eğitim sistemi
devamını gör...
tımar sistemi
osmanlı devlet anlayışına göre her tımar, tımar sahibi için hem bir ödül, hem bir yükümlülüktü. savaşta verilen askeri hizmetler için bir ödül, daha sonra verilecek askeri hizmetler için ise bir yükümlülük. her iki unsur da zorunlu ve haklı olarak birbirleriyle etkileşim içindeydiler ve birbirlerinden ayrı olarak düşünülmesi olanaksızdı. ödül ne kadar büyükse yükümlülüğüde o denli büyüktü.
osmanlı askeri sisteminin esas ilkesini oluşturan bu ana fikre göre, sipahi dirlikleri – ki aslında dirliklerin hepsi sipahi dirlikleri idi- küçük ve büyük dirlikler, yani tımarlar ve zeametler olarak ikiye ayrılıyorlardı. dirlik sahipleri, yani sipahiler, o veya bu sınıfa ait olmakla birlikte tımarlı sipahi ve zaim olarak adlandırılıyordu. sahibine yılda 3 ila 20 bin akçe arasında gelir sağlayan dirlikler tımar, 20 ila 100 bin akçe arasında gelir sağlayan dirlikler ise zeamet olarak adlandırılıyorlardı. verecekleri askeri hizmetlerde buna göre hesaplanıyordu.
3 bin akçe veya 60 duka geliri olan bir tımara sahip olan, yalnızca tam teçhizatlı tek bir süvari sağlıyordu, yani kısaca sefere bizzat katılmak zorundaydı. daha yüksek gelire sahip olan sipahiler ise gelirleri 100 bin akçenin üzerindeyse her 5 bin akçe için tam teçhizatlı bir süvari yollamak zorundaydılar ki, bir tımarlı sipahi orduya kimi zaman orduya 4, bir zaim ise 19 kadar asker gönderip aynı zamanda bunların geçimini sağlıyordu.
tımarların sayısı ile birlikte tabii ki cebeli sayısı da artıyordu. kanuni sultan süleyman ve sultan 2. selim dönemlerinde sayıları 130 bin sipahiye kadar çıkmıştı ki, bunlardan rumeli’de 60 bin tımara düşen cebeli sayısı 80 bin, anadolu’ya düşen cebeli sayısı ise tam net olmamakla birlikte 50 bin civarındaydı. 1581 yılında iran’da yapılan fetihler sebebiyle sipahi sayısı 150 bin kadar tahmin edilirken, 10 yıl sonra tarihçi lorenzo bernardo bu sayıyı 200 bin civarı olarak belirtmiş hatta daha yüksek olabileceğini yazmıştır.
aynı dönemde yazan başka bir kaynak, iran’da yapılan fetihlerden dolayı, mevcut olan 200 bin sipahiye ayrıca 400 bin sipahi daha eklendiğini belirtmekteydi ki, böylece yalnızca tımarlardan toplanan cebelilerle birlikte neredeyse yarım milyon sipahi biraraya getirilmiş olurdu. halbuki burada muhtemelen kağıt üzerinde, gerçekte sefere çıkanların sayısından çok daha büyük bir rakam verilmişti. zira iran’da fethedilen yerlerde yeni tımarlar oluşturmak çok zor hatta imkansız olduğu kanıtlanmış bir gerçektir. osmanlı ordusunda bu ıssız, çoraklaşmış topraklarda, üstelik orduya cebeli gönderme yükümlülüğü altında tımar sahibi olmak isteyen yoktu. buralarda gerekli sayıda at beslemek için bile yeterli imkan mevcut değildi.
16. yüzyıl sonlarına doğru tımarlı sipahi sayısı doruk noktasına erişmişti. ertesi yüzyılda ise sayıları gitgide düşecekti. tımar sisteminin gitgide gerilemesi, tabii ki bu yükümlülüğü yerine getiren sipahi sayısını da düşürüyordu. 17. yüzyılın ilk çeyreğinde, bu hususta artık kesin bilgiler vermek mümkün değildi. kesin olan bir şey varsa o da 17.yüzyılın ortalarında tımarlı sipahi sayısının ancak 100 bin kadar olduğu ve bunlardan da savaş alanına daha azının geldiğiydi.
başlangıçta tımar sistemi saflığını ve gücünü muhafaza ettiği sürece, sipahiler gerçekten de oldukça gösterişli ve ihtişamlı bir sınıf ve aynı zamanda osmanlı atlı birliklerinin çekirdeğini oluşturan bir güçtü. sipahiler genelde, rumeli sipahilerinden ziyade görüldüğü üzere, yay ve ok, hafif bir mızrak, bir muharebe kılıcı kimi zaman demirden bir topuz ve tek savunma silahı olarak yuvarlak bir kalkan taşırlardı. başlarını genel olarak ilk zamanlar sarıkları örtüyordu.
miğfer ve zırh başlangıçta pek tercih edilmiyordu, fakat zamanla ordu modernize bir hale geldikçe kullanılmıştır. en soylulardan seçilen muharebe atı, sipahinin gururu en güzel süsü ve onu beslemek en büyük en büyük zevkiydi. atına olması gerektiği gibi bakmayan veya silahlarının bakımını yapmayan sipahi hemen azledilir ve tımarı elinden alınırdı. yine de rumeli sipahilerine, atları daha kötü, kendileri daha dirençsiz ve savaşta daha deneyimsiz oldukları düşünülen anadolu sipahilerine kıyasla genelde öncelik tanınıyordu.
eski geleneklerin katılığı ve kadim kanunların ruhu ile ayakta tutulduğu sürece, ordunun teşekkülü bir bütün olarak mükemmeldi. rumeli ve anadolu beylerbeyleri, biri avrupa biri asya kıtasında olmak üzere, orduyu yönetiyorlardı. rumeli beylerbeyinin paşa sancağı bosna, anadolu beylerbeyinin paşa sancağı ise kütahya idi. her iki ordu bir araya geldi zaman başkomutanlık rumeli beylerbeyine aitti. padişahın yokluğunda ayrıca bir serdar tayin edilmediyse bütün sorumluluk rumeli beylerbeyine aitti. hatta ilginçtir ki şehzadeler dahi bir sefere katıldıkları vakit rumeli beylerbeyinin emrine itaat etmek zorundalardı. rütbesinin işareti olarak ordugahta, yalnızca padişaha, oğullarına ve vezirlere ait bir onu işareti olan “kırmızı çadır” kurardı.
söz konusu iki beylerbeyinin başkomutanlığı altında ikinci dereceden beylerbeyleri ve sancakbeyleri, yine bunların altında alaybeyleri, çeribaşıları, sürücübaşıları ve subaşılar, mevcudu her birine tahsis edilen sancağın büyüklüğüne ve önemine bağlı olan müfrezeleri, sancakları ve alayları yönetiyorlardı. böylece örneğin 16.yüzyıl ortalarında karaman ile diyarbakır beylerbeylerinden her biri sefere 15 bin ve amasya beylerbeyi 10 bin sipahi gönderirken, rütbe olarak bunlardan çok yüksek olmasına rağmen anadolu beylerbeyinin doğrudan emri altında yalnızca 8 bin sipahi bulunuyordu. aynı husus, beylerbeylerin emri altında olup, duruma göre sefere cebeli ile birlikte 300 ile 1000 arasında değişen sipahi göndermek zorunda olan sancakbeyleri içinde geçerliydi. o dönemlerde en değerli sipahiler macaristanda, mora’da ve bosna beylerbeyinin emrindeki sancakların sipahileriydi.
sipahilerin başındaki komutanların ücretleri de buna göre tahsis olunuyordu. bunlar kısmen gelirleri 100 bin akçe üzerindeki zeametlerden, kısmen de kendilerine bunun dışında geçimlerini sağlamak üzere devredilip gelirleri ilgili komutanın değerine göre tespit edilen ama hepsi iyi bir gelire sahip olan haslardan oluşuyordu. yüksek rütbeli komutanlık makamlarına atamalar yalnızca divan-ı hümayun tarafından yapılıyordu. ilgili sancağın bunun için kendisine 100, 200 duka veya daha fazla ücret ödenen miralem tarafından tarafından merasimle teslim edilişi, beylerbeyinin veya sancak beyinin resmen makamına getirilişinin simgesiydi.
savaş çıktığında, dolayısıyla sefer borusu çaldığında herkes hazır ve donanımlı olmak zorundaydı. her zaim veya tımarlı sipahi, emri altında olan tüm sipahiler ile birlikte ilgili sancak komutanının sancağı altında toplanırdı. sancakbeyi, sancağına ait olan birlikleri, beylerbeyi tarafından belirlenen toplanma yerine getirirdi ve kısa bir süre sonra sipahilerin tamamı vezirlerin ya da padişahın bizzat emirlerine beklemek üzere, tam teçhizatlı bir halde silah altında olurdu. zira her tımarlı sipahi, barış zamanlarında da kendi tımarının bulunduğu yerde yaşamak zorundaydı. tımarını terk etmesi halinde bu tımar elinden alınırdı ve başkasının kendi lehine feragat etmesi sayesinde üçüncü bir kişinin tımarını ele geçirmeyi başaramadığı takdirde ancak iki yıl geçtikten sonra yeni bir tımara sahip olabilirdi.
bu şekilde sürekli savaşa hazır, iyi teçhiz edilmiş ve yüksek moral ayrıca itaat sayesinde bir arada tutulan süvari birliklerini, o dönemde dünyada başka hiçbir hükümdar savaş meydanına çıkarmayı başaramazdı, hatta bazı hristiyan tarihçilere göre hristiyanların tamamı bir araya gelse bunu yine başaramazlardı. zira yılda bunun nerden baksanız 25 milyon altın gibi bir maliyeti olurdu. bununla bağlantılı diğer masrafları bir kenara bırakacak olsalar dahi bu kadar büyük miktarda parayı bir araya getiremezlerdi.
tımar sisteminin bozulmaya başlaması ise 17.yüzyıl başlarında başlamıştır. maliyeci ve istatistikçi ayn ali’nin sultan 1.ahmed döneminde hazırladığı kanunnamede şikayet ettiği üzere, tımarların ilk zamanlarda tımar sahibi sipahilerin çocuklarından başklarına devredilmesi imkansızken, artık en alt tabakalardan olan beceriksizlerin de tımar üzerinde hak iddia etmeleri ve eski düzenlemelere artık hiç ihtiyaç duyulmaması çok erken zamanlarda baş gösterdi. halbuki tımar defterlerinin hep beylerbeylerinin elinde kaldığından, tımarların kayıt altına alınması da bu musibeti ortadan kaldırmaya yeterli olmuyordu. bir kez başlayan suistimaller kısa zamanda yaygınlaştı ve gitgide kötüleşti. sonunda çok vahim hale gelip, bir çok zorbalığa sebep oldu.
beylerbeylerinin musahibleri için sahiplerinin erken ölümünden dolayı mahlul olan tımarlar yoksa sevilmeyen sipahiler veya subaşılar herhangi bir gerekçe gösterilmeden, genelde reaya veya müslüman olmayan ailelerin çocukları olarakbu tımarları haksızca ve adeta birer yabancı olarak ele geçirdikleri bahanesiyle tımarlarından yoksun bırakılıyorlardı. bu şekilde mağdur olanlar, yapılan haksızlıklara dair şikayetlerini divan’a taşıyabiliyorlarsa kendilerini şanslı sayabilirlerdi. kesin olan bir şey varsa bu düzensizliklerin 16. yüzyılda ilk olarak ortaya çıkmasıydı ve bunun sonucunda kanuni sultan süleyman çok sert önlemler almak zorunda kaldı.
osmanlı tımar sisteminde yapılan bu önemli ıslahata, önce beylerbeylerin elinde bulunan tüm tımar defterlerini istanbula getirip bunların suretlerini hazırlamak ve bunları titizlikle inceledikten sonra miri hazinede muhafaza altına almakla başlandı. bunun üzerine 1530 yılında o dönem rumeli beylerbeyi olan mustafa paşa’ya, mukaddime kısmında dendiği gibi, “tımarların düzenlenmesi” yani tımarların tevcihi ve veraseti hususunda iyice çoğalan suistimalleri durdurmak ve tüm meseleyi gelecek için kanunen düzenlemek amacıyla gönderilen ayrıntılı bir kanunname çıkartıldı. kanuni sultan süleyman’ın devletin iç idaresi ile alakalı şüphesiz en önemli abidelerinden biri olan bu fevkalade belge, gelecekte çıkarılan tüm kanunnamelere esas oluşturan yazılı osmanlı tımar kanununun temeli olarak kabul edilir.
bu hususta yapılan tüm şikayetleri ve husumetleri bir defada ortadan kaldırmak için, öncelikle gönderilen tımar defterlerinde kanunnamenin çıkartıldığı gün olan 20 şubat 1531’e kadar kaydolunan tüm tımarların, ellerinden beratları alınmış olsa bile, ister sipahinin kendisi isterse de oğlu olsun, istihkak sahiplerine verilerek onaylanması emrediliyordu. tüm sancak beylerine derhal suret gönderilecek ve imparatorluğun her yerinde tellallar aracılığıyla ilan edilecek olan bu emir, hemen ve ağır cezalar altında yerine getirilecekti. gelecekte de benzer suistimallerin önünü kesmek için, beylerbeylerinin tımar tevcih etme hakkı önemli ölçüde sınırlandırıldı ve ırsı veraset hususu daha kesin bir biçimde düzenlendi.
bu kanunnamenin diğer hükümleri, genel olarak tımarların bölünmesini önlemeye yöneliktiler. bilhassa hiçbir tımar sahibi, tımarının yarısını bir başkası ile değiştiremezdi. yalnızca bütün ve bölünmemiş tımarların takasına izin vardı. ve ayrıca beylerbeylerinin cezai yetkileri sınırlandırıldı, her türlü suistimali divan’a bildirmesi şart koşuldu. divan gerekli ihbarı aldığında gereğini en sert şekilde yapıyordu.
kanuni sultan süleyman’ın 1530 tarihli tımar kanununun ana hatları bunlardı. yine de mevcut suistimalleri kökünden kurutmaya yetmiyordu. zira sultan süleyman defalarca daha çıkardığı fermanlar ile bunları hatırlatmak ve daha da katılaştırmak zorunda kalmıştı. bu fermanların en ünlüsü o dönem rumeli beylerbeyi lütfi paşa’ya gönderilen ve suistimal edenlerin en sert şekilde cezalandırılmasını isteyen fermandır.
tüm bu tımar kanunları ne kadar katı olurlarsa olsunlar, gitgide daha derinlere inen suistimalleri önlemeye ve tımar sisteminin daha da bozulmasını engellemeye yetmediler. sultan 2.selim’in ilk hükümdarlık yılında (1566), bilhassa tımarların sınırsız olarak bölünmelerine ve buna karşı düzensizliklere karşı ciddi şekilde tedbirler alınmak zorunda kalındı. bir beylerbeyi yakınlarına bir lütufta bulunmak için, herhangi bir gerekeçeye lüzum görmeksizin, boş kalan bir tımarın bir parçasını ayırıyor ve bununla başka bir tımarı büyütüyordu. neticede bu durum öyle ilerlemişti ki, ilgili kanunnamede belirtildiği gibi 10 bin ile 15 bin akçelik bütün bir tımar kalmamıştı ve tımar sistemi büyük bir karışıklık içine girmişti. bu şekilde gelirleri azaltılan tımar sahipleri, küçültülen tımarlarından gelen gelirlerini tebaaya baskıyla artırma yoluna gidiyorlardı.
sultan 2.selim, bu musibetlere biraz olsun dur demek için, büyük hizmetlerde bulunmuş tımar sahiplerini ödüllendirmek amacıyla bile olsa, tımar gelirlerin asla 500 akçeden fazla artırılamayacağını ve tımarların hiçbir surette bölünemeyeceğini emretti. hatta bir tımar sahibi hiçbir surette iki tımara birden sahip olamayacaktı. gelirlerini artırmaya layık görülen bir kişi, yalnızca bir küçük tımardan daha büyük bir tımara terfi edecekti.
bu yeni kanunname çoğunlukla “beratlarının arkasına sahte isimler yazarak kendilerine ait olmayan tımarlara girmek” sureti ile sahte beratlarla yapılan suistimallere karşı tedbirler getiriyordu.
sultan 3. murad, en azından tımar sisteminde görülen bu bozulmayı sona erdirmek gibi iyi bir niyete sahipti. tabi bu esnada bilhassa miri hazinenin menfaatlerini gözetiyordu. şansına yanında daha manisa’da sancakbeyi olarak bulunduğu dönemlerde, güvenini tamamen kazanmış ve musibetin köküne inmek konusunda korkusu olmayan “kara üveys paşa” gibi bir defterdara sahipti.
hükümdarlığının ilk yılında (1575), mesela 3 bin akçelik bir tımarda 1500 akçe tutarında bir harç karşılığında tüm tımarlar yenilenmek zorunda kalındı. her bir tımarın değeri bu esnada defterde mevcut tımar sahibinin adının yanına altın harflerle yazıldı. böylece başlangıçta en azından genel bir bakış ve gelecek ıslahatlar için bir temel oluşturuldu.
yaklaşık bir yıl sonra sultan 3.murad, “işlerin nasıl yürütüldüğünü ve kendi adamları tarafından nasıl dolandırıldığını görmek” üzere tğm tımar defterlerinin kendisine arz edilmesini istedi. tabii bu esnada tımarların ve zeametlerin defterlerde kayıtlı değerleri ileo dönemin tımar sahipleri olan beylerbeylerinin, sancakbeylerinin, subaşılarının ve sipahilerinin gerçek gelirleri arasındaki bariz gelir farkları ortaya çıktı. tımarın yasal değerinin üzerindeki fazlalıklar hiçbir uyarı dahi yapılmaksızın hazineye gelir olarak kaydedildi ve bu hamle hazineye o yıl 2 milyon duka altınının fazladan girmesini sağladı.
tımarların bu ıslahatı rumeli ile sınırlı kalmayıp macaristan’a kadar uzandı. bu durum haliyle dikkat çekti ve defterdar kara üveys paşa devlet erkanının içinden ciddi düşmanlar edindi. tüm bu olumsuzluklara rağmen sultan 3.murad defterdarını herkese karşı koruyordu.
hatta bir ara kendisine gelip defterdarı şikayet eden sadrazam sokullu mehmed paşayı, başı omuzlarının üzerinde görevine devam etmek istiyorsa defterdarı rahat bırakmasını tavsiye ederek tatlı sert bir şekilde uyarmıştı.
bu gibi tedbirlerinin hazineye epey bir yardımı olmuşsa da tımar sisteminde ki bozulmaları ortadan kaldırmaya yetmemiştir. tebaa üzerinde ki baskılar, toprakların sömürülmesi devam ediyor ve askerlik hizmeyi gitgide bozuluyordu.
tımar sistemi bu şekilde iki ileri bir geri 1839 yılına kadar devam etmiş ve tanzimat fermanı ile kaldırılmıştır.
osmanlı askeri sisteminin esas ilkesini oluşturan bu ana fikre göre, sipahi dirlikleri – ki aslında dirliklerin hepsi sipahi dirlikleri idi- küçük ve büyük dirlikler, yani tımarlar ve zeametler olarak ikiye ayrılıyorlardı. dirlik sahipleri, yani sipahiler, o veya bu sınıfa ait olmakla birlikte tımarlı sipahi ve zaim olarak adlandırılıyordu. sahibine yılda 3 ila 20 bin akçe arasında gelir sağlayan dirlikler tımar, 20 ila 100 bin akçe arasında gelir sağlayan dirlikler ise zeamet olarak adlandırılıyorlardı. verecekleri askeri hizmetlerde buna göre hesaplanıyordu.
3 bin akçe veya 60 duka geliri olan bir tımara sahip olan, yalnızca tam teçhizatlı tek bir süvari sağlıyordu, yani kısaca sefere bizzat katılmak zorundaydı. daha yüksek gelire sahip olan sipahiler ise gelirleri 100 bin akçenin üzerindeyse her 5 bin akçe için tam teçhizatlı bir süvari yollamak zorundaydılar ki, bir tımarlı sipahi orduya kimi zaman orduya 4, bir zaim ise 19 kadar asker gönderip aynı zamanda bunların geçimini sağlıyordu.
tımarların sayısı ile birlikte tabii ki cebeli sayısı da artıyordu. kanuni sultan süleyman ve sultan 2. selim dönemlerinde sayıları 130 bin sipahiye kadar çıkmıştı ki, bunlardan rumeli’de 60 bin tımara düşen cebeli sayısı 80 bin, anadolu’ya düşen cebeli sayısı ise tam net olmamakla birlikte 50 bin civarındaydı. 1581 yılında iran’da yapılan fetihler sebebiyle sipahi sayısı 150 bin kadar tahmin edilirken, 10 yıl sonra tarihçi lorenzo bernardo bu sayıyı 200 bin civarı olarak belirtmiş hatta daha yüksek olabileceğini yazmıştır.
aynı dönemde yazan başka bir kaynak, iran’da yapılan fetihlerden dolayı, mevcut olan 200 bin sipahiye ayrıca 400 bin sipahi daha eklendiğini belirtmekteydi ki, böylece yalnızca tımarlardan toplanan cebelilerle birlikte neredeyse yarım milyon sipahi biraraya getirilmiş olurdu. halbuki burada muhtemelen kağıt üzerinde, gerçekte sefere çıkanların sayısından çok daha büyük bir rakam verilmişti. zira iran’da fethedilen yerlerde yeni tımarlar oluşturmak çok zor hatta imkansız olduğu kanıtlanmış bir gerçektir. osmanlı ordusunda bu ıssız, çoraklaşmış topraklarda, üstelik orduya cebeli gönderme yükümlülüğü altında tımar sahibi olmak isteyen yoktu. buralarda gerekli sayıda at beslemek için bile yeterli imkan mevcut değildi.
16. yüzyıl sonlarına doğru tımarlı sipahi sayısı doruk noktasına erişmişti. ertesi yüzyılda ise sayıları gitgide düşecekti. tımar sisteminin gitgide gerilemesi, tabii ki bu yükümlülüğü yerine getiren sipahi sayısını da düşürüyordu. 17. yüzyılın ilk çeyreğinde, bu hususta artık kesin bilgiler vermek mümkün değildi. kesin olan bir şey varsa o da 17.yüzyılın ortalarında tımarlı sipahi sayısının ancak 100 bin kadar olduğu ve bunlardan da savaş alanına daha azının geldiğiydi.
başlangıçta tımar sistemi saflığını ve gücünü muhafaza ettiği sürece, sipahiler gerçekten de oldukça gösterişli ve ihtişamlı bir sınıf ve aynı zamanda osmanlı atlı birliklerinin çekirdeğini oluşturan bir güçtü. sipahiler genelde, rumeli sipahilerinden ziyade görüldüğü üzere, yay ve ok, hafif bir mızrak, bir muharebe kılıcı kimi zaman demirden bir topuz ve tek savunma silahı olarak yuvarlak bir kalkan taşırlardı. başlarını genel olarak ilk zamanlar sarıkları örtüyordu.
miğfer ve zırh başlangıçta pek tercih edilmiyordu, fakat zamanla ordu modernize bir hale geldikçe kullanılmıştır. en soylulardan seçilen muharebe atı, sipahinin gururu en güzel süsü ve onu beslemek en büyük en büyük zevkiydi. atına olması gerektiği gibi bakmayan veya silahlarının bakımını yapmayan sipahi hemen azledilir ve tımarı elinden alınırdı. yine de rumeli sipahilerine, atları daha kötü, kendileri daha dirençsiz ve savaşta daha deneyimsiz oldukları düşünülen anadolu sipahilerine kıyasla genelde öncelik tanınıyordu.
eski geleneklerin katılığı ve kadim kanunların ruhu ile ayakta tutulduğu sürece, ordunun teşekkülü bir bütün olarak mükemmeldi. rumeli ve anadolu beylerbeyleri, biri avrupa biri asya kıtasında olmak üzere, orduyu yönetiyorlardı. rumeli beylerbeyinin paşa sancağı bosna, anadolu beylerbeyinin paşa sancağı ise kütahya idi. her iki ordu bir araya geldi zaman başkomutanlık rumeli beylerbeyine aitti. padişahın yokluğunda ayrıca bir serdar tayin edilmediyse bütün sorumluluk rumeli beylerbeyine aitti. hatta ilginçtir ki şehzadeler dahi bir sefere katıldıkları vakit rumeli beylerbeyinin emrine itaat etmek zorundalardı. rütbesinin işareti olarak ordugahta, yalnızca padişaha, oğullarına ve vezirlere ait bir onu işareti olan “kırmızı çadır” kurardı.
söz konusu iki beylerbeyinin başkomutanlığı altında ikinci dereceden beylerbeyleri ve sancakbeyleri, yine bunların altında alaybeyleri, çeribaşıları, sürücübaşıları ve subaşılar, mevcudu her birine tahsis edilen sancağın büyüklüğüne ve önemine bağlı olan müfrezeleri, sancakları ve alayları yönetiyorlardı. böylece örneğin 16.yüzyıl ortalarında karaman ile diyarbakır beylerbeylerinden her biri sefere 15 bin ve amasya beylerbeyi 10 bin sipahi gönderirken, rütbe olarak bunlardan çok yüksek olmasına rağmen anadolu beylerbeyinin doğrudan emri altında yalnızca 8 bin sipahi bulunuyordu. aynı husus, beylerbeylerin emri altında olup, duruma göre sefere cebeli ile birlikte 300 ile 1000 arasında değişen sipahi göndermek zorunda olan sancakbeyleri içinde geçerliydi. o dönemlerde en değerli sipahiler macaristanda, mora’da ve bosna beylerbeyinin emrindeki sancakların sipahileriydi.
sipahilerin başındaki komutanların ücretleri de buna göre tahsis olunuyordu. bunlar kısmen gelirleri 100 bin akçe üzerindeki zeametlerden, kısmen de kendilerine bunun dışında geçimlerini sağlamak üzere devredilip gelirleri ilgili komutanın değerine göre tespit edilen ama hepsi iyi bir gelire sahip olan haslardan oluşuyordu. yüksek rütbeli komutanlık makamlarına atamalar yalnızca divan-ı hümayun tarafından yapılıyordu. ilgili sancağın bunun için kendisine 100, 200 duka veya daha fazla ücret ödenen miralem tarafından tarafından merasimle teslim edilişi, beylerbeyinin veya sancak beyinin resmen makamına getirilişinin simgesiydi.
savaş çıktığında, dolayısıyla sefer borusu çaldığında herkes hazır ve donanımlı olmak zorundaydı. her zaim veya tımarlı sipahi, emri altında olan tüm sipahiler ile birlikte ilgili sancak komutanının sancağı altında toplanırdı. sancakbeyi, sancağına ait olan birlikleri, beylerbeyi tarafından belirlenen toplanma yerine getirirdi ve kısa bir süre sonra sipahilerin tamamı vezirlerin ya da padişahın bizzat emirlerine beklemek üzere, tam teçhizatlı bir halde silah altında olurdu. zira her tımarlı sipahi, barış zamanlarında da kendi tımarının bulunduğu yerde yaşamak zorundaydı. tımarını terk etmesi halinde bu tımar elinden alınırdı ve başkasının kendi lehine feragat etmesi sayesinde üçüncü bir kişinin tımarını ele geçirmeyi başaramadığı takdirde ancak iki yıl geçtikten sonra yeni bir tımara sahip olabilirdi.
bu şekilde sürekli savaşa hazır, iyi teçhiz edilmiş ve yüksek moral ayrıca itaat sayesinde bir arada tutulan süvari birliklerini, o dönemde dünyada başka hiçbir hükümdar savaş meydanına çıkarmayı başaramazdı, hatta bazı hristiyan tarihçilere göre hristiyanların tamamı bir araya gelse bunu yine başaramazlardı. zira yılda bunun nerden baksanız 25 milyon altın gibi bir maliyeti olurdu. bununla bağlantılı diğer masrafları bir kenara bırakacak olsalar dahi bu kadar büyük miktarda parayı bir araya getiremezlerdi.
tımar sisteminin bozulmaya başlaması ise 17.yüzyıl başlarında başlamıştır. maliyeci ve istatistikçi ayn ali’nin sultan 1.ahmed döneminde hazırladığı kanunnamede şikayet ettiği üzere, tımarların ilk zamanlarda tımar sahibi sipahilerin çocuklarından başklarına devredilmesi imkansızken, artık en alt tabakalardan olan beceriksizlerin de tımar üzerinde hak iddia etmeleri ve eski düzenlemelere artık hiç ihtiyaç duyulmaması çok erken zamanlarda baş gösterdi. halbuki tımar defterlerinin hep beylerbeylerinin elinde kaldığından, tımarların kayıt altına alınması da bu musibeti ortadan kaldırmaya yeterli olmuyordu. bir kez başlayan suistimaller kısa zamanda yaygınlaştı ve gitgide kötüleşti. sonunda çok vahim hale gelip, bir çok zorbalığa sebep oldu.
beylerbeylerinin musahibleri için sahiplerinin erken ölümünden dolayı mahlul olan tımarlar yoksa sevilmeyen sipahiler veya subaşılar herhangi bir gerekçe gösterilmeden, genelde reaya veya müslüman olmayan ailelerin çocukları olarakbu tımarları haksızca ve adeta birer yabancı olarak ele geçirdikleri bahanesiyle tımarlarından yoksun bırakılıyorlardı. bu şekilde mağdur olanlar, yapılan haksızlıklara dair şikayetlerini divan’a taşıyabiliyorlarsa kendilerini şanslı sayabilirlerdi. kesin olan bir şey varsa bu düzensizliklerin 16. yüzyılda ilk olarak ortaya çıkmasıydı ve bunun sonucunda kanuni sultan süleyman çok sert önlemler almak zorunda kaldı.
osmanlı tımar sisteminde yapılan bu önemli ıslahata, önce beylerbeylerin elinde bulunan tüm tımar defterlerini istanbula getirip bunların suretlerini hazırlamak ve bunları titizlikle inceledikten sonra miri hazinede muhafaza altına almakla başlandı. bunun üzerine 1530 yılında o dönem rumeli beylerbeyi olan mustafa paşa’ya, mukaddime kısmında dendiği gibi, “tımarların düzenlenmesi” yani tımarların tevcihi ve veraseti hususunda iyice çoğalan suistimalleri durdurmak ve tüm meseleyi gelecek için kanunen düzenlemek amacıyla gönderilen ayrıntılı bir kanunname çıkartıldı. kanuni sultan süleyman’ın devletin iç idaresi ile alakalı şüphesiz en önemli abidelerinden biri olan bu fevkalade belge, gelecekte çıkarılan tüm kanunnamelere esas oluşturan yazılı osmanlı tımar kanununun temeli olarak kabul edilir.
bu hususta yapılan tüm şikayetleri ve husumetleri bir defada ortadan kaldırmak için, öncelikle gönderilen tımar defterlerinde kanunnamenin çıkartıldığı gün olan 20 şubat 1531’e kadar kaydolunan tüm tımarların, ellerinden beratları alınmış olsa bile, ister sipahinin kendisi isterse de oğlu olsun, istihkak sahiplerine verilerek onaylanması emrediliyordu. tüm sancak beylerine derhal suret gönderilecek ve imparatorluğun her yerinde tellallar aracılığıyla ilan edilecek olan bu emir, hemen ve ağır cezalar altında yerine getirilecekti. gelecekte de benzer suistimallerin önünü kesmek için, beylerbeylerinin tımar tevcih etme hakkı önemli ölçüde sınırlandırıldı ve ırsı veraset hususu daha kesin bir biçimde düzenlendi.
bu kanunnamenin diğer hükümleri, genel olarak tımarların bölünmesini önlemeye yöneliktiler. bilhassa hiçbir tımar sahibi, tımarının yarısını bir başkası ile değiştiremezdi. yalnızca bütün ve bölünmemiş tımarların takasına izin vardı. ve ayrıca beylerbeylerinin cezai yetkileri sınırlandırıldı, her türlü suistimali divan’a bildirmesi şart koşuldu. divan gerekli ihbarı aldığında gereğini en sert şekilde yapıyordu.
kanuni sultan süleyman’ın 1530 tarihli tımar kanununun ana hatları bunlardı. yine de mevcut suistimalleri kökünden kurutmaya yetmiyordu. zira sultan süleyman defalarca daha çıkardığı fermanlar ile bunları hatırlatmak ve daha da katılaştırmak zorunda kalmıştı. bu fermanların en ünlüsü o dönem rumeli beylerbeyi lütfi paşa’ya gönderilen ve suistimal edenlerin en sert şekilde cezalandırılmasını isteyen fermandır.
tüm bu tımar kanunları ne kadar katı olurlarsa olsunlar, gitgide daha derinlere inen suistimalleri önlemeye ve tımar sisteminin daha da bozulmasını engellemeye yetmediler. sultan 2.selim’in ilk hükümdarlık yılında (1566), bilhassa tımarların sınırsız olarak bölünmelerine ve buna karşı düzensizliklere karşı ciddi şekilde tedbirler alınmak zorunda kalındı. bir beylerbeyi yakınlarına bir lütufta bulunmak için, herhangi bir gerekeçeye lüzum görmeksizin, boş kalan bir tımarın bir parçasını ayırıyor ve bununla başka bir tımarı büyütüyordu. neticede bu durum öyle ilerlemişti ki, ilgili kanunnamede belirtildiği gibi 10 bin ile 15 bin akçelik bütün bir tımar kalmamıştı ve tımar sistemi büyük bir karışıklık içine girmişti. bu şekilde gelirleri azaltılan tımar sahipleri, küçültülen tımarlarından gelen gelirlerini tebaaya baskıyla artırma yoluna gidiyorlardı.
sultan 2.selim, bu musibetlere biraz olsun dur demek için, büyük hizmetlerde bulunmuş tımar sahiplerini ödüllendirmek amacıyla bile olsa, tımar gelirlerin asla 500 akçeden fazla artırılamayacağını ve tımarların hiçbir surette bölünemeyeceğini emretti. hatta bir tımar sahibi hiçbir surette iki tımara birden sahip olamayacaktı. gelirlerini artırmaya layık görülen bir kişi, yalnızca bir küçük tımardan daha büyük bir tımara terfi edecekti.
bu yeni kanunname çoğunlukla “beratlarının arkasına sahte isimler yazarak kendilerine ait olmayan tımarlara girmek” sureti ile sahte beratlarla yapılan suistimallere karşı tedbirler getiriyordu.
sultan 3. murad, en azından tımar sisteminde görülen bu bozulmayı sona erdirmek gibi iyi bir niyete sahipti. tabi bu esnada bilhassa miri hazinenin menfaatlerini gözetiyordu. şansına yanında daha manisa’da sancakbeyi olarak bulunduğu dönemlerde, güvenini tamamen kazanmış ve musibetin köküne inmek konusunda korkusu olmayan “kara üveys paşa” gibi bir defterdara sahipti.
hükümdarlığının ilk yılında (1575), mesela 3 bin akçelik bir tımarda 1500 akçe tutarında bir harç karşılığında tüm tımarlar yenilenmek zorunda kalındı. her bir tımarın değeri bu esnada defterde mevcut tımar sahibinin adının yanına altın harflerle yazıldı. böylece başlangıçta en azından genel bir bakış ve gelecek ıslahatlar için bir temel oluşturuldu.
yaklaşık bir yıl sonra sultan 3.murad, “işlerin nasıl yürütüldüğünü ve kendi adamları tarafından nasıl dolandırıldığını görmek” üzere tğm tımar defterlerinin kendisine arz edilmesini istedi. tabii bu esnada tımarların ve zeametlerin defterlerde kayıtlı değerleri ileo dönemin tımar sahipleri olan beylerbeylerinin, sancakbeylerinin, subaşılarının ve sipahilerinin gerçek gelirleri arasındaki bariz gelir farkları ortaya çıktı. tımarın yasal değerinin üzerindeki fazlalıklar hiçbir uyarı dahi yapılmaksızın hazineye gelir olarak kaydedildi ve bu hamle hazineye o yıl 2 milyon duka altınının fazladan girmesini sağladı.
tımarların bu ıslahatı rumeli ile sınırlı kalmayıp macaristan’a kadar uzandı. bu durum haliyle dikkat çekti ve defterdar kara üveys paşa devlet erkanının içinden ciddi düşmanlar edindi. tüm bu olumsuzluklara rağmen sultan 3.murad defterdarını herkese karşı koruyordu.
hatta bir ara kendisine gelip defterdarı şikayet eden sadrazam sokullu mehmed paşayı, başı omuzlarının üzerinde görevine devam etmek istiyorsa defterdarı rahat bırakmasını tavsiye ederek tatlı sert bir şekilde uyarmıştı.
bu gibi tedbirlerinin hazineye epey bir yardımı olmuşsa da tımar sisteminde ki bozulmaları ortadan kaldırmaya yetmemiştir. tebaa üzerinde ki baskılar, toprakların sömürülmesi devam ediyor ve askerlik hizmeyi gitgide bozuluyordu.
tımar sistemi bu şekilde iki ileri bir geri 1839 yılına kadar devam etmiş ve tanzimat fermanı ile kaldırılmıştır.
devamını gör...
normal sözlük'e eksileme butonu gelsin kampanyası
bence de gereksiz, +oy vermiyorsan beğenmemişsindir zaten, illa olumsuz bir etkileşim yapmak zorunda değilsin.. hiç +oy yoksa bile anlıyor insan, birde üşenmeyip negatif duygunu iletmeyiver.. yeterince anlaşılıyor merak etme,
devamını gör...
kemal sunal replikleri
-merhaba mülayim abi,
-merhaba canım. bu herifi de hiç sevmem.
(bkz: bombacı mülayim) (bkz: korkusuz korkak)
-merhaba canım. bu herifi de hiç sevmem.
(bkz: bombacı mülayim) (bkz: korkusuz korkak)
devamını gör...
öğretmenim melis ağlıyor tuvalete gidebilir miyiz
asla böyle biri olamadım. hep tek tabancaydım. ne mutlu yaverleri olanlara...
devamını gör...
kanal 7'ye bir not bırak
bir sürü yeri aramış olmama rağmen sadece siz kuzenime kan gerektiğinde altyazı olarak verdiğiniz için çok teşekkür ederim.
devamını gör...
aile evinde yazılı olmayan bir kural
bizim aile evinde yazılı olmayan birkaç kural var, onlarda;” çayı en küçük servis eder, bulaşıkları en küçük yıkar, kahveyi en küçük yapar ve yatakları en küçük serer.” resmen köle isaura ben...
devamını gör...
firavun'un denizin yarıldığını gördüğü halde hz musa'yı takip etmeyi bırakmaması
hiç hırsları egosu yok gibi davrananların sorusu.
şurada kafaya takılan yazarı takip edip tanımlarından çıkarımlar yapıyorsunuz sonra vay efendim firavun bla bla bla...
ayrıca neden takip etmesin marmaray gibi yol açılmış, madem öndekiler geçiyor ben neden geçemeyeyim diye düşünmüş olabilir, denizin ortasında yakalarsam oyarım diye düşünmüş olabilir ve saltanatı yıkabileceğini bildiğin birini yakalamaya ramak kalmış neden gitmesin.
şurada kafaya takılan yazarı takip edip tanımlarından çıkarımlar yapıyorsunuz sonra vay efendim firavun bla bla bla...
ayrıca neden takip etmesin marmaray gibi yol açılmış, madem öndekiler geçiyor ben neden geçemeyeyim diye düşünmüş olabilir, denizin ortasında yakalarsam oyarım diye düşünmüş olabilir ve saltanatı yıkabileceğini bildiğin birini yakalamaya ramak kalmış neden gitmesin.
devamını gör...
türklere özgü davranışlar
arabanın camından el, kol sarkıtmak
devamını gör...
yaban
yakup kadri karaosmanoğlu'nun kurtuluş savaşında yaralanan bir subayın hikayesini anlatan kitabı. karakterimiz savaşta bir kolunu kaybeder ve eri mehmet'in köyüne gider. porsuk yakınlarındaki bu köyde yaşananlar, aslında anadolu insanının o kadar da masum olmadığını gösterir. okunmasını kesinlikle tavsiye ederim.
edit: her anadolu insanı kötüdür gibi bi anlam çıkarmayınız. demek istediğim her anadolu insanının masum, iyi niyetli olmadığıdır.
edit: her anadolu insanı kötüdür gibi bi anlam çıkarmayınız. demek istediğim her anadolu insanının masum, iyi niyetli olmadığıdır.
devamını gör...
plütonun buzdan kalbi
burada aklı başında olan beş on kişiden biri.
devamını gör...
gece yarısı güneşi
dünya'nın eksen eğikliği nedeniyle bazı bölgelerde 6 ay gece ve 6 ay gündüz yaşanmasına bağlı olarak ortaya çıkan doğa olayı. hızlandırılmış görüntülerden takip edebileceğiniz gibi güneş ufka, batmak üzereymiş gibi yaklaşır ama batmadan tekrar yükselir.
devamını gör...
en zevkli fizik konuları
hayat ve evren fizik demektir.
fiziği sevmeyen insan ; hayatı, dünyayı ve uzay boşluğunu sevmez.
fiziği sevmeyen insan ; hayatı, dünyayı ve uzay boşluğunu sevmez.
devamını gör...
kuran’ın insan yapısı olduğu gerçeği
neria baktın da, neresinden ne anladın.
nasıl baktın ve niye baktın?
adet olduğu üzre sorunsal da dememiş, veya ihtimal.. direkt "gerçek" olarak.. neyse
seni kırmayıp, muhammed(aleyhisselam) yazmış diyelim ve şöyle bir bakalım.
-kendisine değil, allah'a iman edilmesini bildiriyor
-kendisine değil, allah'a kulluk edilmesini bildiriyor.
- "bu kitabın bir benzerini getirin" diyor. bunu söyleyen; sanat, bilim, edebiyat gibi her alanda cahil olan biri.
- daha da iddialı konuşup "benzer on sure getirin" diyor yine yok.
- rest diyor ve "en küçük surenin benzerini getirin" diyor.. yine yok
rivayetlere göre; meydan okuduğu toplum arap ve kuran da o toplumun lisanıyla gönderilmiş. arap yarımadasının en ünlü şairleri; edebi dehaları ve belagat uzmanları.. niceleri o toplumun içinde olmasına rağmen, bir çoban(!) bu şekilde meydan okuyor.. ama maalesef ve maateessüf cevap yok.
hadi bakmaya devam edelim.
-anne karnındaki (bkz: cenin)in 3 aşamada oluştuğunu bildirmesi
- denizin derinliklerinden bilgi vermesi.
- demir'in dünya'ya indirildiğini bildirmesi(dib)
- rumların persleri 10 yıl içinde yeneceğini söylemesi (burada biyük risk almış, benden sonra tufan deyip 100 yıl demesi gerekirdi)
- zenginlik, mal mülk ve güzel kadınlar teklif edilmesine rağmen inancından dönmemesi
- toplumun önünde; hubel putunu kast ederek "şu ilahımıza elini sür* seni takip edeceğiz" teklifini red etmesi ama sonra "eğer nefsine uysaydın seni cehenneme sürüklerdik" diye ayet bildirmesi. (şizofren ve deli olmadığı, bizzat düşmanları tarafından söyleniyor)
- yine kuran'ın bir kaç yerinde kendisini azarlıyor, tabiri caiz ise fırçalıyor.
- zekatı kendisine haram ediyor.
samimi olarak bakılırsa bundan daha fazlası görülebilir.. ki o dönemde aynı bugün olduğu gibi "ne güzel şairsin, neler yazıyorsun böyle muhammed" diyenler de vardi tabii ki.
kuran "iman eden delille iman etsin, inkar eden de delille inkar etsin" diyor.
ben de öyleydim bir zamanlar, ama delille iman edip böyle oldum.. elhamdulillah.
bak elhamdulillah dedim.. elhamdelmuhammed demedim.
nasıl baktın ve niye baktın?
adet olduğu üzre sorunsal da dememiş, veya ihtimal.. direkt "gerçek" olarak.. neyse
seni kırmayıp, muhammed(aleyhisselam) yazmış diyelim ve şöyle bir bakalım.
-kendisine değil, allah'a iman edilmesini bildiriyor
-kendisine değil, allah'a kulluk edilmesini bildiriyor.
- "bu kitabın bir benzerini getirin" diyor. bunu söyleyen; sanat, bilim, edebiyat gibi her alanda cahil olan biri.
- daha da iddialı konuşup "benzer on sure getirin" diyor yine yok.
- rest diyor ve "en küçük surenin benzerini getirin" diyor.. yine yok
rivayetlere göre; meydan okuduğu toplum arap ve kuran da o toplumun lisanıyla gönderilmiş. arap yarımadasının en ünlü şairleri; edebi dehaları ve belagat uzmanları.. niceleri o toplumun içinde olmasına rağmen, bir çoban(!) bu şekilde meydan okuyor.. ama maalesef ve maateessüf cevap yok.
hadi bakmaya devam edelim.
-anne karnındaki (bkz: cenin)in 3 aşamada oluştuğunu bildirmesi
- denizin derinliklerinden bilgi vermesi.
- demir'in dünya'ya indirildiğini bildirmesi(dib)
- rumların persleri 10 yıl içinde yeneceğini söylemesi (burada biyük risk almış, benden sonra tufan deyip 100 yıl demesi gerekirdi)
- zenginlik, mal mülk ve güzel kadınlar teklif edilmesine rağmen inancından dönmemesi
- toplumun önünde; hubel putunu kast ederek "şu ilahımıza elini sür* seni takip edeceğiz" teklifini red etmesi ama sonra "eğer nefsine uysaydın seni cehenneme sürüklerdik" diye ayet bildirmesi. (şizofren ve deli olmadığı, bizzat düşmanları tarafından söyleniyor)
- yine kuran'ın bir kaç yerinde kendisini azarlıyor, tabiri caiz ise fırçalıyor.
- zekatı kendisine haram ediyor.
samimi olarak bakılırsa bundan daha fazlası görülebilir.. ki o dönemde aynı bugün olduğu gibi "ne güzel şairsin, neler yazıyorsun böyle muhammed" diyenler de vardi tabii ki.
kuran "iman eden delille iman etsin, inkar eden de delille inkar etsin" diyor.
ben de öyleydim bir zamanlar, ama delille iman edip böyle oldum.. elhamdulillah.
bak elhamdulillah dedim.. elhamdelmuhammed demedim.
devamını gör...
sigarayı bırakan yazar hesabı
arkadaşlar tamam ben sigara içiyorum ama bağımlı değilim. bir gün kalkar iki paket içerim günde sonra başka bir gün kalkar 2 ay hiç içmem. ben bağımlı değilim. içmeyi içmemeye tercih ediyorum sadece.
devamını gör...
her gencin yurt dışı hayalinin olması
sadece gençler için değil herkes için geçerli olmaya başlayan bir durum. burada büyük bir yazılım şirketinde gmy olarak çalışan bir kişinin yurt dışında kıdemli yazılım mühendisi olarak çalışmayı tercih eden kişi tanıyorum. maddi imkanlar yurt dışında daha iyi olması tek bir neden değil. ayrıca daha yaşanılası bir ortam olması da önemli. burası kötü insanların olduğu, yapılan işe değer vermeyen, küçümseyen, yetersiz, aptal, herkese karışabilen bunu hak gören insanların olduğu ve daha toksik bir ortam var. çünkü başımızda kötü insanlar ve buna inanan ki inanması kötü değil ancak sorgulamadan eleştirmeden, daha iyisi olabileceğini düşünmeden inanan insanlar var. öyle kötü ve inatçılar ki açlıktan ölmek bile sorun değil.
bu arada boş gezenin boş kalfası değilseniz gördüğüm kadarıyla gidenler daha başarılı ve mutlu oluyor(mesleğinizin uluslararası geçerliliği olması da önemli). ama araştırmalar gidenlerin her zaman belirli bir süre depresyon yaşadığını söylüyor. eğer arada büyük bir fark yoksa yurt dışına çıkmak yerine ülke için çalışmak daha iyi gibi. hem daha tatminkar hem ne olursa olsun yurt dışında göçmen statüsündesiniz. hem de kültür ve tanıdıkları bırakmak aileni bırakmak çok da basit bir iş değil.
bu arada boş gezenin boş kalfası değilseniz gördüğüm kadarıyla gidenler daha başarılı ve mutlu oluyor(mesleğinizin uluslararası geçerliliği olması da önemli). ama araştırmalar gidenlerin her zaman belirli bir süre depresyon yaşadığını söylüyor. eğer arada büyük bir fark yoksa yurt dışına çıkmak yerine ülke için çalışmak daha iyi gibi. hem daha tatminkar hem ne olursa olsun yurt dışında göçmen statüsündesiniz. hem de kültür ve tanıdıkları bırakmak aileni bırakmak çok da basit bir iş değil.
devamını gör...
eski pehlivanım korona bana bulaşmaz
salgının sürme nedenlerinden biri.oksijen israfı.
www.sozcu.com.tr/2021/gunde...
www.sozcu.com.tr/2021/gunde...
devamını gör...
kitap satın alma hastalığı
aldığı kitabı okuma hastalığıyla birleştiğinde harikalar yaratabilecek dünyadaki en güzel hastalıktır.
devamını gör...
normal sözlük yazarlarının karalama defteri
kırgınlığım yok kimseye!
kendime de kızmıyorum, kızamıyorum artık...
öyle bir zamandayım öyle bir demle acıyor ki yüreğimin köşeleri hislerimin hissizliğiyle sınanıyorum...
keşke birilerine kızabilsem, keşke üzülebilsem bana şunu da şunu da yaptılar diyebilsem, keşke kendime söylenebilsem hep senin eserin bu, hanımefendi diyebilsem... ama yok nafile tek bir duygu kırıntısı bile yok içimde... özleyebilsem mesela, mesela ağlayabilsem, mesela saatlerce gevezelik yapabilsem yine telefonlarda, mesela umut etsem yeniden, mesela... bu hissizlik mahvediyor beni... boğazımda bir düğüm, kalbimde bir sızı, nefes alırken içime içime saplanan bir neşter gibi...
yeniden nefret edebilsem birilerinden, yeniden özlem duyabilsem sevdiklerime, yeniden umut edebilsem yarınlara... bu hissizlik günden güne siliyor beni... günden güne yeni bir ben doğuyor belkide bilemiyorum... hayatın hem ne kadar değerli hem ne kadar değersiz olduğunu öğretti bu hissizlik bana. takıldığımız, gece boyu düşündüğümüz şeylerin ne kadar anlamsız olduğunu işaret etti. hele ki kırgınlıklarımızın, küskünlüklerimizin ne boş ne faydasız olduğunu gösterdi. bize nefretin, kırgınlıkların yarardan çok zarar verdiğini ve çok klasik olacak ama üç günlük dünyada bunlarla uğraşıp yüreğimizde bunları taşıyarak bunları yük ederek zaten zor olan hayatlarımızı daha da zorlaştırdığımızı gösterdi. ben tüm sırların çözüldüğü, perdelerin aralandığı zamanlardayım dostlar. ben yarına erememenin, kaybetmenin, sevdiklerime ulaşamamanın kaygısındayım. ben nefes almayı bile unutturan gerçekle bir kez daha yüzleştim! #ölüm siz siz olun kapınıza dayanmadan, canınızdan can almadan, tüm hislerinizi kaybetmeden fark edin bazı şeylerin kıymetini. ruhunuzu hafifletin, kalbinizi temizleyin, bedeninize huzur verin, yüklerinizden arının...
sevin, sevilin, sevdiğinizi söyleyin. özür dileyin, affedin... sevgiyle, huzurla, hoşça... kalın...
kendime de kızmıyorum, kızamıyorum artık...
öyle bir zamandayım öyle bir demle acıyor ki yüreğimin köşeleri hislerimin hissizliğiyle sınanıyorum...
keşke birilerine kızabilsem, keşke üzülebilsem bana şunu da şunu da yaptılar diyebilsem, keşke kendime söylenebilsem hep senin eserin bu, hanımefendi diyebilsem... ama yok nafile tek bir duygu kırıntısı bile yok içimde... özleyebilsem mesela, mesela ağlayabilsem, mesela saatlerce gevezelik yapabilsem yine telefonlarda, mesela umut etsem yeniden, mesela... bu hissizlik mahvediyor beni... boğazımda bir düğüm, kalbimde bir sızı, nefes alırken içime içime saplanan bir neşter gibi...
yeniden nefret edebilsem birilerinden, yeniden özlem duyabilsem sevdiklerime, yeniden umut edebilsem yarınlara... bu hissizlik günden güne siliyor beni... günden güne yeni bir ben doğuyor belkide bilemiyorum... hayatın hem ne kadar değerli hem ne kadar değersiz olduğunu öğretti bu hissizlik bana. takıldığımız, gece boyu düşündüğümüz şeylerin ne kadar anlamsız olduğunu işaret etti. hele ki kırgınlıklarımızın, küskünlüklerimizin ne boş ne faydasız olduğunu gösterdi. bize nefretin, kırgınlıkların yarardan çok zarar verdiğini ve çok klasik olacak ama üç günlük dünyada bunlarla uğraşıp yüreğimizde bunları taşıyarak bunları yük ederek zaten zor olan hayatlarımızı daha da zorlaştırdığımızı gösterdi. ben tüm sırların çözüldüğü, perdelerin aralandığı zamanlardayım dostlar. ben yarına erememenin, kaybetmenin, sevdiklerime ulaşamamanın kaygısındayım. ben nefes almayı bile unutturan gerçekle bir kez daha yüzleştim! #ölüm siz siz olun kapınıza dayanmadan, canınızdan can almadan, tüm hislerinizi kaybetmeden fark edin bazı şeylerin kıymetini. ruhunuzu hafifletin, kalbinizi temizleyin, bedeninize huzur verin, yüklerinizden arının...
sevin, sevilin, sevdiğinizi söyleyin. özür dileyin, affedin... sevgiyle, huzurla, hoşça... kalın...
devamını gör...
