genç nüfusun yüzde 68'inin türkiye'den gitmek istemesi
sbs sınavına girenler işe girmek için çocukluğunu vermesine rağmen işsiz. mühendislerin hepsi çalışkan olduğundan mühendis oldular ama iş yok. şaka gibi. fen lisesinden mezun olup, mühendis olup, 2800 liraya çalışmak şaka gibi. sağlık meslek liselerindekilerin hemşireliklerini izliyoruz. güzel tercihmiş. düşük puanlı bölümleri yazmak mantıklıymış. boşuna verdik çocukluğumuzu. gidelim de bari gençliğimiz bizde kalsın.
devamını gör...
simon ve pero
su ana kadar basliginin acilmadigina sasirdigim tablo. hikayesi de oldukca ünlü esasinda. tablonun adi simon ve pero, babasını emziren kadın olarak da biliniyor. eser 1635 yillarinda peter paul rubens tarafindan yapildi.
tablonun hikayesi ise şöyle; simon yasli denebilecek zengin bir tuccardir. islemedigi bir suctan oturu de doneminin en yaygin cezasi olan açlık cezasina carptiriliyor. bu cezaya gore de mahkum, ölene kadar aç birakiliyor. pero ise simon'un yeni dogum yapmis kizi. babasinin islemedigi bir suctan oturu cezalandirilmasina da icten ice razi degil. o da kendince bir yontem arayisi icerisine giriyor. bu arada cezaevinde her gun ortalama 20 dakikalik gorus izni var ve pero'da bebegiyle baraber her gun babasini ziyarete gidiyor. her ziyaretten once pero goguslerinde sut depolanmasi icin bebegini bir sureligine emzirmeyi kesiyor. ziyaret zamani geldiginde ise, gardiyanlari bebegini emzirme bahanesiyle disari cikartarak, bir gogsunde babasini bir gogsunde bebegini emziriyor. cezaevinde ortalama her mahkum 40 gunluk aclik suresini goremezken, simon'un 40 gun gecmesine ragmen ölmemesi, cezaevi yetkililerini hayli şaşırtır. hatta bu durum kulaktan kulaga yayilarak krala kadar gider. simon'un ustun gucleri oldugundan endiselenen kral da korkudan simon'u serbest birakir. yani kizi pero babasinin hayatini kurtarir kisaca. google aramalarinda hikaye ile alakali bircok tablo bulunmaktadir, asagiya eklediklerim peter paul rubens' ait olan eserlerdir.

tablonun hikayesi ise şöyle; simon yasli denebilecek zengin bir tuccardir. islemedigi bir suctan oturu de doneminin en yaygin cezasi olan açlık cezasina carptiriliyor. bu cezaya gore de mahkum, ölene kadar aç birakiliyor. pero ise simon'un yeni dogum yapmis kizi. babasinin islemedigi bir suctan oturu cezalandirilmasina da icten ice razi degil. o da kendince bir yontem arayisi icerisine giriyor. bu arada cezaevinde her gun ortalama 20 dakikalik gorus izni var ve pero'da bebegiyle baraber her gun babasini ziyarete gidiyor. her ziyaretten once pero goguslerinde sut depolanmasi icin bebegini bir sureligine emzirmeyi kesiyor. ziyaret zamani geldiginde ise, gardiyanlari bebegini emzirme bahanesiyle disari cikartarak, bir gogsunde babasini bir gogsunde bebegini emziriyor. cezaevinde ortalama her mahkum 40 gunluk aclik suresini goremezken, simon'un 40 gun gecmesine ragmen ölmemesi, cezaevi yetkililerini hayli şaşırtır. hatta bu durum kulaktan kulaga yayilarak krala kadar gider. simon'un ustun gucleri oldugundan endiselenen kral da korkudan simon'u serbest birakir. yani kizi pero babasinin hayatini kurtarir kisaca. google aramalarinda hikaye ile alakali bircok tablo bulunmaktadir, asagiya eklediklerim peter paul rubens' ait olan eserlerdir.

devamını gör...
21. yüzyılda gerçek aşkı aramak
"beğendiniz bedenlere hayalinizdeki ruhları koyup adına aşk diyorsunuz."
devamını gör...
hoşlanılan kişinin önünde rezil olmak
pek umursamadığım durumdur. hatta büyük bir şey değilse ben de kendimle dalga geçerim muhtemelen.
devamını gör...
haziran sonu kanal istanbul'un temelini atıyoruz
evet atıyorlar. hep attılar yine atacaklar. atılacak proje ağızda durmaz. proje atanın övgü sallayanın. sakla samanı inekler aç kalsın ama bunun konumuzla alakası yok.
devamını gör...
norveç deyince akla gelenler
balıkçı
medeniyet
soğuk hava
kar
liyakat
refah
mutluluk
yüksek eğitim düzeyi
harika şeyler
edit: bu yazıyı yazdıktan sonra norveç hakkında şeylere baktım tam olarak bütün akşamımı yedin teşekkürler kafa sözlük teşekkürler başlığı açan arkadaş.
medeniyet
soğuk hava
kar
liyakat
refah
mutluluk
yüksek eğitim düzeyi
harika şeyler
edit: bu yazıyı yazdıktan sonra norveç hakkında şeylere baktım tam olarak bütün akşamımı yedin teşekkürler kafa sözlük teşekkürler başlığı açan arkadaş.
devamını gör...
anti siyonist genç
uludağ sözlükte atatürkle ilgili asılsız iftiralarıyla ceza almış bir yazardır. tamam sevmiyor olabilirsiniz ama saygı duymanız gerekiyor. milli değerlere saygı lütfen...
devamını gör...
yitirilmiş herhangi bir şeyin başlangıcı ve sonu
bir fernando pessoa cümlesidir.
bir bütün olarak cümle olmadığına bakmayın. fernando pessoa’ya ait her şey parçalıdır, parçalara ayrılmıştır. o yüzden bazı huysuz edebiyat öğretmenlerine nispet yaparcasına bu sözcükler toplamına cümle demeye devam edeceğim.
yitirilmiş şeylerin toplamı tıpkı yarım kalmış bir cümle gibi hayatımızın aynasıdır. bir başı bir sonu vardır ama onu bir bütün olarak nitelemek için bu başlangıç ve bitiş asla yeterli değildir. hatta yeterliye yakın bir sıfat bile kullanamayız onlar için.
yitirilmiş her şeyin başlangıcı bize bir sona ulaşma yanılsaması sunar. yitireceğimiz bilmeden başladığımız ya da başladığında maruz kaldığımız her şeyin iyi kötü bir sonu olacaktır ve yukarıda dediğim gibi bir sona ulaşma garantisi olmayacaktır buna rağmen.
yitirilmiş her şeyin sonu bize bir başlangıç olduğu fikrini verir. bu fikir ya bitişine şahit olduğumuz şeyin evvel zaman içinde sahip olduğu başlangıcı anlatır ya da sona eren şeyin yeni bir şeyin başlayacağına neden olacağına dair kırık biri umudu.
yitirdiğimiz her şeyle birlikte hayatımız biraz da olgunlaşır. olgunlaşan her şey gibi bir sonraki aşama çürüme olacaktır. cioran’a selam olsun. çürümeye başladıkça yitirdiğimiz her şeyin başlangıcı ve sonu silikleşiyor artık. sadece iki uç arasında yaşanan hayal kırıklıkları kalıyor avucumuzda.
çünkü insan doğar, çürür ve ölür.
bir bütün olarak cümle olmadığına bakmayın. fernando pessoa’ya ait her şey parçalıdır, parçalara ayrılmıştır. o yüzden bazı huysuz edebiyat öğretmenlerine nispet yaparcasına bu sözcükler toplamına cümle demeye devam edeceğim.
yitirilmiş şeylerin toplamı tıpkı yarım kalmış bir cümle gibi hayatımızın aynasıdır. bir başı bir sonu vardır ama onu bir bütün olarak nitelemek için bu başlangıç ve bitiş asla yeterli değildir. hatta yeterliye yakın bir sıfat bile kullanamayız onlar için.
yitirilmiş her şeyin başlangıcı bize bir sona ulaşma yanılsaması sunar. yitireceğimiz bilmeden başladığımız ya da başladığında maruz kaldığımız her şeyin iyi kötü bir sonu olacaktır ve yukarıda dediğim gibi bir sona ulaşma garantisi olmayacaktır buna rağmen.
yitirilmiş her şeyin sonu bize bir başlangıç olduğu fikrini verir. bu fikir ya bitişine şahit olduğumuz şeyin evvel zaman içinde sahip olduğu başlangıcı anlatır ya da sona eren şeyin yeni bir şeyin başlayacağına neden olacağına dair kırık biri umudu.
yitirdiğimiz her şeyle birlikte hayatımız biraz da olgunlaşır. olgunlaşan her şey gibi bir sonraki aşama çürüme olacaktır. cioran’a selam olsun. çürümeye başladıkça yitirdiğimiz her şeyin başlangıcı ve sonu silikleşiyor artık. sadece iki uç arasında yaşanan hayal kırıklıkları kalıyor avucumuzda.
çünkü insan doğar, çürür ve ölür.
devamını gör...
down sendromu
bizim mahallede özel eğitim veren bir okul var.
ara sıra uğrarım, bu şeker çocuklarla muhabbet ederim, yardım edenlerin yardımlarını ulaştırmaya çalışırım.
ara sıra uğrarım, bu şeker çocuklarla muhabbet ederim, yardım edenlerin yardımlarını ulaştırmaya çalışırım.
devamını gör...
çivi
türkçe rap içinde dinlediğim tek şarkı. bazen de (bkz: neyim var ki)dinlerim.
devamını gör...
münşeat
divan edebiyatında nazım herkesin bildiği üzere her zaman nesirden daha da önde olmuştur. divan şairleri arasında nesir yazmak yaygın bir gelenek olmasa bile divan sanatçılarından özellikle bazıları* nesir türündeki eserleriyle öne çıkmıştır ve bu sanatçıların yazdıkları nesir türündeki eserleri topladıkları defterin adı da münşeattır.
devamını gör...
juliette binoche
'64 doğumlu fransız oyuncu. sanatçı bir aileden geliyor. heykeltıraş ve yönetmen bir baba, yönetmen ve oyuncu bir anne. paris'te oyunculuk eğitimini tamamladıktan sonra henüz 23 yaşındayken philip kaufman yönetmenliğinde the unbearable lightness of being gibi kült olmuş bir filmde başrolü oynayabildi. evet oynayabilmek bu. kitabı okuduysanız ya da en azından filmi izlediyseniz anlıyorsunuz beni eminim. hikaye de karakterler de öyle zorlayıcı ki oyuncunun tek filmi bu olsaydı bile, altından hakkıyla kalktığı için adını sinemaseverler hiçbir zaman unutmazlardı. evet iddialıyım.
milan kundera'nın ünlü romanı varolmanın dayanılmaz hafifliği'nden uyarlanan ve otoritelerce iyi kitap uyarlamalarından biri olarak kabul edilen bu filmde daniel day lewis ile birlikte oynadıktan sonra kariyer basamaklarını tırmanmaya devam etti juliette binoche. üç renk üçlemesi'nin ilk filmi olan trois couleurs bleu'da psikanalitik bir kadın hikayesi ile karşımıza çıktı ve performansı ile öyle gözler doldurdu ki film gösterime girdikten çok kısa bir süre sonra kendisine alınabilecek tüm ödülleri kazandıracak the english patient filminin başrolü hanna teklif edildi. oscar, bafta, altın ayı ve daha birçok uluslararası ödülü kaptığı bu rolüyle tüm dünyada tanındıktan sonra da durmadı. juliette binoche en çok kazanan fransız oyunculardan biri olarak güzelliğinin ve kariyerinin zirvesinde olduğu dönemde bir mükemmel filmde daha oynayarak filmografisini taçlandırdı; chocolat.
ben bir de clouds of sils maria'daki performansından söz etmek istiyorum yalnız. filmi zaten çok severim ancak maria o kadar katmanlı bir karakter ki bu filmin kastında juliette binoche gibi çok yönlü bir oyuncunun tercih edilmiş olmasının asla rastlantı olmadığına inanıyorum.
böyle oyuncuları çok görmüyoruz. aslında çok da lazım değil. iyi oyuncu demek belli bir kalıba sahip olmamak, her filminde başka biri olabilmek veya "çok juliette olmamak" demek değil. ancak işte bazıları böyle. her bir hikayede, canlandırdığı her karakterde vücut dili, enerjisi, mimikleri bile farklı. seviyorum. başlığın ilk entrysini yazmış olmanın ve bu entrynin kadının güzelliği ile alakalı olmamasının haklı gururunu yaşıyorum. yalan yok benim de bahsedesim geldi bundan bir ara ama çaktırmayın.
milan kundera'nın ünlü romanı varolmanın dayanılmaz hafifliği'nden uyarlanan ve otoritelerce iyi kitap uyarlamalarından biri olarak kabul edilen bu filmde daniel day lewis ile birlikte oynadıktan sonra kariyer basamaklarını tırmanmaya devam etti juliette binoche. üç renk üçlemesi'nin ilk filmi olan trois couleurs bleu'da psikanalitik bir kadın hikayesi ile karşımıza çıktı ve performansı ile öyle gözler doldurdu ki film gösterime girdikten çok kısa bir süre sonra kendisine alınabilecek tüm ödülleri kazandıracak the english patient filminin başrolü hanna teklif edildi. oscar, bafta, altın ayı ve daha birçok uluslararası ödülü kaptığı bu rolüyle tüm dünyada tanındıktan sonra da durmadı. juliette binoche en çok kazanan fransız oyunculardan biri olarak güzelliğinin ve kariyerinin zirvesinde olduğu dönemde bir mükemmel filmde daha oynayarak filmografisini taçlandırdı; chocolat.
ben bir de clouds of sils maria'daki performansından söz etmek istiyorum yalnız. filmi zaten çok severim ancak maria o kadar katmanlı bir karakter ki bu filmin kastında juliette binoche gibi çok yönlü bir oyuncunun tercih edilmiş olmasının asla rastlantı olmadığına inanıyorum.
böyle oyuncuları çok görmüyoruz. aslında çok da lazım değil. iyi oyuncu demek belli bir kalıba sahip olmamak, her filminde başka biri olabilmek veya "çok juliette olmamak" demek değil. ancak işte bazıları böyle. her bir hikayede, canlandırdığı her karakterde vücut dili, enerjisi, mimikleri bile farklı. seviyorum. başlığın ilk entrysini yazmış olmanın ve bu entrynin kadının güzelliği ile alakalı olmamasının haklı gururunu yaşıyorum. yalan yok benim de bahsedesim geldi bundan bir ara ama çaktırmayın.
devamını gör...
seri artı oy verme botu
takipçileriyle circle jerk yapmaya üşenen bir yazarın kodlamayı planladığı bot. duyduğuma göre bunu yazmaya da üşeniyormuş. bir üşengeçlik paradoksuna girip karadeliğe dönüşmüş yazarımız en sonunda. babaannesinin gözleri neden bu kadar büyük, dişleri neden bu denli keskinmiş, bilmiyormuş.
devamını gör...
meslek hayatınızda karşılaştığınız çarpıcı olaylar
ailem mezun olur olmaz git hayatını kurtar diye amerikaya postalamıştı vaktiyle. benzin istasyonunda iş buldum, çalışıyorum. gece 11:30 civarı kapatmak üzere hazırlıklar yapıyorum; bir limuzin yanaştı. içinden en fazla 25 yaşlarında gösteren, boyu rahat 1.80 olan kilolu sarışın bir abla indi. bira, çerez aldı geldi ödeme yaparken nasıl gidiyor dedi. iyi, birazdan kapatacağım dedim. sen neredensin, kimsin muhabbeti yaptı, türküm, yeni geldim vs muhabbeti işte. sen beni tanımadın değil mi dedi, yok dedim hiçbir fikrim yok. o zamanların ünlü komedi dizisinin (3. rock from the sun) başrolüymüş; kristen johnston .ben tanımıyorum seni ama izleyeceğim söz dedim. biraz daha kounştuk, gitti. ertesi gün evde kuzenlere anlattım, çıldırdılar. fotoğraf alsaydın, imza alsaydın falan. ne bileyim, tanımayınca heyecan yapmadı dedim....
abu dhabi’de şantiyeden çıkıp al jazire futbol takımının idman sahasında futbol oynuyorum oradaki expatlar ile her çarşamba. takımın idmanı bitince futbolcular gelip bize katılırdı, maç yapardık. iki üç sene öncesinin a.c. milan efsanesi george weah oynuyordu al jazire’de. o da katılırdı bize. ben maçta onu marke ederdim. iki üç kere yere düşürmüşlüğüm, sayısız top çalmışlığım var dünya yıldızı adamdan. sonradan liberya devlet başkanı oldu adam....
oradan ingiltereye geçtik. hafta sonları londra metrosunda merdivenleri tamir ediyoruz. knightsbridge istasyonu, harrods çıkışı malum, elit mekanlar. istasyon gece birde kapanacak, bizde inip merdiven basamaklarını değiştireceğiz. tabi benim ekip iri kıyım türk işçilerden oluşuyor. kafayı bulmuş gayler yanaşırdı bizim elemanlara. bizimkiler anlamıyor tabi; “şef ne diyor bu değişik??!!” falan, siz bakın işinize boşverin derdim, takılanları da yollardım bir şekilde...
oradan libyaya geçtik. bizim şirketin bağlantısı fethi laga diye bir tip. seyfülislam kaddafinin sağ kolu. saf deli bir yarma. libyada herkesin tanıdığı, korktuğu manyağın teki. birgün bir sebeple arabasındayız. trafik var. çıktı kaldırıma bastı gidiyor manyak. ileride polis durdurdu. polise “seni burada dayaktan öldürürüm” dedi. eleman “affet abi, bilemedim, kem küm” moduna girdi, biz kaldırımdan devam ettik. sonrasında malum, kaddafiyi indirdiler. tesadüfen olaylardan bir gün önce ayrıldık trablustan. bütün eşyalarım orada kaldı. geri dönemedik almak için.
sonra bağdat’a gittik aynı şirketle. yeşil bölgeye girip çıkıyoruz, işin bir kısmı orada. 4 kısım şefi atladık arabaya yeşil bölgeye gireceğiz. girişte arama var tabi. her gün girdiğimizden bizi tanıyorlar ama prosedür aynı. neyse arama başladı, biz kenarda gırgır yapıp bekliyoruz. arama köpeği oturdu kaldı. onu götürdüler, diğer köpek geldi. o da oturdu. amerikalılar geldi. siz ne ayaksınız diyor. ulan türk şirketiyiz işte yolu yapıyoruz, biliyorsunuz bizi ya dedik. adamlar oracıkta tampon vs söktüler arabayı. iki saat bekledik. köpekler bomba kokusu almış. çıkmadı bişey tabi. geri döndük kampa. ucuz atlattınız dediler. normalde içeri alırlarmış, sorgu vs bir aydan önce çıkamazdınız dediler....
daha çok var böyle de yoruldum.
abu dhabi’de şantiyeden çıkıp al jazire futbol takımının idman sahasında futbol oynuyorum oradaki expatlar ile her çarşamba. takımın idmanı bitince futbolcular gelip bize katılırdı, maç yapardık. iki üç sene öncesinin a.c. milan efsanesi george weah oynuyordu al jazire’de. o da katılırdı bize. ben maçta onu marke ederdim. iki üç kere yere düşürmüşlüğüm, sayısız top çalmışlığım var dünya yıldızı adamdan. sonradan liberya devlet başkanı oldu adam....
oradan ingiltereye geçtik. hafta sonları londra metrosunda merdivenleri tamir ediyoruz. knightsbridge istasyonu, harrods çıkışı malum, elit mekanlar. istasyon gece birde kapanacak, bizde inip merdiven basamaklarını değiştireceğiz. tabi benim ekip iri kıyım türk işçilerden oluşuyor. kafayı bulmuş gayler yanaşırdı bizim elemanlara. bizimkiler anlamıyor tabi; “şef ne diyor bu değişik??!!” falan, siz bakın işinize boşverin derdim, takılanları da yollardım bir şekilde...
oradan libyaya geçtik. bizim şirketin bağlantısı fethi laga diye bir tip. seyfülislam kaddafinin sağ kolu. saf deli bir yarma. libyada herkesin tanıdığı, korktuğu manyağın teki. birgün bir sebeple arabasındayız. trafik var. çıktı kaldırıma bastı gidiyor manyak. ileride polis durdurdu. polise “seni burada dayaktan öldürürüm” dedi. eleman “affet abi, bilemedim, kem küm” moduna girdi, biz kaldırımdan devam ettik. sonrasında malum, kaddafiyi indirdiler. tesadüfen olaylardan bir gün önce ayrıldık trablustan. bütün eşyalarım orada kaldı. geri dönemedik almak için.
sonra bağdat’a gittik aynı şirketle. yeşil bölgeye girip çıkıyoruz, işin bir kısmı orada. 4 kısım şefi atladık arabaya yeşil bölgeye gireceğiz. girişte arama var tabi. her gün girdiğimizden bizi tanıyorlar ama prosedür aynı. neyse arama başladı, biz kenarda gırgır yapıp bekliyoruz. arama köpeği oturdu kaldı. onu götürdüler, diğer köpek geldi. o da oturdu. amerikalılar geldi. siz ne ayaksınız diyor. ulan türk şirketiyiz işte yolu yapıyoruz, biliyorsunuz bizi ya dedik. adamlar oracıkta tampon vs söktüler arabayı. iki saat bekledik. köpekler bomba kokusu almış. çıkmadı bişey tabi. geri döndük kampa. ucuz atlattınız dediler. normalde içeri alırlarmış, sorgu vs bir aydan önce çıkamazdınız dediler....
daha çok var böyle de yoruldum.
devamını gör...
normal sözlük yazarlarının hissettikleri
kötü hissediyorum. içimde biraz öfke var, bir o kadar da hüzün.
sebebi ne inanın ki ben de bilmiyorum. doluyum kalbime kadar. insanların kibri, kabalığı, boşboğazlığı, egosu artık sinirime dokunmaya başladı. her yerde varlar. yolda yürürken, markette, otobüste, sözlükte her yerdeler.
özellikle sanal alemde normal hayatında kedi gibi olanlar aslan gibi kükrüyorlar. dev bir ego ve kibirle dolular. nazik ya da kibarsan eğer tepene biniyorlar. düzgünce konuşmaktan, laftan, sözden anlamıyorlar. küstah ve samimiyetsizlik dolu cümlelerini sınırsız kibirle süsleyip koyuyorlar önüne. yemin ederim intihar filan ederler diye korkuyorum yoksa ağlatacağım da onları...hoş onu da yapamam, üzülürüm sonra. niye? kafa yok. ah ailem beni böyle yetiştirmeyecekti ki o patavatsızların hakkından gelecektim.
neyse, bu kadar. derdini seveyim diyenler, ayıp oluyo be. hassas kalpli olmak benim derdim. tedavisi de yok ki. bir de iyi geceler dilerim.
sebebi ne inanın ki ben de bilmiyorum. doluyum kalbime kadar. insanların kibri, kabalığı, boşboğazlığı, egosu artık sinirime dokunmaya başladı. her yerde varlar. yolda yürürken, markette, otobüste, sözlükte her yerdeler.
özellikle sanal alemde normal hayatında kedi gibi olanlar aslan gibi kükrüyorlar. dev bir ego ve kibirle dolular. nazik ya da kibarsan eğer tepene biniyorlar. düzgünce konuşmaktan, laftan, sözden anlamıyorlar. küstah ve samimiyetsizlik dolu cümlelerini sınırsız kibirle süsleyip koyuyorlar önüne. yemin ederim intihar filan ederler diye korkuyorum yoksa ağlatacağım da onları...hoş onu da yapamam, üzülürüm sonra. niye? kafa yok. ah ailem beni böyle yetiştirmeyecekti ki o patavatsızların hakkından gelecektim.
neyse, bu kadar. derdini seveyim diyenler, ayıp oluyo be. hassas kalpli olmak benim derdim. tedavisi de yok ki. bir de iyi geceler dilerim.
devamını gör...
izlenmesi gereken diziler
kesinlikle brooklyn nine-nine izlenmeli izlettirilmeli. beni bu geçtiğimiz dönemin karanlığından çıkaran karakterleriyle güldüren ve kafa dağıtma özellikli net dizi. doug judy ve jake arkadaşlığı hayat enerjisi veriyorsunuz banaa
devamını gör...
hemiparazi
supportgirl ukdesidir.
vücudun bir yarısındaki kaslarda kuvvetsizlikdir. istemli hareketler tümüyle kaybolmuştur. halk arasında sağ/sol tarafına felç inmiş gibi söylemleri de duyabilirsiniz.
vücudun bir yarısındaki kaslarda kuvvetsizlikdir. istemli hareketler tümüyle kaybolmuştur. halk arasında sağ/sol tarafına felç inmiş gibi söylemleri de duyabilirsiniz.
devamını gör...


