in july
çocuk aklımla izleyip bağlandığım,ara ara açıp kendimi ödüllendirdiğim bir fatih akın filmi.
başrollerde moritz bleibtreu(köfte dudak daniel), christiane paul(juli), mehmet kurtuluş ve idil üner yer alıyor.
yol filmlerini sevmeye başlama nedenimdir aynı zamanda.
her sahnesi ayrı güzeldir.
film müzikleriyle de övgüyü hakediyor.
(bkz: chris isaac-blue moon)
(bkz: idil üner-güneşim)
başrollerde moritz bleibtreu(köfte dudak daniel), christiane paul(juli), mehmet kurtuluş ve idil üner yer alıyor.
yol filmlerini sevmeye başlama nedenimdir aynı zamanda.
her sahnesi ayrı güzeldir.
film müzikleriyle de övgüyü hakediyor.
(bkz: chris isaac-blue moon)
(bkz: idil üner-güneşim)
devamını gör...
leyla ile mecnun replikleri
şu elimde görmüş olduğunuz eter, bence hepimize yeter.
devamını gör...
egzoz
ülkemizde doğru yazılışı konusunda bir türlü net bir sonuca ulaşamamış kelimelerden biri olan egzoz, içten yanmalı motorlarda yanma işleminden sonra açığa çıkan atık gazın motordan atılmasına yarayan bir motor bileşenidir.
otomotiv sektöründe egzozlar dizel ve benzinli motorlar için ön ve arka egzoz olarak ikiye ayrılır. ön egzoz kısmı egzozun motora bağlanan kısmı olurken, arka egzoz kısmı ise araçların arkasında / yanlarında gördüğümüz gazın çıkış yaptığı yerdir.
(elektrikli araçlar için sadece arka egzoz (tahliye) bulunmaktadır.
her iki parça da minimum 2 alt parçadan oluşur, bunlar ön egzoz için kaynak borusu (motor ve egzozun bağlandığı nokta) ve katalitik konvertör’dür.
katalitik konvertör ise, motordan çıkan atık gazın filtrelenip, zararlı bileşenlerin tutulduğu noktadır. egzoz’un en değerli parçası olup içeriğinde platin, altın gibi değerli metaller barındırır.
arka egzoz ise yine minimum kaynak borusu ve çıkış borusu olarak iki alt bileşenden meydana gelmektedir.
üretilen aracın türü ve cinsine göre, kuyruk borusu (uzun araçlar için uzatma aparatı) ve tail pipe denilen yan çıkış eklentisi (yandan egzoz çıkışı olan araçlar için) kullanılabilir.
tabii bütün bunlara ek olarak, muffler denilen, egzoz tahliye işleminin daha sessiz olmasını sağlayan susturucu parçası da egzoz bileşenlerinden bir başkasıdır.
otomotiv sektöründe, araç üreticileri genellikle egzoz’ları yan sanayi firmalarına yaptırır, iki parça halinde üretim hatlarına teslim alır.
otomotiv sektöründe egzozlar dizel ve benzinli motorlar için ön ve arka egzoz olarak ikiye ayrılır. ön egzoz kısmı egzozun motora bağlanan kısmı olurken, arka egzoz kısmı ise araçların arkasında / yanlarında gördüğümüz gazın çıkış yaptığı yerdir.
(elektrikli araçlar için sadece arka egzoz (tahliye) bulunmaktadır.
her iki parça da minimum 2 alt parçadan oluşur, bunlar ön egzoz için kaynak borusu (motor ve egzozun bağlandığı nokta) ve katalitik konvertör’dür.
katalitik konvertör ise, motordan çıkan atık gazın filtrelenip, zararlı bileşenlerin tutulduğu noktadır. egzoz’un en değerli parçası olup içeriğinde platin, altın gibi değerli metaller barındırır.
arka egzoz ise yine minimum kaynak borusu ve çıkış borusu olarak iki alt bileşenden meydana gelmektedir.
üretilen aracın türü ve cinsine göre, kuyruk borusu (uzun araçlar için uzatma aparatı) ve tail pipe denilen yan çıkış eklentisi (yandan egzoz çıkışı olan araçlar için) kullanılabilir.
tabii bütün bunlara ek olarak, muffler denilen, egzoz tahliye işleminin daha sessiz olmasını sağlayan susturucu parçası da egzoz bileşenlerinden bir başkasıdır.
otomotiv sektöründe, araç üreticileri genellikle egzoz’ları yan sanayi firmalarına yaptırır, iki parça halinde üretim hatlarına teslim alır.
devamını gör...
hollywood'un bize empoze ettikleri
kıyafetleri. dünyanın çoğu onların filmlerinde ne görüyorsa onu giyiyor, artık yerel elbiselerini giyen insanlar tuhaf karşılanıyor. sırf bu yüzden afrika'nın yerel kıyafetlerini giyenlere ve hindistan, pakistan, afganistan halkının çoğuna saygı duyuyorum. herkes nereye gidiyorsa bizde gidelim demiyorlar.
devamını gör...
yazarların vatan için yaptıkları
sokak kedilerini ve köpeklerini besledim.
devamını gör...
mahlas değil takma ad
lüzumsuz bir yazarımız. bana aramızda hiç bir muhabbet yokken (olsa da geçerli bir sebebi olamaz) bakire misin gibi saçma sapan bir soru sorma haddini kendinde gören biri. yüksek ihtimalle çoluk çocuk.
devamını gör...
birinden vazgeçme eşiği
o kişiye karşı tahammülün kalmamasıdır.
devamını gör...
ramazanda içki içen adama çöpe at baskısı yapılması
anayasanın 24.maddesine göre insanlar din, vicdan ve inanç hürriyetine sahiptir.
alkol alan eleman orada resmen taciz ediliyor. ramazansa ramazan ne yapayım kardeşim? orucu benim için mi tutuyorsun?
alkol alan eleman orada resmen taciz ediliyor. ramazansa ramazan ne yapayım kardeşim? orucu benim için mi tutuyorsun?
devamını gör...
intihar edenlere ergen denilmesi
sizin yapmayacağınız bir davranış diye ergen sıfatı yapıştırmak çok kırıcı ve kabayken, hayatını sonlandırma kararı vermiş insanlara nasıl böyle denilebilir anlayamıyorum. kolay mı kendi canına kıymak?
devamını gör...
haydi sarhoşlar koşun
kendilerinden olmayana, kendileri gibi hastalıklı kafa yapıları olmayan her gruba, her insana öfkeyle yaklaşan bir yayın organındaki rezil köşe yazısı. bakınız bunlar kendilerini dindar addediyor, yani güzel ahlak sahibi olduklarını söylüyorlar bir bakıma. sana tokat atana diğer yanağını çevir diyen hz muhammed'in öğretilerini kendilerine rehber ediniyorlar sözüm ona. ve fakat kullandıkları dile bakın: öfke öfke...her an öfkeliler, nefret dolular.
velhasılı cumhuriyet ve atatürk düşmanlığını ideoloji kabul edenlerden de bu beklenir. keşke bu rezillerin her zırvalarını buraya taşımasanız.
velhasılı cumhuriyet ve atatürk düşmanlığını ideoloji kabul edenlerden de bu beklenir. keşke bu rezillerin her zırvalarını buraya taşımasanız.
devamını gör...
ağız lehçe ve şive ayrımı
ağız, lehçe ve şive ayrımı
aslında çoğumuz ağızı şive olarak biliriz ama bu yanlıştır.
aynı dil içinde ses, şekil, söz dizimi ve anlamca farklılıklar gösterebilen, belli yerleşim bölgelerinin konuşma diline “ağız” denir. karadeniz ağzı, konya ağzı gibi...
bir dilin izlenebilen tarihi dönemlerine ayrılmış koluna “şive” denilir. dilin şiveleri, ulusu oluşturan insanların zaman içinde farklı coğrafyalara dağılmasıyla ortaya çıkmıştır. türkçenin pek çok şivesi vardır: azerbaycan türkçesi, türkmen türkçesi, kazak türkçesi...
bir dilin tarihsel, bölgesel, siyasal sebeplerden dolayı ses, yapı ve söz dizimi özellikleriyle ayrılan koluna “lehçe” denir. örneğin çuvaş ve yakut lehçeleri.
kaynak: türk dili ve edebiyatı dersi kitabıdır, bilgiler bana ait değildir. ve edebiyat dersinden öğrendiğim bazı bilgileri ekstra olarak kendim ekledim.
aslında çoğumuz ağızı şive olarak biliriz ama bu yanlıştır.
aynı dil içinde ses, şekil, söz dizimi ve anlamca farklılıklar gösterebilen, belli yerleşim bölgelerinin konuşma diline “ağız” denir. karadeniz ağzı, konya ağzı gibi...
bir dilin izlenebilen tarihi dönemlerine ayrılmış koluna “şive” denilir. dilin şiveleri, ulusu oluşturan insanların zaman içinde farklı coğrafyalara dağılmasıyla ortaya çıkmıştır. türkçenin pek çok şivesi vardır: azerbaycan türkçesi, türkmen türkçesi, kazak türkçesi...
bir dilin tarihsel, bölgesel, siyasal sebeplerden dolayı ses, yapı ve söz dizimi özellikleriyle ayrılan koluna “lehçe” denir. örneğin çuvaş ve yakut lehçeleri.
kaynak: türk dili ve edebiyatı dersi kitabıdır, bilgiler bana ait değildir. ve edebiyat dersinden öğrendiğim bazı bilgileri ekstra olarak kendim ekledim.
devamını gör...
belediye çukuruna düşmek
başıma gelen olay. gerçekten bir şaka değil.
2011 van depremi sonrası yapılan kıyafet yardımlarına katkıda bulunmak istedim. o zamanlar itü 1. sınıf mühendislik öğrencisiyim. annemin tüm yalvarmalarıma rağmen örmekten vazgeçmediği kalın yünlü kazaklarımın hepsini güzelce paketledim. aşırı mutluyum ama, sonunda emek verdiği için atmaya kıyamadığım kazaklar çok güzel bir amaca hizmet edecek. bizim okulda bu konuda düzgün bir organizasyon yoktu. istanbul üniversitesinde okuyan arkadaşım "bizim okulda çok güzel örgütlendiler, hadi gel bizim okula verelim" dedi. laleli, acayip sevdiğim, tam otantik istanbul semti. 12 tercihinden 12 sini istanbul yazan, istanbul'a aşık bir bebeyim, istanbul'un her köşesi bana heyecan veriyor, sultangazi dahil. hele ki laleli.. tabii o zaman her yer yeni saç ektirmiş arap kaynamıyordu, laleli bile. neyse eski istanbul geyiklerini bırakıyorum, ben poşetlerimi alıp koşa koşa arkadaşımla buluştum.
iü laleli kampüsüne vardık. iü yabancı öğrencileri okula almakta sürekli sorun çıkaran bir üniversite olduğu için çok zeki arkadaşım "gel lan seni gizlice arka kapıdan sokucam ben" havalarına girdi. 2 yıldır o okulda okuyor ya, kurdu oldu sanki. o önden ben arkadan tin tin gidiyoruz. aykırı bişey yapıcam ya, bende gaza geldim "ehueehue" diye sırıta sırıta arkasından gidiyorum. yaradanın sevgili kulu arkadaşım kaldırımdan değil yoldan yürüyor, sanki doğrusu oymuş gibi. oymuş ya, bilemedim tabi. ben yürüdüğüm kaldırımdan park eden arabalar yüzünden artık inmek zorunda kaldım. ancak inmeye çalıştığım yerde ince tahta plakalar vardı. ama iki gözüm önüme aksın ki kaldırıma atılmış tahtalar gibi duruyordu. bir uyarı levhası olmasını geç, altında kuyu olduğunu belli eden hiçbir emare yok. kıllı bir durum yoktu arkadaşlar vallahi yoktu ya. 5 dakika önce tramvayda g*tümü pandiklemelerinden son anda kurtulmuşum. yani her şey aşırı olağan.
allah kahretsin ki o tahtanın tam ortasına basarak inmeye kalktım kaldırımdan. bastığım gibi sanki yerküre ikiye ayrılmış gibi beni içine çekmeye başladı. tahta kırılırken çıkan "çat" sesi hala kulaklarımda. beni içine öyle bir çekti ki, size anlatamam, vakumlanıyormuş gibi. normalde düşmek ne kadar sürer, 1-2 saniye. bu 5-6 saniye sürdü. dedim tamam, lağım çukuruna düşüyorum ben. kaderde 20 yaşında lağım çukuruna düşerek ölmek varmış. şaşkınım, ama nasıl güzel karşıladım ölmeyi görmeniz lazım. güzel değil de, okey napalım gibi. kabullendim en doğru kelime. kabullenmeyeceksin de ne yapacaksın, gidiyorsun işte el fatiha.
4-5 saniye ardından çat diye düştüm, dizlerimde ve başımda müthiş bir acı, çok ama çok soğuk bir su ve zifir karanlık. gözlerim sımsıkı kapalı, ellerim kulaklarımda. ne allaha, ne bir dine, dolayısıyla öbür dünyaya inanan bir insan olmadığım için hah diyorum, şimdi sıçtık. ölmek böyle bişey, vücudun yok oluyor ama bilinç lönk diye kalıyor böyle. aşırı eminim öldüğümden ama öldüğüm için değil, o şekilde asılı kalıcam, sıkılıcam diye korkmaya başlıyorum. ölüm ile ilgili en korktuğum şey budur işte. keşke öbür tarafa inansam, mahşer, günah&sevap point hesabı falan gene bir aksiyon. en korktuğum şey vücudun olmadan karanlık bir yerde kalmışsın gibi asılı kalmak. mal gibi böyle. düşüncelerinle ve benliğinle. uyy terledim ha.
neyse tam o sırada boğuk boğuk kendi adımı duymaya başladım. içimden "hay ananı, öbür dünya var mı lan yoksa, din kurallarına göre yargılanacaksak sıçtık, neyse ya içim temiz benim, bok temiz" gibi düşünceler geçerken anlıyorum ki öldüğüm falan yok. belediyenin açtığı genişliği 1x1, ama derinliği 3.5 - 4 metre olan beton bir çukurun içindeyim. belime kadar yağmur suyuyla dolu olduğu için bacaklarımın kırılmasından son anda kurtulmuşum. şunları yazarken diyorum hala kabus muydu lan bu gördüğün, yok vallaha kabus değil. şahitlerim olmasa bende kabus derim.
ondan sonrası tamamen saçmalık. panik içinde adımı sayıklayan arkadaşım, çevre esnafın kuyunun başına toplanması. şaşkınlıktan hiçbirşey söyleyemiyorum, ama arkadaşıma şunu dediğimi hatırlıyorum "ben çıkamıcam galiba buradan" çünkü gerçekten çıkılacak gibi değil. aşırı yüksekte kalmış insanlar, ayakları falan görünüyor en çok. dümdüz duvarları olan bir kuyu, ulan hala aklımda, neden açtınız o kuyuyu ya. ondan sonrası artık trajikomik. esnaf yukarıda "lan nasıl çıkarırız bu kızı" diye brainstorming yapıyor. ben duruyorum öyle sadece. yavaş yavaş kendime geliyorum, suyun içinde el yordamıyla telefonumu, fotoğraf makinemi falan arıyorum sanki çalışacakmış gibi. ve o halde bile o yünlü kazakları elimde sımsıkı tutuyorum. bırak artık ya, yardıma muhtaç olan sensin.
esnafın brainstormingleri ise şaka gibi. ya adamlar da ne yapsın, çare bulmaya çalışıyorlar. şimdi hatırlayınca hepsine tek tek teşekkür ediyorum buradan. ama fikirlerden biri "halat atalım" oldu. hatırlayınca hala gülüyorum, dümdüz duvardan nasıl çıkıcam lan halatla? ayrıca bacaklarım falan da sakat mı değil mi belli değil. titrek bir sesle "halat mı?" diye sordum, vazgeçtiler. şükür ya.
neyse sonra merdiven indirmeyi akıl ettiler. ancak maalesef bana uzattıkları merdiven kısa kaldı. derinliğin boyutunu oradan anlayın işte. merdivenin en ucuna çıkınca bile ellerime erişemiyorlardı. kafasını çarpmış, dizleri mahvolmuş bir şekilde o merdivenden tekrar indim, inşaat ustası edasıyla merdiveni onlara geri uzattım ve katlanabilen daha uzun bir merdiven beklemeye başladım. sonrası yalnızca ellerime ulaşabilecekleri kadar bir mesafeye çıkabildim. 3-4 adam (ve zayıf bir kadın değilim arkadaşlar) iki kolumdan asılarak beni kuyudan çıkarttılar. yaralanmam yetmez gibi bundan sonraki 3-4 gün müthiş kol ağrılarıyla geçirdim.
kuyunun içindeyken, ve çıktığımda ise aklımda tek bir şey var, haber olma korkusu. yani o zamanki kafamda hem büyük rezillik, hem de adımın ve soyadımın baş harflerinin olduğu, "20 yaşındaki üniversite öğrencisi kız, belediye çukuruna düştü" haberlerini düşündükçe annem adına korkuyorum, çünkü abartmıyorum kadın ölür korkudan, ölür yani. ben belime kadar ıslak bir şekilde kuyudan çıktım. polis gelmiş, tutanak falan tutuluyor. benim ise tek bir isteğim var. eve gitmek. ışınlanmak ama, hemen, seri.
belime kadar ıslak olduğum için polisin arabasına binmeyi reddettim, arabayı pisletmemek ve ıslatmamak için. aynı düşünceyle taksiye de binmedim. laleliden şişhaneye otobüsle, şişhaneden evime metroyla gittim. tek kelime etmeden. asla ağlamadan. arkadaşım "cnm iyi misin" falan diye soruyor, benim merak ettiğim tek şey ise kokup kokmadığım. fısıldayarak "kokuyor muyum" diye sordum. o da yalvarırcasına bana "canım yemin ediyorum kokmuyorsun, mis gibi parfüm kokuyorsun hala" falan diyor. ama gözü saçıma takılıyor. dayanamayıp saçıma elini uzatıyor ve bir yaprak çekip çıkarıyor. benim gibi temizlik hastasının düştüğü hale bak. gözyaşım ucunda. ağladım ağlıcam.
evin kapısını açtığım gibi hayatımda ağlamadığım kadar ağladım galiba. hönkürerek. korkudan, öfkeden ve şaşkınlıktan. ev arkadaşım koşa koşa gelip "ne oldu?" diye sordu. benim cevap: "belediye çukuruna düştüm mutlu musun???!!" elbette mutlu değil. hangimiz mutluyuz ki? hala hatırlayınca güldüğümüz soruyu soruyor bana: "ada çayı yapayım mı sana?" he yap. allah aşkına yap. çaresizliğin 50. tonu.
sonrası abartmıyorum 90 derece sıcaklıkla derimi yüzercesine ağlaya ağlaya alınan bir duş, elinde parfüm şişesiyle uyumaya çalışmak. hemen ertesi günü şişmiş dizler ve kafayla fizik lab dersine gidiş. ve düştüğümü kimseye belli etmeme çabası. sanki ayıp bir şey gibi. sanki bu benim ayıbım gibi.
yani arkadaşlar, bastığınız yere dikkat edin. belediye başkanımız imamoğlu olsa da dikkat edin. ben bu hikayeyi yazarken, çevreme anlatırken gülüyorum ama bu olaydan sonra 2-3 yıl hep tedirgin tedirgin yürüdüm. çok sevdiğim istanbul'un sokaklarında yürüme keyfimin içine sıçıldı yani. ama bir taraftan da komik ya. belediye çukuruna düşmek nedir ya.
2011 van depremi sonrası yapılan kıyafet yardımlarına katkıda bulunmak istedim. o zamanlar itü 1. sınıf mühendislik öğrencisiyim. annemin tüm yalvarmalarıma rağmen örmekten vazgeçmediği kalın yünlü kazaklarımın hepsini güzelce paketledim. aşırı mutluyum ama, sonunda emek verdiği için atmaya kıyamadığım kazaklar çok güzel bir amaca hizmet edecek. bizim okulda bu konuda düzgün bir organizasyon yoktu. istanbul üniversitesinde okuyan arkadaşım "bizim okulda çok güzel örgütlendiler, hadi gel bizim okula verelim" dedi. laleli, acayip sevdiğim, tam otantik istanbul semti. 12 tercihinden 12 sini istanbul yazan, istanbul'a aşık bir bebeyim, istanbul'un her köşesi bana heyecan veriyor, sultangazi dahil. hele ki laleli.. tabii o zaman her yer yeni saç ektirmiş arap kaynamıyordu, laleli bile. neyse eski istanbul geyiklerini bırakıyorum, ben poşetlerimi alıp koşa koşa arkadaşımla buluştum.
iü laleli kampüsüne vardık. iü yabancı öğrencileri okula almakta sürekli sorun çıkaran bir üniversite olduğu için çok zeki arkadaşım "gel lan seni gizlice arka kapıdan sokucam ben" havalarına girdi. 2 yıldır o okulda okuyor ya, kurdu oldu sanki. o önden ben arkadan tin tin gidiyoruz. aykırı bişey yapıcam ya, bende gaza geldim "ehueehue" diye sırıta sırıta arkasından gidiyorum. yaradanın sevgili kulu arkadaşım kaldırımdan değil yoldan yürüyor, sanki doğrusu oymuş gibi. oymuş ya, bilemedim tabi. ben yürüdüğüm kaldırımdan park eden arabalar yüzünden artık inmek zorunda kaldım. ancak inmeye çalıştığım yerde ince tahta plakalar vardı. ama iki gözüm önüme aksın ki kaldırıma atılmış tahtalar gibi duruyordu. bir uyarı levhası olmasını geç, altında kuyu olduğunu belli eden hiçbir emare yok. kıllı bir durum yoktu arkadaşlar vallahi yoktu ya. 5 dakika önce tramvayda g*tümü pandiklemelerinden son anda kurtulmuşum. yani her şey aşırı olağan.
allah kahretsin ki o tahtanın tam ortasına basarak inmeye kalktım kaldırımdan. bastığım gibi sanki yerküre ikiye ayrılmış gibi beni içine çekmeye başladı. tahta kırılırken çıkan "çat" sesi hala kulaklarımda. beni içine öyle bir çekti ki, size anlatamam, vakumlanıyormuş gibi. normalde düşmek ne kadar sürer, 1-2 saniye. bu 5-6 saniye sürdü. dedim tamam, lağım çukuruna düşüyorum ben. kaderde 20 yaşında lağım çukuruna düşerek ölmek varmış. şaşkınım, ama nasıl güzel karşıladım ölmeyi görmeniz lazım. güzel değil de, okey napalım gibi. kabullendim en doğru kelime. kabullenmeyeceksin de ne yapacaksın, gidiyorsun işte el fatiha.
4-5 saniye ardından çat diye düştüm, dizlerimde ve başımda müthiş bir acı, çok ama çok soğuk bir su ve zifir karanlık. gözlerim sımsıkı kapalı, ellerim kulaklarımda. ne allaha, ne bir dine, dolayısıyla öbür dünyaya inanan bir insan olmadığım için hah diyorum, şimdi sıçtık. ölmek böyle bişey, vücudun yok oluyor ama bilinç lönk diye kalıyor böyle. aşırı eminim öldüğümden ama öldüğüm için değil, o şekilde asılı kalıcam, sıkılıcam diye korkmaya başlıyorum. ölüm ile ilgili en korktuğum şey budur işte. keşke öbür tarafa inansam, mahşer, günah&sevap point hesabı falan gene bir aksiyon. en korktuğum şey vücudun olmadan karanlık bir yerde kalmışsın gibi asılı kalmak. mal gibi böyle. düşüncelerinle ve benliğinle. uyy terledim ha.
neyse tam o sırada boğuk boğuk kendi adımı duymaya başladım. içimden "hay ananı, öbür dünya var mı lan yoksa, din kurallarına göre yargılanacaksak sıçtık, neyse ya içim temiz benim, bok temiz" gibi düşünceler geçerken anlıyorum ki öldüğüm falan yok. belediyenin açtığı genişliği 1x1, ama derinliği 3.5 - 4 metre olan beton bir çukurun içindeyim. belime kadar yağmur suyuyla dolu olduğu için bacaklarımın kırılmasından son anda kurtulmuşum. şunları yazarken diyorum hala kabus muydu lan bu gördüğün, yok vallaha kabus değil. şahitlerim olmasa bende kabus derim.
ondan sonrası tamamen saçmalık. panik içinde adımı sayıklayan arkadaşım, çevre esnafın kuyunun başına toplanması. şaşkınlıktan hiçbirşey söyleyemiyorum, ama arkadaşıma şunu dediğimi hatırlıyorum "ben çıkamıcam galiba buradan" çünkü gerçekten çıkılacak gibi değil. aşırı yüksekte kalmış insanlar, ayakları falan görünüyor en çok. dümdüz duvarları olan bir kuyu, ulan hala aklımda, neden açtınız o kuyuyu ya. ondan sonrası artık trajikomik. esnaf yukarıda "lan nasıl çıkarırız bu kızı" diye brainstorming yapıyor. ben duruyorum öyle sadece. yavaş yavaş kendime geliyorum, suyun içinde el yordamıyla telefonumu, fotoğraf makinemi falan arıyorum sanki çalışacakmış gibi. ve o halde bile o yünlü kazakları elimde sımsıkı tutuyorum. bırak artık ya, yardıma muhtaç olan sensin.
esnafın brainstormingleri ise şaka gibi. ya adamlar da ne yapsın, çare bulmaya çalışıyorlar. şimdi hatırlayınca hepsine tek tek teşekkür ediyorum buradan. ama fikirlerden biri "halat atalım" oldu. hatırlayınca hala gülüyorum, dümdüz duvardan nasıl çıkıcam lan halatla? ayrıca bacaklarım falan da sakat mı değil mi belli değil. titrek bir sesle "halat mı?" diye sordum, vazgeçtiler. şükür ya.
neyse sonra merdiven indirmeyi akıl ettiler. ancak maalesef bana uzattıkları merdiven kısa kaldı. derinliğin boyutunu oradan anlayın işte. merdivenin en ucuna çıkınca bile ellerime erişemiyorlardı. kafasını çarpmış, dizleri mahvolmuş bir şekilde o merdivenden tekrar indim, inşaat ustası edasıyla merdiveni onlara geri uzattım ve katlanabilen daha uzun bir merdiven beklemeye başladım. sonrası yalnızca ellerime ulaşabilecekleri kadar bir mesafeye çıkabildim. 3-4 adam (ve zayıf bir kadın değilim arkadaşlar) iki kolumdan asılarak beni kuyudan çıkarttılar. yaralanmam yetmez gibi bundan sonraki 3-4 gün müthiş kol ağrılarıyla geçirdim.
kuyunun içindeyken, ve çıktığımda ise aklımda tek bir şey var, haber olma korkusu. yani o zamanki kafamda hem büyük rezillik, hem de adımın ve soyadımın baş harflerinin olduğu, "20 yaşındaki üniversite öğrencisi kız, belediye çukuruna düştü" haberlerini düşündükçe annem adına korkuyorum, çünkü abartmıyorum kadın ölür korkudan, ölür yani. ben belime kadar ıslak bir şekilde kuyudan çıktım. polis gelmiş, tutanak falan tutuluyor. benim ise tek bir isteğim var. eve gitmek. ışınlanmak ama, hemen, seri.
belime kadar ıslak olduğum için polisin arabasına binmeyi reddettim, arabayı pisletmemek ve ıslatmamak için. aynı düşünceyle taksiye de binmedim. laleliden şişhaneye otobüsle, şişhaneden evime metroyla gittim. tek kelime etmeden. asla ağlamadan. arkadaşım "cnm iyi misin" falan diye soruyor, benim merak ettiğim tek şey ise kokup kokmadığım. fısıldayarak "kokuyor muyum" diye sordum. o da yalvarırcasına bana "canım yemin ediyorum kokmuyorsun, mis gibi parfüm kokuyorsun hala" falan diyor. ama gözü saçıma takılıyor. dayanamayıp saçıma elini uzatıyor ve bir yaprak çekip çıkarıyor. benim gibi temizlik hastasının düştüğü hale bak. gözyaşım ucunda. ağladım ağlıcam.
evin kapısını açtığım gibi hayatımda ağlamadığım kadar ağladım galiba. hönkürerek. korkudan, öfkeden ve şaşkınlıktan. ev arkadaşım koşa koşa gelip "ne oldu?" diye sordu. benim cevap: "belediye çukuruna düştüm mutlu musun???!!" elbette mutlu değil. hangimiz mutluyuz ki? hala hatırlayınca güldüğümüz soruyu soruyor bana: "ada çayı yapayım mı sana?" he yap. allah aşkına yap. çaresizliğin 50. tonu.
sonrası abartmıyorum 90 derece sıcaklıkla derimi yüzercesine ağlaya ağlaya alınan bir duş, elinde parfüm şişesiyle uyumaya çalışmak. hemen ertesi günü şişmiş dizler ve kafayla fizik lab dersine gidiş. ve düştüğümü kimseye belli etmeme çabası. sanki ayıp bir şey gibi. sanki bu benim ayıbım gibi.
yani arkadaşlar, bastığınız yere dikkat edin. belediye başkanımız imamoğlu olsa da dikkat edin. ben bu hikayeyi yazarken, çevreme anlatırken gülüyorum ama bu olaydan sonra 2-3 yıl hep tedirgin tedirgin yürüdüm. çok sevdiğim istanbul'un sokaklarında yürüme keyfimin içine sıçıldı yani. ama bir taraftan da komik ya. belediye çukuruna düşmek nedir ya.
devamını gör...
dünyanın en değerli şeyi
merhamet ve vicdan sahibi olmak. hele bugünlerde çok daha değerli.
devamını gör...
devlet memurları bu ülkenin kanayan yarası kamburu kanseridir
öncelikle sakin olalım sevgili yazarlar. devlet memuru falan değilim, bilakis özel sektörün her türlü alavere dalaveresini görmüş, bilfiil yaşamış bir yazarım yalnızca.
-medeni ülkelerde bugün işçi sınıfı mutluysa bu işverenin ehlileştirilmesinden kaynaklı. türkiye'de özel sektör rabbena hep bana kafasından vazgeçmez, çünkü devlet özel sektöre muhtaçtır, yeri gelir vergisini affeder, yeri gelir ithal ürüne kota koyar, yeri gelir işçiyi nasıl hangi şartlarda çalıştırdığını görmezden gelir, sendikaları baltalar, tepelerine truva atları yerleştirir. bu şımarıklığa elverişli ortam insan doğasından kaynaklı özel sektörü bugünkü gibi bencil, açgözlü birer piyasa oyuncusu haline getirir. maaşlar kuş kadardır, beklentiler dağ. beyaz yakalı diye tabir ettiğimiz tabakaya geçebilen kesimde de aslında durum farklı değildir. görece iyi şartlarda yaşar, ama emeğinin karşılığını alamadığını bilir. oyun taktiği bir gün yükselip çok para kazanabileceği ümidini diri tutmak üzerine kuruludur, nitekim aralarından yükselenler olur ve maaşları artar. diğerleri bilirler ki oraya çıkmak için ya yukarıdakini aşağı çekeceksin ya da çok çalışacaksın.
- devlet memurlarının bir kısmı bugün diyelim ki 4.500 tl-5.000 tl bandında işe başlarlar. ama 1/4 tabir ettiğimiz zurnanın son deliğine ilerlediğinde dahi, o maaş bugünkü şartlarla 10.000 tl olmaz. belli başlı bir kaç meslek hariç. (2021'de tuğgeneral maaşı 11.000 tl civarında olacak örneğin) burada koçun motivasyon taktiği her zaman az maaş ama garanti maaştır. yani hayaller umutlar falan yükseltilmez. memur işini yapar, o günkü iktidarla ve sicilini elinde tutan amirleriyle iyi geçinirse şef olur, müdür olur, üst banta biraz daha hızlı yaklaşır. hayalleri düşük olan insanı motive etmek zordur, dolayısıyla yan haklarla desteklenir, ufak tefek mesaiden kaytarmalara göz yumulur. esnek çalışma saatlerinin türevi. bu da sonuç olarak verimliliği düşürür, verimin düşük olduğu yerde 3 kişinin yapacağı işi 5 kişi yapar.
bu kadar cümleyi niye yazdık? ben bunu yorumlamak yerine hercule poirot'a bağlayıp tanımı soruyla bitireyim. sizce asıl suçlu kim? bu paradokstan nasıl çıkarız?
-medeni ülkelerde bugün işçi sınıfı mutluysa bu işverenin ehlileştirilmesinden kaynaklı. türkiye'de özel sektör rabbena hep bana kafasından vazgeçmez, çünkü devlet özel sektöre muhtaçtır, yeri gelir vergisini affeder, yeri gelir ithal ürüne kota koyar, yeri gelir işçiyi nasıl hangi şartlarda çalıştırdığını görmezden gelir, sendikaları baltalar, tepelerine truva atları yerleştirir. bu şımarıklığa elverişli ortam insan doğasından kaynaklı özel sektörü bugünkü gibi bencil, açgözlü birer piyasa oyuncusu haline getirir. maaşlar kuş kadardır, beklentiler dağ. beyaz yakalı diye tabir ettiğimiz tabakaya geçebilen kesimde de aslında durum farklı değildir. görece iyi şartlarda yaşar, ama emeğinin karşılığını alamadığını bilir. oyun taktiği bir gün yükselip çok para kazanabileceği ümidini diri tutmak üzerine kuruludur, nitekim aralarından yükselenler olur ve maaşları artar. diğerleri bilirler ki oraya çıkmak için ya yukarıdakini aşağı çekeceksin ya da çok çalışacaksın.
- devlet memurlarının bir kısmı bugün diyelim ki 4.500 tl-5.000 tl bandında işe başlarlar. ama 1/4 tabir ettiğimiz zurnanın son deliğine ilerlediğinde dahi, o maaş bugünkü şartlarla 10.000 tl olmaz. belli başlı bir kaç meslek hariç. (2021'de tuğgeneral maaşı 11.000 tl civarında olacak örneğin) burada koçun motivasyon taktiği her zaman az maaş ama garanti maaştır. yani hayaller umutlar falan yükseltilmez. memur işini yapar, o günkü iktidarla ve sicilini elinde tutan amirleriyle iyi geçinirse şef olur, müdür olur, üst banta biraz daha hızlı yaklaşır. hayalleri düşük olan insanı motive etmek zordur, dolayısıyla yan haklarla desteklenir, ufak tefek mesaiden kaytarmalara göz yumulur. esnek çalışma saatlerinin türevi. bu da sonuç olarak verimliliği düşürür, verimin düşük olduğu yerde 3 kişinin yapacağı işi 5 kişi yapar.
bu kadar cümleyi niye yazdık? ben bunu yorumlamak yerine hercule poirot'a bağlayıp tanımı soruyla bitireyim. sizce asıl suçlu kim? bu paradokstan nasıl çıkarız?
devamını gör...
yazarların şu an olmak istedikleri yerler
yazilanlari okudukca aklima her nerede degilsem orada iyi olacakmışım gibi gelir sözü geldi..
devamını gör...
sevilen türkünün en vurucu sözleri
aman ölüm zalım ölüm üç gün ara ver.
devamını gör...
uykusuzluk
(bkz: uykulu)
devamını gör...
tanım beğenmek
okuduğum, beğendiğim ve bana bir şeyler kattığını düşündüğüm çoğu tanımdan artımı eksik etmem. bazı tanımlar öyle güzel oluyor ki, teşekkür edesim bile geliyor paylaştıkları için böyle güzel bilgileri, düşünceleri ve fikirleri. takibinizdeyim bol bol okuyorum.
devamını gör...

