bahtım.
devamını gör...

atomic workstation fedora projesinin yeni ismi.

silverblue bir "değiştirilemez" işletim sistemi. kök dizini altında birçok dizini erişiminiz, yazma izniniz yok. sistem bir imaj üzerinden çalışıyor, dnf paket yöneticisi önyüklü gelmiyor. eğer bir paket yüklemek isterseniz bunu flatpak olarak yüklüyorsunuz. aradığınız paketin flatpak versiyonu yoksa rpm-ostree aracını kullanıyorsunuz. rpm-ostree paketi repolardan indiriyor, yeni bir sistem imajı oluşturuyor ve o imaj üzerinden başlatmak üzere bilgisayarınızı reboot ediyorsunuz. eğer aradığınız paket ne flathub'da bulunuyor ne de bir rpm dosyası olarak repolardan çekilemiyorsa, o paketi sisteme yükleyemiyorsunuz. örneğin bir tarayıcının, yazıcının sahipli sürücüleri gibi paketler yüklemek isterseniz o iş silverblue'da olmuyor.

peki ne avantajı var? fedora projesi geliştiricilerinin dediğine göre, işletim sistemi ve onun parçalarına değil işinize odaklanmanızı sağlıyormuş. bir sorun mı çıktı, hop önceki imaja dönüyorsunuz ya da yeni bir imaj yayınlanmışsa onu yüklüyorsunuz. elinizde kullanıma hazır, ıvırı zıvırıyla vakit çalmayan bir işletim sistemi oluyor. normal bir kullanıcı için de sistemi çökertmenin imkansız olduğunu söylüyorlar (sudo rm -rf /* ) ve silverblue'yu işletim sistemlerinin geleceği şeklinde tanıtıyorlar.
devamını gör...

üzülme! bir şey olmuyorsa ya daha iyisi olacağı için ya da gerçekten de olmaması gerektiği için olmuyordur.
devamını gör...

bu aralar şahsım adına ağlama duvarı olarak kullandığım sözlük.
kimseye anlatamayınca sözlüğü psikolog olarak kullanmaya başladım.
bedava olmasından dolayı yanıt vermiyor ama en azından üstümde kalmıyor, yazdıkça rahatlıyorum.
devamını gör...

aga yabancı yere girmicen paran gider yerlilerle yapacan bu işi diyenleri şöyle alalım.
devamını gör...

kadınların çaresizlik yüzünden sabrettiğini görmek istemeyen tiplerdir. 15 yaşında ne bir eğitimi ne de bir mesleği olmadan evlendirilmiş, hemen çocuk sahibi olmuş bir kadın düşünün. babasının evine gitse "gelinlikle girdin kefenle çıkarsın" diye tepki alacak. koca evinde kalsa dayak, hakaret, küçük görme. çocukları hatırına mecburen sabrediyor haliyle ama görmek istemeyenler tabiki buna sadakat diyor.
devamını gör...

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

elimle ceviz kırabiliyorum. kendimde en çok gurur duyduğum şey bu. veriyorum mehteri sonra, dosta güven, düşmana korku salıyorum.
devamını gör...

kesin kalbi kırılmıştır.
devamını gör...

sayfasını her gün düzenli ziyaret ettiğim yazarlardan.

ama önce kendimi hazırlıyorum. sürpriz faktörü oldukça fazla. çok yönlü bir yazar. yazım diline hayranım; ilgimi o zamana kadar çekmemiş konuları bile anlaşılır diliyle rahatça okuyorum.

ayrıca en sevdiğim şey, mizahı. tanımların en altında yer alan kaynakça kısmına her seferinde farklı bir dokunuş yapıyor. o yüzden okurken, acaba kaynakça kısmına ne yazdı diye de merak ediyorum*.

yaratıcılığı ve dili kullanma becerisi yadsınamaz. daimliğini dilerim.
devamını gör...

benim için ikiye ayrılan sıralamadır.
hazall ve diğerleri.

hanımım ne derse o*
devamını gör...

ambulans.
devamını gör...

feromonların başrolü oynadığı, sevgiliye aşık olma nedenlerinin başında gelen uyum..
devamını gör...

bu ülkede bulunduğum sürece asla g class alamam.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

bayram sonrası rehaveti
kavurmanın özlenen lezzeti
sıcaklardan bunalmış herkes
bu aralar sözlük sessizleşti
devamını gör...

andy warhol'ün başının altından çıktı hep bunlar, ürüdüler ele geçirdiler her yeri. muzu duvara bantlayanından tut, tavana pisuvar asanına kadar..
hayır işin kötüsü sevgili aurora'nın yazdığı gibi ben de bekledim bir şey olacak diye.
neyse efendim. büyük düşünür ali ihsan yavuz'a ait şu söz, işbu sanatın* muhteviyatını ihtiva ediyor: hiçbir şey olmasa bile kesin bir şeyler oldu!
devamını gör...

sezen aksu’nun gülümse şarkısında geçen bir cümle.

aslında basit bir cümle olarak görünse de yalnızlığı değil, yapayalnızlığı çok iyi ifade eder. kedi nedir efendim; her sokakta, her köşe başında, her çöp tenekesinin yanında görebileceğimiz sevimli bir hayvandır. yani sokağa çıksanız ve elinizi sallasanız mutlaka bir kediye denk gelirsiniz.

o kadar yalnızsındır ki , benim diyeceğin bir şey yoktur ; her zaman bulunabilen bir kedin bile yoktur. bir kedinin bile sevgisi yoktur etrafında.
devamını gör...

karpuz
eskiden, dışı siyaha yakın koyu yeşil, toprağa değen yeri sarı, en fazla beş kilogram
gelen karpuzlar vardı. çiçek tarafı üzerine tepsiye oturtulur, sap tarafından bir kapak
kesilir ve karpuz meridyeni boyunca dilim çizgileri çizilirdi. sonra bütünlüğü henüz
bozulmamış karpuzun yerine oturtulan kapağı üstüne sert bir yumruk atılarak karpuz
dilimlere ayrılırdı. kapuzun en şeker yeri göbek ortada kalır ve yeme hakkı karpuzu
kesenin olurdu. iri çekirdekli, çekirdeği çerez olarak yenilebilen bu karpuzlar yok artık.
var diyen varsa alıp köşede beklesin beni, rakımı ve peynirimi alıp geliyorum.
günümüzün, en büyük tepsilere bile sığmayan, her biri en az on kilo gelen yeşil gri,
içi pembe, piç çekirdekli karpuzlarını bu şekilde kesmek mümkün değildir. bunlar
tepsiye çiçek sap ekseni yatayla paralel olacak şekilde konulur ve ekvator ekseni
üzerinden ikiye bölünür. sonra her iki yarı ayrı ayrı dilimlenir. bizim öykümüz de
böyle bir karpuz üstüne…
***
iş yerimizin en üst katının bir bölümü yemekhane. benim ofisim de bu katta,
yemekhanenin tam karşısında. yemeği dışarıdan, bir yemek şirketinden alıyoruz.
yemekleri büyük sefertasları içinde getirip yemekhane çalışanına teslim ediyorlar.
yemekhane çalışanımız bir elli boyunda, yusyuvarlak, çok konuşan, çok gülen orta
yaşın üstünde bir kadın. görevi, yemek tepsilerini hazırlamak, yemekten sonra
masaları temizleyip tepsileri yıkamak ve mesainin başlangıcından bitişine kadar her
saat başı çay dağıtmak… şirkette çalışan patron dahil herkesten daha zengin.
çalışma nedeniyse ileride ne olur ne olmaz diye emeklilik hakkını kazanmak.
kendisine adile hanım derim ve öyle çağırırım. adile naşit’ten mülhem… alışmıştı.
kocası da alışmıştı hatta. o da ona adile diye seslenmekteydi. kocası adile naşit’ten
biraz daha uzun boylu, o da tombalak, kırmızı yüzlü (ve tansiyon hastası) birisiydi.
adile hanım onu tosun diye çağırırdı. biz de öyle derdik. neyse…
bir gün, sıcak bir gün, yemeğimizi getiren şirket, menünün son kalemi olarak o
karpuzlardan getirdi. muhtemelen on beş kilo bir şey.
adile hanım, adeti olmadığı şekilde söylenmeye başladı: “nasıl kesilecek bu. nerede
kesilecek bu”
karpuz kesme işini çok sevdiğim ve daha da ötesi adile hanım’ın ciyak ciyak sesi
beni çok rahatsız ettiği için odamdan çıkıp mutfağa girdim. “ver bıçağı ben keserim”
dedim. sözümü ikiletmedi. mermer mutfak tezgahının üzerinde karpuzu ikiye böldüm.
sap tarafını mutfakta bıraktım. çiçek tarafını alıp yemek odasına geçtim ve karpuzu
masanın tekinin üstüne koydum. tekrar mutfağa geçip tepsi alacaktım ki karpuzun
tam ortasından çıkan, saç kılı kalınlığında, kırmızı bir ip dikkatimi çekti. yemeğin
içinden sık sık kıl çıkmasına alışmıştık ya, karpuzun içine ip, daha doğrusu kıl
düşürmekle kendilerini aşmıştı bizim yemek şirketi.
kılı çekip almaya çalıştım. dışarı geldi ama tahminimden uzundu kıl.
geldikçe geldi, uzadıkça uzadı. böyle bir şeyin nasıl olabildiğine şaşırarak kılı yumak
halinde sarmaya başladım. başlangıçta kırmızı renkteydi. arada küçük siyah
bölgeleri oluyordu. ben sardım, kıl uzadı geldi. en sonunda önce tamamen beyazlaştı
ardından yeşil oldu. yumak yarım karpuz ağırlığına ulaşınca anladım ki karpuzun
içine kıl düşmemiş, karpuzun bizzat kendisi kılmış.
yumağa baktım, karpuz halindeyken çevresini saran şekerli su masanın üzerinde
kalmıştı. bu yüzden yumak ıslak değil nemliydi. yumağı kucaklayıp çöpe atacağım
sırada kılın ucunun kopmadığını, yemek verme penceresinden geçip mutfağa
girdiğini gördüm. muhtemelen karpuzun diğer yarısı da kıldı. onu da sarmaya
başladım.
kıl gene kırmızı oldu. arada siyah oldu. tekrar kırmızı oldu. sonra beyazlaştı. en
sonunda yeşil oldu. şekerli su geride kaldığı için hafiflemişti ama yumağın kendisi
karpuz kadar olmuştu. hadi diyelim yüzde sekseni kadar.
tam bitti artık diye düşünerek yumağı sararken kılın bitmediğini, ne kadar sararsam o
kadar kıl geldiğini fark ettim. kendi kendime “sar yavrucuğum şunu, ne olursa olsun”
dedim. sar, sar, sar. yumak en sonunda taşınamayacak kadar ağırlaşınca da bıktım
ve “yeter ‘lan” diyerek bıçakla kestim kılı. yumak yemekhanede bulunan çöp
kovasına sığmayacak kadar büyüktü. bu yüzden kaldırıp terasa attım. sonra mutfağa
seslenip “adile hanım, yemeğe karpuz falan yok, birisini gönder de kola falan bir
şeyler alsın” dedim. adile hanım’dan ses çıkmadı. bir daha seslendim. gene ses
vermedi. biraz da kızarak mutfağa girdim. mutfakta yoktu. tuvalete gitmiş olduğunu
düşündüm ama gene de yemek hazırlama bölümüne baktım. adile hanım oradaydı.
daha doğrusu ondan geriye kalanlar.
ondan geriye kalanlar iki ayağının diz kapağının yarım karış altındaki bölümdü.
karpuzu sökme işine öyle dalmışım ki adile hanım’ı da sökmüş yumağa sarmışım.
geri kalan iki bacak parçası da yemek dağıtım odasında sanki yemek hazırlıyormuş
gibi oradan oraya koşturup duruyordu. ayaklarda da pazar işi lastik ayakkabılar.
atölyeye telefon açtım; “öğlene yemek yiyecekseniz biriniz yemek dağıtmak için
yukarı gelsin”
sonra adile hanım’dan geri kalan ve hala gezinen ayakları tutup kolumun altına,
ekmek tezgâhının yanına koyduğu telefonunu da elime alıp terasa çıktım.
terasa attığım yumak duvar dibine kadar gitmişti. ayakları onun yanına koydum ve
oynama, kımıldama diye tembih ettikten sonra adile hanım’ın telefonundan kocasını
arayıp şirkete gelmesini söyledim. kocası başına taş düşse umursamayan çok geniş
biriydi. çok eski, frenleri tutmayan bir arabası vardı. arabayı durdurmak için ya yokuş
bir yere boştaki viteste gelir, ya da uzunca bir tahta lama bağladığı sol ayağını
arabanın kapısından çıkartıp tahtayı asfalta sürterek fren yapardı.
“ne oldu” diye sordu.
”uzun hikaye, sen gel burada anlatırım tosun bey “dedim. “tamam, o zaman” dedi
yarım saat sonra geldi. park yerimizde duran arabalardan birisine çarparak durdu.
yukarı çıktı.
”ne oldu abi” diye sordu yanıma gelince. kendisinden on yaş küçüktüm ama
abisiydim.
yumağı gösterip “yaw senin hanımı söktüm bu öğlen. yanlışlıkla oldu. ama o da hiç
ses çıkarmadı” dedim. hayretle yüzüme baktı.
”işte şunlar ayakları, geri kalan kısmı da bu yumağın içinde” dedim.
”yumakta epece bir miktar da karpuz var” diye de ekledim.
”ne yapacağım ben bunu” diye sordu.
”ister çöpe atalım, istersen eve götür yeni baştan ör” dedim
”iyi ama ben örgü örmeyi bilmiyorum ki” dedi.
”ben de bilmiyorum ama bir ters bir düz işte, ne kadar zor olabilir ki” dedim.
yumağa baktı iki ayağa baktı. ayaktan çıkan kılı gösterdim.
“ben kesmiştim. yumağın ucunu oraya bağla, istersen japon yapıştırıcıyla yapıştır”
dedim. “hemen başla ki bir an önce bitiresin”
durdu. çöpe atıp gitmeyi düşünüyordu belli.
”kadının yenisini alsam daha masraflı” deyip yumağı aldı.
”bir gecede bitmez bu ha” dedi. “daha örgü örmeyi öğreneceğiz”
“tamam” dedim. “yarın cuma izinli olsun, sonra cumartesi, pazar tatil. pazartesi gelsin”
”haydi eyvallah o zaman” deyip gitti.
***
pazartesi oldu. işe geldik. çalışanlar benden yarım saat önce geliyorlar ya, adile
hanım da öyle yapmış.
”ne biçim örmüş ‘len seni” dedim görür görmez. ayaklardan geri kalan kısımlar vardı
ya, işte tam o noktalardan çıkan iki kol var. kol kol ama öyle böyle değil, iki metre
boyunda. yukarı çıkıyor sonra vücut. tabi tenasül ve boşaltım uzuvları hakkında bir
bilgi sahibi olmaya imkan yok. bir bluzun sakladığı eskisinin iki katı memeler ve
ensesi bize yüzü arkaya bakan bir kafa.
”kocan mı ördü” diye sordum. “evet” dedi.
”onun elinin ayarını sinkaf edeyim” dedim. “bu ne biçim iş ya, hiç mi göz izan yok
herifte”
“var ama rakı içiyordu” dedi.
sonra “ne yapacağız bu işi” dedi. “doğru dürüst tuvalete oturamıyorum, yüzüm
duvara değiyor”
”tuvaleti 180 derece çevirin” diyecektim ki kadının bizim iş yerinde de tuvalete gidiyor olduğu aklıma geldi. diğer kadınlar şiddetle itiraz ederdi.
”sen bugün yemek şirketine telefon aç da bir karpuz daha getirsinler” dedim
devamını gör...

biten şampuanı, salçayı, reçeli, yoğurdu
vb. iyice çalkalamadan atmamak.
devamını gör...

fikir olmaktan çoktan çıkmış olan şey. sol frame nude kelimesinden geçilmiyor zaten. sadece şu an 3 tane nude konulu başlık var.

yani tamam konuşmayın demiyorum ama bu kadar çok başlığa dallandırmanın gereği var mı, işte onu sabah dek tartışırım. nude başlığında sadece 23 tanım var. nude kelimesinin geçtiği başlık sayısı bundan fazla.

meh!
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim