awake (2007)

adı türkçeye "anestezi" olarak çevrilmiş, tıpta anestezik farkındalık (anestezik bilinçlilik) olarak bilinen ameliyat sırasında hastanın bilincini geri kazanması durumunu işleyen, 2007 yapımı hollywood filmidir. yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını joby harold'ın yaptığı psikolojik gerilim türündeki filmin bazı bölümleri, fordham üniversitesi'nin lincoln center kampüsünde çekilmiştir. (lowenstein hall hastane gibi görünecek şekilde dönüştürüldü)
kısaca konusundan bahsedeyim:
genç milyarder clay (hayden christensen), annesinin özel asistanı güzel samantha'ya (jessica alba) aşıktır.
clay hastadır ve kendisine kalp nakli gerekmektedir, ameliyat için hastaneye gider. ameliyat başlar ve clay anestezi farkındalığı ile karşılaşır. ameliyat sırasında şahit olduğu şeylere yürekler dayanmaz efenim, olaylar olaylar, ne entrikalar...
şimdi neresinden anlatsam spoiler yiyecek, kolanın asidi kaçar gibi sürprizi kaçacak; bu kadarı kafi olsun.
bence izlenebilir bir film, ağır eleştiriler de almış, googlelayıp şöyle bir bakabilirsiniz hakkındaki eleştirilere, işte "polisiye kısmına bu kadar ağırlık verilmese de ameliyat masasında şöyle daha çok kesme biçme görseydik" diyenlerden "klişelere düşüyor efenim, ben biliydim böyle olacağını" "ya gerilim diye geldik, film duygusala bağladı, ben yeteri kadar gerilemedim olmamış bu" diyenine kadar mevcut. bana soracak olursanız, izlenebilir, öyle de berbat bir film değil asla ama ellerindeki şahane ilginçli konuyu biraz dağıttıklarını da söylemeden edemeyeceğim.
beni ters köşe yapmayı başardı. sam kızımızın aşkına inanmıştım, beni de kandırdı munafıh kadın. işte insanoğlu çiğ süt emmiş azizim.
aah ah ağlarsa anan ağlar gerisi yalan ağlar be clay'ım.
yalnız o kadar para var; yanında çalışanların seceresini çıkarır araştırırsın bi, değil mi ama? clay'in annesi öyle safkoloz bir kadın da değil, oğlunun başındaki belayı fark ediyor zaten ve ona göre davranıyor ama sam'i işe alırken, yanında tutarken bu zekasını niye kullanamıyor onu anlayamadım.
hala daha izlemediyseniz; akşama ne izlesek dediğiniz bi anda, boşluk doldurmaya gider bir filmdir.
"bir buçuk saatimi geri istiyorum!" diye tutturmazsınız en azından.
keyifli seyirler.
devamını gör...
fıstıklı sarma
her yerde yenmemesi gereken efsane tatlılardan biridir.
tavsiyem karaköy güllüoğlu'nda yemenizdir. biraz pahalıdır ama kesinlikle değer.
tavsiyem karaköy güllüoğlu'nda yemenizdir. biraz pahalıdır ama kesinlikle değer.
devamını gör...
komşunun verdiği ikram tabağını boş verememek
tabağı boş vermemek adına tabağın geri verilme süresi uzar da uzar bazen. dur yarın kek yapar onla veririm der sonra bir türlü yapamazsın o keki. tabağın boş verilmemesi mi yoksa geri verilme süresinin uzaması mı daha ayıp olur şeklindeki düşüncelere gark eden durumdur.
devamını gör...
ailenin en küçük çocuğu
bizi köle olarak kullanan ergen bir velet kendileri.
devamını gör...
kadir mısıroğlu
deli raporu olan bir delidir. hangi sıfatla tarihçilik oynayıp tarih anlatmaktadır? zamanında para karşılığı necip fazılın yalan tarih yazmasının günümüzdeki karşılığı gibi bir şeydir. bak sen geberdin gittin ama mustafa kemal paşa ilelebet bu topraklarda altın harflerle kalmaya devam edecek.
devamını gör...
izmit belediyesi'nin pişmaniyeli tweet'i
izmit belediyesi, twitter hesabından trt belgesel’in malatya’da pişmaniye yapımıyla ilgili paylaşımına esprili gönderme yaptı.
pişmaniye kırmızı çizgimizdir, başkenti de izmit’tir.
malatya'da kayısı yiyebilir, pandemi bittiğinde de izmit belediyesi 12. pişmaniye festivaline gelebilirsiniz
link
pişmaniye kırmızı çizgimizdir, başkenti de izmit’tir.
malatya'da kayısı yiyebilir, pandemi bittiğinde de izmit belediyesi 12. pişmaniye festivaline gelebilirsiniz
link
devamını gör...
yazarlar karma puanlarıyla ne yapacak sorunsalı
kişisel ileti aldım, gidip gelip profilime bakıyorum yerinde duruyor mu diye. bakıyorum ki hala orada oh be diyorum, çok şükür.(swh)
alın teri harcıyoruz, 500 kullanılabilir karma puanı kolay elde edilmiyor sonuçda değil mi? hıh...
alın teri harcıyoruz, 500 kullanılabilir karma puanı kolay elde edilmiyor sonuçda değil mi? hıh...
devamını gör...
lahana bebek
çocukken sahip olduğum en kıymetli nesneydi. ama neticede bir nesneydi. canı, kanı yoktu. benim için en olansa canlar vardı. bu uğurda heba ve hatta feda olacaktı...
güleç, kırmızı kıvırcık saçları her daim güzel kokan* bir lahana bebeğim vardı benim. e bu bana bir yerden tanıdık geliyor? neyse neyse, çık bu kanaldan miko. bitirdin şimdilik bu meseleleri sen. bir sonraki problemli dönemine kalsın tahlili.
ilkokul 1. sınıfa başlama hediyesi olarak teyzem bana ve benden 5 yaş büyük ablama birer lahana bebek almıştı. güleç ve sena. benimki yenidoğan boyutunda onunkiyse devasa ve şişko. şişko bebek mi olur? sena şişkoydu. çilleri vardı ve saçları da turuncuydu. sena kendi adını bebeğine de koyacak kadar aslan burcu bir birey, ben ise "ne olsun ki bunun adı" diye bir boy büyük ablasının peşinden 3 gün boyunca koşturan bir depresyonlu anne yavrusu. benim ilgi makinem benden 9 yaş büyük olan büyük ablamdı. o zamanlar liseli. aşığım, hayranım. dünden razı olduğu küçük annelik misyonunu layıkıyla yerine getiren büyük ablama lahana bebek alınmamıştı tabi ki. çaktırmasa da, bugün anlıyorum, biraz bozuldu buna. onun hediyesi neydi çok iyi anımsamıyorum. ama ya bir klasikler serisiydi ya da ingilizce dil öğrenme kitapları. akademik bir şeyler olduğu kesin. detayını hatırlayamıyorum, sorup öğrenmem lazım. ne var ki bu anlatacağım hikayeyi ablama hatırlatmak istemiyorum. bunun gibi bir tana daha var. hatırlaması bana olduğundan daha büyük yük olur ona. o yüzden biz de n'apalım buraya döküyoruz içimizi. biz kimdik? hatırlatalım: biz üç kişiydik. hangimiz kimiz pek emin olmasak da en az üçüz. şimdilik.
- abla hadi yaa, bul bir şey. bebeğimi adıyla sevmek istiyorum.
- tamam düşünüyorum miko. zorlama beni, en güzelini bulalım.
bu cevabı çok iyi hatırlıyorum. zaten ben bu kadınla ilgili birçok şeyi çok iyi hatırlıyorum. en güzelini bulalım. sen ne bulursan en güzeli olurdu a benim şaşkınım... bana göre senden gelen her şey en güzeliydi. en güzel olan sendin çünkü. sonunda buldu. daha iyisi olamazdı. bebeğim artık yoluna adıyla devam edecekti. güleç. canım güleç. ah güleç.
bana geldiği ilk gün diğer tüm oyuncaklarımın, yalvar yakar aldırdığım barbie evimin bile pabucunu dama attım hiç acımadan. her yere güleçle gittim, hep güleçle oynadım, onu üçümüzle de tanıştırdım. onunla uyudum, onunla uyandım. yemek masasına güleç için sandalye koydum. ben neredeysem güleç oradaydı. güleç hayatımın ayrılmaz bir parçasıydı. kırmızı saçlarının rengi bir ton açılmadı, kokusu asla kaybolmadı. dünyanın en kaliteli bebeği falan mıydı acaba? bilemiyorum. ama benim hayatımın merkezine gelip oturmuştu. ondan eminim. peki ya ablam? o bu hikayenin neresinde? benden de güleç'ten de daha merkezinde. anlatıyorum...
isim anasıydı, ananesiydi aslında. resimde gerçek annem hiç yok farkındaysanız. çamaşır suyuyla duvarları falan siliyordu o dönem haftada üç kez. yapacak iş bulamadığında henüz bekar olan teyzemin çeyizlerini gardrobun üstünden indirip, yıkayıp, kolalayıp, ütülüyordu falan. öyleli. çok yıllar sonra, ilgi çekmek için yaptığım çok yanlış bir şeyden hemen sonra, canını yakmak pahasına beni seviyor musun diye sorup durumu olduğundan daha kaotik bir hale getirmeme sebep olan çeşitli tutum ve davranışlar içerisindeydi yani. kendisi bunu hiç kabul etmese de. canı sağolsun.
- ben seni aldıracaktım miko. zor ikna ettiler beni. annem sütümü helal etmem sana dedi de öyle kabul ettim doğurmayı. o yüzden senin göbek adın ananenin adı.
hıhm oldu. anca bu kadar oldu işte.
ben henüz insanların çaktırmamaya çalışarak kırılabildiklerini anlayabilecek olgunlukta değildim tabi. mutlaka çeşitli şekillerde meramını anlatmaya çalışmıştır ablam bana. dans eden insan gördüğünde gözleri dolan, sanatçı ruhlu, duygularıyla var olan bir insan benim ablam. nasıl dışavurmamış olabilir sindirememişliğini. ben okuyamadım. bedelini ise kısa bir süre sonra herkes ödeyecekti.
araları geçiyorum. güleçle çok güzel anılarımız var. belki daha keyifli bir yazının konusu olurlar daha sonra. asıl meseleye geleyim.
beni tabi ki, tahmin edebileceğiniz üzere ablam yıkardı. bir hafta sonu, akşam yemeğinden sonra, banyo yaptırdı bana. sonrasındaki çok sevdiğimiz saç tarama ritüelimiz esnasında -saçlarının kıvırcık olmasından nefret eden küçük miko'nun hala ıslak olan saçlarını dümdüz tarayıp çeşitli tokalar, kurdeleler ile düz saç modelleri yapmak suretiyle fotoğraflarını çekmek*- kucağımda olan güleç'in ne kadar muhteşem bir bebek olduğunu dinledi uzun uzun. ritüel bitti. güleç yatağa yatırıldı. ben de yattım yanına. ablam son öpücüğünü verip ışığı kapatıp çıkacaktı ki odadan yine güleç ile ilgili bir şey dedim ben, o da "eeehh bıktım bu bebekten, hep güleç hep güleç" dedi ve yanımda yatmakta olan güleç'i alıp yere fırlattı. tabi ki çok şaşırdım ve çok üzüldüm. ağladım. sakinleştirdi beni. özür diledi. güleç'i yerden aldı, ondan da özür diledi. yanıma yatırdı tekrar. ve gece bitti. muhtemelen ağlayarak uykuya daldım. o geceye dair onun güleç'i yere attığı andan sonrası çok yok bende.
ben sabahçıydım. o tam gün gidiyordu okula. ertesi gün okuldan gelince koşa koşa odama gittim. güleç'i aldım. öptüm. saçlarını kokladım. sonra da sobaya attım. güleç yandı. ev plastik koktu diye annem çok kızdı. ablam da okuldan gelince saatlerce ağladı. ben iyi bir şey yapmaya çalışmıştım. sevinir zannetmiştim. çok üzüldü. hiç anlamadım.
keşke daha sonra da anlamasaydım.
özür dilerim abla. özür dilerim miko. özür dilerim güleç.
güleç, kırmızı kıvırcık saçları her daim güzel kokan* bir lahana bebeğim vardı benim. e bu bana bir yerden tanıdık geliyor? neyse neyse, çık bu kanaldan miko. bitirdin şimdilik bu meseleleri sen. bir sonraki problemli dönemine kalsın tahlili.
ilkokul 1. sınıfa başlama hediyesi olarak teyzem bana ve benden 5 yaş büyük ablama birer lahana bebek almıştı. güleç ve sena. benimki yenidoğan boyutunda onunkiyse devasa ve şişko. şişko bebek mi olur? sena şişkoydu. çilleri vardı ve saçları da turuncuydu. sena kendi adını bebeğine de koyacak kadar aslan burcu bir birey, ben ise "ne olsun ki bunun adı" diye bir boy büyük ablasının peşinden 3 gün boyunca koşturan bir depresyonlu anne yavrusu. benim ilgi makinem benden 9 yaş büyük olan büyük ablamdı. o zamanlar liseli. aşığım, hayranım. dünden razı olduğu küçük annelik misyonunu layıkıyla yerine getiren büyük ablama lahana bebek alınmamıştı tabi ki. çaktırmasa da, bugün anlıyorum, biraz bozuldu buna. onun hediyesi neydi çok iyi anımsamıyorum. ama ya bir klasikler serisiydi ya da ingilizce dil öğrenme kitapları. akademik bir şeyler olduğu kesin. detayını hatırlayamıyorum, sorup öğrenmem lazım. ne var ki bu anlatacağım hikayeyi ablama hatırlatmak istemiyorum. bunun gibi bir tana daha var. hatırlaması bana olduğundan daha büyük yük olur ona. o yüzden biz de n'apalım buraya döküyoruz içimizi. biz kimdik? hatırlatalım: biz üç kişiydik. hangimiz kimiz pek emin olmasak da en az üçüz. şimdilik.
- abla hadi yaa, bul bir şey. bebeğimi adıyla sevmek istiyorum.
- tamam düşünüyorum miko. zorlama beni, en güzelini bulalım.
bu cevabı çok iyi hatırlıyorum. zaten ben bu kadınla ilgili birçok şeyi çok iyi hatırlıyorum. en güzelini bulalım. sen ne bulursan en güzeli olurdu a benim şaşkınım... bana göre senden gelen her şey en güzeliydi. en güzel olan sendin çünkü. sonunda buldu. daha iyisi olamazdı. bebeğim artık yoluna adıyla devam edecekti. güleç. canım güleç. ah güleç.
bana geldiği ilk gün diğer tüm oyuncaklarımın, yalvar yakar aldırdığım barbie evimin bile pabucunu dama attım hiç acımadan. her yere güleçle gittim, hep güleçle oynadım, onu üçümüzle de tanıştırdım. onunla uyudum, onunla uyandım. yemek masasına güleç için sandalye koydum. ben neredeysem güleç oradaydı. güleç hayatımın ayrılmaz bir parçasıydı. kırmızı saçlarının rengi bir ton açılmadı, kokusu asla kaybolmadı. dünyanın en kaliteli bebeği falan mıydı acaba? bilemiyorum. ama benim hayatımın merkezine gelip oturmuştu. ondan eminim. peki ya ablam? o bu hikayenin neresinde? benden de güleç'ten de daha merkezinde. anlatıyorum...
isim anasıydı, ananesiydi aslında. resimde gerçek annem hiç yok farkındaysanız. çamaşır suyuyla duvarları falan siliyordu o dönem haftada üç kez. yapacak iş bulamadığında henüz bekar olan teyzemin çeyizlerini gardrobun üstünden indirip, yıkayıp, kolalayıp, ütülüyordu falan. öyleli. çok yıllar sonra, ilgi çekmek için yaptığım çok yanlış bir şeyden hemen sonra, canını yakmak pahasına beni seviyor musun diye sorup durumu olduğundan daha kaotik bir hale getirmeme sebep olan çeşitli tutum ve davranışlar içerisindeydi yani. kendisi bunu hiç kabul etmese de. canı sağolsun.
- ben seni aldıracaktım miko. zor ikna ettiler beni. annem sütümü helal etmem sana dedi de öyle kabul ettim doğurmayı. o yüzden senin göbek adın ananenin adı.
hıhm oldu. anca bu kadar oldu işte.
ben henüz insanların çaktırmamaya çalışarak kırılabildiklerini anlayabilecek olgunlukta değildim tabi. mutlaka çeşitli şekillerde meramını anlatmaya çalışmıştır ablam bana. dans eden insan gördüğünde gözleri dolan, sanatçı ruhlu, duygularıyla var olan bir insan benim ablam. nasıl dışavurmamış olabilir sindirememişliğini. ben okuyamadım. bedelini ise kısa bir süre sonra herkes ödeyecekti.
araları geçiyorum. güleçle çok güzel anılarımız var. belki daha keyifli bir yazının konusu olurlar daha sonra. asıl meseleye geleyim.
beni tabi ki, tahmin edebileceğiniz üzere ablam yıkardı. bir hafta sonu, akşam yemeğinden sonra, banyo yaptırdı bana. sonrasındaki çok sevdiğimiz saç tarama ritüelimiz esnasında -saçlarının kıvırcık olmasından nefret eden küçük miko'nun hala ıslak olan saçlarını dümdüz tarayıp çeşitli tokalar, kurdeleler ile düz saç modelleri yapmak suretiyle fotoğraflarını çekmek*- kucağımda olan güleç'in ne kadar muhteşem bir bebek olduğunu dinledi uzun uzun. ritüel bitti. güleç yatağa yatırıldı. ben de yattım yanına. ablam son öpücüğünü verip ışığı kapatıp çıkacaktı ki odadan yine güleç ile ilgili bir şey dedim ben, o da "eeehh bıktım bu bebekten, hep güleç hep güleç" dedi ve yanımda yatmakta olan güleç'i alıp yere fırlattı. tabi ki çok şaşırdım ve çok üzüldüm. ağladım. sakinleştirdi beni. özür diledi. güleç'i yerden aldı, ondan da özür diledi. yanıma yatırdı tekrar. ve gece bitti. muhtemelen ağlayarak uykuya daldım. o geceye dair onun güleç'i yere attığı andan sonrası çok yok bende.
ben sabahçıydım. o tam gün gidiyordu okula. ertesi gün okuldan gelince koşa koşa odama gittim. güleç'i aldım. öptüm. saçlarını kokladım. sonra da sobaya attım. güleç yandı. ev plastik koktu diye annem çok kızdı. ablam da okuldan gelince saatlerce ağladı. ben iyi bir şey yapmaya çalışmıştım. sevinir zannetmiştim. çok üzüldü. hiç anlamadım.
keşke daha sonra da anlamasaydım.
özür dilerim abla. özür dilerim miko. özür dilerim güleç.
devamını gör...
yazarların terapi yöntemleri
gökyüzünü izlemek.
devamını gör...
maruz kalınmak istenmeyen sorular
(bkz: ne yaptın)
(bkz: n’aptın)
bana bu iki kalıpla hal hatır soran herkesi en kısa zamanda hayatımdan çıkarıyorum. ne o öyle hesap sorar gibi.
bu arada, denemesi bedava.
(bkz: n’aptın)
bana bu iki kalıpla hal hatır soran herkesi en kısa zamanda hayatımdan çıkarıyorum. ne o öyle hesap sorar gibi.
bu arada, denemesi bedava.
devamını gör...
şu an dinlenen şarkıdan bir cümle
“iki hevesim var ki vallah
ikisi de sensin.”
ikisi de sensin.”
devamını gör...
yaş ilerledikçe azalan şeyler
yaş ilerledikçe cesaretin de azaldığını düşünüyorum. eskiden yapılan şeyleri düşününce "ne cesaretliymişim" cümlesini sıkı sık kullanıyoruz.
devamını gör...
normal sözlük mesaj kutusu
devamını gör...
uçurtma avcısı
halit hüseyni tarafından yazılan, 2003 yılında yayınlanan ilk romanıdır. 2007 yılı yapımı aynı isimli filmi de mevcuttur. romancımız aslen afganistanlı olsa da kitabı ingilizce yazmıştır. the new york times listesinde birinciliği vardır. dilimize de ingilizce aslından çevrilmiştir. everest yayınları tarafından okuyucuya sunulmaktadır.
kitap benim liseli çağımda okuduğum kitaplardan. yeni yeni okuma alışkanlığı kazanmak için edindiğim zamanın popüler kitaplarından biriydi o dönemler.
kitap; 2 çocuğun aynı evde başlayan fakat farklı sosyoekonomik statüde olan bu çocukların, hayatlarının ülkenin siyasi politası ile şekillenen hayatlarını konu alıyor.
yazarın diğer romanları;
(bkz: bin muhteşem güneş)
(bkz: ve dağlar yankılandı)
kitap benim liseli çağımda okuduğum kitaplardan. yeni yeni okuma alışkanlığı kazanmak için edindiğim zamanın popüler kitaplarından biriydi o dönemler.
kitap; 2 çocuğun aynı evde başlayan fakat farklı sosyoekonomik statüde olan bu çocukların, hayatlarının ülkenin siyasi politası ile şekillenen hayatlarını konu alıyor.
yazarın diğer romanları;
(bkz: bin muhteşem güneş)
(bkz: ve dağlar yankılandı)
devamını gör...
ikigai japonların uzun ve mutlu yaşama sırrı
"japonların uzun ve mutlu yaşam sırrını" japon olmayan iki insanın anlattığı kitap. genelde "kişisel gelişim" vaadinde bulunan kitapları içeriğindeki ilginç öyküler ve bilimsel veriler için okuyorum. bu kitap (belirtmekte fayda var, ben serinin yalnız ilk kitabını okudum) aynı kategorideki alışıldık amerikan tipi kitaplar ile bazı noktalarda ciddi farklılıklar taşıyor.
her konuyu evirip çevirip evrene enerji göndermeye bağlamadığı için içeriği yararlı ve uygulanabilir nitelikte. araban mı yok, karın mı öldü? neyse canım gel enerji gönderelim, her şey mükemmel olacak diye nutuk çekmiyor yani. mütevazı ve akla yatkın bir içeriği var, oldukça ölçülü.
birkaç kişinin yaşadığı mucizeler yerine bir halk ve kültürü pek çok yönüyle, en azından bir yabancının kazanım sağlayabileceği yönleriyle ele alınmış.
her konuyu evirip çevirip evrene enerji göndermeye bağlamadığı için içeriği yararlı ve uygulanabilir nitelikte. araban mı yok, karın mı öldü? neyse canım gel enerji gönderelim, her şey mükemmel olacak diye nutuk çekmiyor yani. mütevazı ve akla yatkın bir içeriği var, oldukça ölçülü.
birkaç kişinin yaşadığı mucizeler yerine bir halk ve kültürü pek çok yönüyle, en azından bir yabancının kazanım sağlayabileceği yönleriyle ele alınmış.
devamını gör...
normal sözlük yazarlarının nicklerinin hikayesi
bilenler vardır aile akraba her zaman mesleğinizle okuduğunuz bölümle ya da başarılarınızla etiketler sizi. sen doktorsun nasıl hasta olursun diyemiyorlar ama sen okul birincisiydin nasıl 60 aldın ya da sen psikolojik danışmansın nasıl sinirleniyorsun diyebiliyorlar. bir doktor hasta olabilir, bir polis korkabilir, bir aşçı kötü yemekler de yapabilir ve bir psikolojik danışman obsesif olabilir. başkaldırı yani bir nevi..
devamını gör...
bir hükümetin yol yaptığı için kendisinin takdir edilmesini beklemesi
ınsanların dünyasının 'küçük ' olmasının bir sonucudur.
dünyadaki gelişmelerden bihaber halkın, yapılan sıradan olaylara gösterdiği tepki, belki de geri kalmışlığın dışa vurumudur.
afrikadaki elektrik su'dan bihaber köye, elektrik götürmek gibi bir durumdur sanki.
oysa bu tür ihtiyaçların 21. yy. dünyasında artık insanlığın temel ihtiyaçları olarak görülüp, bunu yapanlar için ekstra bir puana ihtiyaç durulmamalı, bunlar asli görev olarak görülmelidir.
dünyadaki gelişmelerden bihaber halkın, yapılan sıradan olaylara gösterdiği tepki, belki de geri kalmışlığın dışa vurumudur.
afrikadaki elektrik su'dan bihaber köye, elektrik götürmek gibi bir durumdur sanki.
oysa bu tür ihtiyaçların 21. yy. dünyasında artık insanlığın temel ihtiyaçları olarak görülüp, bunu yapanlar için ekstra bir puana ihtiyaç durulmamalı, bunlar asli görev olarak görülmelidir.
devamını gör...
çocukluğun geçtiği sokaklarda yıllar sonra yürümek
sokak değilde eğitim gördüğüm ilkokulda oturduğum sıralarda oturan öğrencilerime ders anlatmışmışlığım var..yasadığım mutlulukların en güzeli en anlamlısıydı diyebilirim.öğretmenler hep derler ya hani bizde o sıralarda oturduk ve bu günlere geldik diye..ben de öğrencilerime klasikte olsa aynı cümleyi kurdum..belki birinin gönlüne dokunurum ümidiyle..
(bkz: bende o sıralarda oturup bu günlere geldim..)
(bkz: bende o sıralarda oturup bu günlere geldim..)
devamını gör...
hristiyanismail
devamını gör...
