hayko cepkin
yarası saklı, fırtınam, ölüyorum efsane şarkılar.. sert görünümünün aksine kanımca çok duygusal bir insan. iyi ki var hayko'muz..
devamını gör...
rastgele kişilere günaydın mesajı atma organizasyonu
organizasyon tam uymadı da, anladınız siz
olay şu. her sabah sözlükten rastgele kişilere günaydın mesajı atıyoruz. "kesinlikle art niyet yoktur"
olay şu. her sabah sözlükten rastgele kişilere günaydın mesajı atıyoruz. "kesinlikle art niyet yoktur"
devamını gör...
darren aronofsky
12 şubat 1969, brooklyn - new york doğumlu, yahudi asıllı amerikalı yönetmen ve senarist. dahi yönetmenlerdendir.
ilk büyük başarısını pi filmiyle yakalamış sundance'te en iyi yönetmen ödülü almıştır. 2000 yılında çektiği requiem for a dream filmi ise müziği lux aeterna ile çoğumuzun aklında yer etmeyi başarmış, bağımlılık temalı çarpıcı bir filmdir ve aronofsky'nin ününü daha da artırmıştır.
ilk büyük başarısını pi filmiyle yakalamış sundance'te en iyi yönetmen ödülü almıştır. 2000 yılında çektiği requiem for a dream filmi ise müziği lux aeterna ile çoğumuzun aklında yer etmeyi başarmış, bağımlılık temalı çarpıcı bir filmdir ve aronofsky'nin ününü daha da artırmıştır.
devamını gör...
oy birliği ile yazar uzaklaştırma
(bkz: sözlüğe çık tepin istersen)
devamını gör...
ev işi yapan erkek
uzaktan çalışma vesilesiyle her gün yaptığım calisirken haftasonları ise pazar günleri yaptığım için sanırım o erkeklerden biriyim. ancak neden erkek vurgulanıyor onu anlamıyorum. ev işi yapmak aşırı zor. cidden zor.
mesela süreci anlatayım.
sabah kalk, kızın dağıttıklarını topla, eşini uyandır o arada çay koy, demlenene kadar kendi işlerini hallet, sonra kahvaltıyı hazırla, eşin de tabi çocukla ilgileniyor o arada, kahvaltı faslından sonra ya kızı ya da kızın döktüklerini temizle, sonra mutfağı toparla ya da kızla oyun oyna, kızın uyku vakti gelince ya kızı uyut ya da diğer rutin ev işleri ile kendi işlerini hallet, akşam yemeği için hazırlıklar, akşam çay, gün içinde gerekirse süpürge silme...
bunu ya ben ya eşim yapmak zorundayız. her gün. zor dostum zor. spor salonunda ağırlık basmaya benzemiyor bu işler.*
mesela süreci anlatayım.
sabah kalk, kızın dağıttıklarını topla, eşini uyandır o arada çay koy, demlenene kadar kendi işlerini hallet, sonra kahvaltıyı hazırla, eşin de tabi çocukla ilgileniyor o arada, kahvaltı faslından sonra ya kızı ya da kızın döktüklerini temizle, sonra mutfağı toparla ya da kızla oyun oyna, kızın uyku vakti gelince ya kızı uyut ya da diğer rutin ev işleri ile kendi işlerini hallet, akşam yemeği için hazırlıklar, akşam çay, gün içinde gerekirse süpürge silme...
bunu ya ben ya eşim yapmak zorundayız. her gün. zor dostum zor. spor salonunda ağırlık basmaya benzemiyor bu işler.*
devamını gör...
normal sözlük'teki aile ortamı
komşuculuk da denebilir buna.
birinin ailesinden bir kişi hasta olunca komikli tanım yazmaya utandım geçen gün.*
bana bakmayın.
birinin ailesinden bir kişi hasta olunca komikli tanım yazmaya utandım geçen gün.*
bana bakmayın.
devamını gör...
sobalı evde büyümek
mandalina kabuğu kokusu, gece duvarda oynaşan ateş gölgesi, odun tadı eklenmiş mis gibi çay ile büyükmektir..
devamını gör...
hükümetin yanlışını söylemek dini açıdan sakıncalıdır
devamını gör...
erdal eren
bugün asılarak infazı (aslında bir cinayettir) gerçekleşen, ailesine infazından önce yazdığı son mektupta "zavallı ve çaresiz biriymişim gibi ardımdan ağlamanız beni yaralar hepinize özgür ve mutlu bir yaşam diliyorum." diyen, başımızdaki devlet baba tarafından kelebek kadar ömür biçilen (!) genç.
devamını gör...
mr. sunshine
dizi, 24 bölüm olup bir bölümün ortalama süresi 74 dakikadır. netflix’de yayınlanmaktadır.
1871 yılında abd’nin joseon’a (şimdiki adıyla güney kore) yaptığı bir sefer sırasında kore'de bir kölenin çocuğu olan eugene choi amerika’ya kaçar. ilerleyen yıllarda japonya imparatorluğunun kore’yi kolonileştirmek istemesi üzerine amerika, kore’ye asker gönderir. eugene choi, yıllar sonra amerikalı bir subay olarak kore’ye geri döner.
go ae-shin, koreli bir soylunun torunudur. kore’yi müdafaa eden bir sivil birliğin parçasıdır.
goo dong-mae, insanların karşısında durmaktan çekindiği bir samuraydır. kendi birliği vardır.
kim hui-seong, kore'nin o dönem imparatordan sonra en zengin ailesinin veliahtıdır. go ae-shin’nin nişanlısıdır*.
dizi, bu 4 ana karakterin çevresinde gerçekleşir.
diziyle alakalı spoiler içermeyen görüşüm aşağıdadır.
şimdiye kadar yorumladığım hiçbir dizi de puanlamamı önden yapmadım, bu ilk olsun. diziye puanım 10/10.
izlediğim en iyi kore dizisidir. gariptir bu diziyi yayınladığı dönem* netflix’de sürekli görmeme rağmen konusunu düzgün okumadığımdan zaman yolculuğu yapan bir askerin joseon’da yaşadıkları gibi bir konusu olduğunu düşünüyordum. eugene choi’nin netflix’deki o görkemli havası bana bunu anımsatmıştı ama ciddi bir dizi olduğunun da farkındaydım. öncelikle ilk sandığım şey külliyen yanlıştı fakat tutturduğum tek kısım bu dizinin gerçekten ciddi bir dizi olduğuydu.
izlemek için yıllarca erteledim, ta ki geçen sene mart ayına kadar. zengin oppa, fakir kız hikayelerinden sıkıldığım bir dönem uzun zamandır bakıştığım bu diziyi açtım. ilk fark ettiğim şey zaman yolculuğuyla uzaktan yakından alakası olmadığıydı. farklı bir şeydi. çekim teknikleri ve senaryosu diziden çok bir filmi andırıyordu ve izlemeye devam ettim.
dizi, japonya imparatorluğunun kore’yi kolonileştirmeye çalışmasını kurgulayarak anlatıyor. merak edip araştırdığımda bazı olayların gerçekten yaşanmış olduğunu öğrendim. dizide de adı zikredilen bazı hainlerin gerçekten yaşadıkları, ülkelerini parsel parsel nasıl sattıklarını öğrendim. insanların nasıl sefalete sürüklendiğini gördüm ama tabi ki tarih dizilerden öğrenilmez o nedenle bu kısmı burada bırakıyorum, çünkü karakterlere değinmek istiyorum.
eugene choi, bir kölenin çocuğu. gördüğü zulümlerin ardından amerikalı bir misyonerle birlikte amerika’ya kaçıyor. orada kendine yeni bir hayat kurmaya çalışıyor, büyüyor ve amerikalı bir asker oluyor. kader bu ya doğduğu ülkesine bu sefer amerikalı bir subay olarak geri dönüyor. spoiler vermeden şöyle anlatayım, hiçbir yere ait olamayan biri olarak görüyorum eugene’i. amerika’da bir koreli, kore’de bir amerikalı.
go ae-shin, bir soylunun torunu. ailesini kaybettikten sonra dedesinin himayesinde, dedesinin istediği şekilde yaşaması istenen biri. doğuştan bir hanımefendi olmalıydı ama onun için ülkesinin bu durumu için bir şeyler yapmak ideal torun olmasının ötesindeydi. kore’yi müdafaa eden sivil bir birliğe katıldı. eugene choi ile de yolu burada kesişti.
goo dong-mae, insanların bakmaktan dahi çekindiği bir samuray. katanası keskin. birliği bir çeşit mafya gibi. spoiler vermeden bu karakteri anlatmam mümkün değil sanırım ama seviyorum kendisini*.
kim hui-seong, o da go ae-shin gibi bir soylunun torunu. ailesi o dönem kore’deki en zengin aile. go ae-shin’nin nişanlısı. ikisinin dedeleri çocukken nişanlamışlar bu iki insanı. birbirlerini hiç görmemişler, hiç akıllarına getirmemişler. spoiler vermeden diyebileceğim tek şey bu genç adam zengin ve havalı biri olmaktan çok daha fazlası*.
başta da belirttiğim gibi, diziye puanım 10/10. eğer 24 bölüm boyunca her bölümü film gibi bir dizi izlemek istiyorsanız bu diziyi kesinlikle öneririm, tarihi yönüyle beraber epik bir aşk hikayesi. oyunculardan çekim tekniklerine bu diziyle alakalı her şey çok iyi, hatta izlediklerimin en iyisi. bakmaya doyamadığım sahneleri vardı.
soundtracklerini dinleyene kadar korece herhangi bir şarkı dinlememiştim. benim için bu alanda bir ilk oldu ve halen dinlemeye devam ederim soundtracklerini. dinlemenizi mutlaka öneririm.
çok uzattığımın farkındayım ama bu diziyle aramda duygusal bir bağ var. belki o dönem yaşadıklarım da duygusal bir bağ kurmamda etkili olmuştur, bilmiyorum. diziyle alakalı spoiler içermeyen görüşlerim bu kadar, okumaya devam etmek isteyenler için aşağıdaki görüşlerim çok ağır spoiler içerir.
şimdiye kadar gözyaşı döktüğüm, hıçkıra hıçkıra ağladığım tek dizidir. bu diziyi sonunu bile bile izledim. dizi içinde bol bol yapılan sad ending göndermeleri olsun, yediğim sağlam spoiler olsun izlemeye devam ettim. çünkü hikayesini sevdim, karakterlerini sevdim, anlatmak istediği aşk hikayesini sevdim.
eugene ile ae-shin’nin birbirlerine yavaş yavaş ama bir o kadar güçlü aşık olma kısmı çok güzeldi. sonu mutlu bitmedi belki bu hikayenin ama kafamın içinde mutlular ve o zalım senarist benden bunu alamaz.
eugene'nin hiçbir yere ait olamaması dizinin temasını oluşturuyor bir bakıma. amerika'da bir subayken kore'ye de koreli olduğu için gönderiliyor zaten. kore'de de amerikalı bir subay olduğu için insanların garip tepkisiyle karşılaşıyor. yardımcısıyla, amerika'ya kaçması için yardım eden koreli amcayla, onu amerika'da yetiştiren misyoner amcayla ve subay arkadaşıyla ilişkilerini çok sevdim. bu insanlar eugene'nin eviydi ae-shin ile birlikte. dong-mae ve hui-seong ile olan dostlukları eşsizdi. üçü de birbirinden zıt fakat bir o kadar uyumlu. dizide bu üç arkadaşın sahnelerini izlemeyi çok sevmiştim.
goo dong-mae, içi yanık samurayım. gözler kalbin aynasıdır sözü üzerine yazılmış bir karakter olduğunu düşünüyorum. kötü çocuk imajının altında için için yanması beni çok etkilemişti. kasabın oğlu olarak hayvan kadar bile olmayan değeri onun samurayların içinde kendine yeni bir hayat kurmaya itti. geri dönüp ailesini aşağılayanlardan aldığı intikam içimi soğutmuştu. ae-shin'e olan aşkı kazanılmadan kaybedilmiş bir savaş gibiydi. sımsıkı sarılmak istedim diziyi izlediğim süre boyunca.
kim hui-seong, benim kişisel favorim. birçok kişi gibi eugene ve dong-mae'yi seviyorum ama benim için hui-seong'un yeri ayrı. kendisi ae-shin’nin nişanlısı. yurtdışında okuyor. bu nedenle yıllarca nişanlısını görmemiş, aslında umurunda da değil nişanlı olup olmadığı. ta ki ae-shin'ni görene kadar. ilk görüşte aşk onunkisi. çok saf ve temiz duygularla seviyor ae-shin'i ve ae-shin'nin onu sevmediğinin de farkında. fakat buna rağmen onu korumak, kollamak için elinden gelen ne varsa yapmaya hazır. edebiyattan anlamam ama bir anda şair gibi biri oluyor. işe yaramaz ama güzel şeyleri seviyor çiçekler, yıldızlar ve ay gibi. kendisi böyle ifade ediyor sevdiği şeyleri. diziyi bitirdiğimden beri çiçek diyince aklıma kendisi gelir. ailesi o dönem kore'nin en zengin ailesi fakat ailesinin görüşleri kendi görüşleriyle uyuşmuyor. içten içe çevresine karşı hep bir mahcubiyeti var bu yüzden. başlarda bu çok görülmese de ilerleyen zamanlarda ailesinin yaptığı haksızlıkları telafi etmeye çalışması çok hoşuma gitmişti*. dışarıdan tam bir playboy gibi görülse de içten içe öyle olmadığını biliyorsunuz, sonrasında bunu kendi de gösteriyor zaten. hakkında ne yazarsam yazayım hakkını veremeyeceğimi düşündüğümden burada bitiriyorum yazdıklarımı.
finalde bu 3 adamın da ölümünde çok ağladım. eugene’nin öleceğini spoiler yediğim için biliyordum ama bildiğim halde hıçkıra hıçkıra ağladım, kendimi hayıır derken bulduğumu hatırlıyorum. dong-mae ve hui-seong’un öleceklerini bilmiyordum ve en azından biriniz bari yaşasaydı diye ağlamaya devam ettim. zaten bir kere ağlamaya başlayınca tutamadım kendimi. eğer biraz daha kolay ağlayabilen biri olsaydım finale gelene kadar gözlerimin dolduğu çok yer vardı.
kardeşimin de dikkatini çekmiş içimdekibalina abla sen ağlıyor musun, neden ağlıyorsun? diye sordu bölümü izlerken. bir yandan ağlarken cevap vermeye çalışıyorum, diğer yandan izlemeye çalışıyorum. hemen gitmiş o dönem evde olmayan ablamı aramış böyle böyle diye. bu da diziyle ilgili bir anımdır*.
dizi kendi de defalarca bize söylediği gibi sad ending * ile bitti. mutsuz sonlardan nefret ederim ama içimi yakarak kabul ediyorum dizinin bu şekilde bitmesi gerektiğini. yine de eugene, dong-mae ve hui-seong'dan en az birinin yaşıyor olmasını isterdim.
gerek oyuncuları olsun -ki oyuncular nokta atışı olmuş, hiçbir karakteri başka bir oyuncunun canlandırabileceğini düşünmüyorum kesinlikle-, gerek teknik detayları olsun benim için 10/10 bir dizidir.
sözlerime diziden bir replikle nokta koymak istiyorum.
"çiçekleri görmenin iki yolu vardır. ya bir vazoya koyarsın ya da onlarla bir yolda buluşmak için yola çıkarsın. ben ikincisini yapmayı seçiyorum. bu benim açımdan tatsız olacak, çünkü seçtiğim yolda hiç çiçek olmayacak."
düzenleme: imla hataları ve anlatım bozuklukları düzeltildi.
1871 yılında abd’nin joseon’a (şimdiki adıyla güney kore) yaptığı bir sefer sırasında kore'de bir kölenin çocuğu olan eugene choi amerika’ya kaçar. ilerleyen yıllarda japonya imparatorluğunun kore’yi kolonileştirmek istemesi üzerine amerika, kore’ye asker gönderir. eugene choi, yıllar sonra amerikalı bir subay olarak kore’ye geri döner.
go ae-shin, koreli bir soylunun torunudur. kore’yi müdafaa eden bir sivil birliğin parçasıdır.
goo dong-mae, insanların karşısında durmaktan çekindiği bir samuraydır. kendi birliği vardır.
kim hui-seong, kore'nin o dönem imparatordan sonra en zengin ailesinin veliahtıdır. go ae-shin’nin nişanlısıdır*.
dizi, bu 4 ana karakterin çevresinde gerçekleşir.
diziyle alakalı spoiler içermeyen görüşüm aşağıdadır.
şimdiye kadar yorumladığım hiçbir dizi de puanlamamı önden yapmadım, bu ilk olsun. diziye puanım 10/10.
izlediğim en iyi kore dizisidir. gariptir bu diziyi yayınladığı dönem* netflix’de sürekli görmeme rağmen konusunu düzgün okumadığımdan zaman yolculuğu yapan bir askerin joseon’da yaşadıkları gibi bir konusu olduğunu düşünüyordum. eugene choi’nin netflix’deki o görkemli havası bana bunu anımsatmıştı ama ciddi bir dizi olduğunun da farkındaydım. öncelikle ilk sandığım şey külliyen yanlıştı fakat tutturduğum tek kısım bu dizinin gerçekten ciddi bir dizi olduğuydu.
izlemek için yıllarca erteledim, ta ki geçen sene mart ayına kadar. zengin oppa, fakir kız hikayelerinden sıkıldığım bir dönem uzun zamandır bakıştığım bu diziyi açtım. ilk fark ettiğim şey zaman yolculuğuyla uzaktan yakından alakası olmadığıydı. farklı bir şeydi. çekim teknikleri ve senaryosu diziden çok bir filmi andırıyordu ve izlemeye devam ettim.
dizi, japonya imparatorluğunun kore’yi kolonileştirmeye çalışmasını kurgulayarak anlatıyor. merak edip araştırdığımda bazı olayların gerçekten yaşanmış olduğunu öğrendim. dizide de adı zikredilen bazı hainlerin gerçekten yaşadıkları, ülkelerini parsel parsel nasıl sattıklarını öğrendim. insanların nasıl sefalete sürüklendiğini gördüm ama tabi ki tarih dizilerden öğrenilmez o nedenle bu kısmı burada bırakıyorum, çünkü karakterlere değinmek istiyorum.
eugene choi, bir kölenin çocuğu. gördüğü zulümlerin ardından amerikalı bir misyonerle birlikte amerika’ya kaçıyor. orada kendine yeni bir hayat kurmaya çalışıyor, büyüyor ve amerikalı bir asker oluyor. kader bu ya doğduğu ülkesine bu sefer amerikalı bir subay olarak geri dönüyor. spoiler vermeden şöyle anlatayım, hiçbir yere ait olamayan biri olarak görüyorum eugene’i. amerika’da bir koreli, kore’de bir amerikalı.
go ae-shin, bir soylunun torunu. ailesini kaybettikten sonra dedesinin himayesinde, dedesinin istediği şekilde yaşaması istenen biri. doğuştan bir hanımefendi olmalıydı ama onun için ülkesinin bu durumu için bir şeyler yapmak ideal torun olmasının ötesindeydi. kore’yi müdafaa eden sivil bir birliğe katıldı. eugene choi ile de yolu burada kesişti.
goo dong-mae, insanların bakmaktan dahi çekindiği bir samuray. katanası keskin. birliği bir çeşit mafya gibi. spoiler vermeden bu karakteri anlatmam mümkün değil sanırım ama seviyorum kendisini*.
kim hui-seong, o da go ae-shin gibi bir soylunun torunu. ailesi o dönem kore’deki en zengin aile. go ae-shin’nin nişanlısı. ikisinin dedeleri çocukken nişanlamışlar bu iki insanı. birbirlerini hiç görmemişler, hiç akıllarına getirmemişler. spoiler vermeden diyebileceğim tek şey bu genç adam zengin ve havalı biri olmaktan çok daha fazlası*.
başta da belirttiğim gibi, diziye puanım 10/10. eğer 24 bölüm boyunca her bölümü film gibi bir dizi izlemek istiyorsanız bu diziyi kesinlikle öneririm, tarihi yönüyle beraber epik bir aşk hikayesi. oyunculardan çekim tekniklerine bu diziyle alakalı her şey çok iyi, hatta izlediklerimin en iyisi. bakmaya doyamadığım sahneleri vardı.
soundtracklerini dinleyene kadar korece herhangi bir şarkı dinlememiştim. benim için bu alanda bir ilk oldu ve halen dinlemeye devam ederim soundtracklerini. dinlemenizi mutlaka öneririm.
çok uzattığımın farkındayım ama bu diziyle aramda duygusal bir bağ var. belki o dönem yaşadıklarım da duygusal bir bağ kurmamda etkili olmuştur, bilmiyorum. diziyle alakalı spoiler içermeyen görüşlerim bu kadar, okumaya devam etmek isteyenler için aşağıdaki görüşlerim çok ağır spoiler içerir.
şimdiye kadar gözyaşı döktüğüm, hıçkıra hıçkıra ağladığım tek dizidir. bu diziyi sonunu bile bile izledim. dizi içinde bol bol yapılan sad ending göndermeleri olsun, yediğim sağlam spoiler olsun izlemeye devam ettim. çünkü hikayesini sevdim, karakterlerini sevdim, anlatmak istediği aşk hikayesini sevdim.
eugene ile ae-shin’nin birbirlerine yavaş yavaş ama bir o kadar güçlü aşık olma kısmı çok güzeldi. sonu mutlu bitmedi belki bu hikayenin ama kafamın içinde mutlular ve o zalım senarist benden bunu alamaz.
eugene'nin hiçbir yere ait olamaması dizinin temasını oluşturuyor bir bakıma. amerika'da bir subayken kore'ye de koreli olduğu için gönderiliyor zaten. kore'de de amerikalı bir subay olduğu için insanların garip tepkisiyle karşılaşıyor. yardımcısıyla, amerika'ya kaçması için yardım eden koreli amcayla, onu amerika'da yetiştiren misyoner amcayla ve subay arkadaşıyla ilişkilerini çok sevdim. bu insanlar eugene'nin eviydi ae-shin ile birlikte. dong-mae ve hui-seong ile olan dostlukları eşsizdi. üçü de birbirinden zıt fakat bir o kadar uyumlu. dizide bu üç arkadaşın sahnelerini izlemeyi çok sevmiştim.
goo dong-mae, içi yanık samurayım. gözler kalbin aynasıdır sözü üzerine yazılmış bir karakter olduğunu düşünüyorum. kötü çocuk imajının altında için için yanması beni çok etkilemişti. kasabın oğlu olarak hayvan kadar bile olmayan değeri onun samurayların içinde kendine yeni bir hayat kurmaya itti. geri dönüp ailesini aşağılayanlardan aldığı intikam içimi soğutmuştu. ae-shin'e olan aşkı kazanılmadan kaybedilmiş bir savaş gibiydi. sımsıkı sarılmak istedim diziyi izlediğim süre boyunca.
kim hui-seong, benim kişisel favorim. birçok kişi gibi eugene ve dong-mae'yi seviyorum ama benim için hui-seong'un yeri ayrı. kendisi ae-shin’nin nişanlısı. yurtdışında okuyor. bu nedenle yıllarca nişanlısını görmemiş, aslında umurunda da değil nişanlı olup olmadığı. ta ki ae-shin'ni görene kadar. ilk görüşte aşk onunkisi. çok saf ve temiz duygularla seviyor ae-shin'i ve ae-shin'nin onu sevmediğinin de farkında. fakat buna rağmen onu korumak, kollamak için elinden gelen ne varsa yapmaya hazır. edebiyattan anlamam ama bir anda şair gibi biri oluyor. işe yaramaz ama güzel şeyleri seviyor çiçekler, yıldızlar ve ay gibi. kendisi böyle ifade ediyor sevdiği şeyleri. diziyi bitirdiğimden beri çiçek diyince aklıma kendisi gelir. ailesi o dönem kore'nin en zengin ailesi fakat ailesinin görüşleri kendi görüşleriyle uyuşmuyor. içten içe çevresine karşı hep bir mahcubiyeti var bu yüzden. başlarda bu çok görülmese de ilerleyen zamanlarda ailesinin yaptığı haksızlıkları telafi etmeye çalışması çok hoşuma gitmişti*. dışarıdan tam bir playboy gibi görülse de içten içe öyle olmadığını biliyorsunuz, sonrasında bunu kendi de gösteriyor zaten. hakkında ne yazarsam yazayım hakkını veremeyeceğimi düşündüğümden burada bitiriyorum yazdıklarımı.
finalde bu 3 adamın da ölümünde çok ağladım. eugene’nin öleceğini spoiler yediğim için biliyordum ama bildiğim halde hıçkıra hıçkıra ağladım, kendimi hayıır derken bulduğumu hatırlıyorum. dong-mae ve hui-seong’un öleceklerini bilmiyordum ve en azından biriniz bari yaşasaydı diye ağlamaya devam ettim. zaten bir kere ağlamaya başlayınca tutamadım kendimi. eğer biraz daha kolay ağlayabilen biri olsaydım finale gelene kadar gözlerimin dolduğu çok yer vardı.
kardeşimin de dikkatini çekmiş içimdekibalina abla sen ağlıyor musun, neden ağlıyorsun? diye sordu bölümü izlerken. bir yandan ağlarken cevap vermeye çalışıyorum, diğer yandan izlemeye çalışıyorum. hemen gitmiş o dönem evde olmayan ablamı aramış böyle böyle diye. bu da diziyle ilgili bir anımdır*.
dizi kendi de defalarca bize söylediği gibi sad ending * ile bitti. mutsuz sonlardan nefret ederim ama içimi yakarak kabul ediyorum dizinin bu şekilde bitmesi gerektiğini. yine de eugene, dong-mae ve hui-seong'dan en az birinin yaşıyor olmasını isterdim.
gerek oyuncuları olsun -ki oyuncular nokta atışı olmuş, hiçbir karakteri başka bir oyuncunun canlandırabileceğini düşünmüyorum kesinlikle-, gerek teknik detayları olsun benim için 10/10 bir dizidir.
sözlerime diziden bir replikle nokta koymak istiyorum.
"çiçekleri görmenin iki yolu vardır. ya bir vazoya koyarsın ya da onlarla bir yolda buluşmak için yola çıkarsın. ben ikincisini yapmayı seçiyorum. bu benim açımdan tatsız olacak, çünkü seçtiğim yolda hiç çiçek olmayacak."
düzenleme: imla hataları ve anlatım bozuklukları düzeltildi.
devamını gör...
normal sözlük yazarlarının sözlük anıları
benim için en hatırlanası olan beş yıl önce katıldığım bir zirveydi.
başka bir sözlükte yaşadığım şehirde zirve düzenlenecekmiş. sanıyorum şehir başlığına yazan herkese mesaj atmış düzenleyen arkadaş. yorgunluk ve hastalığımı epey bahane etsem de yoğun ve anlamsız ısrarlar üzerine "tamam" demiş bulundum. "bir bira içip kaçarım" diye düşünüyordum. o arada zirveyi düzenleyen arkadaş zirve başlığında "katılanlar" diye bir kısım açmış nickleri ekliyor. bazıları okuduğum insanlar, bazılarını ilk kez görüyorum. ilk kez gördüklerimi açıp inceliyorum falan neyse zirve saati geldi mekana gittim.
"kadın dediğin en az 170 olacak, beli ince kalçaları büyük olacak" tadında takılan 1.60'lık don juanlar mı dersin, her konuyu siyasete bağlayan gergin tip mi dersin, posta gazetesi yurdumun şairlerinden hallice sözlük şairleri mi dersin, baskılı tişört üzerine kareli gömlek tayfa mı dersin ne ararsan var.
o arada her kalabalık grupta olduğu gibi daha iyi anlaşan insanlar oluyor. çok komik bir çocuk vardı. * onunla epey eğleniyoruz falan. yer değiştirmeye karar verdim karşıdan karşıya yüksek sesle konuşmayalım diye.
ben: kardeşim yer değiştirelim mi?
yanımdaki kız: kiminle yer değiştireceksin?
ben: şu arkadaşla
yanımdaki kız: olmaz, burda otur.
ben: neden?
yanımdaki kız: bizim onunla bi' geçmişimiz var, yanlış anlar şimdi.
ben: tamam
(aradan 10 dakika geçer)
ben: siz mustafayla yer değiştirseniz olur mu?
yanımdaki kız: hangi mustafa?
ben: şu beyaz tişörtlü arkadaş işte
yanımdaki kız: eski sevgilim o benim
ben: bu yer değiştirmeye engel mi?
yanımdaki kız: değil
ben: tamam teşekkür ederim
(ilerleyen saatlerde kapının önüne sigaraya çıkılır)
ben: lan mustafa bi seni bi de ahmet'i çok sevdim ha. geldiğime değdi
mustafa: bana ahmet deme abi
ben: niye lan noldu?
mustafa: aramız bozuk abi onunla.
ben: kız meselesi mi?
mustafa: kim söyledi abi?
ben: kimse söylemedi oğlum tahmin ettim.
(gecenin sonu)
ahmet: abi burda çoğu kişinin birbiriyle bi' geçmişi vardır.
ben: neden?
ahmet: neden derken abi?
ben: oğlum kocaman şehir neden kendi aranızda dönüp duruyorsunuz?
ahmet: bilmiyorum abi.
sözlüğün bana kazandırdığı bir tanım olarak (bkz: geçmişi olmak) diyorum ve zirvelere katılma tereddüdü olan varsa hiç tereddüt etmeden katılmasını tavsiye ediyorum. sözlüklerle alakalı geçirdiğim en eğlenceli 4 saatti.
başka bir sözlükte yaşadığım şehirde zirve düzenlenecekmiş. sanıyorum şehir başlığına yazan herkese mesaj atmış düzenleyen arkadaş. yorgunluk ve hastalığımı epey bahane etsem de yoğun ve anlamsız ısrarlar üzerine "tamam" demiş bulundum. "bir bira içip kaçarım" diye düşünüyordum. o arada zirveyi düzenleyen arkadaş zirve başlığında "katılanlar" diye bir kısım açmış nickleri ekliyor. bazıları okuduğum insanlar, bazılarını ilk kez görüyorum. ilk kez gördüklerimi açıp inceliyorum falan neyse zirve saati geldi mekana gittim.
"kadın dediğin en az 170 olacak, beli ince kalçaları büyük olacak" tadında takılan 1.60'lık don juanlar mı dersin, her konuyu siyasete bağlayan gergin tip mi dersin, posta gazetesi yurdumun şairlerinden hallice sözlük şairleri mi dersin, baskılı tişört üzerine kareli gömlek tayfa mı dersin ne ararsan var.
o arada her kalabalık grupta olduğu gibi daha iyi anlaşan insanlar oluyor. çok komik bir çocuk vardı. * onunla epey eğleniyoruz falan. yer değiştirmeye karar verdim karşıdan karşıya yüksek sesle konuşmayalım diye.
ben: kardeşim yer değiştirelim mi?
yanımdaki kız: kiminle yer değiştireceksin?
ben: şu arkadaşla
yanımdaki kız: olmaz, burda otur.
ben: neden?
yanımdaki kız: bizim onunla bi' geçmişimiz var, yanlış anlar şimdi.
ben: tamam
(aradan 10 dakika geçer)
ben: siz mustafayla yer değiştirseniz olur mu?
yanımdaki kız: hangi mustafa?
ben: şu beyaz tişörtlü arkadaş işte
yanımdaki kız: eski sevgilim o benim
ben: bu yer değiştirmeye engel mi?
yanımdaki kız: değil
ben: tamam teşekkür ederim
(ilerleyen saatlerde kapının önüne sigaraya çıkılır)
ben: lan mustafa bi seni bi de ahmet'i çok sevdim ha. geldiğime değdi
mustafa: bana ahmet deme abi
ben: niye lan noldu?
mustafa: aramız bozuk abi onunla.
ben: kız meselesi mi?
mustafa: kim söyledi abi?
ben: kimse söylemedi oğlum tahmin ettim.
(gecenin sonu)
ahmet: abi burda çoğu kişinin birbiriyle bi' geçmişi vardır.
ben: neden?
ahmet: neden derken abi?
ben: oğlum kocaman şehir neden kendi aranızda dönüp duruyorsunuz?
ahmet: bilmiyorum abi.
sözlüğün bana kazandırdığı bir tanım olarak (bkz: geçmişi olmak) diyorum ve zirvelere katılma tereddüdü olan varsa hiç tereddüt etmeden katılmasını tavsiye ediyorum. sözlüklerle alakalı geçirdiğim en eğlenceli 4 saatti.
devamını gör...
şahsiyet
o kadar güzel noktalara parmak basmış, unuttuğumuz şeyleri deşerek öyle güzel hatırlatmış ki. izlediğim en iyi türk yapımlardan biridir.
şu replik derinlerde bir yere çok dokundu;
“sırf göğüslerini kimse fark etmesin diye kaç kız çocuğu kambura’da kambur yürüyor, farkında mısınız? o kambur var ya, o çocukların kamburu… o aslında hepimizin sırtında.”
kambura son derece doğru bir anadolu özetidir. bu replikte yazanı hiç yaşamamış bir kadın var mıdır? ben yaşadım, hem de son derece rahat ve çocuk psikolojisinden anlayan bir ailede büyüsem de. kadın kimliğimizi bu ülkede neden bu kadar zor buluyoruz? “kadın” kimliğimizi bulamadan hayatlarımız geçiyor. çok çok acı.
regl olduğunda utanıyor kızlarımız, bu tiksinç bişeymiş gibi. aslında sağlıklı bir kadın olduğuna sevinmesi ve kutlaması gerekmiyor mu? bu ülkede mutlu bir kız evlat büyütmek ne zor... ne kadar modern büyütsen de, ne kadar özgüvenli ve rahat yetiştirsen de bu tabuları çocuk bir yerden alıyor. öğreniyor; utangaç olmayı, başını eğmeyi, ürkek olmayı.
şu replik derinlerde bir yere çok dokundu;
“sırf göğüslerini kimse fark etmesin diye kaç kız çocuğu kambura’da kambur yürüyor, farkında mısınız? o kambur var ya, o çocukların kamburu… o aslında hepimizin sırtında.”
kambura son derece doğru bir anadolu özetidir. bu replikte yazanı hiç yaşamamış bir kadın var mıdır? ben yaşadım, hem de son derece rahat ve çocuk psikolojisinden anlayan bir ailede büyüsem de. kadın kimliğimizi bu ülkede neden bu kadar zor buluyoruz? “kadın” kimliğimizi bulamadan hayatlarımız geçiyor. çok çok acı.
regl olduğunda utanıyor kızlarımız, bu tiksinç bişeymiş gibi. aslında sağlıklı bir kadın olduğuna sevinmesi ve kutlaması gerekmiyor mu? bu ülkede mutlu bir kız evlat büyütmek ne zor... ne kadar modern büyütsen de, ne kadar özgüvenli ve rahat yetiştirsen de bu tabuları çocuk bir yerden alıyor. öğreniyor; utangaç olmayı, başını eğmeyi, ürkek olmayı.
devamını gör...
zenofobi
t: yabancı korkusu ve düşmanlığı anlamına gelen bir fobidir.
içerisinde zenofobik bireyler barındırmayan toplum yoktur herhalde. kişiler doğal olarak alıştıkları çevreye uyum sağlarlar yıllarca, dışarıdan gelen bir kimseyi tehdit olarak algılarlar bu yüzden. somutlaştırırsak, örneğin, günümüzde türkiye'de suriyeli, zamanında greklerin barbar düşmanlığını ve macarların anti mülteci tavırlarını söyleyebiliriz.
içerisinde zenofobik bireyler barındırmayan toplum yoktur herhalde. kişiler doğal olarak alıştıkları çevreye uyum sağlarlar yıllarca, dışarıdan gelen bir kimseyi tehdit olarak algılarlar bu yüzden. somutlaştırırsak, örneğin, günümüzde türkiye'de suriyeli, zamanında greklerin barbar düşmanlığını ve macarların anti mülteci tavırlarını söyleyebiliriz.
devamını gör...
kırmızı kurşun kalemin silinme zorluğu
gönül yarası gibidir, hep iz kalır.
devamını gör...
kızların sözlüğü erkek düşürmek için kullanması
birçok genelleme gibi bu da yanlıştır.
kızlar hayatınızın her yerinde olacaklar. oldular da. yeri gelecek patronunuz olacak, yeri gelecek iş arkadaşınız. hepsine aynı gözle mi bakacaksınız? hepsi sizi düşürmek için mi iletişime geçiyor? çok yanlış düşünüyorsunuz, çok.
burada mis tanım girip kitap almak varken, hangi kız/erkek birilerini düşürmek için çabalasın gül gibi sözlükte allasen? yazarız, konuşuruz, geçinir gideriz kendimizce. kimse için "ağıma düşüreyim, parasını yiyeyim, gönül eğlendireyim," planı yapmıyoruz.
kızlar hayatınızın her yerinde olacaklar. oldular da. yeri gelecek patronunuz olacak, yeri gelecek iş arkadaşınız. hepsine aynı gözle mi bakacaksınız? hepsi sizi düşürmek için mi iletişime geçiyor? çok yanlış düşünüyorsunuz, çok.
burada mis tanım girip kitap almak varken, hangi kız/erkek birilerini düşürmek için çabalasın gül gibi sözlükte allasen? yazarız, konuşuruz, geçinir gideriz kendimizce. kimse için "ağıma düşüreyim, parasını yiyeyim, gönül eğlendireyim," planı yapmıyoruz.
devamını gör...
azra gülendam haytaoğlu
ben şiddetin olumlu yönde kullanılması gerektiğini savunurum her zaman. insanlık vasıflarını yitirmiş yaratıklar karşısında merhamet duygusunun çok da kullanışlı olduğunu düşünmüyorum.
ibret-i alem diye bir kavram var, hepimiz aşinayız. neden kullanmadığımızı anlamıyorum. bence bu katilleri, vicdan yoksunlarını, insanlık vasfını yitirmiş bu organizmaları dünyadan temizlemeden gerçekten insan olanlara rahat yok belli ki.
azra artık bu dünya üzerinde değil ve evet unutacağız çok kısa zaman sonra. arada paylaşacağız resmini ve azra öldüğü ile kalacak. çektiği acıları kimse hatırlamayacak.
o yüzden azra’nın bunu yaşanmasına neden olan herkesin üzerinde şiddeti olumlu yönde kullanmalıyız. bunu insan olmak adına yapacağız ve dahasını da yapabiliriz.
ibret-i alem diye bir kavram var, hepimiz aşinayız. neden kullanmadığımızı anlamıyorum. bence bu katilleri, vicdan yoksunlarını, insanlık vasfını yitirmiş bu organizmaları dünyadan temizlemeden gerçekten insan olanlara rahat yok belli ki.
azra artık bu dünya üzerinde değil ve evet unutacağız çok kısa zaman sonra. arada paylaşacağız resmini ve azra öldüğü ile kalacak. çektiği acıları kimse hatırlamayacak.
o yüzden azra’nın bunu yaşanmasına neden olan herkesin üzerinde şiddeti olumlu yönde kullanmalıyız. bunu insan olmak adına yapacağız ve dahasını da yapabiliriz.
devamını gör...
köyde yaşama isteği
pek tanıdık bir istektir.
ege'de olursa tadından yenmez.
bir dönem marmara'da bir köyde 5, 6 sene yaşamışlığım var.
su yoktu su, her yer çamurdu. dağda bayırda inek peşlerinde koştum hey heyyyy.
yani marmar'a deyince sanmayın ki tatil köyü.
neyse bir kaç sene içinde şehir değiştirmeyi düşünüyorum.* tavsiye alırım.*
ege'de olursa tadından yenmez.
bir dönem marmara'da bir köyde 5, 6 sene yaşamışlığım var.
su yoktu su, her yer çamurdu. dağda bayırda inek peşlerinde koştum hey heyyyy.
yani marmar'a deyince sanmayın ki tatil köyü.
neyse bir kaç sene içinde şehir değiştirmeyi düşünüyorum.* tavsiye alırım.*
devamını gör...
sözlük beni anlamıyor hissi
sosyal mecrayı bir yana, gerçek dünyada insanların yüz yüzeyken bile birbirini anlamadığı, anlamak için de hiçbir şey yapmadığı bir dönem yaşıyoruz. kaldı ki, varlık sebebi goygoy olan ya da o şekilde görülen bu tür macralarda kişiler birbirini anlasın. çok zor çok.
devamını gör...
eternal sunshine of the spotless mind
anlatmaya kelimelerin yetmeyeceği şahane bir film. kelimeler cidden yetmeyecektir çünkü herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği farklı yorumlayabileceği üzücü bir film.
filmin başrollerinde jim carrey ve kate winslet bulunuyor. ayrıca kirsten dunst , charlie kaufman , elijah wood gibi başarılı oyuncularda filmde karşımıza çıkıyor.
filmin yönetmeni michel gondry dir. çok güzel bir iş çıkarmış bayılarak izledim. sinematografi ve renkler nefis kullanılmış. anlatmak istenilen net bir şekilde anlatılmış. bazı sahneler rüya gibi hayal gibi hatta gerçek olamayacakmış gibi güzel çekilmiş.
filmin senaryosunu michel gondry, charlie kaufman ve pierre bismuth beraber yazılmış. ayrıca o dönem en iyi özgün senaryo oscarını kazanan senaryo olmuştur.
bu filmi bu kadar geç izlediğim için üzülmüyorum aksine seviniyorum. bazı şeylerin zamanı vardır ve bu öyle bir film. iyi ki aklım başımdayken veya aklımın başında olduğunu zannederken izlemişim.
geçmişte bu filmi izlesem bu ne biçim film lan gibi bir tepki verecektim eminim kendi aptal gençliğimden.
hayatınızın bir yerinde kesinlikle izlemeniz gereken harika bir film. tavsiye ederim.
film şu cümleyle başlıyor ve anlatacağı şey hakkında ipucu veriyor "bugün işi astım. trene atlayıp montauk'a gittim. neden bilmiyorum. ben aklına eseni yapan biri değilim aslında" aklına eseni yapan biri olmayan birisi neden böyle bir şey yapar diye düşünüyorsunuz.
film clem ve joel karakterinin iç dünyasına ve kişiliklerini anlatmaya başlıyor. bol bol joel karakterinin aklına eseni yapan biri olmadığını görüyoruz. kendisinin ilginç bir hayatı yok o yüzden konuşmayı pek tercih etmiyor. korkak heyecanı olmayan bir insan. clem karakteri ise aklına eseni yapan , heyecanlı , tutkulu , ne yapacağı belli olmayan bir tip. mesela bir ilişkiden çıkıp joel'i sildirmek istiyor. aslında joel karakterinin clem'e aşık olmasının sebebi kızın tam da böyle biri olması.
bu ikili birbirine aşık oluyor. klasik tabirle tencere yuvarlanıyor kapağını buluyor.
film ipuçları vererek ilerlemeyi tercih ediyor. joel mektubunun sayfalarının yırtık olduğunu görüyor. güzel bir ipucu.
clementhine hafızasını sildirince joel çok kızıyor ve aynısını yapmak istiyor ve bence film buradan sonra hayvani üzücü şekilde ilerliyor.
doktor git evine ve onu hatırlatan bütün eşyaları topla diyor. garibim joel evine gidiyor ve 2 çuval eşya toparlıyor. hayatında bu kadar fazla yer kaplamış bir insanı silmek istemesi beni çok üzdü. sonra silme işlemini yapan yere gidiyor ve diğer müşterilerin eşyalarının azlığına şaşırıyor.
joel hafızasını sildirirken canım çok yandı. ne olur burayı silme burası kalsın gibi bir cümle söylüyordu.
izlerken bol bol empati kurduğum bir film oldu.
acaba böyle bir imkanımız olsa sevdiğimiz insanı unutmak ister miydik? onu unutmak için acı çektiğimiz geceleri silmek ister miydik?
bir anıyı değerli yapan şey hatırlanması mıdır? sevdiğimiz insanlarla bizi birbirimize bağlayan şeyler hatıralarımız mıdır?
bol bol saçma ama hüzünlü soru sordum kendime.
filmi bütün detaylarıyla anlatmayı tercih etmiyorum. beni etkileyen hoşuma giden kısımlardan bahsediyorum. herkesi ayrı ayrı detayın etkileyeceğini de biliyorum.
bazen ikili ilişkilerde acı çekersiniz ve ilişkinin olmayacağını bilirsiniz. olmayacaktır. düzelmeyecektir. birbirinizi çok seversiniz ama birbirinizi tamamlayamazsınız. bunu çok iyi anlatan bir film.
son sahnede bütün olumsuzluklara rağmen çift birbirine "okey" diyor. tamam lan işte diyor. acı çekiyoruz uyumlu değiliz. kavga ediyoruz ama tamam.
aşk böyle bir şey işte. bütün olmamışlara olacak gibi yaklaşmak.
bazı anılar hatırlanmayı hak ediyorlar. üzücü olsa da hatırlanmayı hak ediyorlar.
filmin başrollerinde jim carrey ve kate winslet bulunuyor. ayrıca kirsten dunst , charlie kaufman , elijah wood gibi başarılı oyuncularda filmde karşımıza çıkıyor.
filmin yönetmeni michel gondry dir. çok güzel bir iş çıkarmış bayılarak izledim. sinematografi ve renkler nefis kullanılmış. anlatmak istenilen net bir şekilde anlatılmış. bazı sahneler rüya gibi hayal gibi hatta gerçek olamayacakmış gibi güzel çekilmiş.
filmin senaryosunu michel gondry, charlie kaufman ve pierre bismuth beraber yazılmış. ayrıca o dönem en iyi özgün senaryo oscarını kazanan senaryo olmuştur.
bu filmi bu kadar geç izlediğim için üzülmüyorum aksine seviniyorum. bazı şeylerin zamanı vardır ve bu öyle bir film. iyi ki aklım başımdayken veya aklımın başında olduğunu zannederken izlemişim.
geçmişte bu filmi izlesem bu ne biçim film lan gibi bir tepki verecektim eminim kendi aptal gençliğimden.
hayatınızın bir yerinde kesinlikle izlemeniz gereken harika bir film. tavsiye ederim.
film şu cümleyle başlıyor ve anlatacağı şey hakkında ipucu veriyor "bugün işi astım. trene atlayıp montauk'a gittim. neden bilmiyorum. ben aklına eseni yapan biri değilim aslında" aklına eseni yapan biri olmayan birisi neden böyle bir şey yapar diye düşünüyorsunuz.
film clem ve joel karakterinin iç dünyasına ve kişiliklerini anlatmaya başlıyor. bol bol joel karakterinin aklına eseni yapan biri olmadığını görüyoruz. kendisinin ilginç bir hayatı yok o yüzden konuşmayı pek tercih etmiyor. korkak heyecanı olmayan bir insan. clem karakteri ise aklına eseni yapan , heyecanlı , tutkulu , ne yapacağı belli olmayan bir tip. mesela bir ilişkiden çıkıp joel'i sildirmek istiyor. aslında joel karakterinin clem'e aşık olmasının sebebi kızın tam da böyle biri olması.
bu ikili birbirine aşık oluyor. klasik tabirle tencere yuvarlanıyor kapağını buluyor.
film ipuçları vererek ilerlemeyi tercih ediyor. joel mektubunun sayfalarının yırtık olduğunu görüyor. güzel bir ipucu.
clementhine hafızasını sildirince joel çok kızıyor ve aynısını yapmak istiyor ve bence film buradan sonra hayvani üzücü şekilde ilerliyor.
doktor git evine ve onu hatırlatan bütün eşyaları topla diyor. garibim joel evine gidiyor ve 2 çuval eşya toparlıyor. hayatında bu kadar fazla yer kaplamış bir insanı silmek istemesi beni çok üzdü. sonra silme işlemini yapan yere gidiyor ve diğer müşterilerin eşyalarının azlığına şaşırıyor.
joel hafızasını sildirirken canım çok yandı. ne olur burayı silme burası kalsın gibi bir cümle söylüyordu.
izlerken bol bol empati kurduğum bir film oldu.
acaba böyle bir imkanımız olsa sevdiğimiz insanı unutmak ister miydik? onu unutmak için acı çektiğimiz geceleri silmek ister miydik?
bir anıyı değerli yapan şey hatırlanması mıdır? sevdiğimiz insanlarla bizi birbirimize bağlayan şeyler hatıralarımız mıdır?
bol bol saçma ama hüzünlü soru sordum kendime.
filmi bütün detaylarıyla anlatmayı tercih etmiyorum. beni etkileyen hoşuma giden kısımlardan bahsediyorum. herkesi ayrı ayrı detayın etkileyeceğini de biliyorum.
bazen ikili ilişkilerde acı çekersiniz ve ilişkinin olmayacağını bilirsiniz. olmayacaktır. düzelmeyecektir. birbirinizi çok seversiniz ama birbirinizi tamamlayamazsınız. bunu çok iyi anlatan bir film.
son sahnede bütün olumsuzluklara rağmen çift birbirine "okey" diyor. tamam lan işte diyor. acı çekiyoruz uyumlu değiliz. kavga ediyoruz ama tamam.
aşk böyle bir şey işte. bütün olmamışlara olacak gibi yaklaşmak.
bazı anılar hatırlanmayı hak ediyorlar. üzücü olsa da hatırlanmayı hak ediyorlar.
devamını gör...
