almak
arkadaşlar size göre neden herkes boş burada? insanların yazdığı 3 5 yazıdan bu çıkarımı yapabiliyorsanız tebrikler insan sarrafı olmuşsunuz diyeceğim. bir insan sizden katbekat donanımlı olup yine de burayı bilgi paylaşımı için kullanmak istemiyor da olabilir, çok fazla bilgiye sahip olmayıp yine de bilgiye aç olup öğrenmek için gelmiş de olabilir, yine bilgi sahibi olmayıp araştırma yapan ve bu araştırmalarını da burada insanlarla paylaşmak isteyen biri de olabilir. binbir çeşit insan var burada. sözlükte bir şeyleri beğenmiyorsanız iki seçeneğiniz var, ya kalıp istediğiniz doğrultuda paylaşımlar yaparak bu bahsettiğiniz ortamdan daha uzak bir çerçeve oluşturmaya çalışırsınız ya da gidersiniz. bu kadar basit. bu kadar büyük bir topluluğu kendi isteklerinize göre şekillendiremezsiniz maalesef ki. hele okuduğunuz birkaç şey üzerinden insanları dolu boş şeklinde etiketlemek inanılmaz saçma. anlayamıyorum gerçekten.
devamını gör...
augusto pinochet
1915 ile 2006 arasında yaşamış 1973 yılında seçilmiş hükümete karşı darbe gerçekleştirmiş şili'nin eski genelkurmay ve devlet başkanı. 1973ten1990'a kadar ülkeyi fiilen yönetmiştir. 2006 yılında yargılanamadan ölmüş ve devlet töreni yapılmamış sadece askeri bir törenle naaşı ailesine teslim edilmiştir. halen taraftarları olsa da şili'de nefret edilen insanların başında gelir. göz altında ve işkencede ölen binlerce kişinin baş sorumlusudur. colonia dignidad isimli filmi izleyebilirsiniz, döneme ışık tutan bir yapım.
devamını gör...
sözlükte profil fotoğraflarını bekleyen büyük tehlike
arada fotoğraf koysam da umrumda değil. gayet güzel kızım.
devamını gör...
günaydın sözlük
herkese afillibirbey'in günaydınından.
bana bira yerine çay.
mis gibi bir gün olsun hepimize sözlük.
bana bira yerine çay.
mis gibi bir gün olsun hepimize sözlük.
devamını gör...
61 sayısı edebiyatı yapmak
trabzonlu olmanın ya da trabzonsporlu olmanın gereği olandır.
61 gördüğü zaman durup bir daha bakabilen olmaktır.
matematik hocası olunca da, her sonucu 61 çıkarmaktır.
çünkü;
hayat bizi 61 kenara
ya da bize her yer trabzon
ve, favori emojisi bordo mavi kalp olandır. *
61 gördüğü zaman durup bir daha bakabilen olmaktır.
matematik hocası olunca da, her sonucu 61 çıkarmaktır.
çünkü;
hayat bizi 61 kenara
ya da bize her yer trabzon
ve, favori emojisi bordo mavi kalp olandır. *
devamını gör...
normal sözlük köy okuluna kitap yardımı etkinliği
hadi hep beraber, güzel bir şey yapalım diyeceğimiz güzel bir düşünce. bir çocuğun yüzünü güldürüp, bir okulu kitapla dolduralım.!
devamını gör...
erkek yazarın nickaltına enişteniz olur yazmak
doblosu yoksa inanmam.
enişte dediğin dobloyla aileyi pikniğe götürüp atletli bir şekilde mangalı yeller.
enişte dediğin dobloyla aileyi pikniğe götürüp atletli bir şekilde mangalı yeller.
devamını gör...
yazarların yazdığı hikayeler
biraz uzun oldu ama hadi bakalım...
cenaze
mustafa erdem sekiz numaralı ölü evi’nin kapısında nefes almak için durduğunda öğle vakti olmuştu. izmir'de hava son altı senedir olduğu gibi sabit 42 dereceydi ve güneş insanoğlunu yakmaya ant içmişçesine, ışınlarını en yoğun haliyle gönderiyordu. gri saçlarından akan terler buruşmuş yanaklarından aşağı doğru süzüldü. elleri, düşük bel şortunun cebinde, cam kapının önünde dururken, neden binaya "ölü evi" dediklerine anlam vermeye çalıştı. evden başka her şeye benziyordu. iki parçadan oluşan binanın alt kısmı, simsiyah taş kaplıydı. binanın bütünü üç kat yüksekliğindeydi ve tam bir küptü. hiç penceresi olmayan bu kütlenin üzerinde ise bembeyaz göğü yırtmaya çalışan dört adet kule yükseliyordu. bulunduğu geniş, boş, tamamıyla çimen kaplı arazide, garip bir oyuncak parçası gibi duruyordu aslında. ablasının üç dört yaşlarında lego oynarken çekilmiş bir fotoğrafı zihninde canlandı. kendi kendine gülerek binanın kapısını açtı ve içeri girdi. ölüm soğukluğunda ve hiçliğinde gri giriş holün tam ortasında camdan yapılma bir banko duruyordu. arkasında yirmili yaşlarında üçü de sarışın ve bronz tenli görevli, önlerindeki saydam ekranlara bakarak oturuyorlardı. bankoya yanaştı ve "merhaba" dedi. adam gülümseyerek başını kaldırdı " iyi günler, hoş geldiniz. isminiz?
mustafa tek düze bir ses tonuyla ismini söyledi ve "ablam selda erdem'in ölüm törenin üçüncü faslı için gelmiştim," dedi.
görevli suratında kurumsal bir ifadeyle " evet mustafa bey töreniniz için oda hazır. tek başınıza mı geldiniz? kayıtlarımızda annenizin sağ olduğu ve ilk törene katıldığı yazıyor."
"bugün gelmeyecek" dedi mustafa dişlerini sıkarak. "bu yöntemi herkesin kabul etmesini beklemiyorsunuz herhalde" sesi boş duvarlarda emilip gidiyordu. törenin en zor aşamalarından biri. vücudu bu şekilde görmeye dayanamaz. kalp hastası zaten." dedi. bir an önce görevliden uzaklaşmak istiyordu çünkü adamın suratındaki gülümseme bir türlü kaybolmuyordu konuşurken. görevli daha yüksek bir ses tonuyla "anlıyorum. gelmeleri kendileri için iyi olabilirdi aslında. biliyorsunuz, kemiklerin ortaya çıkmasını gözlemlemek, ölümle barışmanın bir aşaması" dedi.
biraz daha dişlerini sıktı ve "bilgilendirme için teşekkür ederim. bu tören uygulamaları geleli henüz iki yıl oldu. eski toprakların bu işe alışamamasını normal karşılarsınız herhalde" dedi sesi sert. cümlesini bitirince ellerini beline koydu. sadece öfkelendiğinde kendinden emin oluyordu mustafa, normalde mülayim bir adamdı. otuz senelik öğretmenlik hayatında sakinliğinden bir gram kaybetmeden altmış yaşına gelmişti. görevlinin sesi biraz olsun silikleşti, "peki daha fazla sizi burada tutmayayım. kısa bir bilgilendirme yapmak zorundayım. odaya girdikten ve kapı kapandıktan sonra yarım saatiniz var içeride. kendinizi iyi hissetmediğinizde ya da çıkmak istediğinizde, kapının sağında yer alan mavi düğmeye basmanız yeterli. girdiğiniz andan itibaren, çıkışınıza kadar tüm süreç sesli ve görüntülü olarak kayıt altında olup tarafınıza gönderilecektir." sonra birileri iğne batırmış gibi ani hareketle ayağa kalktı. mekânın sağ tarafında kara delik misali duran koridoru göstererek “buyurun size kapıya kadar eşlik edeyim. dört numaralı oda ayarlandı," dedi.
mustafa adamın yanında bir dakika daha kalamayacağını anladı ve elini kaldırarak, "hayır, teşekkür ederim. eşlik etmenize gerek yok. bulabilirim odayı," dedi ve koridora geçti spor ayakkabıları yumuşak olmasına rağmen sert adımları sert zeminin üzerinde deliyordu havayı. otomatik ışıklar tek tek yanmaya başladı. giriş holü ne kadar griyse burası da o kadar başkaydı. zemin, tavan, duvarlar gökyüzünün en parlak mavisine boyanmış. havada boşlukta yürüyormuşsun hissi uyandırıyordu. sağlı sollu ayna kaplı kapıların yanından geçerken mustafa göz uncuyla kendi yansımasına baktı. aynaların üzerinde kumlamadan yapılmış oda numaraları parıldıyordu. dört numaralı odanın kapısına geldiğinde durdu. kendi görüntüsü karşısında her zaman yaptığı gibi, burnunun üzerindeki küçük siyah noktaları kontrol etti. alnındaki derin kırışıklıkları yokladı. son olarak parıldayan gri saçlarında ellerini gezdirdi. yoğun sigara içmekten acıyan ciğerlerine bir derin nefes daha çekti ve kapının yanında yer alan retina okuyucusuna gözünü yanaştırdı. tiz bir onaylanma sesinden sonra, ayna kapı sessizce odanın içerisine doğru açıldı. ağır bir lavanta kokusu gözlerini yaktı birden. ablasının en sevdiği kokuydu. ölü evleri, ilk kayıtta vefat eden kişi hakkında verilen bilgiler doğrultusunda düzenliyordu törenleri. üç hafta önce ablasının bedenini buraya getirdiklerinde bir form doldurmuşlardı. en sevdiği renk, en sevdiği yemek, en sevdiği koku ve daha birçok kişisel bilgiyi bir tablete girip görevlilere teslim etmişlerdi. “bugün demek ki kokuyu ön planda tutacaklar,” dedi mustafa kendi kendine ve odaya girdi. penceresiz odanın zemini ahşap kaplıydı. hafif gıcırdıyordu spor ayakkabılarıyla bastıkça. ikinci fasıl töreni altı numaralı odada yapmışlardı ve orada tek bir pencere yer alıyordu, dışarıya çimenliğe bakan. keşke bu oda da olsa diye geçirdi içinden. ihtiyaç olmamasına rağmen duvarlarda perdeler asılıydı rengarenk kumaşlardan yapılmış. ablası kumaşları ve modayı seviyor diye yazmışlardı. herhalde ondan bu kadar çaputu doldurmuşlardı odaya. odanın tam ortasında, camdan tabutun ineceği yerde mermer kaide duruyordu. kaidenin önünde ise rahat, kırmızı bir kanepe. bu sefer tam bir renk cümbüşüne çevirmişlerdi mekânı. beden ne kadar çürüyorsa renkleri o kadar artıyorlardı aslında. ölü evlerinin genel yaklaşımıydı bu, bir dergide okuduğuna göre. mustafa spor ayakkabılarını çıkardı. çıplak ayaklarıyla bağdaş kurarak koltuğa oturdu ve başını ışıklandırılmış tavana kaldırdı. mermer kaidenin üzerinde tavanda yer alan kapaklar parlak paslanmaz metaldendi. bir piyano, ne acıklı, ne neşeli dansına başladı. sonra tavandaki kapaklardan tok bir ses geldi. selda'nın bedeni cam tabutunun içerisinde yavaş yavaş inmeye başladı. kapakların aralığından mustafa yukarı yükselen beyaz kuleyi ve içerisinde ablasınınki gibi daha onlarca cam tabutu görebiliyordu. tıpkı çok katlı otomatik otoparklarda olduğu gibi beyaz kulelerin içerisinde istifleniyordu tabutlar. cam kabuk kaidenin üzerine hafif bir tıslama sesi yaparak oturdu. mustafa'nın soluk alışı sıklaşmıştı. iki gündür internette bedenin ölümden sonraki geçirdiği fazları araştırıyordu. babasının ölümünde bunların hiçbirine gerek kalmamıştı. klasik biçimde toprağa gömülmüş, kırkı geldiğinde ise annesi dua okutmuştu. ablasının vasiyeti ise oldukça netti. yeni sisteme göre törenlerin yapılmasını istiyordu. ateistler hükümet kurduğundan beri birçok alana el atmışlardı. ölüm ve gömülme de bunlardan biriydi. bu sebeple tüm bu garip yapılar ortaya çıkmıştı. annesi ne kadar karşı çıkarsa çıksın, mustafa vasiyeti yerine getirme konusunda ısrarlıydı. bu sebeple iki gündür araştırıyordu. beden ölümden itibaren yirmi altı aşamadan geçiyordu. kemiklerin gözükmesi yirmi beşinci aşamaydı ve üçüncü haftanın sonunda gözlemlenebiliyordu. ablasının tabutu tam olarak kaidenin üzerine geldiğinde ne ile karşılaşacağının fotoğraflarını görmüştü ama gerçek çok daha çarpıcıydı. cam tabutun tabanında 15 santimlik bir toprak bulunuyordu. onun üzerinde ise, bedenden kalanlar bölük börçük duruyordu. bağırsaklardan yayılan toksinlerin gücü çok kuvvetliydi. ince bir tabaka halinde kemiklerin üzerinde böğürtlen renginde, parçalar halinde etler duruyordu hala. kafatası ise oldukça net biçimde ortaya çıkmıştı. burnu tamamen yok olmuş gözleri erimiş gitmişti. müzik hareketlendi. ince bir saksafon konuştu. ayakları karıncalanmaya başlayan mustafa kalktı ablasından arta kalanların yanına yaklaştı. o sırada duvarların üzerindeki perdeler aralandı ve avuç içi büyüklüğünde projeksiyon cihazları belirdi. müzik iyice hareketlenmişti. kontrbas devreye girmiş, çılgınca söyleniyordu. projeksiyonlar çalışmaya başladı ve ablasının daha önce ölü evine teslim ettikleri fotoğrafları duvarlardaki perdelerde belirmeye başladı. ablası üzgün, mutlu, birilerinin yanında, yalnız, bir dağın tepesinde, denizin dibinde. görüntüler akıp gidiyordu. mustafa önündeki kemik ve et yığınına baktı. tabutun üzerine eğildi ve camı öptü. gözlerinden yaş gelmedi bu sefer. gittiğini biliyordu. burada yatanın maddesel bir dönüşüm olduğunu biliyordu. bir ruhun olmadığını biliyordu. yine de kendini tutamadı ve " umarım dönüştüğün şeyde mutlusundur " dedi yüksek sesle. sonra kırmızı kanepeye tekrar oturdu o sırada telefonu çaldı. annesinin sesi yorgun geliyordu. " ne yaptın yavrum" diye sordu. " iyiyim içerideyim" diye cevap verdi. tek düze ses tonuna geri dönmüştü mustafa. "nasıl durumu?" diye sordu annesi sesindeki korkuyu gizleyemeden. cevabı almak istemiyordu aslında ama merakına yenik düştü her zamanki gibi. " kemikleri gözüktü. " karşı tarafta derin bir sessizliğin ardından telefon kapandı. müzik hala devam ediyordu. bu sefer bir kadın sesi anlamadığı dilde sanki ağlamanın gücünü anlatıyordu. perdelerde görüntülerin geçiş hızları yavaşladı. mustafa artık daha fazla kalmasına gerek olmadığını düşünerek ayna kapıya yanaştı ve düğmeye bastı. bekledi ve kapı bu sefer biraz daha hızlı açıldı. karşısında görevli duruyordu.
" erken çıktınız mustafa bey" dedi parlak beyaz dişlerini gururla göstererek.
" bu kadarı yeterli " diye cevap verdi mustafa. o sırada fark etti spor ayakkabılarından birinin bağcığı bağlanmamıştı.
cenaze
mustafa erdem sekiz numaralı ölü evi’nin kapısında nefes almak için durduğunda öğle vakti olmuştu. izmir'de hava son altı senedir olduğu gibi sabit 42 dereceydi ve güneş insanoğlunu yakmaya ant içmişçesine, ışınlarını en yoğun haliyle gönderiyordu. gri saçlarından akan terler buruşmuş yanaklarından aşağı doğru süzüldü. elleri, düşük bel şortunun cebinde, cam kapının önünde dururken, neden binaya "ölü evi" dediklerine anlam vermeye çalıştı. evden başka her şeye benziyordu. iki parçadan oluşan binanın alt kısmı, simsiyah taş kaplıydı. binanın bütünü üç kat yüksekliğindeydi ve tam bir küptü. hiç penceresi olmayan bu kütlenin üzerinde ise bembeyaz göğü yırtmaya çalışan dört adet kule yükseliyordu. bulunduğu geniş, boş, tamamıyla çimen kaplı arazide, garip bir oyuncak parçası gibi duruyordu aslında. ablasının üç dört yaşlarında lego oynarken çekilmiş bir fotoğrafı zihninde canlandı. kendi kendine gülerek binanın kapısını açtı ve içeri girdi. ölüm soğukluğunda ve hiçliğinde gri giriş holün tam ortasında camdan yapılma bir banko duruyordu. arkasında yirmili yaşlarında üçü de sarışın ve bronz tenli görevli, önlerindeki saydam ekranlara bakarak oturuyorlardı. bankoya yanaştı ve "merhaba" dedi. adam gülümseyerek başını kaldırdı " iyi günler, hoş geldiniz. isminiz?
mustafa tek düze bir ses tonuyla ismini söyledi ve "ablam selda erdem'in ölüm törenin üçüncü faslı için gelmiştim," dedi.
görevli suratında kurumsal bir ifadeyle " evet mustafa bey töreniniz için oda hazır. tek başınıza mı geldiniz? kayıtlarımızda annenizin sağ olduğu ve ilk törene katıldığı yazıyor."
"bugün gelmeyecek" dedi mustafa dişlerini sıkarak. "bu yöntemi herkesin kabul etmesini beklemiyorsunuz herhalde" sesi boş duvarlarda emilip gidiyordu. törenin en zor aşamalarından biri. vücudu bu şekilde görmeye dayanamaz. kalp hastası zaten." dedi. bir an önce görevliden uzaklaşmak istiyordu çünkü adamın suratındaki gülümseme bir türlü kaybolmuyordu konuşurken. görevli daha yüksek bir ses tonuyla "anlıyorum. gelmeleri kendileri için iyi olabilirdi aslında. biliyorsunuz, kemiklerin ortaya çıkmasını gözlemlemek, ölümle barışmanın bir aşaması" dedi.
biraz daha dişlerini sıktı ve "bilgilendirme için teşekkür ederim. bu tören uygulamaları geleli henüz iki yıl oldu. eski toprakların bu işe alışamamasını normal karşılarsınız herhalde" dedi sesi sert. cümlesini bitirince ellerini beline koydu. sadece öfkelendiğinde kendinden emin oluyordu mustafa, normalde mülayim bir adamdı. otuz senelik öğretmenlik hayatında sakinliğinden bir gram kaybetmeden altmış yaşına gelmişti. görevlinin sesi biraz olsun silikleşti, "peki daha fazla sizi burada tutmayayım. kısa bir bilgilendirme yapmak zorundayım. odaya girdikten ve kapı kapandıktan sonra yarım saatiniz var içeride. kendinizi iyi hissetmediğinizde ya da çıkmak istediğinizde, kapının sağında yer alan mavi düğmeye basmanız yeterli. girdiğiniz andan itibaren, çıkışınıza kadar tüm süreç sesli ve görüntülü olarak kayıt altında olup tarafınıza gönderilecektir." sonra birileri iğne batırmış gibi ani hareketle ayağa kalktı. mekânın sağ tarafında kara delik misali duran koridoru göstererek “buyurun size kapıya kadar eşlik edeyim. dört numaralı oda ayarlandı," dedi.
mustafa adamın yanında bir dakika daha kalamayacağını anladı ve elini kaldırarak, "hayır, teşekkür ederim. eşlik etmenize gerek yok. bulabilirim odayı," dedi ve koridora geçti spor ayakkabıları yumuşak olmasına rağmen sert adımları sert zeminin üzerinde deliyordu havayı. otomatik ışıklar tek tek yanmaya başladı. giriş holü ne kadar griyse burası da o kadar başkaydı. zemin, tavan, duvarlar gökyüzünün en parlak mavisine boyanmış. havada boşlukta yürüyormuşsun hissi uyandırıyordu. sağlı sollu ayna kaplı kapıların yanından geçerken mustafa göz uncuyla kendi yansımasına baktı. aynaların üzerinde kumlamadan yapılmış oda numaraları parıldıyordu. dört numaralı odanın kapısına geldiğinde durdu. kendi görüntüsü karşısında her zaman yaptığı gibi, burnunun üzerindeki küçük siyah noktaları kontrol etti. alnındaki derin kırışıklıkları yokladı. son olarak parıldayan gri saçlarında ellerini gezdirdi. yoğun sigara içmekten acıyan ciğerlerine bir derin nefes daha çekti ve kapının yanında yer alan retina okuyucusuna gözünü yanaştırdı. tiz bir onaylanma sesinden sonra, ayna kapı sessizce odanın içerisine doğru açıldı. ağır bir lavanta kokusu gözlerini yaktı birden. ablasının en sevdiği kokuydu. ölü evleri, ilk kayıtta vefat eden kişi hakkında verilen bilgiler doğrultusunda düzenliyordu törenleri. üç hafta önce ablasının bedenini buraya getirdiklerinde bir form doldurmuşlardı. en sevdiği renk, en sevdiği yemek, en sevdiği koku ve daha birçok kişisel bilgiyi bir tablete girip görevlilere teslim etmişlerdi. “bugün demek ki kokuyu ön planda tutacaklar,” dedi mustafa kendi kendine ve odaya girdi. penceresiz odanın zemini ahşap kaplıydı. hafif gıcırdıyordu spor ayakkabılarıyla bastıkça. ikinci fasıl töreni altı numaralı odada yapmışlardı ve orada tek bir pencere yer alıyordu, dışarıya çimenliğe bakan. keşke bu oda da olsa diye geçirdi içinden. ihtiyaç olmamasına rağmen duvarlarda perdeler asılıydı rengarenk kumaşlardan yapılmış. ablası kumaşları ve modayı seviyor diye yazmışlardı. herhalde ondan bu kadar çaputu doldurmuşlardı odaya. odanın tam ortasında, camdan tabutun ineceği yerde mermer kaide duruyordu. kaidenin önünde ise rahat, kırmızı bir kanepe. bu sefer tam bir renk cümbüşüne çevirmişlerdi mekânı. beden ne kadar çürüyorsa renkleri o kadar artıyorlardı aslında. ölü evlerinin genel yaklaşımıydı bu, bir dergide okuduğuna göre. mustafa spor ayakkabılarını çıkardı. çıplak ayaklarıyla bağdaş kurarak koltuğa oturdu ve başını ışıklandırılmış tavana kaldırdı. mermer kaidenin üzerinde tavanda yer alan kapaklar parlak paslanmaz metaldendi. bir piyano, ne acıklı, ne neşeli dansına başladı. sonra tavandaki kapaklardan tok bir ses geldi. selda'nın bedeni cam tabutunun içerisinde yavaş yavaş inmeye başladı. kapakların aralığından mustafa yukarı yükselen beyaz kuleyi ve içerisinde ablasınınki gibi daha onlarca cam tabutu görebiliyordu. tıpkı çok katlı otomatik otoparklarda olduğu gibi beyaz kulelerin içerisinde istifleniyordu tabutlar. cam kabuk kaidenin üzerine hafif bir tıslama sesi yaparak oturdu. mustafa'nın soluk alışı sıklaşmıştı. iki gündür internette bedenin ölümden sonraki geçirdiği fazları araştırıyordu. babasının ölümünde bunların hiçbirine gerek kalmamıştı. klasik biçimde toprağa gömülmüş, kırkı geldiğinde ise annesi dua okutmuştu. ablasının vasiyeti ise oldukça netti. yeni sisteme göre törenlerin yapılmasını istiyordu. ateistler hükümet kurduğundan beri birçok alana el atmışlardı. ölüm ve gömülme de bunlardan biriydi. bu sebeple tüm bu garip yapılar ortaya çıkmıştı. annesi ne kadar karşı çıkarsa çıksın, mustafa vasiyeti yerine getirme konusunda ısrarlıydı. bu sebeple iki gündür araştırıyordu. beden ölümden itibaren yirmi altı aşamadan geçiyordu. kemiklerin gözükmesi yirmi beşinci aşamaydı ve üçüncü haftanın sonunda gözlemlenebiliyordu. ablasının tabutu tam olarak kaidenin üzerine geldiğinde ne ile karşılaşacağının fotoğraflarını görmüştü ama gerçek çok daha çarpıcıydı. cam tabutun tabanında 15 santimlik bir toprak bulunuyordu. onun üzerinde ise, bedenden kalanlar bölük börçük duruyordu. bağırsaklardan yayılan toksinlerin gücü çok kuvvetliydi. ince bir tabaka halinde kemiklerin üzerinde böğürtlen renginde, parçalar halinde etler duruyordu hala. kafatası ise oldukça net biçimde ortaya çıkmıştı. burnu tamamen yok olmuş gözleri erimiş gitmişti. müzik hareketlendi. ince bir saksafon konuştu. ayakları karıncalanmaya başlayan mustafa kalktı ablasından arta kalanların yanına yaklaştı. o sırada duvarların üzerindeki perdeler aralandı ve avuç içi büyüklüğünde projeksiyon cihazları belirdi. müzik iyice hareketlenmişti. kontrbas devreye girmiş, çılgınca söyleniyordu. projeksiyonlar çalışmaya başladı ve ablasının daha önce ölü evine teslim ettikleri fotoğrafları duvarlardaki perdelerde belirmeye başladı. ablası üzgün, mutlu, birilerinin yanında, yalnız, bir dağın tepesinde, denizin dibinde. görüntüler akıp gidiyordu. mustafa önündeki kemik ve et yığınına baktı. tabutun üzerine eğildi ve camı öptü. gözlerinden yaş gelmedi bu sefer. gittiğini biliyordu. burada yatanın maddesel bir dönüşüm olduğunu biliyordu. bir ruhun olmadığını biliyordu. yine de kendini tutamadı ve " umarım dönüştüğün şeyde mutlusundur " dedi yüksek sesle. sonra kırmızı kanepeye tekrar oturdu o sırada telefonu çaldı. annesinin sesi yorgun geliyordu. " ne yaptın yavrum" diye sordu. " iyiyim içerideyim" diye cevap verdi. tek düze ses tonuna geri dönmüştü mustafa. "nasıl durumu?" diye sordu annesi sesindeki korkuyu gizleyemeden. cevabı almak istemiyordu aslında ama merakına yenik düştü her zamanki gibi. " kemikleri gözüktü. " karşı tarafta derin bir sessizliğin ardından telefon kapandı. müzik hala devam ediyordu. bu sefer bir kadın sesi anlamadığı dilde sanki ağlamanın gücünü anlatıyordu. perdelerde görüntülerin geçiş hızları yavaşladı. mustafa artık daha fazla kalmasına gerek olmadığını düşünerek ayna kapıya yanaştı ve düğmeye bastı. bekledi ve kapı bu sefer biraz daha hızlı açıldı. karşısında görevli duruyordu.
" erken çıktınız mustafa bey" dedi parlak beyaz dişlerini gururla göstererek.
" bu kadarı yeterli " diye cevap verdi mustafa. o sırada fark etti spor ayakkabılarından birinin bağcığı bağlanmamıştı.
devamını gör...
vazgeçilen şeylerin toplamı
tanguy viel’in ceza kanunu, 353.madde isimli romanında geçen bir tanımlamadır. birçok şeyi tanımlamak için kullanılabilir, birçok farklı kavramı ama sanki hayatımızın bir özeti olarak kullanılmış bir sözdür.
nerede okuduğumu hatırlamıyorum, kimin yazdığını da ama bana sanki oscar wilde sözü gibi geliyor her zaman: (bkz: hayat tercih etmediklerimizdir). belki de gerçekten öyledir. belki de hayat sahip olduklarımızdan çok vazgeçtiklerimiz tarafından şekilleniyordur.
yürümeyi tercih etmediğimiz yol yürümekte olduğumuz yolun uzunluğunu ya da zorluğunu etkiliyordur belki. yemekten imtina ettiğimiz yemekler çok sevdiğimiz yemeklerin tadı tuzudur. gitmediğimiz şehirler yaşadığımız şehirlerin iklimine etki ediyordur belki de. hiç tanışmadığımız, tanışmaya gerek görmediğimiz, tanışma fırsatı yakalamadığımız insanlar hayatımızda önemli yer tutan, bizi biz yapan, sevgi ya da nefretle bağlı olduğumuz insanalar için alan yaratmak için vardır belki.
vazgeçtiğimiz şeyler biriktikçe, sahip olduklarımız üzerinde daha büyük bir etkiye sahip olur ve zamanla hayatımız vazgeçtiklerimizin bir dökümüne dönüşür. ve en sonunda hiçbir şeye sahip olamayacağımız bir ölüme doğru ilerleriz.
nerede okuduğumu hatırlamıyorum, kimin yazdığını da ama bana sanki oscar wilde sözü gibi geliyor her zaman: (bkz: hayat tercih etmediklerimizdir). belki de gerçekten öyledir. belki de hayat sahip olduklarımızdan çok vazgeçtiklerimiz tarafından şekilleniyordur.
yürümeyi tercih etmediğimiz yol yürümekte olduğumuz yolun uzunluğunu ya da zorluğunu etkiliyordur belki. yemekten imtina ettiğimiz yemekler çok sevdiğimiz yemeklerin tadı tuzudur. gitmediğimiz şehirler yaşadığımız şehirlerin iklimine etki ediyordur belki de. hiç tanışmadığımız, tanışmaya gerek görmediğimiz, tanışma fırsatı yakalamadığımız insanlar hayatımızda önemli yer tutan, bizi biz yapan, sevgi ya da nefretle bağlı olduğumuz insanalar için alan yaratmak için vardır belki.
vazgeçtiğimiz şeyler biriktikçe, sahip olduklarımız üzerinde daha büyük bir etkiye sahip olur ve zamanla hayatımız vazgeçtiklerimizin bir dökümüne dönüşür. ve en sonunda hiçbir şeye sahip olamayacağımız bir ölüme doğru ilerleriz.
devamını gör...
yazarların şu an dinledikleri şarkı
devamını gör...
afgan göçmenlerin van'dan giriş yapması
zaten sıkıntılı ülkeye daha fazla sıkıntı getirmeye gelmişlerdir. hoş gelmişler!
devamını gör...


