1.
toprak ana'yla, ona yerçekimsel prangalarla tutsak gökkubbe'nin aşkının meyvesiydi hayat. katman katman, her yanı başka bir aşk. bir yanda sağanak yağmur-zengin yeşil orman, bir yanda kum fırtınası-susuz hoyrat çöl. bir yanda engin derin mavi okyanus, bir yanda ısıran-soğuk buzul çöl. bahar, yaz, güz, kış... şu mısralarla dile gelmiş gökkubbe ve şu mısralarla karşılamış toprak ana bu aşkı:
güzün yağsam,
aşk damlacıkları çiselesem fısıltılarda,
bir bahara karşı rüzgarıdır arzularım
güzün güzsen,
yazın yağsam?
yaprak döker gibi soyunsam,
kök salsam ruhunda,
kalmasa zemheri kaygılarım
güzün güzsem,
yazın yağsan?
bu aşkın soğuk buzul iklimine denk düşmüştü insanlığın doğumu. gökkubbe'nin hiddetli soğuk ellerinden, kuytu mağaralarıyla korumuştu evlatlarını toprak ana ve onları ateşle kutsamış, baharla müjdelemişti. insanlar mağaralara mutluluğun resmini çizmişlerdi "abidin"! mağara duvarlarına bıraktıkları avuç içi izlerinde şükran duygusu okunuyordu. gökkubbe artık yumuşamış bereket olarak yağarken, toprak ana ihtiyaç duydukları her şeyi onlara verecekti. arsız insan, yüzsüz insan, nursuz insan...
...toprağın üstündekiyle yetinmediler, toprak ana'nın mahrem kuytularını kazıya kazıya altındakini de aldılar. ondan demiri, bakırı, gümüşü ve altını da çaldılar. oluk oluk akan kara petrol kanları iştahla içtiler. millet millet çoğaldılar, devlet devlet büyüdüler. toprağı paylaşamadılar, önce kılıç-kalkan, barutu buluncaya; sonra top-tüfek savaştılar. yaktılar, yıktılar, ırzına geçtiler, köle yaptılar, pazarlarda sattılar. kurak-kıtlık doyumsuzluk: açtılar, her yöne kızıl kan saçtılar...
gökyüzündeki kara uğultuyu duydum,
yörüngesiz çekirge bulutundan gelen
kitap kapaklarında diş izlerini gördüm,
kemirecek bir şeyi olmayan farelerin
tarlada başak ekine, bahçede bostana,
aman vermeyen ayrık otları kök saldı
babil’in cennet bahçeleri tarumar,
iskenderiye kütüphanesi yangın çığlık,
antik çöl kızı palmira darmaduman
gönlümde iskenderiye bir daha yandı…
pertemba, çocukluğundan kalan masal kitabına göz gezdirdikten sonra, yorgun gözlerine yenik düştü ve derin bir uykuya daldı. pertemba, himalaya'ların 4410 metre rakımında konuşlu dingboche köyü'nde yaşayan son nepalliydi. 2405 yılında doğmuştu ve 82 yaşında olmalıydı. köyde ondan başka yaşayan kimse yoktu. halbuki 75-80 sene önce köy ve civarı hiç olmadığı kadar kalabalıktı. zaten her şey 80 sene önce başlamıştı.
insanlık, küresel ısınmanın geri dönüşü olmayan bir seviyeye geldiğini anladığında artık çok geçti. 3.5 derecelik bir sıcaklık farkının dünyayı bir felakete sürükleyeceğini kim umursamıştı ki? sahi, kyoto protokolü'ne imza atmayan devlet kalmış mıydı? arsızca toprağı sömürmeye, çevreyi kirletmeye devam etmişlerdi. toprak ana ve gökkubbe, öz evlatlarını yeryüzünden silmeye karar vermiştiler bir kere, artık geri dönüş yoktu.
önce, uzun küresel kuraklıklar başlamıştı. orman yangınlarında artış meydana gelmişti. insanlar geniş orman yangınlarına karşı çaresizdi çünkü, 2020 avustralya yangınlarından daha büyük yangınlarla baş başaydılar. su, altından daha değerliydi ve gökkubbe aldığını geri vermekte eskisi gibi pek cömert değildi. toprak ana parsel parsel çatlasa da umursamıyordu. verdiği yağmurlar da asitliydi ve toprağı daha da çoraklaştırıyordu. susuzluk beraberinde açlık ve kıtlığı da getirmişti. dünya nüfusu 2150'li yıllarda, daha fazla artmayıp 12 milyar civarında dursa da, toprak artık herkesi doyuracak kadar anaç değildi.
korkulan olmadı, üçüncü dünya savaşı hiçbir zaman gerçekleşmedi. insanlık en azından, nükleer bir savaşın dünyanın sonu olacağının bilincindeydi. ateşli silahların yerini zamanla kimyasal ve biyolojik silahlar alacaktı. amaç tabi ki dünya nüfusunu azaltmaktı. "code sterilization" düğmesine el birliğiyle basılmıştı. hedefte de çoğunlukla doğulu toplumlar vardı. batılı toplumlar uzun zaman önce kendiliğinden, bir aile planlaması dönüşümüne girmişti. doğulu toplumlar maalesef bu bilince hala ulaşamamış ve ulaşamayacaktı.
2250'li yıllarda dünya nüfusu yarıya düşse de yeterli değildi. insanlık bir birim toprağa düşerken, toprak iki birim çoraklaşıyordu. kıtlık, susuzluk, salgın hastalıklar ve kaos alışılmış kent hayatını sekteye uğratmış, devlet organlarının çoğu çökmüş, işlevselliğini yitirmişti. toprak sahipleri kırsala göçmüş, küçük topluluklar halinde yaşamını idame ettirmeye, tehlikeli çetelere karşı kendilerini korumaya çalışıyorlardı. bu dönemde yaşanan barbarlıklara ve vahşete, insanlık tarihinde ve hatta evrenin keşfedilmemiş hiçbir noktasında şahit olunmadığına eminim.
2350'li yıllarda dünya nüfusu 1-1.5 milyar olmalıydı. insanlığı düştüğü yerden tekrar kaldırıp, onu yükseltmek için aslında 150-200 kişi bile yetebilirdi. homo erectuslar 20-25'er kişilik kabilelerle bunu başarabilmişti. ama, insanlık son büyük darbeyi buzullardan yiyecekti. buzullar eridikçe insanlığın görünmeyen en büyük düşmanını serbest bırakacaktı; anne karnında embriyonun sinir sistemine yerleşen bir virüs. artık daha kırılgan ve cılız bir bedene sahip kadınların, ortalama gebelik süresi 8 aya düşmüşken, bu virüs acımasız hayat koşullarına karşı bebekleri tamamen savunmasız bırakıyordu.
göçmen kuşlar, balıklar, okyanus akıntıları, rüzgarlar, hareket eden her şeyi yemeye odaklı insanlığın ayağına kadar bu virüsü getirmişti. daha güvenli ve yaşanılabilir bir bölge arayan insanlar bu virüsü dünyanın en kuytu köşesine kadar da taşıyacaktı. dingboche'ye bu hastalığı, taşıyıcı olduklarının bile farkında olmayan, bir grup zengin kanadalı getirmişti. dingbocheliler böyle bir hastalığın varlığından bile haberdar değildiler. pertemba bu hastalığa yakalanmadan dünyaya geldiği için şanslı olmalıydı. böyle bir dünyaya gözlerini açmak, ne büyük bir talih!
pertemba'ya "son insanı uğurlarken" masal kitabını hayatının aşkı oligark kızı natali hediye etmişti. yalnız geçen son 12 yılının en değerli varlığı bu kitaptı. sabah şiddetli bir susuzlukla gözlerini açtı ve ağır bir yorgunlukla yatağında doğruldu. derin düşüncelere dalmışçasına, bir heykel gibi bir süre, olduğu yerde taş kesildi. yavaş yavaş bakışları tozlu masanın üzerindeki sürahiye ilişti. boş olduğunu görünce havaya tiz bir küfür savurdu. yatağından kalktı, aksak adımlarla kovaya yöneldi. titrek koluyla kovayı sapından, narin bir çocuk eliyle kavradı. menteşesinde emanet duran ahşap kapıyı hafif bir sol omuz darbesiyle dışa doğru açtı. huzursuz ve kasvetli kulübesinden kendini aydınlığa bıraktı.
kuyuya doğru birkaç kaplumbağa adımından sonra kova elinden kayıverdi. üzerinden bir yük kalkmışçasına rahatladı ve farkında olmadan birkaç adım daha attı. o an gözlerinin önünde her şey bembeyazdı. hayatının aşkı natali oracıktaydı ve tam karşısındaydı. bu duygu, natali'nin tensel varlığından bile daha gerçekti. dünyanın en mutlu insanı şu an pertemba'ydı. sol bacağının titreyerek, dizinin üstüne kapaklandığının farkında bile değildi. cılız bedeni yenilgiye mahkum, derin ruhu mağrur ve asildi.
beşyüz yıllık bir çınar gibi yere düştü ve düştüğü yerle bütünleşti. toprak gibi çatlamış dudaklarına bulaşan kum taneciklerini diliyle ağzından uzaklaştırdı. narin bedeni için hava aniden soğudu ve istemsizce ürperdi. natali'nin sureti zarifçe kaybolurken gözkapakları açıldı. burun deliklerinin kum taneciklerini savurmasını izledi. yuvasında dairesel hareketlerle etrafı kolaçan eden gözleri, önce gökkubbeye uzandı, sonra masumca etrafı süzdü.
bulutlar gökyüzünde ağır ağır sürükleniyordu. rüzgarın ince belini tatlı tatlı büktüğü bir kır lalesini seyretti. bodur çalının ince gövdesinde, akordeon gibi yukarı doğru tırmanan, minik bir tırtıl olmalıydı. hemen altında, çalışkan ve azimli bir karınca, çalıdan düşen bir yaprağı çekiştiriyordu. tepelerinde mor bir kelebek, zarif kağıt kanatları kurmalı bir oyuncak gibi açılıp kapanırken, gökyüzünde görünmeyen basamaklar üzerinde, oradan oraya sıçrıyordu. son nefesini verirken ve kıvrımlı yanaklarında kendine kılavuz bulmuş bir damla gözyaşı ile gözlerini yumarken, tüm bunlar hayal olamayacak kadar gerçekti...
-son-
sevgili natali ve tüm özgür kelebeklere...
güzün yağsam,
aşk damlacıkları çiselesem fısıltılarda,
bir bahara karşı rüzgarıdır arzularım
güzün güzsen,
yazın yağsam?
yaprak döker gibi soyunsam,
kök salsam ruhunda,
kalmasa zemheri kaygılarım
güzün güzsem,
yazın yağsan?
bu aşkın soğuk buzul iklimine denk düşmüştü insanlığın doğumu. gökkubbe'nin hiddetli soğuk ellerinden, kuytu mağaralarıyla korumuştu evlatlarını toprak ana ve onları ateşle kutsamış, baharla müjdelemişti. insanlar mağaralara mutluluğun resmini çizmişlerdi "abidin"! mağara duvarlarına bıraktıkları avuç içi izlerinde şükran duygusu okunuyordu. gökkubbe artık yumuşamış bereket olarak yağarken, toprak ana ihtiyaç duydukları her şeyi onlara verecekti. arsız insan, yüzsüz insan, nursuz insan...
...toprağın üstündekiyle yetinmediler, toprak ana'nın mahrem kuytularını kazıya kazıya altındakini de aldılar. ondan demiri, bakırı, gümüşü ve altını da çaldılar. oluk oluk akan kara petrol kanları iştahla içtiler. millet millet çoğaldılar, devlet devlet büyüdüler. toprağı paylaşamadılar, önce kılıç-kalkan, barutu buluncaya; sonra top-tüfek savaştılar. yaktılar, yıktılar, ırzına geçtiler, köle yaptılar, pazarlarda sattılar. kurak-kıtlık doyumsuzluk: açtılar, her yöne kızıl kan saçtılar...
gökyüzündeki kara uğultuyu duydum,
yörüngesiz çekirge bulutundan gelen
kitap kapaklarında diş izlerini gördüm,
kemirecek bir şeyi olmayan farelerin
tarlada başak ekine, bahçede bostana,
aman vermeyen ayrık otları kök saldı
babil’in cennet bahçeleri tarumar,
iskenderiye kütüphanesi yangın çığlık,
antik çöl kızı palmira darmaduman
gönlümde iskenderiye bir daha yandı…
pertemba, çocukluğundan kalan masal kitabına göz gezdirdikten sonra, yorgun gözlerine yenik düştü ve derin bir uykuya daldı. pertemba, himalaya'ların 4410 metre rakımında konuşlu dingboche köyü'nde yaşayan son nepalliydi. 2405 yılında doğmuştu ve 82 yaşında olmalıydı. köyde ondan başka yaşayan kimse yoktu. halbuki 75-80 sene önce köy ve civarı hiç olmadığı kadar kalabalıktı. zaten her şey 80 sene önce başlamıştı.
insanlık, küresel ısınmanın geri dönüşü olmayan bir seviyeye geldiğini anladığında artık çok geçti. 3.5 derecelik bir sıcaklık farkının dünyayı bir felakete sürükleyeceğini kim umursamıştı ki? sahi, kyoto protokolü'ne imza atmayan devlet kalmış mıydı? arsızca toprağı sömürmeye, çevreyi kirletmeye devam etmişlerdi. toprak ana ve gökkubbe, öz evlatlarını yeryüzünden silmeye karar vermiştiler bir kere, artık geri dönüş yoktu.
önce, uzun küresel kuraklıklar başlamıştı. orman yangınlarında artış meydana gelmişti. insanlar geniş orman yangınlarına karşı çaresizdi çünkü, 2020 avustralya yangınlarından daha büyük yangınlarla baş başaydılar. su, altından daha değerliydi ve gökkubbe aldığını geri vermekte eskisi gibi pek cömert değildi. toprak ana parsel parsel çatlasa da umursamıyordu. verdiği yağmurlar da asitliydi ve toprağı daha da çoraklaştırıyordu. susuzluk beraberinde açlık ve kıtlığı da getirmişti. dünya nüfusu 2150'li yıllarda, daha fazla artmayıp 12 milyar civarında dursa da, toprak artık herkesi doyuracak kadar anaç değildi.
korkulan olmadı, üçüncü dünya savaşı hiçbir zaman gerçekleşmedi. insanlık en azından, nükleer bir savaşın dünyanın sonu olacağının bilincindeydi. ateşli silahların yerini zamanla kimyasal ve biyolojik silahlar alacaktı. amaç tabi ki dünya nüfusunu azaltmaktı. "code sterilization" düğmesine el birliğiyle basılmıştı. hedefte de çoğunlukla doğulu toplumlar vardı. batılı toplumlar uzun zaman önce kendiliğinden, bir aile planlaması dönüşümüne girmişti. doğulu toplumlar maalesef bu bilince hala ulaşamamış ve ulaşamayacaktı.
2250'li yıllarda dünya nüfusu yarıya düşse de yeterli değildi. insanlık bir birim toprağa düşerken, toprak iki birim çoraklaşıyordu. kıtlık, susuzluk, salgın hastalıklar ve kaos alışılmış kent hayatını sekteye uğratmış, devlet organlarının çoğu çökmüş, işlevselliğini yitirmişti. toprak sahipleri kırsala göçmüş, küçük topluluklar halinde yaşamını idame ettirmeye, tehlikeli çetelere karşı kendilerini korumaya çalışıyorlardı. bu dönemde yaşanan barbarlıklara ve vahşete, insanlık tarihinde ve hatta evrenin keşfedilmemiş hiçbir noktasında şahit olunmadığına eminim.
2350'li yıllarda dünya nüfusu 1-1.5 milyar olmalıydı. insanlığı düştüğü yerden tekrar kaldırıp, onu yükseltmek için aslında 150-200 kişi bile yetebilirdi. homo erectuslar 20-25'er kişilik kabilelerle bunu başarabilmişti. ama, insanlık son büyük darbeyi buzullardan yiyecekti. buzullar eridikçe insanlığın görünmeyen en büyük düşmanını serbest bırakacaktı; anne karnında embriyonun sinir sistemine yerleşen bir virüs. artık daha kırılgan ve cılız bir bedene sahip kadınların, ortalama gebelik süresi 8 aya düşmüşken, bu virüs acımasız hayat koşullarına karşı bebekleri tamamen savunmasız bırakıyordu.
göçmen kuşlar, balıklar, okyanus akıntıları, rüzgarlar, hareket eden her şeyi yemeye odaklı insanlığın ayağına kadar bu virüsü getirmişti. daha güvenli ve yaşanılabilir bir bölge arayan insanlar bu virüsü dünyanın en kuytu köşesine kadar da taşıyacaktı. dingboche'ye bu hastalığı, taşıyıcı olduklarının bile farkında olmayan, bir grup zengin kanadalı getirmişti. dingbocheliler böyle bir hastalığın varlığından bile haberdar değildiler. pertemba bu hastalığa yakalanmadan dünyaya geldiği için şanslı olmalıydı. böyle bir dünyaya gözlerini açmak, ne büyük bir talih!
pertemba'ya "son insanı uğurlarken" masal kitabını hayatının aşkı oligark kızı natali hediye etmişti. yalnız geçen son 12 yılının en değerli varlığı bu kitaptı. sabah şiddetli bir susuzlukla gözlerini açtı ve ağır bir yorgunlukla yatağında doğruldu. derin düşüncelere dalmışçasına, bir heykel gibi bir süre, olduğu yerde taş kesildi. yavaş yavaş bakışları tozlu masanın üzerindeki sürahiye ilişti. boş olduğunu görünce havaya tiz bir küfür savurdu. yatağından kalktı, aksak adımlarla kovaya yöneldi. titrek koluyla kovayı sapından, narin bir çocuk eliyle kavradı. menteşesinde emanet duran ahşap kapıyı hafif bir sol omuz darbesiyle dışa doğru açtı. huzursuz ve kasvetli kulübesinden kendini aydınlığa bıraktı.
kuyuya doğru birkaç kaplumbağa adımından sonra kova elinden kayıverdi. üzerinden bir yük kalkmışçasına rahatladı ve farkında olmadan birkaç adım daha attı. o an gözlerinin önünde her şey bembeyazdı. hayatının aşkı natali oracıktaydı ve tam karşısındaydı. bu duygu, natali'nin tensel varlığından bile daha gerçekti. dünyanın en mutlu insanı şu an pertemba'ydı. sol bacağının titreyerek, dizinin üstüne kapaklandığının farkında bile değildi. cılız bedeni yenilgiye mahkum, derin ruhu mağrur ve asildi.
beşyüz yıllık bir çınar gibi yere düştü ve düştüğü yerle bütünleşti. toprak gibi çatlamış dudaklarına bulaşan kum taneciklerini diliyle ağzından uzaklaştırdı. narin bedeni için hava aniden soğudu ve istemsizce ürperdi. natali'nin sureti zarifçe kaybolurken gözkapakları açıldı. burun deliklerinin kum taneciklerini savurmasını izledi. yuvasında dairesel hareketlerle etrafı kolaçan eden gözleri, önce gökkubbeye uzandı, sonra masumca etrafı süzdü.
bulutlar gökyüzünde ağır ağır sürükleniyordu. rüzgarın ince belini tatlı tatlı büktüğü bir kır lalesini seyretti. bodur çalının ince gövdesinde, akordeon gibi yukarı doğru tırmanan, minik bir tırtıl olmalıydı. hemen altında, çalışkan ve azimli bir karınca, çalıdan düşen bir yaprağı çekiştiriyordu. tepelerinde mor bir kelebek, zarif kağıt kanatları kurmalı bir oyuncak gibi açılıp kapanırken, gökyüzünde görünmeyen basamaklar üzerinde, oradan oraya sıçrıyordu. son nefesini verirken ve kıvrımlı yanaklarında kendine kılavuz bulmuş bir damla gözyaşı ile gözlerini yumarken, tüm bunlar hayal olamayacak kadar gerçekti...
-son-
sevgili natali ve tüm özgür kelebeklere...
devamını gör...