ana karakter roquentin'in dünyaya ve insana karşı duyduğu mide bulantısını son sayfalara kadar sartre'ın bir şekilde kelimelerle kusmasını beklediğimiz kitap. fakat işin inceliği aslında burada yatıyor; sonsuz bir tiksinti, bitmek bilmeyen bir bulantı...

dibe batıp çıkmaktan ziyade insana sonu olmayan bir düşüş gibi hissettiriyor. bir noktada yere çakılmak gerekecek belki ama asla zemine çarpmayacağınızı biliyorsunuz. işte tam olarak kitabı okurken deliliğin sınırlarında geziyor gibi hissetmenizin temel nedeni sanıyorum ki bu. selahattin hilav çevirisini önermekle beraber aslında roquentin'in kendine bu denli yabancılaşmasını bence sartre'ın kendi kelimeleri ile okumak daha çarpıcı olacaktır.

--- alıntı ---

je n'ai pas besoin de faire des phrases. j'écris pour tirer au clair certaines circonstances. se méfier de la littérature. ıl faut tout écrire au courant de la plume sans chercher les mots.

je n'avais pas le droit d'exister. j'étais apparu par hasard, j'existais comme une pierre, une plante, un microbe. ma vie poussait au petit bonheur et dans tous les sens.

--- alıntı ---

edit: imla.
devamını gör...

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel charles piazzi smyth - the great comet of 1843 (1843)
devamını gör...

seni seviyorum demenin farklı şekilleri

kahramanmaraş’ta 46 yıllık evli adam, kendilerini ziyaret eden valiye, eşinin ilk yaptığı mısır yemeğinden kalma püskülü gösterdi. evlilik cüzdanının arasında sakladığı mısır püskülünü ise yaşlı adamın karısı ilk defa gördü. buradan

--- alıntı ---

sait ahraz’ın 46 yıllık eşi günay ahrazı ise “evliliklerde en önemli şey birbirlerine saygı ve sevgidir” dedi. 46 yıllık mutlu çiftten genç çiftlere mesajlar verildiğini söyleyen kahramanmaraş valisi ömer faruk coşkun ise, “kadına yönelik şiddette uluslararası mücadele günü ve 46 yıldır mutlu ve huzurlu bir ailemizi ziyaret ettik. kendileri mutlu günler sürdürüyorlar. onların bu huzurlu mutlu evlilikle ilgili genç çiftlerimize mesajları oldu çok teşekkür ediyorum” dedi.

--- alıntı ---
devamını gör...

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

katılmadığım başlık. zaten sadece uyurken hayata mola verebiliyorum onu da elimden alamazsınız, kabul etmiyorum.
devamını gör...

biz garip, sen sessiz, radyo belirsiz ile yıllık izin falan mı acaba dedirten radyo programı...

neyse endişelerimize ses olacak bir mevlana eseri ile sonlandırayım entrimi:

''nerde bir topluluk görürsen, tellal,
hiç durma, bağır:
kaçan bir kul gördünüz mü ey insanlar, de,
tertemiz kokan bir kul gördünüz mü,
ay parçası bir yüzü var,
baştanbaşa fitne.

savaş vakti tez gider, de, tellal,
barış vakti uysal olur, de.

nerde bir topluluk görürsen, tellal,
hiç durma, bağır:
ince boylu, güler yüzlü, tatlı sözlü,
tez canlı, çevik bir kul gördünüz mü?
sırtında bir al kaftan taşıyor.

kucağında bir rebap, elinde bir yay var, de, tellal,
çaldığı hep güzel, hep sıcak havalar, de.

nerede bir topluluk görürsen, tellal,
hiç durma, bağır:
onun bağından bir meyva devşiren var mı ey insanlar, de,
onun gül bahçesinden bir demet gül deren var mı?

iş ki çıksın bir habercik getirsin biri ondan bana, tellal
çıksın biri ondan bana bir şeyler desin iş ki,
söyle, verdim canımı ona gitti, tellal,
verdim ona gitti...''
devamını gör...

sürekli bi şeylerin fotoğraflarını istiyolar arkadaşlar,dikkatli olun dediğim başlık.
devamını gör...

türk edebiyatı'nın öykü türünde çığır açan öykücüsü.

kendisinden sonra gelen sanatçıların birçoğunu (oktay akbal, adalet ağaoğlu, bütün ıı. yeni şairleri, ferit edgü, demir özlü, cemal süreya, sezai karakoç, murathan mungan.... ve günümüzdeki genç öykücülerin belki hepsini) etkilemiş bir yazardır.
hakkında her yerde okunabilecek satırlar yazmak istemiyorum. belki az bilinen birkaç şey.

babası sert bir adam, zengin, tüccar. annesi ve babası, sait faik daha ilkokuldayken üç buçuk yıl ayrılıyorlar. bu süre içinde sait faik babasıyla kalıyor, annesini bazen hafta sonları görebiliyor. annesi oğluna çok düşkün, çok ilgili, babasının tam tersi. babası ondan kendisi gibi başarılı biri olmasını istiyor ve bunun için çok çaba ve para harcıyor. ama sait faik, doğuştan uyumsuz, doğuştan aylak.

eşcinsel olması, annesinin aşırı korumacılığı, babasının sert mizacıyla birleşip 'oidipus kompleksi'ni burada da işletebilir miyizi düşündürüyor bize.

annesi, oğlunun erken ölümünün ardından, sait faik'in de önceden vasiyet etmesiyle mal varlığının çoğunu ve sait faik'in eselerinin telif hakkını 'darüşşafaka cemiyeti'ne bağışladı. türkiye'de verilen en saygın edebiyat ödüllerinden biri 'sait faik hikaye armağanı'dır. bu ödülü kazanmak türkiye'de yazan her yazarın hayalidir. ödül 1955 yılından beri her yıl düzenli olarak verilmektedir. (bir diğer yazımın konusu da bu ödülü şimdiye kadar almış sanatçıların tam listesi olsun.)

aşağıda, onun son kuşlar öyküsünde 'konstantin' figürüyle belirginleşen baba nefretini açıkça görebiliriz diye düşünüyorum.

son kuşlar
kış adanın bir tarafında yerleşebilmek için rüzgârlarını poyraz, yıldız poyraz, maystro, dramudana, gündoğusu, batı karayel, karayel halinde seferber ettiği zaman; öteki yakada yaz, daha pılısını pırtısını toplamamış, bir kenara oldukça mahzun bir göçmen gibi oturmuştur. gitmekle gitmemek arasında sallanır bir halde, elinde bir pasaport, çıkınında üç beş altın, bekliyen bu güzel yüzlü göçmen tazeyi benden başka bu adada seven hemen hiç kimse yoktur, diyebilirim —övünmek için değil—.

herkesin yeni başlayacak olan altı yedi aylık soğuk hayata kendini şimdiden alıştırmak ve hazırlamak için bir şeyler yapmaya çalıştığı öyle günlerde ben, tembelliğim, hep kaçanı kovalayan huyumla yaz’ın, o güzel göçmenin peşine düşmüşümdür. nerede yakalarsam orada kucaklarım onu. kimi bir çamın gölgesinde durgun ve güneşsizdir. kimi bir çalılığın kenarındaki çimenlikte bütün eski ihtişamiyle daha yeni başlamıştır.

yazın daha parça parça, liyme liyme, bohça bohça eşyalarıyle gitmek için fazla telâş etmediği ada’nın bu yakasında hiç ev yoktur. yalnız bir tek kır kahvesi vardır.

bir küçük koyun hemen beş on metre yukarısında bir apartman terası kadar ufak bu kır kahvesinin tahta masaları üstünde hâlâ karıncalar gezer. hâlâ sinekler kahve fincanının etrafına konarlar. bütün sesler kesilmiştir. kimi gökyüzünden bir uçak homurtusu gelir. içindeki, şimdi yeşilköy’e şimdi yeşilköye inecek yolcuları düşündüğüm yalnız bu yazıyı yazarken oldu. ondan evvel de uçaklar geçmişti. ama, hiç içindeki yolcuların yeşilköye neredeyse ineceklerini, daha daha şu iki satırın sonunda inmiş bile olduklarını düşünmemiştim.

kahvecinin kendisi sevimsiz bir adamdır. kahveciden çok, ters bir devlet memuru hüviyeti taşır. hastalıklı olmasa, doktorlar fazla yorulmamasını sağlık vermemiş olsalar, dünyada kahveci olmazdı. tersine, ben bütün ömrümce iyi bir kahve bulamadığım için kahveci olamamışımdır. bir kır kahvesi, bir köyün kahvesinin üç beş gediklisi.. bundan güzel bir ömür mü olur, elli altmış senelik yaşama bundan güzel başlar ve biter mi?

ağaçtan ağaca serilmiş beyaz çamaşırlar bu kadar durgun, güneşsiz, ıslak bir şekilde ılık havada hiç kurumayacaklar. bu kedi, tahta masanın üstüne çıkmış, köpeğime durmadan homurdanacak mı? sandalyenin üstündeki vişneçürüğü rengindeki delik çoraplar... asmanın yaprakları daha yemyeşil. bizim bahçedeki kurudu bile.

deniz. bozburun’a doğru başını almış gidiyor. uzaklarda görünen, istanbulun neresi kim bilir? sesler neden gelmiyor?

bir başka uçağın sesi gelmeye başladı. bizim ada, uçakların üstünden geçtikleri bir yol güzergâhı olmalı ki hep ya üstümden, ya solumdan geçip gidiyorlar. kedi sustu. köpeğim gözünü kapadı. karga sesleri geliyor şimdi de. vaktiyle bu adaya bu zamanda kuşlar uğrardı. cıvıl cıvıl öterlerdi. küme kiime bir ağaçtan ötekine konarlardı.

iki senedir gelmiyorlar.

belki geliyorlar da ben farkına varmıyorum.

sonbahara doğru birtakım insanların çoluk çocuk ellerinde bir kafes, adanın tek tepesine doğru gittiklerini görürdüm. içim cız ederdi.

büyüklerin ellerinde birbirine yapışmış pislik renginde acaip çomaklar vardı.

bunlarla bir yeşil meydanın kenarına varır, bunları bir ufacık ağacın altına çığırtkan kafesiyle bırakırlar, ağacın her dalına ökseleri bağlarlardı. hür kuşlar, kafesteki çığırtkan kuşun feryadına, dostluk, arkadaşlık,yalnızlık sesine doğru bir küme gelirler. çayırlıkta bir başka ağacın gölgesinde birikmiş çoluklu çocuklu kocaman herifler bir müddet bekleşirler. sonra kuşların üşüştüğü ağaca doğru yavaş yavaş yürürlerdi. ökselerden kurtulmuş dört beş kuş, bir başka ökseye doğru şimdilik uçup giderken birer damlacık etleriyle birer tabiat harikası olan kuşları toplarlar, hemen dişleriyle oracıkta boğarlardı. ve hemen canlı canlı yolarlardı.

hele bir tanesi vardı, bir tanesi. çocukları bu işe seferber eden de oydu. ökseleri cumartesi gecesinden hazırlayan da...

konstantin isminde bir herifti, galatada bir yazıhanesi vardı. zahire tüccarıydı. kalın, tüylü bilekleri, geniş göğsü, delikleri kapanıp açılan üstü kara kara benekli bir burnu, deriyi yırtmış da fırlamış gibi saçları, kısa kısa bir yürümesi, kalın kalın bir gülmesi... o esmerle sarışın arası isketelerin bir damlacık etlerinden yapacağı pilâvın hazziyle pırıl pırıl yanan krom dişleriyle nasıl koparırdı kuşun imiğini, bir görseydiniz...

hani sessiz, zenginiğini belli etmez, mütevazı adamdı da.. konu komşusu da severdi hani. hiç bir şeye, hiç bir dedikoduya karışmazdı. sabahleyin işine kısa kısa adımlarla koşarken, akşam filesini doldurmuş vapurdan çıkarken görseniz iriliğine, sallapatiliğine, karamanlı ağzı konuşuşuna, basit ama, hesaplı fikirlerine, iki kadeh atmışsa yine basit, sevimli şakalarına karşı hakkında kötü bir hüküm de veremezdiniz..

kendi halinde, işi yolunda, hesaplı yaşayan bin bir tanesinden bir tanesiydi.

ama, güz mevsiminde birdenbire canavar kesilirdi. akşam beş otuz beş vapurunun arka tarafında yerleştiği iskemlesinde denizin üstüne oldukça mülâyim bakan gözlerini havaya kaldırır, eylül sonlarına doğru böyle şairane gökyüzüne bakardı. birden yüzünün ve gözlerinin parladığını görürdünüz.

havada ve denizdeki tirşe maviliğin üstünde bir takım esmer damlacıklar görünürdü. sağa sola oynarlar, sonra bir istikamet tutturur, bu esmer lekecikler geçip giderlerdi.

konstantin efendi, onların çok uzaktan geçtiklerini görebilirdi. gözlerini kısardı. esmer lekelerin adalar istikametinde gittiklerini görür, etrafına bakar, bir tanıdık görecek olursa gözünü kırpar, gökyüzüne bir işaret çakar:

— bizim pilâvlıklar geldi, derdi.

kuşlar pek yakından geçmişse, seslerini taklit ederek kalın dudaklariyle dişlerinin arasından onlara seslenirdi. kuşların çoğunca aldandıklarına, bu sesi duyarak, dost sesi sanıp vapur etrafında bir dönüp uzaklaştıklarına şahit olmuşumdur.

havalar sertleşir, poyrazlar, lodoslar birbirini kovalar, günün birinde teşrinlerin sonlarına doğru ılık, hiç rüzgârsız, parça parça oynamıyan bulutlu, tatlı, sümbülî günlerde o en çığırtkan kafes kuşunu nereden bulursa bulur, mahalle çocuklarını çağırtır; bin tanesi 250 gram et vermiyen sakaları, isketeleri, floryaları, aralarına karışmış serçeleri gökyüzünden birer birer toplardı.

seneler var ki kuşlar gelmiyor. daha doğrusu ben göremiyorum. güzün o güzel günlerini penceremden görür görmez konstantin efendinin bulunabileceği sırtları hesaplayarak yollara çıkıyorum. bir kuş cıvıltısı duysam kanım donuyor, yüreğim atmıyor. halbuki sonbahar kocayemişleri, beyaz esmer bulutları, yakmıyan güneşi, durgun maviliği, bol yeşiliyle kuşlarla beraber olunca insana sulh, şiir, şair, edebiyat, resim, musiki, mesut insanlarla dolu anlaşmış, sevişmiş, açsız, hırssız bir dünya düşündürüyor.

her memlekette kıra çıkan her insan kuş sesleriyle böyle şeyler düşünecektir. konstantin efendi mani oluyor. zaten kuşlar da pek gelmiyorlar artık. belki birkaç seneye kadar nesilleri de tükenecek. her memlekette kaç tane konstantin efendi var kim bilir. kuşlardan sonra şimdi de milletin yeşilliğine musallat olurdular. geçen gün yol kenarlarındaki yeşilliklere basmaya kıyamıyarak yola çıkmıştım. konstantin efendinin günlerinden bir gündü. gökte hiç kuş gözükmüyordu. evden çıkarken isketemin kafesine bir incir yapıştırdım. isketem tek gözünü verip bana dostlukla bakmış, incir çekirdeğini kırmaya çalışıyordu.

onu ev duvarının bir kenarına çaktığım çiviye asmış, yola çıkmıştım. kuşlar yoktu şimdi havada ama, yolun kenarında yeşillikler vardı ya... baktım: bu yeşilliklerin bâzı yerleri sökülmüş, biraz ileride dört çocuğa rastladım. yürüyorlar. yeşilliklerin en güzel yerinde duruyor, bir kaldırım taşı kadar büyük bir parçayı belle söküyorlar, bir çuvala dol duruyorlardı:

— ne yapıyorsunuz, yahu? dedim.

— sana ne? dediler. fıkara, üstleri yırtık pırtık yavrulardı.

— canım, neden söküyorsunuz? dedim.

— mühendis ahmet bey söktürüyor.

— ne yapacak bunları?

— yukarıda deri tüccarı hollandalı var ya, hani onun bahçesini düzeltiyorlar da...

— ingiliz çimi alsın, eksin, mademki herif zengin..

— ingiliz çimiyle bu bir mi?

— bu daha mı iyi?

— iyi de lâf mı?

bunun üstüne çimen mi olur? hollandalı öyle demiş karakola koştum. polislere haber verdim. gûya menettiler. gizli gizli yine çimenler yer yer söküldü. mühendis ahmet beye ceza bile kesilmedi. belediye talimatnamesinde yol kenarlarındaki çimenleri sökmek, cezayı mucip olmuyormuş.

kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı.

dünya değişiyor dostlarım. günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremiyeceksiniz. günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremiyeceksiniz. bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. sizin için kötü olacak. benden hikâyesi.

(yazarın 1952’de yayınlanan «son kuşlar» adlı hikâye kitabından)

sait faik abasıyanık
vatan gazetesi, 12.5.1954
devamını gör...

çelloya ekledikleri yorumlar ile efsaneler yaratan hırvat müzik grubudur.
devamını gör...

satrançtan tekstile, müzikten resme, eskrime kadar bir çok alanın terminolojisine giren kelime.

(bkz: dokunma)
devamını gör...

suyun kenarında bir sanat eseridir. bakıp bakıp mimarı frank gehry'e tapmamak olmaz. binanın etrafında saatlerce dolaşabilirsiniz.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

"halk aşksızsa sokaklar banka dükkanlarıyla doludur"

cahit zarifoğlu
devamını gör...

zeki müren vefat etmiştir.
devamını gör...

içimden defalarca kez "fransızcaya olan ilgimi belli etmemeliyim!" dememe rağmen kendimi bulduğum yere bakar mısınız? neyse efendim, geceye ingilizce bir cümle bırak başlıklarından özenerek oluşuma sunduğum başlıktır. güzel cümleler bırakacağımdır.

“ıl n'y a pas de raccourcis pour les endroits qui valent le coup.”

“gitmeye değer yerler için hiçbir kestirme yol yoktur.”
-helen keller
devamını gör...

bugün dergimizi teşriflendiren yazarlarımız:
freud purosu ve kurtlarladans. bir solukta okunacak güzel yazılarına buradaki öne çıkan yazılardan ulaşabilirsiniz. iyi okumalar diliyoruz.
devamını gör...

senin buradaki vasfın ne ki?
normal biri söylese dediğine pişman ettirirdim fakat işte bazı kişiler ne yaparsa yapsın susman gerekiyor.
devamını gör...

kendimizi kaybettiğimiz ya da belki kendimizle daha önce hiç bir araya gelmediğimiz sanrısı beynimize ne zaman nasıl işlendi bilmiyorum. bulmaktan kasıt "ben kimim" şeklinde bir anlam arayışı ise belki asıl mesele kendini görmektir. görmekten kasıt ise nasıl bir insan olduğumuz. ve olduğumuz insanı kabul edebiliyor muyuz. edebiliyorsak bingo, "işte kendim, caanım kendim"

” bir zamanlar, ayaklarının kırkını da müthiş bir hünerle kullanarak çok güzel dans eden bir kırkayak varmış. ormandaki tüm hayvanlar bu kırkayağın dansını izlemeye gelirler ve her seferinde onun dans edişine hayran kalırlarmış. ama onun bu dans edişini beğenmeyenler de varmış. bunlardan biri de kurbağaymış… ne yapsam da kırkayağın böyle güzel dans etmesini engellesem diye düşünüp duruyormuş. güzel dans etmiyorsun dese olmazmış. ben senden daha güzel dans ederim dese hiç olmazmış. düşünmüş, taşınmış, güzel bir plan hazırlamış. oturup kırkayağa bir mektup yazıp, göndermiş. ” eşi benzeri olmayan saygıdeğer kırkayak kardeşim ! ” diye başlamış mektuba ” sizin benzersiz danslarınızın naçiz bir hayranıyım. müsaadenizle sizden şunu öğrenmek istiyorum. nasıl böyle güzel dans edebiliyorsunuz? acaba önce 13.sol ayağınızı, sonra da 27. sağ ayağınızı atarak mı dansa başlıyorsunuz? sonra da 11.sağ ayağınızı kaldırıp, 35.sağ ayağınızı mı indiriyorsunuz? ” imza naçiz hayranınız kurbağa.
kırkayak mektubu alır almaz nasıl dans ettiğini düşünmeye başlamış. önce hangi ayağını attığını? ondan sonra hangi ayağını kaldırdığını… ve sonunda kırkayak dans etmeyi bırakmış… "

jostein gaarder
devamını gör...

osman öztunç- ak alın kara yazgı.
devamını gör...

şahsımı 1998 yılına götüren ilkokul okuma fişi şeysi. bu eğitim sisteminde emeği geçenlerin ben buradan sülalelerini seveyim.
devamını gör...

pazar kahvaltısı denilince ilk akla gelen tabi ki kalabalık bir masadır. her manada tabi masanın üstü ve yanları kalabalık olacak. lakin uzun yıllardır nadir zamanlar dışında benim için bu durum söz konusu değil. ama yine de enerji emdiğini, mutluluk süpürdüğünü düşünmüyorum. insan kendiyle yaptığı bir kahvaltıdan neden böyle bahsetsin ki? hele de kendini seviyorsa. yani işin aslı kalabalık ya da yalnız olmakla bir problemim yok beden ve ruh sağlığımda sorun yoksa ben her türlü kendimle zaman geçirmekten keyif alırım. bu sabah kendime güzel bir sofra donattım, çay demledim terasımda manzaraya karşı harika bir kahvaltı yaptım.
kahvaltım serpmeydi ama siz yinede serperken dikkat edin. *
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim