kuzgun

ortasında bir gecenin, düşünürken yorgun, bitkin
o acayip kitapları, gün geçtikçe unutulan,
neredeyse uyuklarken, bir tıkırtı geldi birden,
çekingen biriydi sanki usulca kapıyı çalan;
"bir ziyaretçidir" dedim, "oda kapısını çalan,
başka kim gelir bu zaman?"

ah, hatırlıyorum şimdi, bir aralık gecesiydi,
örüyordu döşemeye hayalini kül ve duman,
ışısın istedim şafak çaresini arayarak
bana kalan o acının kaybolup gitmiş lenore'dan,
meleklerin çağırdığı eşsiz, sevgili lenore'dan,
adı artık anılmayan.

ipekli, kararsız, hazin hışırtısı mor perdenin
korkulara saldı beni, daha önce duyulmayan;
yatışsın diye yüreğim ayağa kalkarak dedim:
"bir ziyaretçidir mutlak usulca kapıyı çalan,
gecikmiş bir ziyaretçi usulca kapıyı çalan;
başka kim olur bu zaman?"

kan geldi yüzüme birden daha fazla çekinmeden
"özür diliyorum" dedim, "kimseniz, bay ya da bayan
dalmış, rüyadaydım sanki, öyle yavaş vurdunuz ki,
öyle yavaş çaldınız ki kalıverdim anlamadan."
yalnız karanlığı gördüm uzanıp da anlamadan
kapıyı açtığım zaman.

gözlerimi karanlığa dikip başladım bakmaya,
şaşkınlık ve korku yüklü rüyalar geçti aklımdan;
sessizlik durgundu ama, kıpırtı yoktu havada,
fısıltıyla bir kelime, "lenore" geldi uzaklardan,
sonra yankıdı fısıltım, geri döndü uzaklardan;
yalnız bu sözdü duyulan.

duydum vuruşu yeniden, daha hızlı eskisinden,
içimde yanan ruhumla odama döndüğüm zaman.
irkilip dedim: "muhakkak pancurda bir şey olacak;
gidip bakmalı bir kere, nedir hızlı hızlı vuran;
yatışsın da şu yüreğim anlayayım nedir vuran;
başkası değil rüzgârdan..."

çırpınarak girdi birden o eski kutsal günlerden
bugüne kalmış bir kuzgun pancuru açtığım zaman.
bana aldırmadı bile, pek ince bir hareketle
süzüldü kapıya doğru hızla uçarak yanımdan,
kondu pallas'ın büstüne hızla geçerek yanımdan,
kaldı orda oynamadan.

gururlu, sert havasına kara kuşun alışınca
hiçbir belirti kalmadı o hazin şaşkınlığımdan;
"gerçi yolunmuş sorgucun" dedim, "ama korkmuyorsun
gelmekten, kocamış kuzgun, gecelerin kıyısından;
söyle, nasıl çağırırlar seni ölüm kıyısından?"
dedi kuzgun: "hiçbir zaman."

sözümü anlamasına bu kuşun şaşırdım ama
hiçbir şey çıkaramadım bana verdiği cevaptan,
ilgisiz bir cevap sanki; şunu kabul etmeli ki
kapısında böyle bir kuş kolay kolay görmez insan,
böyle heykelin üstünde kolay kolay görmez insan;
adı "hiçbir zaman" olan.

durgun büstte otururken içini dökmüştü birden
o kelimeleri değil, abanoz kanatlı hayvan.
sözü bu kadarla kaldı, yerinden kıpırdamadı,
sustu, sonra ben konuştum: "dostlarım kaçtı yanımdan
umutlarım gibi yarın sen de kaçarsın yanımdan."
dedi kuzgun: "hiçbir zaman."

birdenbire irkilip de o bozulan sessizlikte
"anlaşılıyor ki" dedim, "bu sözler aklında kalan;
insaf bilmez felâketin kovaladığı sahibin
sana bunları bırakmış, tekrarlıyorsun durmadan.
umutlarına yakılmış bir ağıt gibi durmadan:
hiç -ama hiç- hiçbir zaman."

çekip gitti beni o gün yaslı kılan garip hüzün;
bir koltuk çektim kapıya, karşımdaydı artık hayvan,
sonra gömüldüm mindere, sonra daldım hayallere,
sonra kuzgun'u düşündüm, geçmiş yüzyıllardan kalan
ne demek istediğini böyle kulağımda kalan.
çatlak çatlak: "hiçbir zaman."

oturup düşündüm öyle, söylemeden, tek söz bile
ateşli gözleri şimdi göğsümün içini yakan
durup o kuzgun'a baktım, mindere gömüldü başım,
kadife kaplı mindere, üzerine ışık vuran,
elleri lenore'un artık mor mindere, ışık vuran,
değmeyecek hiçbir zaman!

sanki ağırlaştı hava, çınlayan adımlarıyla
melek geçti, ellerinde görünmeyen bir buhurdan.
"aptal," dedim, "dön hayata; tanrın sana acımış da
meleklerini yollamış kurtul diye o anıdan;
iç bu iksiri de unut, kurtul artık o anıdan."
dedi kuzgun: "hiçbir zaman."

"geldin bir kere nasılsa, cehennemlerden mi yoksa?
ey kutsal yaratık" dedim, "uğursuz kuş ya da şeytan!
bu çorak ülkede teksin, yine de çıkıyor sesin,
korkuların hortladığı evimde, n'olur anlatsan
acılarımın ilâcı oralarda mı, anlatsan..."
dedi kuzgun: "hiçbir zaman."

"şu yukarda dönen gökle tanrı'yı seversen söyle;
ey kutsal yaratık" dedim, "uğursuz kuş ya da şeytan!
azalt biraz kederimi, söyle ruhum cennette mi
buluşacak o lenore'la, adı meleklerce konan,
o sevgili, eşsiz kızla, adı meleklerce konan?"
dedi kuzgun: "hiçbir zaman."

kalkıp haykırdım: "getirsin ayrılışı bu sözlerin!
rüzgârlara dön yeniden, ölüm kıyısına uzan!
hatıra bırakma sakın, bir tüyün bile kalmasın!
dağıtma yalnızlığımı! bırak beni, git kapımdan!
yüreğimden çek gaganı, çıkar artık, git kapımdan!"
dedi kuzgun: "hiçbir zaman."

oda kapımın üstünde, pallas'ın solgun büstünde
oturmakta, oturmakta kuzgun hiç kıpırdamadan;
hayal kuran bir iblisin gözleriyle derin derin
bakarken yansıyor koyu gölgesi o tahtalardan,
o gölgede yüzen ruhum kurtulup da tahtalardan
kalkmayacak - hiçbir zaman!

edgar allan poe

çeviri : ülkü tamer
devamını gör...

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

mutsuzluğun tanımı, etle kemik olduğu halidir herhalde. allah hasmıma nasip etmesin, evlerden ırak olsun..

bundan sanırım 13 ya da 14 yıl öncesinde gerçekleşiyor bu durum. o zamanlar harvard'ta phd'mi "history of art and architecture" üzerine yapıyorum ikinci yılım. babam da bir yandan parasal yönden sıkışık olduğumuzdan, beni okutmak için mandırasındaki hayvanları satıp bana para gönderiyor. zavallı çilekeş adam, maddi sorunlarla boğuştukça kendini sigaraya mı vurdu nedir, ne zaman memlekete dönsem onu yeşilçam filmlerindeki tabanca efekti gibi öksürürken görüyordum. hakkı bende büyüktür bu büyük adamın.

neyse konuya dönüyorum. okul tarafından, doktorant programıyla 5 kişi louvre müzesine davet edildik, orada gözlem yapmamız ve analizlerimizi tez konumuza dahil etmemiz gerekiyordu. lisansta 4 yıldır kesiştiğim mariya da var. kıza bunca senedir bir kez olsun açılıp ona en derin hislerimden bahsedemedim. en son ona açılmaya kalktığımda, heyecandan midem bulanmış ve olduğum yere öylece kusmuştum. ardından utancımdan mı, ezikliğimden mi yoksa gerçekten midemin bozulduğundan mı bayılmıştım hatırlamıyorum. tek hatırladığım mariya'nın klinikte gözlerimi araladığımda "korkma cemal ben buradayım" dediğini hatırlıyorum. dünya üzerinde bir kıza açılırken hastanelik olan tek avarel ben olabilirim. ilişkiler konusunda da çekingenim o sıralar tabii bunun da etkisi var.

mariya süryani olduğu için türkçeyi biliyor ama kırık bir türkçesi var tabii... bazen dilimizi unutmamak için kendi aramızda konuşuyoruz. akşamları kampüsün içindeki chicknrose isimli bir mekana girip içiyoruz ve ondan bundan muhabbet açıyoruz. uçağa binmemizden bir gün evvel yine aynı mekana içmek için gittik. kıza "ee sizinkiler ne alemde?" dedim. ailesini tanımak istiyordum işte klasik sorular maksat sormuş olayım. babası iran halısı işindeymiş karun kadar zenginlermiş, aslında kendisinin çalışmasına gerek yokmuş ama yine de kendini akademik anlamda geliştirmek ve boş boş baba parası yemek istemiyormuş. böyle kızları gördükçe öfkeleniyormuş. bütün bunlardan bahsederken gözlerime utangaç bir şekilde tıpkı bir anime kızı gibi bakıyordu. ben de ona gülümsüyordum fakat kafam bambaşka yerdeydi. allah kahretsin ya kahretsin! o anda kafamdan geçenler, mariya'nın babası lütfü amcanın halı başına kaç dolar (ya da) euro kâr ettiğiydi. kapalıçarşı'da ve bahariye'de ikişer dükkanı varmış. dükkanların hava parası 150 milyar etse, halı başına 50 bin dolar kazansalar günlük cirodan iyi para.. karısı salma hanım da diş hekimi, o da kazanıyordur birkaç milyar.. evde para sayma makinesi lazım anasını s.atim.

sonra sordu: "neden bu kadar düşüncelisin cem". gülerek cevapladım, "yarınki projemizi düşünüyordum dalmışım." of ya of.. türk esnafı gibi hesap yapıyorum işte hala bu huyumdan kurtulamadım. huyum kurusun.

ertesi gün uçağa doğru gidiyoruz. airportta check-in yaptık. arkamızdan tez hocamız jessica hanım da geldi bizi yolcu etmeye. sonra bindik ben cam kenarında oturuyordum o da yanımda. önümüzde oscar ve angelina var. onun önünde de tek başına sap gibi giancarlo oturuyor. bir anda aklıma bu uçak düşerse n'olur sorusu geldi. o sıralar lost revaçta bir diziydi. hatırlarsınız ilk bölümde uçak düşüyor ve okyanusya'da bir adaya düşüyorlardı. acaba bu uçak düşerse bizim ekibe ne olur diye düşündüm. giancarlo ilk ölen olurdu muhtemelen. kendisi elinde devamlı nintendo wii'siyle oynayan ve sürekli espri yapmaya çalışan geek bir tip. bu tiple yaşama şansı oldukça düşük. angelina desen böyle süslü püslü paris hilton olmak için bir taraflarını yırtan bir kız. elinde moda dergisi var ve ağzında bir sakız, pofur pofur patlatıyor. ilk öleceklerden biri o da. oscar'a gelirsek. allah için iyi çocuk. ama gözlüklü ve siyahi olduğu için onun da uzun süreli yaşaması mümkün değil. kaldı ki angelina'ya devamlı asılır halde olduğu için onun peşinden gider ve muhtemelen "the others" tarafından öldürülürdü. mariya ve ben akıllı olan bir çiftiz. tıpkı jack ve kate gibi... amerikan gençlik filmlerinde sona kalan kadın ve erkek karakter öpüşürler ya hani, onun düşünü kuruyorum bulutlara bakarak ... belki o an bir şeyler filizlenir aramızda ve deliler gibi birbirimize yapışırız.

***

akşam olmuş ve herkes uyuyakalmıştı. birdenbire tuvaletim geldi fakat ışıklar kapalı ve tuvalet kabinin önünü anca görüyorum. mariya da uyuyor. en önden giancarlo'nun horultusu geliyordu. mohaç meydan muharebesinde şanlı mehter takımımız bu kadar gümbürtü çıkarmamıştır anasını satim. önlerden bir alman amca mırıldanıyordu, a1 seviye anadolu lisesi almancamla "bir yetişkin domuz gibi bağırıyor" dediğini anlayabildim. neyse tuvalete gittim. bir yandan işimi görürken, bir yandan kilitli olmasına rağmen kapıyı elimle tutuyordum. bu bende küçüklükten kalma bir travma. okuduğum ilkahırda (evet ilkokul demeye dilim varmıyor) tuvaletlerde kilit yoktu ve babası belli olmayan bazı afacanlar, kapıyı öylesine zorlarlardı ki, bağcılar'da torbacıların evine şafak operasyonu düzenleyen narkotik bile bunların yanında kibar kalır anasını sayim. kapıya omuz atar - en iyi ihtimalle- tekme atıp kaçardı ve bunu herkese yaparlardı. okulun öğretmenleri ve öğrenci profili o kadar kötüydü ki, babama yıllarca yalvardım başka bir okula göndermesi için lakin köye en yakın okul olduğu için servisle buraya gitmek zorundaydım. annem her sabah önlüğümü giydirirken, bu pislik çukuruna lanet eder ve bir gün yerle bir olmasını en içten yürekle dilerdim. bu tuvalet fobisi bende küçüklükten kaldı. hatta yıllar sonra hipnoterapide, terapistim böyle bir sorunumdan dolayı özgüven eksikliği yaşadığımı söyledi. umberto eco'nun dediği gibi, "deliler ve çocuklar yalan söylemezler" terapistim
beni depresyondan kurtulmam için yardım etmişti, bu takıntım gitmedi ama.

neyse çıktım tuvaletten bu böyle uyanmış, uyku sersemi bir hâlde düşük bir ses tonuyla telefonunu telefonunu açmış bir şeyler mırıldanıyor. telefonla konuşmak uçakta yasak olduğu için hosteslerden birisi yanına gelerek "m'am i'm sorry but... it's not allowed in the plane. please turn off.." kadıncağız konuşmasını bitirmeden bu açtı ağzını yumdu gözünü ve

"senin ben izzet-i ikramını, nefs-i cevvalini s...yim be a... . k... karısı seni! getirdiğin iki domates suyu!" dedi. ağzında köpük vardı sanki göremiyordum.
"please m'am only you have to do..."
"s.... lan k...şe! senin ben olmayan beynini .. bre merzifon eşeğinden doğma tahta kafalı seni! zaten sinirlerim bozuk! almıym ayağımın altına!"

o anda elimde çantamı düşürmüştüm ve 200 euro'ya amsterdam'dan aldığım tom ford parfümümü sertçe yere düştüğü için kırılmıştı, o anda başımdan kaynar sular dökülmüştü sanki, ruhum ellerimden mi çıkıyordu.. peki bu karıncalanmalar da neyin nesi. hayal kırıklığı mı vardı üstümde, yoksa korku mu? anlam veremediğim kötü bir his vardı üstümde, az daha bayılayazacaktım. daha sonradan bu iğrenç durumun beni birkaç ay boyunca depresyona sokacağını bilmiyordum.

"m-mariya?..." diyebildim kekeleyerek.
"cemal ben.. yani gördüğün... benim.." dedi o da aynı şekilde.
"senin böyle olduğunu..."
"açıklayabilirim."
"mariya neyi açıklayacaksın! resmen aruz vezni ile sövüyorsun karşındaki kişiye!"
"çok sinirlenmiştim amaa"
"karşındaki emekçi bir kadın! kim olursa olsun! ne kadar pis bir ağzın var şu hale bak!"

içinde bulunduğu duruma karşın ne yapacağını bilememiş ve aklını yitirmişti adeta. sonra birdenbire delirmiş gibi kahkaha atmaya başladı.

"hah hah haa! bay çok bilmiş kibar cemal bey! senin böyle efendi erkek gibi davranarak aslında bana asıldığını ve beni yatağa atmak için uğraştığını bilmiyorum sanki! ha!! ne dersin? yoksa yalanlayacak mısın!"

o anda beynimden vurulmuşa döndüm. bir adım geri atarak sendeledim ve yan koltuğa tutundum. birkaç yolcu hariç kabindeki yolcuların tamamı uykusundan uyanmıştı. oscar, angelina pür dikkat, korkuyla bize bakıyordu. giancarlo kulaklığını çıkararak. "what the hell is going on guys?" demişti. sonra angelina ona sus işareti yaptı. "alright then" diyerek kulaklığını umursamaz bir şekilde takmıştı.

"ne biliyor musun cemal! ben butch ile daha önceden beraberdim. bunu bilmeni istemiyordum ama sen sürekli iyilik timsali gibi görünerek bana asıldın ve beni kullanmak istediğini düşünüyorum artık!!"

öfkeyle bağırdım "butch'ın canı cehenneme!" derin bir nefes aldım. "bunlar umrumda mı sanıyorsun ha! seninle belki bir geleceğimiz olabilirdi ama sen... sen böyle davranarak her şeyin içine ettin. senin komplekslerinle uğraşamayacağım artık ne halin varsa gör!"

bu cevabımı beklememişti. nitekim birdenbire patlamıştı. onun bu kadar dolmasına neyin neden olduğunu bilmiyorum. başka ailevi sorunlar mı onu bu hale getirmişti bilmiyorum. proje çok tatsız geçmişti. onunla ne müzede ne de paris'te bir iki kelime etmemiştik. yıllar sonra oscar ile konuşurken öğrendim butch ile nişanlanmış ancak butch bir motorsiklet kazasında can verince majör depresyona girmiş sonra babası onun artık amerika'da yaşamaması gerektiğini düşünerek türkiye'ye getirtmiş. birkaç gün önce bir avm'de yeni kocası ve iki çocuğuyla görünce yine aklıma geldi. biraz kilo almış ve sigaradan dolayı cildi epey kurumuş ama hala güzel. çocuklarını azarlıyordu. kocası da telefon görüşmesi yapıyordu. güneş gözlüklerim ve ağarmış saçlarımdan tanıyamadı muhtemelen, fark etmedi bile. ama ben geçmiş günleri hatırlamış oldum birkaç saniye içerisinde.
devamını gör...

yurtdışında chuck palahniuk kimse bizim topraklarımızda da yeraltı edebiyatının usta kalemidir. daha, az, azil gibi romanların yazarıdır. şahsiyet dizisini de senaristidir. yeni kitap çıkarsa da okusam diye uzun süredir beklediğim yazardır. ayrıca kinyas ve kayra kitabında geçen şu cümle ile çok da etkilemiştir.
--- alıntı ---

"sorarlarsa, 'ne iş yaptın bu dünyada?' diye, rahatça verebilirim yanıtını: yalnız kaldım. kalabildim! altı milyar insanın arasında doğdum. ve hiçbirine çarpmadan geçtim aralarından..."
devamını gör...

yahudi mistisizminde geçen figür. kabala ile de ilişkilendiriliyor sanırsam. ilahiyatçılara göre islam kaynaklarında geçen hz. idris'tir. ama bu noktada yahudi tradisyonunda anlatılanlar ile islam kaynaklarında anlatılanlar birbirlerinden çok farklıdır.

enok'un bir de meşhur bir kitabı vardır. apokritif ilan edilip iznik konsülünde kanonik incillere dahil edilmeyen... tarihte son 3000 yılımıza yön veren bir elin parmaklarını geçmeyen insan var. bunlardan birisi de işte roma imparatoru 1. konstantinus. herneyse onu da bi ara anlatırım. kendisi hristiyanlığı romanın resmi dini olarak ilan etmeseydi (ki kendisi ölene kadar pagan kalmıştır ölüm döşeğinde vaftiz olmuştur) hristiyanlık da tıpkı yahudilik gibi ortadoğu coğrafyası ve mezopotamya ile sınırlı kalacak bir ortadoğu dini olacaktı... neyse işte konstantin bu enok kitabını yasaklatıyor falan... sonraları bir iskoç asilzadesi doğu afrika'da yanılmıyorsam 17 ila 18. yy.'larda bu enok kitabının 3 cildini buluyor ediyor falan... en son bir de meşhur 1947'de arap bir çobanın düşen koyununun peşinden girdiği mağarada bulduğu meşhur essenilere ait olduğu düşünülen kumran el yazmaları çıkıyor... enok'un kitabı burada da ortaya çıkıyor...

kitap bu arada baya enteresan. fallen angellar yani düşmüş meleklerden dünyaya inen meleklerden bahsediyor. geleneğe göre düşen melekler dünyada insan kadınlarla birlikte oluyorlar ve nefilim adı verilen dev ırkı ortaya çıkıyor falan... nefilimler sonsuz bir açlıkla doğayı tüketip insanları yiyorlar falan sonrasında insanları yemeye başlıyorlar ve en sonunda da tufan ile helak ediliyorlar...


edit: diablocular orada mısınız ? bakın yoklama alıyorum allah'a yemin olsun ki sınıfta bırakırım. kaytarmak yok dksjghdf
devamını gör...

sözlükte okuduğum en cesur, en kültürlü ve en nüktedan yazarlardandır*. kendisini uzun zamandır takip etmekle beraber bundan bir gün için bile pişman olmadım,doğruyu söylemek gerekirse. tanımlarının her bir satırını özenle okuyorum ki harika bir tespiti veya meşhur yıldızlı bkz'larındaki ufak bir espriyi dahi atlamayayım.
bu arada maymunlar cehennemi'ni tuhaf önyargımdan dolayı ben de izlememiştim** *

not:kendisi 10 nisan sabahı** kafa iznine çıktı. kafa sözlük çok kan kaybetmedi mi gerçekten?
umarım kısa zamanda dönersiniz sevgili una nocte. özleneceğinizi bilin, sevgiler..
devamını gör...

bir jorge luis borges kitabıdır.

bazen düşünüyorum dünya üzerinde yaşadığımız; zaman mefhumu ile lanetlendiğimiz bu kısa ve sancılı, can yakan dönem boyunca ne kadar şey öğrenebilirim gerçekten.

cevabım uzun süre borges okumadığım dönemlerde gayet olumlu oluyor. kendi kendime yeterince kitap okuduğum, filmler izlediğim, yazılar yazdığım, insanlarla etkileşimde bulunduğum ve yıllar önce kendime verdiğim her gün bir şeyler öğrenme sözünü tuttuğum için yeterli olduğunu söylüyorum.

ama borges okuduğum zamanlarda durum bu kadar iç açıcı olmuyor maalesef. böyle zamanlarda kendimi o kadar cahil hissediyorum ki. sanki borges kadar bilgi sahibi olmak için garavel ustanın bana günlük olarak yükleme yapması gerekecekmiş gibi hissediyorum.

borges bu kitabında öyküleri ile beynimin ayarları ile oynaması yetmiyormuş gibi denemeleri ile cehalet bilincime ince bir kat daha sürüyor. dünya edebiyatını yakından takip etmeme rağmen her denemede tanımadığım bir yazar, adını hiç duymadığım bir kitap, varlığından haberdar bile olmadığım bir kavram çıkıyor karşıma kitap boyunca.

bu denemeler ile anladım ki;

borges okumak cehaletinin farkına varmaktır.
borges okumak zamanın ne kadar yetersiz olduğunu anlamaktır.
borges okumak kütüphane suretinde bir cenneti hayal etme yeteneğini kazanmaktır.
devamını gör...

takvim yılı içerisinde gerçekleşen 13. dolunay evresine verilen isimdir.geleneksel bir ihanet eden anlamına gelen belewe kelimesinin zaman içerisinde blue yani mavi kelimesine dönüşmesinden alan bu kültürel olgu, insanlar bir yılda 12 dolunay beklerken gerçekleşen 13. dolunayın takvime ihanet ettiği göndermelerinden alır. yani ay’ın rengi ile hiçbir ilgisi yoktur.
en son 22 ağustos 2021 tarihinde sahnelere çıktı. sanki her şey dolup dolup taştı. ah astrologlar kovaydı akrepti derken uyuşturdunuz beynimizi. mavisi geldi geçti derken sıraya mor'u gelirse şaşırmam. bu tutulmalar beni aşar.
devamını gör...

saçma bulduğum başlık. kadınlar daha erken olgunlaşırlar lakin içlerinde hep bir cocuk vardır. bu çocuk zamanla yaşadıkları hayattan dolayı dışarı yansımaz öyle ki çocuk icerden çığlıklar atmaktadır bazen de deli dolu heyecanlı meraklı ilgiye aç cocuk yansır. sonuç olarak kadınların çocuklaşabildigi bir aile bir dünya isterim.
devamını gör...

bir andrej nikolaidis kitabıdır.

bu kitabın sunuş yazısını popstar filozof slavoj zizek yazmış ve yazarı umberto eco, dashiell hammett ve orhan pamuk’un bir karışımı olarak nitelemiş. üç yazarın da bütün kitaplarını okumuş bir okur olarak bu sunuş elbette dikkatimi çekti ve hemen okumaya başladım kitabı. iyi ki de okumuşum, kitap bütün beklentilerimi karşıladı.

bir dedektif üstüne aldığı görevi ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin, sonunda hiçbir işe yaramayacağını bilse bile sebatla çalışarak yerine getirmek zorundadır. günümüzde artık pek bir anlam taşımayan meslek ahlakı bunu gerektirir.

mesela kıyametin kopmaya yaklaştığı bir zamanda bile olsa dedektif araştırmasından vaz geçemez. yazın ortasında lapa lapa kar yağsa, seller ortalığı silip süpürse, depremler koca şehirleri yerle yeksan etse bile. aklınıza gelebilecek kıyamet esnasında olabilecek her türlü doğu üstü olaydan herhangi bir gerçekleşse bile meslek ahlakına sahip olan dedektif yılmayacaktır.

dünyanın sonu belki böyle gelmeyecek, belki bambaşka şeyler olacak ama o dedektif işine yapmaya her halükarda devam edecek.

eğer iyi bir kıyamet romanı okumak istiyorsanız hiç kaçırmayın bence.
devamını gör...

ben hiç kar görmedim. ciddi söylüyorum. böyle karın yanına gidip canlı canlı elime alıp birine atmadım, üzerinde yürümedim, o beyaz örtüyü, doğanın gelinliğini görmedim. hep uzaktan dağlarda aaa kar dedim. nasip olmadı gitmek. belki de yarın ölsem hiç kar topu oynamadan, kar görmeden ölüp gitcem. kimse inanmıyor o ayrı. bir ailem ve yakın arkadaşlarım bilir bunu. bir kere okulun bahçesine kamyonla dökmüşlerdi ama gerçekten kar öyle mi? kar yağışını zaten hiç bilmiyorum.
bir gün sabahtan akşama kadar birlikte olacağız eminim ama o gün kim bilir ne zaman?
devamını gör...

bu başlık, tanım (entry) girerken birbirimize önerdiğimiz hususları listelemek için bendeniz tarafından açılmıştır. sözlüğe yeni başlayan arkadaşlarımız veya bu konuda bilgilensem fena olmaz diyen arkadaşlarımız şimdiden yıldızlasınlar lütfen.

benim şahsi önerilerim aşağıdadır:

1. öncelikle, tanım girerken buranın sözlük olduğu unutulmamalıdır. şahsi beyanımızı paylaşırken; örneğin "çok güldüğüm durum" veya "beni etkilemiştir" gibi girişler yapalım. kesinlikle dhdkdbjssj diye içeriksiz entry girmeyelim. (liste başlığı veya forumsal başlık olsa dahi)

2. entry girerken aşağıda gördüğümüz butonları uygun yerlerde kullanmaya özen gösterelim:
-b butonu yazıyı kalın (bold) yazdırır.
-i butonu yazıyı italik yazdırır.
-bkz butonu ile malum, (bkz: bakınız) verebilirsiniz.
-gbkz butonu ile başında bkz. yazmayan bakınız verebilirsiniz.
-* butonu ile, sözlük formatına uymayan bir yazıyı çaktırmadan araya kaynatabilirsiniz. *
-alıntı butonunu, malumunuz bir yerlerden alıntı yaptığınızda kullanabilirsiniz.
-spoiler butonunu (burası çokomelli), dizi, film, kitap vs. gibi spoiler içerecek tanımlardan önce mutlaka kullanmalısınız. bunu kullanmadan spoiler verirseniz kul hakkına girersiniz, ben diyim.
-link butonu ise link vereceğiniz zaman, linki tıklanacak bir kelimeyle maskeleyen bir butondur.

3. sizden önce birisi o başlığa entry girmişse lütfen özgün olun. kimse art arda aynı şeyleri okumak istemez.
devamını gör...

kahve, demleme esnasında yaklaşık 900 kimyasalın özütlendiği , kimyasal açıdan karmaşık bir içecektir. teknik olarak, kavrulmuş kahvenin yaklaşık %30’u demlenmiş kahve içinde çözünebilir. deneyimlediğiniz üzere, özütlenebilen her bileşik özütlenmemelidir.bir kahve presi ile demlemeyi ele alın. demlerken acele edip kahveyi yalnızca iki dakika özütlerseniz kahve eksik özütlenmiş olur ve tadı bitkisel ve acı olur. kahve presini unutup 10 dakika demlerseniz, kahve aşırı özütlenir ve tadı acı ve kekremsi olur. mükemmel pres hazırlamak için demleme tarifine uyup kahveyi dört dakika bekletirsiniz ortaya dengeli ve lezzetli bir fincan çıkar. bu üç demlenmiş kahve örneğinin tadı farklıdır her birinde tanelerden demlenmiş kahve farklı sayıda lezzet ve aroma bileşiğini geçer . diğer bir deyişli, her bir
demleme farklı özütleme miktarlarına sahiptir.

harika bir fincan kahve demlemek için taze tatlı kahve çekirdekleri ile başlanmalıdır. bayat kahve, aromasının ve asiditesinin büyük kısmını kaybetmiştir. kavrulmuş kahvenin nüanslı ve karmaşık lezzetlerini ve aromalarını yaratan uçucu bileşikler zaman içinde bozulur, ardında renksiz, düz, karton benzeri lezzetler bırakır.

en taze kahvenin en iyi kahve olduğu söylenir. fakat aşırı taze kahvenin demlenmesi de sorunludur. kavurucunun soğutma tepsisinden yeni alınmış bir kavrulmuş kahveyi demlemeye çalışırsanız iyi bir fincan kahve elde etmeniz zor olur. taze kavrulmuş kahve tanelerini ıslattığınızda, doğal olarak biriken gazların büyük kısmı dışarı kaçar ve doğru lezzet bileşiklerini özütlemek zorlaşır. bu tür bir kahve demlemek fazla taze lezzetlere yol açar; karmaşıklık, denge ve tatlılık kaybolur.

demleme işlemi esnasında, suda çözünür maddeler (katılar) çözünür, kahve tanelerini suyun içine taşır. katı miktarı demleme esnasında değişir ve kahvenin lezzetini, rengini, gövdesini ve aromasını etkiler. hem çözünür hem de çözünmeyen bileşikler özütlenir . çözünür bileşikler içinde lezzet ve aromayı yaratanlar da bulunur. çözünmeyen bileşikler, suda çözünmeyen ama sıvıda sıvı çözünük (asılı) hale gelen yağlar ve liflerdir. her filtre bu çözünmeyen bileşikleri demlenen kahveye farklı miktarlarda geçirir ve bunlar ağız hissi ve
dokuyu etkiler.

kahve endüstrisi bilgilerinin büyük kısmı yoğunluk, özütleme ve tat üzerine yapılan kontrollü deneylere dayanır. bu araştırmalar sayesinde en lezzetli özütleme aralığı, yani optimum özütleme aralığı tanımlandı. çekirdeğin %30’u çözünüp özütlenebiliyor olsa da, en hoş lezzetler genelde %18 - %22 özütleme aralığında bulunur.
devamını gör...

kendini övmek, sürekli her cümleye ben diye başlamak, yaptığın iyiliği her fırsatta dile getirmek. bunlar kendisine saygısı olan birinin yapabileceği davranışlar değil zira başkaları tarafından nasıl iğrenilerek bakıldıklarını görseler eminim onlarda kendilerine saygıları olmadığını farkederlerdi.
devamını gör...

ne kampanyası? tecavüz mü? şaka mısınız ya. 3 genç arkadaşın başına gelen tatsız olay diyor bi de utanmadan. bu ülkede taciz anısı olmayan bir kadın yoktur. neyin mizahından bahsediyorsun sen.
devamını gör...

kimseye demedim size mi gelip anlatcam aw dediğim dertlerdir. kalorifere yaslanıp mandalina yememe neden olan dertlerdir.
devamını gör...

4. gün

çok hassasım, çok duygusalım bugünlerde. yo yo sadece premenstrüel sendrom değil sebebi. daha az düşünmek, hissetmek, yaşamak için yaptığım şeyleri yapamıyorum. bildiğim yollardan gidemiyorum. oyalanamıyorum. tıkıldım kaldım. evde akciğer solunumu yapan iki canlıyız. toplamdaysa 2002 parça. ama yine de tek başımayım. ben ve alter agolarım bana dahil neticede. kimi zaman bastırdığım kimi zaman beni bastıran bu benliklerden hassas olanı sahnede yani bugünlerde. her şeye kırılabiliyorum. her şeye üzülebiliyorum. kırılacak da üzülecek de ne çok şeyim var diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. bedeninde taşıdığı dövmelerden biriyle bu konudaki söylemi çelişiyor gibi görünse de nefret hiçbir egomun major özelliklerinden biri değil. zaten o dövmede de asıl mesele nefret değil. bir şeylerden nefret etmek çok yabancı bana. ama boğazımda yumru olmasından nefret ediyorum. boğazımdaki yumrudan nefret ediyorum.
devamını gör...

çin böreğini tek geçerim.
devamını gör...

eşimi arkadaşım bulmuştu. arkadaş çevremde öyle geniş değildir. kısaca aramayın o sizi buluyor ve sosyal olmanıza da gerek yok. zaten işe girince her yerden görücülerde bitiveriyor. bu da bir tercih.
devamını gör...

yalnızca kelimeler acıyı dindirdi. ve kelimeler insanın aklına geldikçe yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu.

tutunamayanlar
oğuz atay
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim