mansur yavaş'ın yks ücretlerini karşılayacağını açıklaması
efendim sosyal bir devlette olması gereken zaten halkının eşitliğini gözetmektir. bunu bir başkan yaparsa mutlu oluruz ama bütün başkanlar birlik içinde el atarsa eşit oluruz. yine de yüreğimize çiçekler açtıran bir harekettir.
devamını gör...
gece yatmadan önce yapılan son şey
başımı sağa sola hiç oynatmadan, sopa yutmuş gibi hareketsiz, yastıksız öyle mal gibi gidip uzanıyorum. uyuyorum sonra.
20 yaşlarının başında bazen çok yorgun eve gelir makyajı silmeden uyurdum. çogu zaman makyajı yüzümden kazır gibi hoyrat çıkarırdım. yatağın içinde yuvarlana yuvarlana, yüzümü gözümü her yere sürerek, insanlıktan cıkmış şekilde uyurdum.
geçenlerde sarhoş olup sokakta bulduğum evsiz bir amcamızı eve getirmeye çalıştım. işin içine ambulans ve polis bile girdi, o kadar müthiş bir kafaya erişmiştim. ama aynı gece eve gittim, makyajı özenle silip kendimi nemlendirdim, yine yastıksız ve yüzümü hiçbir yere dokundurmadan öyle uzandım yatağa. çünkü insan böyle yaşlanıyor. kırışık kremleri, serumlar, maskeler her gece özenle uygulanıyor. belli bir sırayla. sonra yastıksız yatıyorsun ki kırışık çok oluşmasın. yüzünü hiç oynatmıyorsun çünkü 13 şey sürmüş oluyorsun, daha bakım ürünlerini cilt emmemiş oluyor.
inşallah bi vampir her yerimi ısırır da yaşlanmam hiç. yaşlılıkla başa nasıl çıkacağım hiç bilmiyorum. korkunç bir şey.
20 yaşlarının başında bazen çok yorgun eve gelir makyajı silmeden uyurdum. çogu zaman makyajı yüzümden kazır gibi hoyrat çıkarırdım. yatağın içinde yuvarlana yuvarlana, yüzümü gözümü her yere sürerek, insanlıktan cıkmış şekilde uyurdum.
geçenlerde sarhoş olup sokakta bulduğum evsiz bir amcamızı eve getirmeye çalıştım. işin içine ambulans ve polis bile girdi, o kadar müthiş bir kafaya erişmiştim. ama aynı gece eve gittim, makyajı özenle silip kendimi nemlendirdim, yine yastıksız ve yüzümü hiçbir yere dokundurmadan öyle uzandım yatağa. çünkü insan böyle yaşlanıyor. kırışık kremleri, serumlar, maskeler her gece özenle uygulanıyor. belli bir sırayla. sonra yastıksız yatıyorsun ki kırışık çok oluşmasın. yüzünü hiç oynatmıyorsun çünkü 13 şey sürmüş oluyorsun, daha bakım ürünlerini cilt emmemiş oluyor.
inşallah bi vampir her yerimi ısırır da yaşlanmam hiç. yaşlılıkla başa nasıl çıkacağım hiç bilmiyorum. korkunç bir şey.
devamını gör...
x mahlaslı yazar sizi gözledi bildirimi
çok üzüldüm. ben de sizi gizli gözlediğimi sanıyordum.
devamını gör...
ahlat ağacı
-----------spoiler-----------------
ahlat ağacı, yalnız, ayrı bir yerde kendi başına duran, kara kuru şekilsiz bir ağaç. sinan ve babası idris ahlat ağacına benziyorlar. içinde yaşadıkları taşra toplumundan ayrı bir yerdeler. onunla uyum sağlayamıyorlar. kendilerini, o toplumun ortalamasından daha üstün, daha yetenekli, daha bilgili görüyorlar. ancak bu hor gördükleri toplum onları başarısız, işe yaramaz kişiler olarak görüyor. üstelik gerçekte de yapmak istediklerini başaramamış, hayal kırıklıkları içinde yaşayan kişiler.
idris köyde kurmak istediği örnek çiftliği, tüm o cahil köylülere hayvancılık nasıl yapılır gösterecek olan o çiftliği bir türlü kuramıyor. sinan, kitabını bir türlü bastıramıyor, kimseye bu konuda derdini anlatamıyor, ahlaksız bir şekilde bir yolunu bulup bastırsa dahi, kitabını kimse okumuyor. taşra gerçekliğinden sıyrılmak isteyen idealist ve romantik tiplerin, gerçeklik duvarına toslamasının örneklerini görüyoruz.
ceylan realizm ve idealizmi karşı karşıya getirip, romantik hayallerin, hayatın acımasız gerçekleri karşısında çaresizliğini mi vurgulamak istiyor? yaşamın sertliği ve acımasızlığı karşısında realistleşmiş, hayat okulundan mezun taşra toplumu karşısında bu gerçekliğe ayak uyduramayan, ahlat ağacı gibi ayrı bir yerde duran tipleri izliyoruz. bu realizmi aşmaya yönelik her çabaları realizmin duvarına çarpar. gerçekçi babanın tüm acı tecrübesi ile aksini iddia etmesine rağmen bahçede su olduğunu iddia edersin, kuyuyu kazdıkça kazarsın, onları cahillik ve bilmemezlik ile suçlarsın, savını bir takım bilimsel argümanlar ile desteklersin ancak haklı çıkan baban olur, bahçede su çıkmaz. kitabın çıktığında, yazdıklarının büyük bir olay olacağına, toplumda infial yaratacağına inanırsın. belki yazdıklarını kaldıramayıp seni mahkemeye vereceklerdir. ancak kitap çıktığında okuyan bir allahın kulu dahi olmaz.
bu realizm, idealizm çatışmasının sinan’ın annesi asuman ve hatice’de de cisimleştiğini görüyoruz. hatice’nin sinan’a olan meylini hissediyoruz. yanyanalarken söylediği şu sözler: “aslında arzu ettiklerimiz (sinan yani), çok yakınımızda, ancak bir o kadar da onlardan uzağız.” sonrasında ışıl ışıl caddelerden, yağmurda ıslanmaktan bahsetmesi, hatice’nin gerçekliğe boyun eğmiş bir romantik olduğunu gösteriyor. o yaşamak zorunda kaldığı kahredici taşra hayatının dışında gördüğü sinan ile o hayatın dışında olduğunu hayal ettiği şeyleri yaşamak istiyor. buna ulaştığında hayatının ne olabileceğini ise asumanda görüyoruz. asuman bu romantik hayallere bağlı benzer sebepler ile idris’i tercih etmiş ve ona kaçmıştır. ancak gerçeklik yine galip gelmiş ve kendisini bulduğu yer, mutsuz bir aile hayatı olmuştur. hatice’nin ise bu hayallerine rağmen zengin kocaya varması, gerçekliğin acımasız üstünlüğünü bir kez de kanıtlamaktadır.
bunlar göz önüne alındığında ceylan’ın hayata bakışının çok karamsar olduğu söylenebilir. gerçeklik acıdır, karanlıktır. orada yaşanan hayatlar berbat ve mutsuzdur. romantik idealler ise bu gerçekliği yıkmaya yetmez. kitabını bastıramazsın, kimse düşüncelerinle ilgilenmez. öğretmenlik sınavını kazanamaz, çevik kuvvet olmak zorunda kalırsın. bahçenden su çıkmaz. meralar hayal ettiğin gibi verimli değildir ve hayal ettiğin gibi koyunlarını beslemeye yeterli olmazlar, kışın saman almak zorunda kalırsın. kaldığın yer bakımsız, pis, soğuk ve rutubetlidir. çekilmez hayatının dışında olduğunu düşündüğün hayalindeki adam ile evlenemezsin. o seni görmez. zengin ve yaşlı kuyumcu ile evlenmek zorunda kalırsın. ıstediğin kişi ile evlendiğinde ise yine hayatın gerçekleri dönüp dolaşıp seni bulur. gerçek hayat yaşanamayacak kadar kötü, ruhsuz ve acımasızdır, romantik idealizm ise çözüm olmaktan uzaktır. bu durumda tek çözüm ya herkes gibi gerçeği kabullenmek ya da kendini bu gerçekliği kabul edemeyecek kadar önemsediğin durumda ise intihar etmek midir? sinan’ın kuyuda intihar ettiğini hayal etmesi, babasını, ahlat ağacının altında uyuyup kaldığını gördüğünde intihar ettiğini zannetmesi, böyle bir çıkış yolunu aklından geçirdiğini gösteriyor.
ancak ahlat ağacı metaforu ile özdeşleştirilen karakterlerin davranışlarına daha yakından baktığımızda başka bir nüans ile karşılaşıyoruz. aslında onların hiç de idealist olmadıklarını, sıradan gördükleri insanlardaki kusurlara pekala sahip olduklarını görüyoruz. sinan mesela, insan durumunun gerçekliğine inmek gibi bir derdi olduğunu söylemesine rağmen, yazma sebebinin bu olduğunu iddia etmesine rağmen, çevresindekiler ile gerçekten ilgilenen, onları anlamaya çalışan birisi değildir. kendisini seven kızı, hatice’yi fark etmez. parmağındaki nişan yüzüğünü fark etmez. ağlamasına anlam veremez. babası ile ilişkisi mesafelidir. onunla samimi bir diyaloğa girdiğini söyleyemeyiz. kardeşi ile ilgilendiğine hiç tanık olmayız. annesini sürekli yargılar. oluşturduğu peşin hükümler haricinde çevresindekilerden bir fikir edinme derdi yoktur. kitapçıda konuştuğu yazarı “stratejik” olarak takip eder. onunla konuşmaya başlamasının amacı kitabını bastırmaktır, aslında yazar da sinan için yayınevleri ile konuşabileceğini ima eder ancak amacını unutup yazarı eleştirmeye başlar. nezaketen sorduğu soruların cevabını dinlemez bile. kendi oluşturduğu yargıları üzerine boca etmek ile meşgüldür. atom bombası ile yok etmeyi tahayyül ettiği bir yerin yazdıklarına neden değer vereceğini düşünmez bile. kitabını bastırmak için evdeki değerli eşyaları satmayı mübah görür. hatta babasının ölümüne sevdiği av köpeğini dahi satar. babasının, köpeğini kaybettikten sonraki ruh halini ise şaşkınlıkla karşılaması, babasını dahi, kendi gibi bir ahlat ağacını dahi anlayamadığını gösterir. aslında bu yaptıkları ile kendi cehennemini kendisi yaratıyordur. bunun güzel bir örneğini satılan av köpeğinin yerine babasının aldığı çoban köpeğinin sinan’a davranışında görüyoruz. sattığı av köpeği, sinan’a yakınlık gösterdiğinde onu tekmeleyecekmiş gibi korkutuyor. babasının av köpeğinin yerine aldığı çoban köpeği ise bağlı olmasa sinan’ı parçalayacaktı.
babası için de benzer şeyler söylenebilir. oğlunun sınavı ile gerçekten ilgilenmemesi. ona sınava giderken yolda eşlik etmek bahanesi ile, asuman’ın komşundan ödünç alıp sinan’a verdiği para ile at yarışı oynamayı düşünmesi. hayalllerine ulaşmak, ya da hayatına bir anlam katmak için başvurduğu yolun at yarışı oynamak olması. bunu, karısı ve çocuklarının hayatını mahvetme pahasına yapması.
görülüyor ki idealist/romantik tipler gerçek anlamda böyle değiller. taşra gerçekliğini oluşturan cahiller olarak gördükleri kişilerin onlarda eleştirdikleri şeyleri kendileri de yapıyorlar. en önemlisi birbirlerini anlamıyorlar ancak aşağı gördükleri kişilerin kendilerini anlamamalarını kızgınlıkla karşılıyorlar.
ceylan, gerçekliğin aşılmasını hemen hemen imkansız gibi görse de, yine de elimizdeki tek çarenin mücadele olduğunu, ancak ikircikli ve içten pazarlıklı, bencil ve kendine yontan değil, tam anlamıyla idealist ve fedakar bir mücadele olduğunu söylüyor gibi.
bunu, filmin son bölümünde baba ile oğulun, yani iki ahlat ağacının birbirlerini anlamaya başlayıp, yaklaşmalarında görüyoruz. babası oğlu ile gerçekten ilgilenmeye başlayıp kitabını okuyor hatta bazı yerleri tekrar okuyor, oğlunun kitabı en iyi arkadaşı olmuş durumda. sinan da askerden dönüşünde, babasının kaldığı yere onu görmeye geliyor. babasının cüzdanında kendisi hakkında bir gazete küpürünü sakladığını gördüğünde, onunla gerçekten ilgilenen tek kişinin babası olduğunu fark ediyor. bu kez tereddütsüz ve içinden gelerek babasına yardım etmeye başlıyor. birbirlerini gerçekten dinleyerek ve anlayarak sohbet etmeye başlıyorlar. sinan bir ara babasının su bulmak umudu ile kazdığı kuyuda, kendini asarak intihar ettiğini hayal ediyor. bu kuyu acımasız gerçekliğin, hayallere galip gelmesini temsil ediyor filmde. taşra toplumunun gerçekliğini temsil eden dedenin söylediği gibi su çıkmıyor kuyudan. anca son sahnede sinan’ın büyük bir arzu ile kuyuyu kazmaya devam ettiğini görüyoruz. her şeye rağmen, tüm umutsuzluğa rağmen, mücadele devam ediyor. değişim umudu korunmuş oluyor.
hamiş: sinan’ın klasik ve reformist islamın temsilcileri olarak filmde zuhur eden imam ile köyü bir baştan başa kat ederken yaptığı uzun muhabbet var bir de. bu sahnenin uzunluğu ve dış çekim olarak, zor kareler ile kurgulanması ceylan’ın bu bölüme özel bir önem atfettiğini düşündürüyor. ancak burada sinema dilinin sınırları biraz fazla zorlanmış gibi. sinema burada yapılanı ve böyle bir anlatım tekniğini roman gibi kaldırmıyor sanki. uzun ve adeta bir metinden okurcusuna hazır diyaloglar, biraz yapmacık durmuş. bu iki imam karekteri, dinde reform, gerçekçi ve idealist din anlayışı gerilimi, inançsızlık problemi, teknolojinin din ve toplum üzerindeki etkisine de değinilecek bir ortam yaratmak için gökten zembille inmişler gibi.
-----------spoiler-----------------
ahlat ağacı, yalnız, ayrı bir yerde kendi başına duran, kara kuru şekilsiz bir ağaç. sinan ve babası idris ahlat ağacına benziyorlar. içinde yaşadıkları taşra toplumundan ayrı bir yerdeler. onunla uyum sağlayamıyorlar. kendilerini, o toplumun ortalamasından daha üstün, daha yetenekli, daha bilgili görüyorlar. ancak bu hor gördükleri toplum onları başarısız, işe yaramaz kişiler olarak görüyor. üstelik gerçekte de yapmak istediklerini başaramamış, hayal kırıklıkları içinde yaşayan kişiler.
idris köyde kurmak istediği örnek çiftliği, tüm o cahil köylülere hayvancılık nasıl yapılır gösterecek olan o çiftliği bir türlü kuramıyor. sinan, kitabını bir türlü bastıramıyor, kimseye bu konuda derdini anlatamıyor, ahlaksız bir şekilde bir yolunu bulup bastırsa dahi, kitabını kimse okumuyor. taşra gerçekliğinden sıyrılmak isteyen idealist ve romantik tiplerin, gerçeklik duvarına toslamasının örneklerini görüyoruz.
ceylan realizm ve idealizmi karşı karşıya getirip, romantik hayallerin, hayatın acımasız gerçekleri karşısında çaresizliğini mi vurgulamak istiyor? yaşamın sertliği ve acımasızlığı karşısında realistleşmiş, hayat okulundan mezun taşra toplumu karşısında bu gerçekliğe ayak uyduramayan, ahlat ağacı gibi ayrı bir yerde duran tipleri izliyoruz. bu realizmi aşmaya yönelik her çabaları realizmin duvarına çarpar. gerçekçi babanın tüm acı tecrübesi ile aksini iddia etmesine rağmen bahçede su olduğunu iddia edersin, kuyuyu kazdıkça kazarsın, onları cahillik ve bilmemezlik ile suçlarsın, savını bir takım bilimsel argümanlar ile desteklersin ancak haklı çıkan baban olur, bahçede su çıkmaz. kitabın çıktığında, yazdıklarının büyük bir olay olacağına, toplumda infial yaratacağına inanırsın. belki yazdıklarını kaldıramayıp seni mahkemeye vereceklerdir. ancak kitap çıktığında okuyan bir allahın kulu dahi olmaz.
bu realizm, idealizm çatışmasının sinan’ın annesi asuman ve hatice’de de cisimleştiğini görüyoruz. hatice’nin sinan’a olan meylini hissediyoruz. yanyanalarken söylediği şu sözler: “aslında arzu ettiklerimiz (sinan yani), çok yakınımızda, ancak bir o kadar da onlardan uzağız.” sonrasında ışıl ışıl caddelerden, yağmurda ıslanmaktan bahsetmesi, hatice’nin gerçekliğe boyun eğmiş bir romantik olduğunu gösteriyor. o yaşamak zorunda kaldığı kahredici taşra hayatının dışında gördüğü sinan ile o hayatın dışında olduğunu hayal ettiği şeyleri yaşamak istiyor. buna ulaştığında hayatının ne olabileceğini ise asumanda görüyoruz. asuman bu romantik hayallere bağlı benzer sebepler ile idris’i tercih etmiş ve ona kaçmıştır. ancak gerçeklik yine galip gelmiş ve kendisini bulduğu yer, mutsuz bir aile hayatı olmuştur. hatice’nin ise bu hayallerine rağmen zengin kocaya varması, gerçekliğin acımasız üstünlüğünü bir kez de kanıtlamaktadır.
bunlar göz önüne alındığında ceylan’ın hayata bakışının çok karamsar olduğu söylenebilir. gerçeklik acıdır, karanlıktır. orada yaşanan hayatlar berbat ve mutsuzdur. romantik idealler ise bu gerçekliği yıkmaya yetmez. kitabını bastıramazsın, kimse düşüncelerinle ilgilenmez. öğretmenlik sınavını kazanamaz, çevik kuvvet olmak zorunda kalırsın. bahçenden su çıkmaz. meralar hayal ettiğin gibi verimli değildir ve hayal ettiğin gibi koyunlarını beslemeye yeterli olmazlar, kışın saman almak zorunda kalırsın. kaldığın yer bakımsız, pis, soğuk ve rutubetlidir. çekilmez hayatının dışında olduğunu düşündüğün hayalindeki adam ile evlenemezsin. o seni görmez. zengin ve yaşlı kuyumcu ile evlenmek zorunda kalırsın. ıstediğin kişi ile evlendiğinde ise yine hayatın gerçekleri dönüp dolaşıp seni bulur. gerçek hayat yaşanamayacak kadar kötü, ruhsuz ve acımasızdır, romantik idealizm ise çözüm olmaktan uzaktır. bu durumda tek çözüm ya herkes gibi gerçeği kabullenmek ya da kendini bu gerçekliği kabul edemeyecek kadar önemsediğin durumda ise intihar etmek midir? sinan’ın kuyuda intihar ettiğini hayal etmesi, babasını, ahlat ağacının altında uyuyup kaldığını gördüğünde intihar ettiğini zannetmesi, böyle bir çıkış yolunu aklından geçirdiğini gösteriyor.
ancak ahlat ağacı metaforu ile özdeşleştirilen karakterlerin davranışlarına daha yakından baktığımızda başka bir nüans ile karşılaşıyoruz. aslında onların hiç de idealist olmadıklarını, sıradan gördükleri insanlardaki kusurlara pekala sahip olduklarını görüyoruz. sinan mesela, insan durumunun gerçekliğine inmek gibi bir derdi olduğunu söylemesine rağmen, yazma sebebinin bu olduğunu iddia etmesine rağmen, çevresindekiler ile gerçekten ilgilenen, onları anlamaya çalışan birisi değildir. kendisini seven kızı, hatice’yi fark etmez. parmağındaki nişan yüzüğünü fark etmez. ağlamasına anlam veremez. babası ile ilişkisi mesafelidir. onunla samimi bir diyaloğa girdiğini söyleyemeyiz. kardeşi ile ilgilendiğine hiç tanık olmayız. annesini sürekli yargılar. oluşturduğu peşin hükümler haricinde çevresindekilerden bir fikir edinme derdi yoktur. kitapçıda konuştuğu yazarı “stratejik” olarak takip eder. onunla konuşmaya başlamasının amacı kitabını bastırmaktır, aslında yazar da sinan için yayınevleri ile konuşabileceğini ima eder ancak amacını unutup yazarı eleştirmeye başlar. nezaketen sorduğu soruların cevabını dinlemez bile. kendi oluşturduğu yargıları üzerine boca etmek ile meşgüldür. atom bombası ile yok etmeyi tahayyül ettiği bir yerin yazdıklarına neden değer vereceğini düşünmez bile. kitabını bastırmak için evdeki değerli eşyaları satmayı mübah görür. hatta babasının ölümüne sevdiği av köpeğini dahi satar. babasının, köpeğini kaybettikten sonraki ruh halini ise şaşkınlıkla karşılaması, babasını dahi, kendi gibi bir ahlat ağacını dahi anlayamadığını gösterir. aslında bu yaptıkları ile kendi cehennemini kendisi yaratıyordur. bunun güzel bir örneğini satılan av köpeğinin yerine babasının aldığı çoban köpeğinin sinan’a davranışında görüyoruz. sattığı av köpeği, sinan’a yakınlık gösterdiğinde onu tekmeleyecekmiş gibi korkutuyor. babasının av köpeğinin yerine aldığı çoban köpeği ise bağlı olmasa sinan’ı parçalayacaktı.
babası için de benzer şeyler söylenebilir. oğlunun sınavı ile gerçekten ilgilenmemesi. ona sınava giderken yolda eşlik etmek bahanesi ile, asuman’ın komşundan ödünç alıp sinan’a verdiği para ile at yarışı oynamayı düşünmesi. hayalllerine ulaşmak, ya da hayatına bir anlam katmak için başvurduğu yolun at yarışı oynamak olması. bunu, karısı ve çocuklarının hayatını mahvetme pahasına yapması.
görülüyor ki idealist/romantik tipler gerçek anlamda böyle değiller. taşra gerçekliğini oluşturan cahiller olarak gördükleri kişilerin onlarda eleştirdikleri şeyleri kendileri de yapıyorlar. en önemlisi birbirlerini anlamıyorlar ancak aşağı gördükleri kişilerin kendilerini anlamamalarını kızgınlıkla karşılıyorlar.
ceylan, gerçekliğin aşılmasını hemen hemen imkansız gibi görse de, yine de elimizdeki tek çarenin mücadele olduğunu, ancak ikircikli ve içten pazarlıklı, bencil ve kendine yontan değil, tam anlamıyla idealist ve fedakar bir mücadele olduğunu söylüyor gibi.
bunu, filmin son bölümünde baba ile oğulun, yani iki ahlat ağacının birbirlerini anlamaya başlayıp, yaklaşmalarında görüyoruz. babası oğlu ile gerçekten ilgilenmeye başlayıp kitabını okuyor hatta bazı yerleri tekrar okuyor, oğlunun kitabı en iyi arkadaşı olmuş durumda. sinan da askerden dönüşünde, babasının kaldığı yere onu görmeye geliyor. babasının cüzdanında kendisi hakkında bir gazete küpürünü sakladığını gördüğünde, onunla gerçekten ilgilenen tek kişinin babası olduğunu fark ediyor. bu kez tereddütsüz ve içinden gelerek babasına yardım etmeye başlıyor. birbirlerini gerçekten dinleyerek ve anlayarak sohbet etmeye başlıyorlar. sinan bir ara babasının su bulmak umudu ile kazdığı kuyuda, kendini asarak intihar ettiğini hayal ediyor. bu kuyu acımasız gerçekliğin, hayallere galip gelmesini temsil ediyor filmde. taşra toplumunun gerçekliğini temsil eden dedenin söylediği gibi su çıkmıyor kuyudan. anca son sahnede sinan’ın büyük bir arzu ile kuyuyu kazmaya devam ettiğini görüyoruz. her şeye rağmen, tüm umutsuzluğa rağmen, mücadele devam ediyor. değişim umudu korunmuş oluyor.
hamiş: sinan’ın klasik ve reformist islamın temsilcileri olarak filmde zuhur eden imam ile köyü bir baştan başa kat ederken yaptığı uzun muhabbet var bir de. bu sahnenin uzunluğu ve dış çekim olarak, zor kareler ile kurgulanması ceylan’ın bu bölüme özel bir önem atfettiğini düşündürüyor. ancak burada sinema dilinin sınırları biraz fazla zorlanmış gibi. sinema burada yapılanı ve böyle bir anlatım tekniğini roman gibi kaldırmıyor sanki. uzun ve adeta bir metinden okurcusuna hazır diyaloglar, biraz yapmacık durmuş. bu iki imam karekteri, dinde reform, gerçekçi ve idealist din anlayışı gerilimi, inançsızlık problemi, teknolojinin din ve toplum üzerindeki etkisine de değinilecek bir ortam yaratmak için gökten zembille inmişler gibi.
-----------spoiler-----------------
devamını gör...
sevgili yapmaya karar vermek
3 5 kilo kıyma
birkaç tane yumurta
azıcık da kimyon
iki damla limon.
edit: başlık sahibi ilk entrysini silmiş.s
birkaç tane yumurta
azıcık da kimyon
iki damla limon.
edit: başlık sahibi ilk entrysini silmiş.s
devamını gör...
geceye bir alıntı bırak
beni benden almışlar da aralarında bölüşmüşler gibi, hızla eksilmeye başlıyordum. insanı insan eksiltir diye düşünüyordum, nasıl çoğaltırsa... **
devamını gör...
kitle psikolojisi
sigmund freud'un kamuran şipal çevirisi ile cem yayınevinden yayımlanan kitabı.
ben daha çok kitlelerin insanlar üzerindeki etkisi, kitle ile birey arasındaki bağlanma ve çözülme ile ilgili satırlar okumayı bekliyirdum. ben ve ben ideali ile obje arasındaki bağı ortaya koyan bir kitap olmuş.
le bon ve mc dougall'ın görüşlerine yer verip, kendi düşünceleri ile onların savlarını eleştiriyor.
yine de kısa orta ve uzun vadeli kitlelerden, yapay ve doğal kitlelerden bahsederek, bireyin bu kitlelerde kendini konumlandirdigi yerin ben idealine ulaşma isteği ile orantılı olduğunu söylüyor.
dili psikoloji okuması yapmaya alışkın insanlar için gayet kolay ama örneğin diye baslayan ve daha rahat öğrenmenizi sağlayacak örnekler pek bulunmuyor.
günümüzde kitle psikolojisi denilince yukarıdaki bazı tanimlarda da belirtildiği gibi halk denilen yığınları etkileme sanatı akıllara geliyor ancak kişinin yaşadığı hayatta kendisini diğerlerine karşı nasıl hissettiği de kitle psikolojisine dayanıyor.
bir kitleye ait olmanın ya da bir kitleyi yönetmenin hristiyanlıkdaki ya da ilk insandaki baba-oğul ilişkisine benzetilmesi ilginç bir konu. ben türkiye'de pek çok kitlenin özellikle şeyhine ya da cemaatine sıkı sıkıya bağlı olup,kendisi dışında tum cemaat ve şeyhleri neredeyse dinsizlikle suçlayacak kadar tutku ve bencillikle bağlı insanları bu ilişkiye benzettim. nasıl ki hristiyan inancı tanrı inancını hz. isa'dan sonra bozup teslis yani üçleme inancına dönüştürdu ve baba oğul kutsal ruh inancı ortaya çıkardı,bazı cemaat tarikat üyeleri de tarikat şeyh ve kendi benliği ile bu uclemeyi oluşturuyor ne yazık ki.
yine önder ya da önderliği üstlenmiş düşünce neredeyse olumsuz bir karakter de gösterebilir bazen; belli bir kişi ya da kuruma karşı duyulan kin ise birlestirici rol oynayarak olumlu duygusal bağlanmalara yol açabilir. bu durumda bir kitlenin kitle kimliğini elde edebilmesi için bir önderin gerçekten gerekip gerekmediğini ve benzeri başka bir çok soru sorulabilir. cümlesi bana siyasette iktidar partisine karşı olusan "bunlar gitsin de kim gelirse gelsin." diyerek kin ve nefret oluşturmuş kitleyi düşündürdü. haklı olup olmadıkları başka bir tartışma konusu,l burası yeri değil.
kitaptan bir kaç alıntı ile sonlandıralım.
günümüzde her birey bir çok kitlenin aynı zamanda bir parçasıdır. özdeşleşme sonucu çok yanli bir bağlamin içindedir. ben idealini pek değişik modellere göre kurmuştur. dolayısıyla her birey mensup olduğu ırk meslek dinsel cemaat ruhu, vatandaşlık ruhu vb gibi birden çok kitle ruhunda pay sahibidir. bunları aşarak ulaşacağı özgürlük ve özgünlük hiç de yüksekbir düzeye çıkamaz.
kitleyi etkileyecek kişinin elindeki nedenleri mantık süzgecinden geçirmesinin gereği yoktur. işi alabildigince güçlü imajlara dökmek,abartmaya kaçmak, sürekli aynı şeyi yinelemek amacına ulaşmasını sağlar.
ben daha çok kitlelerin insanlar üzerindeki etkisi, kitle ile birey arasındaki bağlanma ve çözülme ile ilgili satırlar okumayı bekliyirdum. ben ve ben ideali ile obje arasındaki bağı ortaya koyan bir kitap olmuş.
le bon ve mc dougall'ın görüşlerine yer verip, kendi düşünceleri ile onların savlarını eleştiriyor.
yine de kısa orta ve uzun vadeli kitlelerden, yapay ve doğal kitlelerden bahsederek, bireyin bu kitlelerde kendini konumlandirdigi yerin ben idealine ulaşma isteği ile orantılı olduğunu söylüyor.
dili psikoloji okuması yapmaya alışkın insanlar için gayet kolay ama örneğin diye baslayan ve daha rahat öğrenmenizi sağlayacak örnekler pek bulunmuyor.
günümüzde kitle psikolojisi denilince yukarıdaki bazı tanimlarda da belirtildiği gibi halk denilen yığınları etkileme sanatı akıllara geliyor ancak kişinin yaşadığı hayatta kendisini diğerlerine karşı nasıl hissettiği de kitle psikolojisine dayanıyor.
bir kitleye ait olmanın ya da bir kitleyi yönetmenin hristiyanlıkdaki ya da ilk insandaki baba-oğul ilişkisine benzetilmesi ilginç bir konu. ben türkiye'de pek çok kitlenin özellikle şeyhine ya da cemaatine sıkı sıkıya bağlı olup,kendisi dışında tum cemaat ve şeyhleri neredeyse dinsizlikle suçlayacak kadar tutku ve bencillikle bağlı insanları bu ilişkiye benzettim. nasıl ki hristiyan inancı tanrı inancını hz. isa'dan sonra bozup teslis yani üçleme inancına dönüştürdu ve baba oğul kutsal ruh inancı ortaya çıkardı,bazı cemaat tarikat üyeleri de tarikat şeyh ve kendi benliği ile bu uclemeyi oluşturuyor ne yazık ki.
yine önder ya da önderliği üstlenmiş düşünce neredeyse olumsuz bir karakter de gösterebilir bazen; belli bir kişi ya da kuruma karşı duyulan kin ise birlestirici rol oynayarak olumlu duygusal bağlanmalara yol açabilir. bu durumda bir kitlenin kitle kimliğini elde edebilmesi için bir önderin gerçekten gerekip gerekmediğini ve benzeri başka bir çok soru sorulabilir. cümlesi bana siyasette iktidar partisine karşı olusan "bunlar gitsin de kim gelirse gelsin." diyerek kin ve nefret oluşturmuş kitleyi düşündürdü. haklı olup olmadıkları başka bir tartışma konusu,l burası yeri değil.
kitaptan bir kaç alıntı ile sonlandıralım.
günümüzde her birey bir çok kitlenin aynı zamanda bir parçasıdır. özdeşleşme sonucu çok yanli bir bağlamin içindedir. ben idealini pek değişik modellere göre kurmuştur. dolayısıyla her birey mensup olduğu ırk meslek dinsel cemaat ruhu, vatandaşlık ruhu vb gibi birden çok kitle ruhunda pay sahibidir. bunları aşarak ulaşacağı özgürlük ve özgünlük hiç de yüksekbir düzeye çıkamaz.
kitleyi etkileyecek kişinin elindeki nedenleri mantık süzgecinden geçirmesinin gereği yoktur. işi alabildigince güçlü imajlara dökmek,abartmaya kaçmak, sürekli aynı şeyi yinelemek amacına ulaşmasını sağlar.
devamını gör...
arada bir gelen çekilmez olduğun hissi
ben kendime bile tahammül edemezken bana neden birisi tahammül etsin ki.. hayır insanlar uyuyunca dinlenir ben yataktan bile yorgun kalkıyorum.. sanki uykuda bile düşünmeye devam ediyorum.kafamın içi uçak pisti..
devamını gör...
ahlakın ölmesi
ülkemizde 2002'den sonra doruk noktasına ulaşmıştır.
devamını gör...
sözlükte gözlemlenenler
bu kadar iddialı bir başlığa bu kadar kısa yazılır mı kardeşim ayıptır. ne heyecanla tıklamıştım ya.
t: aslında sözlükte gözlemlenmeyenler başlığıdır.
t: aslında sözlükte gözlemlenmeyenler başlığıdır.
devamını gör...
hafızada yer kaplayan gereksiz bilgiler
okuldaki fatih internet şifresi
! 1qaz2wsx3edc4rfv%56
! 1qaz2wsx3edc4rfv%56
devamını gör...
3 aylık bebeğini döverek öldüren baba
şimdi burda küfür yasak diyorlar ulan o.ç ulan şrfsz ne istedin 3 aylık bebekten. arkadaş kısassa kısas şart. tecavüz mü hadım. adam mı öldürme mi idam. hırsızlık mı el kesme.
devamını gör...
rem uykusu
uykuda geçirdiğimiz zamanı boşa geçmiş zaman diye düşünmemeliyiz, (ki ben düşünüyordum ta ki uykunun neden gerekli olduğunu tam olarak öğrenene kadar) ne kadar uyku yeterli kısmı kişiye göre değişiklik gösterse de herkesin fizyolojik saati kadar uykuya ihtiyacı vardır. (herhangi bir uyaran veya uyarıcı olmadan kendi kendine uyanmaktan bahsediyorum.)
ben neden bu aralar normalden daha fazla uykuya ihtiyaç duyuyorum diye düşünürken, daha önceden uyku esnasında beyin'in faaliyetleri hakkında okuduğum, bildiğim, dinlediğim bazı şeyleri paylaşmak istiyorum.
rem uykusu uykunun bir bölümüdür ve bence en değerli bölümüdür. uyku esnasında beynimiz derin dalga uykusu ve rem uykusu şeklinde bir döngü halindedir. rem uykusu sırasında beynimiz gün içerisinde bilerek yada bilmeyerek aldığımız tüm bilgileri yada yaşadığımız olayları ayrıştırır. önemli yada önemsiz olduğuna karar verir ve bu bilgileri bir nevi arşivler. (yaşadığımız olayların bize duygusal olarak nasıl etki ettiğine bakarak önemlilik derecesi belirlenir)
beyin omirilik sıvısını bu rem uykusunda göndererek beynimizi gereksiz şeylerden temizlediğini okuduğumda çok şaşırmıştım. kişiye göre bu rem uykusunun süresi değişiyor özellikle bebeklerde uykunun büyük bölümü rem uykusu iken yaşlı insanlar da rem uykusu süresi daha kısadır. bununda yeni öğrenilen bilgi sayısının azlığı çokluğu ile alakalı olduğuna dair tüm araştırmalar.
bu durumda eğer vücudunuz illa uyumak istiyor ise bu bilgiler doğrultusunda, direnmemek lazım ve kendinizi uykuya bırakmak lazım bırakalım muhteşem işlevini yerine getirsin beynimiz..
aksine ona yardımcı olmak lazım diye düşünüyorum, rahat bir uyku için belli bir saatten sonra ağır şeyler yememeli, egzersiz yapmalı, yürüyüş yapmalı yada sıcak bir duş alıp kendimizi uykuya bırakabiliriz..
ben neden bu aralar normalden daha fazla uykuya ihtiyaç duyuyorum diye düşünürken, daha önceden uyku esnasında beyin'in faaliyetleri hakkında okuduğum, bildiğim, dinlediğim bazı şeyleri paylaşmak istiyorum.
rem uykusu uykunun bir bölümüdür ve bence en değerli bölümüdür. uyku esnasında beynimiz derin dalga uykusu ve rem uykusu şeklinde bir döngü halindedir. rem uykusu sırasında beynimiz gün içerisinde bilerek yada bilmeyerek aldığımız tüm bilgileri yada yaşadığımız olayları ayrıştırır. önemli yada önemsiz olduğuna karar verir ve bu bilgileri bir nevi arşivler. (yaşadığımız olayların bize duygusal olarak nasıl etki ettiğine bakarak önemlilik derecesi belirlenir)
beyin omirilik sıvısını bu rem uykusunda göndererek beynimizi gereksiz şeylerden temizlediğini okuduğumda çok şaşırmıştım. kişiye göre bu rem uykusunun süresi değişiyor özellikle bebeklerde uykunun büyük bölümü rem uykusu iken yaşlı insanlar da rem uykusu süresi daha kısadır. bununda yeni öğrenilen bilgi sayısının azlığı çokluğu ile alakalı olduğuna dair tüm araştırmalar.
bu durumda eğer vücudunuz illa uyumak istiyor ise bu bilgiler doğrultusunda, direnmemek lazım ve kendinizi uykuya bırakmak lazım bırakalım muhteşem işlevini yerine getirsin beynimiz..
aksine ona yardımcı olmak lazım diye düşünüyorum, rahat bir uyku için belli bir saatten sonra ağır şeyler yememeli, egzersiz yapmalı, yürüyüş yapmalı yada sıcak bir duş alıp kendimizi uykuya bırakabiliriz..
devamını gör...
hotan krallığı
ekşi sözlük'teki tanımımdan alıntıdır:
zamanında günümüz sincan uygur özerk bölgesi'nde bulunan hotan çevresinde kurulmuş, eski bir hint-saka budist krallığıdır. oldukça küçük bir krallık olmasına rağmen, bin yıl civarı bir süre boyunca varlığını korumuş (56-1006), ve karahanlı türklerinin hakimiyeti altına girinceye değin olan zamanda, ipek yolu rotasında yer alan çok kültürlü bir şehir krallığı özelliği göstermiştir.

fazla bilinmediği gibi, hakkında da fazla yazılı kayıt bulundurmayan bu krallık hakkında en donanımlı ve en geniş kapsamlı çalışmalar, 1951-1979 tarihinde ingiliz iran dilleri uzmanı h.w bailey tarafından yapılmıştır. yapılan bu çalışmalar, tarihte saka diline dair yapılan en kayda değer dokümantasyonlardan biridir. çeşitli sanskrit metinlerinde bulunan kelimelerin çevirisi yapılarak 7 ciltte toplanmış ve bu kelimelerin soğdça ile olan yakınlığı tespit edilerek, doğu iran dillerinden sakaca'nın hotan lehçesine yerleştirilerek sınıflandırılmıştır. ayrıca kelimelerin çevirisi de yapılarak bir adet sözlük de çıkartılmıştır.
ilginç bir anekdot olarak, yine metinler içinde öz türkçe bazı kelimelerin de var olduğu göze çarpmaktadır. bu kelimelerin sayısı ise 19 olup, her ne kadar bu kelimeler metinlerin tamamına kıyaslandığında ufak bir yer tutsa da, göçebe türkler ve bazı irani kavimler arasındaki kültürel etkileşimlerin sanılandan daha öncesine dayandığını düşündürtmektedir.

yukarıdaki resim, cambridge üniversitesi'nin sitesinde görüntülenmeye açık sayfalardan biridir.
kaynakça:
en.wikipedia.org/wiki/Kingd...
bailey, harold walter. "turks in khotanese texts." the journal of the royal asiatic society of great britain and ıreland (1939): 85-91.
bailey, harold walter. "a turkish-khotanese vocabulary." bulletin of the school of oriental and african studies, university of london 11.2 (1944): 290-296.
zamanında günümüz sincan uygur özerk bölgesi'nde bulunan hotan çevresinde kurulmuş, eski bir hint-saka budist krallığıdır. oldukça küçük bir krallık olmasına rağmen, bin yıl civarı bir süre boyunca varlığını korumuş (56-1006), ve karahanlı türklerinin hakimiyeti altına girinceye değin olan zamanda, ipek yolu rotasında yer alan çok kültürlü bir şehir krallığı özelliği göstermiştir.
fazla bilinmediği gibi, hakkında da fazla yazılı kayıt bulundurmayan bu krallık hakkında en donanımlı ve en geniş kapsamlı çalışmalar, 1951-1979 tarihinde ingiliz iran dilleri uzmanı h.w bailey tarafından yapılmıştır. yapılan bu çalışmalar, tarihte saka diline dair yapılan en kayda değer dokümantasyonlardan biridir. çeşitli sanskrit metinlerinde bulunan kelimelerin çevirisi yapılarak 7 ciltte toplanmış ve bu kelimelerin soğdça ile olan yakınlığı tespit edilerek, doğu iran dillerinden sakaca'nın hotan lehçesine yerleştirilerek sınıflandırılmıştır. ayrıca kelimelerin çevirisi de yapılarak bir adet sözlük de çıkartılmıştır.
ilginç bir anekdot olarak, yine metinler içinde öz türkçe bazı kelimelerin de var olduğu göze çarpmaktadır. bu kelimelerin sayısı ise 19 olup, her ne kadar bu kelimeler metinlerin tamamına kıyaslandığında ufak bir yer tutsa da, göçebe türkler ve bazı irani kavimler arasındaki kültürel etkileşimlerin sanılandan daha öncesine dayandığını düşündürtmektedir.

yukarıdaki resim, cambridge üniversitesi'nin sitesinde görüntülenmeye açık sayfalardan biridir.
kaynakça:
en.wikipedia.org/wiki/Kingd...
bailey, harold walter. "turks in khotanese texts." the journal of the royal asiatic society of great britain and ıreland (1939): 85-91.
bailey, harold walter. "a turkish-khotanese vocabulary." bulletin of the school of oriental and african studies, university of london 11.2 (1944): 290-296.
devamını gör...
çaresizlik
içine düşme yanılgısının hissedildiği anlarda, yüzünü görmediğimiz, sesini dahi hiç duymadığımız, çok uzaklarda olmasına rağmen nidalarımızı işitebilen insanların iyi dileklerinin ve dualarının her zaman yanıbaşımızda olduğunu bilerek güç toplamamız, topladığımız gücü de çevremizdekilere nakletmemiz gerekendir.
devamını gör...
bal yapmayan arı
reçel yapıyordur. *
devamını gör...



