ruşendil-i beşer
bugünden önce varlığını keşfetmemiş olduğuma üzüldüğüm yazar. tam sözlüğün ihtiyaç duyduğu profile sahip, içten, bilgili, yazma becerisi olan ve de beğenilerini esirgemeyen biri.
ayrıca girdilerini gerçekten beğendim, daha da okuyacağım şimdi, minik bir nickaltı arası vermek istedim.
ayrıca kendisi nickaltıma girdiği tanımla beni çok mutlu etti, gerçekten, şu anda güzel şeyler duymaya ihtiyacım vardı. iyi ki var.
ayrıca girdilerini gerçekten beğendim, daha da okuyacağım şimdi, minik bir nickaltı arası vermek istedim.
ayrıca kendisi nickaltıma girdiği tanımla beni çok mutlu etti, gerçekten, şu anda güzel şeyler duymaya ihtiyacım vardı. iyi ki var.
devamını gör...
chris hadfield
uzayda yürüyen ve bunun için gerçekten ömrünü adamış olan ilk kanadalı astronot. güzel bir başarı hikâyesi var. motivasyon isteyenler okusun derim.
hadfield 1959 doğumlu. yani ay'a ayak basıldığı ilk görev onun çocukluğuna denk geliyor. kanada'da bir yaz tatili esnasında, kendi evlerinde televizyon olmadığı için bir komşularının evinde toplanıp ay'a inen neil armstrong'u izlediğinde henüz o yaştayken karar veriyor: "büyüyünce astronot olacağım."
herhangi bir 9-10 yaşındaki çocuğu ve onun yaşamını düşünün. doğal olarak gayet çocukça bir hayat sürer ve çoğunlukla işin makarasındadır. istisnaları hariç tutuyorum*. hadfield normal bir çocuk gibi düşünmek yerine "bir astronot olacaksam nasıl bir hayat sürmeliyim" diye düşünmeye başlıyor.
bu kararlılığı aslında daha televizyon izlediği o gece belli ediyor kendisini. eve dönerken gökteki ay'a bakıyor ve düşünüyor bir yandan. o günlerde kanada uzay ajansı henüz kurulmadığı ve nasa da sadece amerikalı astronotları kabul ettiğinden, küçük hadfield karamsarlığa düşmek üzereyken şunu düşünüyor: bu akşama kadar ay'a gitmek de imkânsızdı ama birileri gitti. öyleyse benin astronot olmamam için de bir neden yok.
hadfield hemen işe koyuluyor. astronotlar sebze, meyve gibi sağlıklı yiyecekler mi yer yoksa cips gibi zararlı şeyler mi? erkenden uyanıp kitap mı okurlar yoksa geç saatlere kadar oturup gündüz de geç mi kalkarlar? bu soruların cevaplarını doğru şekilde verecek bir yetişkin gibi davranıyor ve hayatını o şekilde yönlendirmeye başlıyor.
artık okula gitmek, çoğu öğrenciye olduğu gibi, ona eziyet gibi görünmemeye başlıyor. büyük bir hevesle okuyor ve bir yandan da zenginleştirilmiş bir eğitim programına katılıyor. traktör sürmeye çalışıyor babasının yerine çiftlikte, traktörün arkasındaki demiri kırınca lehim yapmayı öğreniyor... kısacası daha küçücük yaşında, öğrenebildiği her şeyi öğrenmeye çalışıyor ve bol bol da okuyarak kendini geliştiriyor.
***
ilgilenenler bilir; astronotlar, kozmonotlar vs genellikle test ya da savaş pilotluğu yapmıştır. hadfield bu konuda da şanslı çünkü uçaklar en sevdiği şeylerden biri. 13 yaşına geldiğinde bir çeşit havacılık programına katılıyor. 2 sene sonra planör pilotu lisansı alıyor. ondan 1 sene sonra da motorlu uçakları uçurmaya başlıyor.
bir taraftan "ya astronot olamazsam" diye düşünse de bir yandan bu hayalinden asla vazgeçmiyor. hayali uğruna yaptığı, öğrendiği şeyler ona keyif verdiği için zaten durumdan da asla sıkıntı duymuyor.
biraz daha büyüyor, evleniyor, askerlik, çocuk falan derken ve önce olumsuz gibi görünüp bir anda onun lehine dönen bazı hayat şartları neticesinde, 1991 yılında, 2 yıl önce kurulmuş olan kanada uzay ajansı'ndan, hayat boyu beklediği haber geliyor: "astronot aranıyor."
hadfield hemen bir cv dolduruyor. tabii cv dediği şey öyle yarısı boş tek bir kâğıttan ibaret değil. öyle uzun ve dolu bir cv yazıyorlar ki eşiyle birlikte oturup, en sonunda neredeyse bir kitapçık kadar olan cv'yi ciltletiyor ve o şekilde gönderiyorlar. 5329 başvuru arasından ilk 500'e kalıyor. ardından ilk 100, 50 derken bir gün çalan telefonda ajansın en önemli elemanlarından birinin "astronot olmak ister misin?" sorusuyla seçildiğini öğreniyor. 10 yaşından 32 yaşına kadar bu uğurda harcanmış bir hayatın boşa harcanmadığını görmenin nasıl bir şey olduğunu ve insanın çocukluk hayalini gerçekleştirmesinin nasıl hissetirmiş olabileceğini tahmin edebiliyorsunuz, değil mi?
***
hadfield 3 kez uzay görevine atandı. uzaya ilk gidişi "yuvarlak kapıdan geçmesi gereken köşeli bir astronottum" şeklinde anlatır. malumunuz, uzay giysileri pek de öyle yuvarlak hatlı değildir. çocukluk hayali olan uzayla arasında bulunan son engel olan araç çıkış kapısı ise yuvarlaktır. o kapıyı açınca karşısında gördüğü manzarayı düşündüğümüzde, "tüm bu zorluklara değdi mi?" sorusunun cevabı da kendiliğinden geliyor.
bence hadfield'ın hayatından hepimizin çıkarması gereken çok ders var.

görselin kaynağı
hadfield 1959 doğumlu. yani ay'a ayak basıldığı ilk görev onun çocukluğuna denk geliyor. kanada'da bir yaz tatili esnasında, kendi evlerinde televizyon olmadığı için bir komşularının evinde toplanıp ay'a inen neil armstrong'u izlediğinde henüz o yaştayken karar veriyor: "büyüyünce astronot olacağım."
herhangi bir 9-10 yaşındaki çocuğu ve onun yaşamını düşünün. doğal olarak gayet çocukça bir hayat sürer ve çoğunlukla işin makarasındadır. istisnaları hariç tutuyorum*. hadfield normal bir çocuk gibi düşünmek yerine "bir astronot olacaksam nasıl bir hayat sürmeliyim" diye düşünmeye başlıyor.
bu kararlılığı aslında daha televizyon izlediği o gece belli ediyor kendisini. eve dönerken gökteki ay'a bakıyor ve düşünüyor bir yandan. o günlerde kanada uzay ajansı henüz kurulmadığı ve nasa da sadece amerikalı astronotları kabul ettiğinden, küçük hadfield karamsarlığa düşmek üzereyken şunu düşünüyor: bu akşama kadar ay'a gitmek de imkânsızdı ama birileri gitti. öyleyse benin astronot olmamam için de bir neden yok.
hadfield hemen işe koyuluyor. astronotlar sebze, meyve gibi sağlıklı yiyecekler mi yer yoksa cips gibi zararlı şeyler mi? erkenden uyanıp kitap mı okurlar yoksa geç saatlere kadar oturup gündüz de geç mi kalkarlar? bu soruların cevaplarını doğru şekilde verecek bir yetişkin gibi davranıyor ve hayatını o şekilde yönlendirmeye başlıyor.
artık okula gitmek, çoğu öğrenciye olduğu gibi, ona eziyet gibi görünmemeye başlıyor. büyük bir hevesle okuyor ve bir yandan da zenginleştirilmiş bir eğitim programına katılıyor. traktör sürmeye çalışıyor babasının yerine çiftlikte, traktörün arkasındaki demiri kırınca lehim yapmayı öğreniyor... kısacası daha küçücük yaşında, öğrenebildiği her şeyi öğrenmeye çalışıyor ve bol bol da okuyarak kendini geliştiriyor.
***
ilgilenenler bilir; astronotlar, kozmonotlar vs genellikle test ya da savaş pilotluğu yapmıştır. hadfield bu konuda da şanslı çünkü uçaklar en sevdiği şeylerden biri. 13 yaşına geldiğinde bir çeşit havacılık programına katılıyor. 2 sene sonra planör pilotu lisansı alıyor. ondan 1 sene sonra da motorlu uçakları uçurmaya başlıyor.
bir taraftan "ya astronot olamazsam" diye düşünse de bir yandan bu hayalinden asla vazgeçmiyor. hayali uğruna yaptığı, öğrendiği şeyler ona keyif verdiği için zaten durumdan da asla sıkıntı duymuyor.
biraz daha büyüyor, evleniyor, askerlik, çocuk falan derken ve önce olumsuz gibi görünüp bir anda onun lehine dönen bazı hayat şartları neticesinde, 1991 yılında, 2 yıl önce kurulmuş olan kanada uzay ajansı'ndan, hayat boyu beklediği haber geliyor: "astronot aranıyor."
hadfield hemen bir cv dolduruyor. tabii cv dediği şey öyle yarısı boş tek bir kâğıttan ibaret değil. öyle uzun ve dolu bir cv yazıyorlar ki eşiyle birlikte oturup, en sonunda neredeyse bir kitapçık kadar olan cv'yi ciltletiyor ve o şekilde gönderiyorlar. 5329 başvuru arasından ilk 500'e kalıyor. ardından ilk 100, 50 derken bir gün çalan telefonda ajansın en önemli elemanlarından birinin "astronot olmak ister misin?" sorusuyla seçildiğini öğreniyor. 10 yaşından 32 yaşına kadar bu uğurda harcanmış bir hayatın boşa harcanmadığını görmenin nasıl bir şey olduğunu ve insanın çocukluk hayalini gerçekleştirmesinin nasıl hissetirmiş olabileceğini tahmin edebiliyorsunuz, değil mi?
***
hadfield 3 kez uzay görevine atandı. uzaya ilk gidişi "yuvarlak kapıdan geçmesi gereken köşeli bir astronottum" şeklinde anlatır. malumunuz, uzay giysileri pek de öyle yuvarlak hatlı değildir. çocukluk hayali olan uzayla arasında bulunan son engel olan araç çıkış kapısı ise yuvarlaktır. o kapıyı açınca karşısında gördüğü manzarayı düşündüğümüzde, "tüm bu zorluklara değdi mi?" sorusunun cevabı da kendiliğinden geliyor.
bence hadfield'ın hayatından hepimizin çıkarması gereken çok ders var.

görselin kaynağı
devamını gör...
prolog
kelime olarak ön deyiş anlamındadır. mukaddimenin kardeşidir.
antik yunan tiyatrosunda tragedyaların başında monolog olarak veya koro tarafından okunan tek soluklu bilgilendirme yazılarıdır.
yıkıma yakın bir noktada başlatılan öykünün, eylem ve zaman birliği çerçevesinde sonuçlanmasını sağlamak adına, sahnelenecek olayların öncesindeki zaman hakkında bilgi veren açılış bölümüdür.
çağdaş tiyatroda ise, oyunun anlamı ve amacı üzerine bilgiler veren giriş bölümüdür.
romeo ve juliet'in modern prolog metni;
hikayemizin geçtiği güzel verona şehrinde, iki aile arasında uzun süredir devam eden bir nefret yeni bir şiddete dönüşüyor ve vatandaşlar, vatandaşlarının kanıyla ellerini lekeliyor. bu düşman ailelerin iki şanssız çocuğu sevgili olur ve intihar eder. talihsiz ölümleri, ebeveynlerinin kan davasına son verir. önümüzdeki iki saat boyunca, çocukların ölümlerinden başka hiçbir şeyin durduramayacağı mahkum aşklarının ve ebeveynlerinin öfkesinin hikayesini izleyeceğiz.
antik yunan tiyatrosunda tragedyaların başında monolog olarak veya koro tarafından okunan tek soluklu bilgilendirme yazılarıdır.
yıkıma yakın bir noktada başlatılan öykünün, eylem ve zaman birliği çerçevesinde sonuçlanmasını sağlamak adına, sahnelenecek olayların öncesindeki zaman hakkında bilgi veren açılış bölümüdür.
çağdaş tiyatroda ise, oyunun anlamı ve amacı üzerine bilgiler veren giriş bölümüdür.
romeo ve juliet'in modern prolog metni;
hikayemizin geçtiği güzel verona şehrinde, iki aile arasında uzun süredir devam eden bir nefret yeni bir şiddete dönüşüyor ve vatandaşlar, vatandaşlarının kanıyla ellerini lekeliyor. bu düşman ailelerin iki şanssız çocuğu sevgili olur ve intihar eder. talihsiz ölümleri, ebeveynlerinin kan davasına son verir. önümüzdeki iki saat boyunca, çocukların ölümlerinden başka hiçbir şeyin durduramayacağı mahkum aşklarının ve ebeveynlerinin öfkesinin hikayesini izleyeceğiz.
devamını gör...
aziz bey hadisesi
ayfer tunç’un “yeşil peri gecesi”nden sonra en sevdiğim eseridir.
“ne olurdu herkes gibi bir adam olsaydı? hiç... ama belki daha uzun yaşardı...”
muazzam bir hikaye...
sadece 88 sayfa...
sadece 88 sayfa ve muazzam bir hikaye...
öncelikle belirtmek isterim:
güvendiğim kaynaklarımdan şiddetle tavsiye edilmesi üzerine bir kaç kitabını edindiğim ayfer tunç’un kalemi ile tanışmam bu kitapla oldu. ve bundan kesinlikle pişman değilim... iyi ki de bu öykü ile başlamışım...
neden?
birincisi, dil çok güzel. akış muazzam. zaten 88 sayfa, çerez gibi. kısacık. hemen bitiveriyor. lakin, metin öyle güçlü, öyle dolu ki; anlatmaya kalkmak 88 sayfadan fazlasını fazlasıyla hak ediyor...
ikincisi, karakterler oldukça gerçekçi. mesela alkol tüketiyorsanız; bu öyküyü okuduktan sonra gittiğiniz her meyhanede gözleriniz aziz bey’i arayacaktır muhakkak, sizi temin ederim...
toplumumuzun neresine baksak sıklıkla görebileceğimiz kaybeden umutsuz adamların kadınlarla ilişkilerini temel alarak, aslında insanların duygularıyla hareketlerinin hayatlarına etkisini bir kaç pencereden anlatıyor diyebiliriz. hatta bunu bir erkeğin ağzından okuyor, fakat okuduğunuzun aslında bir kadın gözlemi olduğunu da asla dikkatinizden kaçıramıyorsunuz...
psikolojik tespitler çok yerinde ve doğru.
gözlem, muazzam derecede iyi...
ben, gerçekten çok beğendim. aslında o kadar şiddetli tavsiye edildi ki; abartılmış olabileceğine dair bir ön yargı oluşmadı desem yalan olur. lakin metni okuduktan sonra, öncesinde böyle bir ön yargıya kapılmak beni çok utandırdı, söylemeliyim.
kitaba 1000k’da 10 puan verdim. gerçekten hak ettiğini düşünüyorum. kitap okumayı seven herkese şiddetle tavsiyemdir. özellikle erkek çocuğu annelerine sesleniyorum. bu öyküyü 15 yaş üstü bütün erkek çocuklarına okutmanız gerektiğini düşünüyorum...
“ne olurdu herkes gibi bir adam olsaydı? hiç... ama belki daha uzun yaşardı...”
muazzam bir hikaye...
sadece 88 sayfa...
sadece 88 sayfa ve muazzam bir hikaye...
öncelikle belirtmek isterim:
güvendiğim kaynaklarımdan şiddetle tavsiye edilmesi üzerine bir kaç kitabını edindiğim ayfer tunç’un kalemi ile tanışmam bu kitapla oldu. ve bundan kesinlikle pişman değilim... iyi ki de bu öykü ile başlamışım...
neden?
birincisi, dil çok güzel. akış muazzam. zaten 88 sayfa, çerez gibi. kısacık. hemen bitiveriyor. lakin, metin öyle güçlü, öyle dolu ki; anlatmaya kalkmak 88 sayfadan fazlasını fazlasıyla hak ediyor...
ikincisi, karakterler oldukça gerçekçi. mesela alkol tüketiyorsanız; bu öyküyü okuduktan sonra gittiğiniz her meyhanede gözleriniz aziz bey’i arayacaktır muhakkak, sizi temin ederim...
toplumumuzun neresine baksak sıklıkla görebileceğimiz kaybeden umutsuz adamların kadınlarla ilişkilerini temel alarak, aslında insanların duygularıyla hareketlerinin hayatlarına etkisini bir kaç pencereden anlatıyor diyebiliriz. hatta bunu bir erkeğin ağzından okuyor, fakat okuduğunuzun aslında bir kadın gözlemi olduğunu da asla dikkatinizden kaçıramıyorsunuz...
psikolojik tespitler çok yerinde ve doğru.
gözlem, muazzam derecede iyi...
ben, gerçekten çok beğendim. aslında o kadar şiddetli tavsiye edildi ki; abartılmış olabileceğine dair bir ön yargı oluşmadı desem yalan olur. lakin metni okuduktan sonra, öncesinde böyle bir ön yargıya kapılmak beni çok utandırdı, söylemeliyim.
kitaba 1000k’da 10 puan verdim. gerçekten hak ettiğini düşünüyorum. kitap okumayı seven herkese şiddetle tavsiyemdir. özellikle erkek çocuğu annelerine sesleniyorum. bu öyküyü 15 yaş üstü bütün erkek çocuklarına okutmanız gerektiğini düşünüyorum...
devamını gör...
mutsuz insanların mutlu insanlardan nefret etmesi
kendinde olmayanı , başkasında da istemeyen insandır.
mesela evi yoktur, kimsenin evi olmasını istemez; arkadaşı yoktur, kimsenin arkadaşının olmasını istemez; sevgilisi yoktur kimsenin sevgilisi olmasını istemez. ilgi görmez, başkasına ilgi gösterilince sinirlenir. mutsuzluğunun kaynağı belki de kendiyken, onu çözmeye çalışmak yerine başkasına saldıran kişidir. herkesin sorunları varken bir şekilde hayata tutunmaya çalışanları bile ayrı bir nefret unsuru olarak görürler.
ruh emicidirler, çevrede bulunması saçlarınızı elektriklendirmeye yetecektir.
mesela evi yoktur, kimsenin evi olmasını istemez; arkadaşı yoktur, kimsenin arkadaşının olmasını istemez; sevgilisi yoktur kimsenin sevgilisi olmasını istemez. ilgi görmez, başkasına ilgi gösterilince sinirlenir. mutsuzluğunun kaynağı belki de kendiyken, onu çözmeye çalışmak yerine başkasına saldıran kişidir. herkesin sorunları varken bir şekilde hayata tutunmaya çalışanları bile ayrı bir nefret unsuru olarak görürler.
ruh emicidirler, çevrede bulunması saçlarınızı elektriklendirmeye yetecektir.
devamını gör...
yazarların itiraf köşesi
garip bir insanım.
hatta bunun bir adı da varmış: "socially awkward". ben de yeni öğrendim.
sosyalleşirken 'normal' insanlara göre daha farklı davranan insanlara yakıştırılan ingilizce bir sıfatmış bu meğer. peki ya nasıldır socially awkward dediğimiz nasıl insanlar? genelde diğer insanlar tarafından tavırları, davranışları, konuşmaları, ve cümle seçimleri farklı görülen ve garipsenin kişilerdir. keza onlara "bu çok garip bir arkadaş" veya "bu özürlü mü lan?" tarzında cümleler de kurabilirler.
nereden mi biliyorum dersiniz? aynı ithamlara ben de maruz kaldım çünkü. o yüzden ben de hep bu sıkıntıdan muzdarip olduğumu 'düşünürdüm'.
ama artık öyle düşünmüyorum.
bilakis kendimdeki bu durumu benimsemiş bulunmaktayım ve artık garip karakterimle barışığım. bu yeni karakterimi dışarıya da iyi bir şekilde yansıttığımı düşünüyorum. çünkü garip olsam da ben buyum ve bence bu utanılacak bir şey olmamalı. benim garipliğim insanları üzmüyor, incitmiyor ve sinirlendirmiyor. belki en fazla gülüyorlardır dalga geçiyorlardır o kadar.
yansıtmaktan laf açmışken, ergenlikten çıkıp olgun yaşlara erinceye kadar da insanlar tarafından pek sevilmezdim doğrusu. bu da beni istemsiz bir asosyalliğe ve yalnızlığa iterdi. kızlarla sevgili olup muhabbet etmeyi falan bırakın, arkadaş bile edinmeyi beceremezdim ve her seferinde kendime kızar, bazen eve yaşlı gözlerle dönerdim. insanlar tarafından neden sevilmediği hiç anlayamazdım. bu durum karşısında ise ne yapardım? hep başkalarını suçlardım ve kendi kendimi oldukça zavallı bir şekilde avutmaya uğraşırdım.
sonra bana neler oldu bilmiyorum. bana ne iyi geldi, hayatımı değiştiren o dönüm noktasını neydi hatırlamıyorum ama hatamın kendimde olduğunu görerek mucizevi bir şekilde farklı bir insana dönüştüğümü kesinlikle biliyorum. meğerse insanlar beni garip olduğum için değil; hep somurtkan, huysuz ve suçlayıcı ve yargılayıcı karakterim yüzünden sevmiyordu. işte ben tam oalrak bunu anlamıştım ben de.
insanlarda suç bulmayı bırakıp normalliği gözümde fazla büyütmeyi bıraktığımdan beri hayat benim için çok değişti. insanların beni garip, biraz şizo ve paranoyak kişiliğime rağmen sevdiğini gördüğümde hayatın o tanrısal ışığını gördüm.
inanın ki dostlar; karakteriniz, düşünceleriniz ve aksiyonlarınız sizin kim olduğunuzu belirliyor. sizin "yok ya ben bu değilim" diyerek içten içe umursamadığınız düşünce aslında sizi içten içe yiyor ve zamanla karakterinizi şekillendiriyor. sizi, olmak istemediğiniz kişi haline getirebilecek düşüncelerden kurtulun diyorum...
hatta bunun bir adı da varmış: "socially awkward". ben de yeni öğrendim.
sosyalleşirken 'normal' insanlara göre daha farklı davranan insanlara yakıştırılan ingilizce bir sıfatmış bu meğer. peki ya nasıldır socially awkward dediğimiz nasıl insanlar? genelde diğer insanlar tarafından tavırları, davranışları, konuşmaları, ve cümle seçimleri farklı görülen ve garipsenin kişilerdir. keza onlara "bu çok garip bir arkadaş" veya "bu özürlü mü lan?" tarzında cümleler de kurabilirler.
nereden mi biliyorum dersiniz? aynı ithamlara ben de maruz kaldım çünkü. o yüzden ben de hep bu sıkıntıdan muzdarip olduğumu 'düşünürdüm'.
ama artık öyle düşünmüyorum.
bilakis kendimdeki bu durumu benimsemiş bulunmaktayım ve artık garip karakterimle barışığım. bu yeni karakterimi dışarıya da iyi bir şekilde yansıttığımı düşünüyorum. çünkü garip olsam da ben buyum ve bence bu utanılacak bir şey olmamalı. benim garipliğim insanları üzmüyor, incitmiyor ve sinirlendirmiyor. belki en fazla gülüyorlardır dalga geçiyorlardır o kadar.
yansıtmaktan laf açmışken, ergenlikten çıkıp olgun yaşlara erinceye kadar da insanlar tarafından pek sevilmezdim doğrusu. bu da beni istemsiz bir asosyalliğe ve yalnızlığa iterdi. kızlarla sevgili olup muhabbet etmeyi falan bırakın, arkadaş bile edinmeyi beceremezdim ve her seferinde kendime kızar, bazen eve yaşlı gözlerle dönerdim. insanlar tarafından neden sevilmediği hiç anlayamazdım. bu durum karşısında ise ne yapardım? hep başkalarını suçlardım ve kendi kendimi oldukça zavallı bir şekilde avutmaya uğraşırdım.
sonra bana neler oldu bilmiyorum. bana ne iyi geldi, hayatımı değiştiren o dönüm noktasını neydi hatırlamıyorum ama hatamın kendimde olduğunu görerek mucizevi bir şekilde farklı bir insana dönüştüğümü kesinlikle biliyorum. meğerse insanlar beni garip olduğum için değil; hep somurtkan, huysuz ve suçlayıcı ve yargılayıcı karakterim yüzünden sevmiyordu. işte ben tam oalrak bunu anlamıştım ben de.
insanlarda suç bulmayı bırakıp normalliği gözümde fazla büyütmeyi bıraktığımdan beri hayat benim için çok değişti. insanların beni garip, biraz şizo ve paranoyak kişiliğime rağmen sevdiğini gördüğümde hayatın o tanrısal ışığını gördüm.
inanın ki dostlar; karakteriniz, düşünceleriniz ve aksiyonlarınız sizin kim olduğunuzu belirliyor. sizin "yok ya ben bu değilim" diyerek içten içe umursamadığınız düşünce aslında sizi içten içe yiyor ve zamanla karakterinizi şekillendiriyor. sizi, olmak istemediğiniz kişi haline getirebilecek düşüncelerden kurtulun diyorum...
devamını gör...
normal sözlük yazarlarının ingilizce seviyeleri
yaptığım birkaç teste göre c1 seviyeymiş ingilizcem,iki senedir çok üstüne düşememiştim*.ilk fırsatta tekrarlara başladımm.
ingilizce seviye testlerine bakarken birden ispanyolca öğrenmek istediğime karar verdim,a1 seviyesinde de almanca biliyodum. şuan hepsini tekrar ederek,dil bilgisi ve kelime dersleriyle üçünü de çalışıyorum*.
ingilizce seviye testlerine bakarken birden ispanyolca öğrenmek istediğime karar verdim,a1 seviyesinde de almanca biliyodum. şuan hepsini tekrar ederek,dil bilgisi ve kelime dersleriyle üçünü de çalışıyorum*.
devamını gör...
pedlerin siyah poşete koyulması
sıvı tekel ürünlerine de bu muameleyi yapıyorlar deliriyorum, inadına saydam beyaz poşete koyuyorum biraları. ne yapıyorum emenike, kul hakkı mı yiyorum? kendi paramla aldığım biralar onlar benim.
devamını gör...
pioneer plakları
nasa 1971 yılında diğer gezegenler hakkında bilgi edinmek için pioneer programını başlattı. bu program dahilinde pioneer 10 ve 11 uzay araçları gönderilecekti. gökbilimci carl sagan, pioneer 10 aracı jüpiter'de gözlem yaptıktan sonra muhtemelen onun çekim kuvvetiyle güneş sisteminin dışına savrulacağı için üzerine bir mesaj yazılmasını istedi. bu doğrultuda altın plak denilen, güneş sisteminin dışına gönderilen ilk mesajımız oluşturuldu. mesajın amacı dünya dışı akıllı yaşam formları aracı bulursa onlara kendimizi tanıtmaktı.
plağın boyutları 15 x 23 cm idi ve altın kaplama alüminyumdu.

mesajın en altında güneş sistemi temsil ediliyor ve aracının çıkış noktası gösteriliyor. gezegenlerin alt ve üstlerindeki işaretler ise güneşe olan mesafelerini gösteriyor.
onun üstünde ikili kod sistemine göre güneş sisteminin 14 pulsara göre uzaklığını ve dönüş zamanını gösteriyor.
mesajın sol üst tarafında bulunan şekil, hidrojen atomunun paralel ve anti-paralel proton ve elektron dönüşleri arasındaki geçişi belirtiyor. evrende en bol bulunan element olduğundan hidrojenin gösterimi tercih ediliyor.
sağ tarafta ise kadın ve erkek figürleri bulunuyor. fakat maalesef bu figür çokca tartışmaları beraberinde getirdi. özellikle bazı feminist, lgbt ve dindar kesimler şiddetle karşı çıktı. carl sagan dünya dışı varlıklar kadın ve erkeği tek bir organizma sanmasın diye yakın veya el ele tutuşurken yapmadı. ayrıca fiziksel olarak farklı pozisyon ve hareketleri yapmaları eklemleri göstermek içindi. kadının elini havada yapmama nedeni insanların sürekli bir ellerinin havada olduğunu sanmamaları içindi. ama bu ve bunun gibi bazı detaylar yüzünden tepki aldı ve pioneer programının devamı sayılabilecek (bkz: voyager) programlarındaki altın plaklara figürler eklenmedi.
aynı plak 1973 yılında gönderilen pioneer 11 aracında da vardı.
plağın boyutları 15 x 23 cm idi ve altın kaplama alüminyumdu.

mesajın en altında güneş sistemi temsil ediliyor ve aracının çıkış noktası gösteriliyor. gezegenlerin alt ve üstlerindeki işaretler ise güneşe olan mesafelerini gösteriyor.
onun üstünde ikili kod sistemine göre güneş sisteminin 14 pulsara göre uzaklığını ve dönüş zamanını gösteriyor.
mesajın sol üst tarafında bulunan şekil, hidrojen atomunun paralel ve anti-paralel proton ve elektron dönüşleri arasındaki geçişi belirtiyor. evrende en bol bulunan element olduğundan hidrojenin gösterimi tercih ediliyor.
sağ tarafta ise kadın ve erkek figürleri bulunuyor. fakat maalesef bu figür çokca tartışmaları beraberinde getirdi. özellikle bazı feminist, lgbt ve dindar kesimler şiddetle karşı çıktı. carl sagan dünya dışı varlıklar kadın ve erkeği tek bir organizma sanmasın diye yakın veya el ele tutuşurken yapmadı. ayrıca fiziksel olarak farklı pozisyon ve hareketleri yapmaları eklemleri göstermek içindi. kadının elini havada yapmama nedeni insanların sürekli bir ellerinin havada olduğunu sanmamaları içindi. ama bu ve bunun gibi bazı detaylar yüzünden tepki aldı ve pioneer programının devamı sayılabilecek (bkz: voyager) programlarındaki altın plaklara figürler eklenmedi.
aynı plak 1973 yılında gönderilen pioneer 11 aracında da vardı.
devamını gör...
kız kardeşlik
devamını gör...
aşk için ölmeli aşk o zaman aşk
diline takıldığında kolay kurtulamadığın şarkı nakaratı
devamını gör...
bağzıları
2016 yılında kurulmuş alternatif rock grubu.
evleniyormuşsun bugün, zaten kırılmış bir kızsın, leyla ve aysel git başımdan isimli şarkıları muazzamdır.
zaten kırılmış bir kızsın şarkısından sonra "bunların düzenine sokayım" lafı dilinize dolanır durur.
evleniyormuşsun bugün, zaten kırılmış bir kızsın, leyla ve aysel git başımdan isimli şarkıları muazzamdır.
zaten kırılmış bir kızsın şarkısından sonra "bunların düzenine sokayım" lafı dilinize dolanır durur.
devamını gör...
vura vura dip oldum ona buna dert oldum (yazar)
varoşlarla ne tür bir derdi olduğunu anlayamadığım yazardır. benim bildiğim, zenginler züğürtlerin çenesinin yorulmasına sebep olurdu. bu arkadaşın durumunda tam tersi galiba.
devamını gör...
sözlükte mükemmel biri olmaya çalışmak
extra bir çabaya ihtiyacımız yok. bu sözlerim egoya karşı çıktığım diğer yazılarımdan bağımsızdır arkadaşlar :)
devamını gör...
şiir alıntıları
devamını gör...
gözlük kullananların korkulu rüyası
yatakta telefonla oynarken uyuyakaldığımda gözlüğün kırılarak gözüme girmesi.. neyse ki sakin yatıyorum..
devamını gör...
özel teknesi olanların kapanmadan muaf olması
devamını gör...
nefret söylemi
kendi düşündükleri dışındaki her şeyin yanlış olduğunu düşünen ve herkesin kendisi gibi olmasını isteyen varlıkların yaptığı şeydir.
edit: #217046 cevaben
nefret etme hakkımız vardır fakat bu nedenle karşıdakinin hayatını zorlaştırmaya hakkımız yoktur. herkes bu dünyada yaşamaya çalışıyor ve birine beslenebilecek en kötü duyguyu beslemek bile onun hayatını zindan etmek için haklı bir sebep değildir. (tecavüzcü, tacizci gibi insan sınıfına koymadığım varlıkları bu sözlerimden tenzih ediyorum. onların hayatını istediğiniz kadar zindan edebilirsiniz, yanınızdayım.)
edit: #217046 cevaben
nefret etme hakkımız vardır fakat bu nedenle karşıdakinin hayatını zorlaştırmaya hakkımız yoktur. herkes bu dünyada yaşamaya çalışıyor ve birine beslenebilecek en kötü duyguyu beslemek bile onun hayatını zindan etmek için haklı bir sebep değildir. (tecavüzcü, tacizci gibi insan sınıfına koymadığım varlıkları bu sözlerimden tenzih ediyorum. onların hayatını istediğiniz kadar zindan edebilirsiniz, yanınızdayım.)
devamını gör...

