21.
en sevdiğim öykücüdür; inceliği, hassaslığı, aşırı düşünmesi bu dünyaya fazla gelmiştir, bu hassasiyeti içkiye de düşkünlüğünün sebebidir kanımca ve erken göçmüştür. yukardaki yazara ithafen yaşınız kaç bilmem ama 3 5 sene sonra bir daha denemenizi tavsiye ederim.
devamını gör...
22.
"iğneciler" olarak anılan gruptan çıkmış bir efsanedir kendileri.
devamını gör...
23.
ekselsiyar kahvesinin garsonu, 'kalinikhta kiryos!' diyor bana. benden de bir kalinikhta sana. panco!
benden de bir kalinikhta sana sait faik...
benden de bir kalinikhta sana sait faik...
devamını gör...
24.
devamını gör...
25.
‘’sen bana sokul, yaslan. ben çaresiz şimşeklerin ışığında senin bakır çalığı gözlerini göreyim ve kaybedeyim. insanların birbirini yediği şu büyük kavga dünyasında iki insanın değil, binlerce insanın, dinden, ideolojiden, her şeyden uzak, fakat her şeye rağmen seviştiğini görmeseler bile bilsinler. büyük laflar söylemeden, ‘’hakikat budur!’’ bile demeden, insan olduğumuzdan beri olagelen, bir başkasında kendimizi duyabildiğimiz, hatalarımızı ve meziyetlerimizi anlayabildiğimiz şeyi yapalım: sevişelim…’’
- sait faik abasıyanık - sevgiliye mektup
- sait faik abasıyanık - sevgiliye mektup
devamını gör...
26.
sait faik abasıyanık denilince istemsizce o video geliyor aklıma
devamını gör...
27.
"...kendi peşimi bile bıraktım....''
"...çakımı çıkardım. kalemi yonttum. yonttuktan sonra tuttum öptüm. yazmasam deli olacaktım.
gitmeli, uzaklaşmalı, hiçbir şehirde durmamalı demiş yazar. burgazada'nın kollarına atmış kendini; oh çok da iyi yapmış denizlerin, balıkların efendisi..
devamını gör...
28.
atatürk'ten sonra mark twain cemiyeti fahri üyeliğine seçilen ikinci kişi olup, tıpkı atatürk gibi en verimli çağında aynı hastalık yüzünden göçüp gitmiş büyük edebiyatçımızdır.
"arkadaşlarıyla bir sohbet sırasında laf aydınlanma dönemi sanatçılarına gelir ve birisi, biliyor musunuz o dönemlerde ressamları, şairleri, sanatçıları koruyup kollayan, himayesine alan çok soylu kadınlar bulunurmuş demiş. sait hemen atılmış, beni de koruyup kollayan böyle soylu bir kadın vardı. merakla ve şaşkınlıkla sormuşlar, kimdi o kadın? sait gülümseyerek cevaplamış, annem!"
bu anektodu ilhan selçuk'un bir yazısında okumuştum. yanlış hatırlamıyorsam yazı 2003 yılı öncesinden, sonra çok aradım ama bulamadım. yaşamı boyunca annesi ile hiç ayrı kalmadıkları gibi ölümden sonra da zincirlikuyu'daki mezarlarında birlikte kalmaya devam ediyorlar.
onu en iyi anlatan dizeler bedri rahmi eyüboğlu'nun istanbul destanı-2 şiirindekilerdir:
"istanbul deyince aklıma, sait faik gelir.
burgaz adasında kıyıda,
mavi gözlü bir çocuk büyür döne döne
mavi gözlü bir ihtiyar balıkcı gencelir küçülür.
ikisi bir boya geldi mi sait kesilirler,
bütün istanbul'u dolaşırlar elele, başbaşa
ana avrat küfrederler uçan kuşa eşe dosta.
sivriada`da da martı yumurtası toplarlar çili çili
ziba mahallesinde gece yarısı.
sabaha galata'dan geçer yolları
maytaba alacakları tutar kahvede
zararsız bir deliyi.
ula hasan derler, gazeteyi ters tutaysun
çaktırmadan gazetesini tutuştururlar fakirin,
sonra oturup sessizce ağlarlar.
istanbul deyince aklıma,
sait faik gelir.
taşında, toprağında, suyunda,
fakirin fukaranın yanı başında.
hey allah'ım, en güzel çağında sait`e
dört beş yıl ömrün kaldı denir.
sait, sait olur da nasıl dayanır,
mavi gözlü çocuk boş verir ölüm haberine.
ihtiyar balıkcı pis pis düşünür.
bir zehir yeşilidir açılır.
bir yeşil ki ciğerine işler adamın.
bir yeşil ki kasıp kavurur.
küçük mavi çocuk
ihtiyar balıkcı
ve dilimize bulaşan zehir yeşili.
istanbul çalkalandıkca bu denizlerde dipdiri,
dilimiz yaşadıkça yaşasın sait`in şiiiri.
...."
"arkadaşlarıyla bir sohbet sırasında laf aydınlanma dönemi sanatçılarına gelir ve birisi, biliyor musunuz o dönemlerde ressamları, şairleri, sanatçıları koruyup kollayan, himayesine alan çok soylu kadınlar bulunurmuş demiş. sait hemen atılmış, beni de koruyup kollayan böyle soylu bir kadın vardı. merakla ve şaşkınlıkla sormuşlar, kimdi o kadın? sait gülümseyerek cevaplamış, annem!"
bu anektodu ilhan selçuk'un bir yazısında okumuştum. yanlış hatırlamıyorsam yazı 2003 yılı öncesinden, sonra çok aradım ama bulamadım. yaşamı boyunca annesi ile hiç ayrı kalmadıkları gibi ölümden sonra da zincirlikuyu'daki mezarlarında birlikte kalmaya devam ediyorlar.
onu en iyi anlatan dizeler bedri rahmi eyüboğlu'nun istanbul destanı-2 şiirindekilerdir:
"istanbul deyince aklıma, sait faik gelir.
burgaz adasında kıyıda,
mavi gözlü bir çocuk büyür döne döne
mavi gözlü bir ihtiyar balıkcı gencelir küçülür.
ikisi bir boya geldi mi sait kesilirler,
bütün istanbul'u dolaşırlar elele, başbaşa
ana avrat küfrederler uçan kuşa eşe dosta.
sivriada`da da martı yumurtası toplarlar çili çili
ziba mahallesinde gece yarısı.
sabaha galata'dan geçer yolları
maytaba alacakları tutar kahvede
zararsız bir deliyi.
ula hasan derler, gazeteyi ters tutaysun
çaktırmadan gazetesini tutuştururlar fakirin,
sonra oturup sessizce ağlarlar.
istanbul deyince aklıma,
sait faik gelir.
taşında, toprağında, suyunda,
fakirin fukaranın yanı başında.
hey allah'ım, en güzel çağında sait`e
dört beş yıl ömrün kaldı denir.
sait, sait olur da nasıl dayanır,
mavi gözlü çocuk boş verir ölüm haberine.
ihtiyar balıkcı pis pis düşünür.
bir zehir yeşilidir açılır.
bir yeşil ki ciğerine işler adamın.
bir yeşil ki kasıp kavurur.
küçük mavi çocuk
ihtiyar balıkcı
ve dilimize bulaşan zehir yeşili.
istanbul çalkalandıkca bu denizlerde dipdiri,
dilimiz yaşadıkça yaşasın sait`in şiiiri.
...."
devamını gör...
29.
mina urgan'ın hakkında oğlancı olduğunu söylediği hikâyeci yazar.
(bkz: bir dinozorun anıları)
(link: ::www.insanokur.org/mina-urga...)
(bkz: bir dinozorun anıları)
(link: ::www.insanokur.org/mina-urga...)
devamını gör...
30.
türk edebiyatı'nın öykü türünde çığır açan öykücüsü.
kendisinden sonra gelen sanatçıların birçoğunu (oktay akbal, adalet ağaoğlu, bütün ıı. yeni şairleri, ferit edgü, demir özlü, cemal süreya, sezai karakoç, murathan mungan.... ve günümüzdeki genç öykücülerin belki hepsini) etkilemiş bir yazardır.
hakkında her yerde okunabilecek satırlar yazmak istemiyorum. belki az bilinen birkaç şey.
babası sert bir adam, zengin, tüccar. annesi ve babası, sait faik daha ilkokuldayken üç buçuk yıl ayrılıyorlar. bu süre içinde sait faik babasıyla kalıyor, annesini bazen hafta sonları görebiliyor. annesi oğluna çok düşkün, çok ilgili, babasının tam tersi. babası ondan kendisi gibi başarılı biri olmasını istiyor ve bunun için çok çaba ve para harcıyor. ama sait faik, doğuştan uyumsuz, doğuştan aylak.
eşcinsel olması, annesinin aşırı korumacılığı, babasının sert mizacıyla birleşip 'oidipus kompleksi'ni burada da işletebilir miyizi düşündürüyor bize.
annesi, oğlunun erken ölümünün ardından, sait faik'in de önceden vasiyet etmesiyle mal varlığının çoğunu ve sait faik'in eselerinin telif hakkını 'darüşşafaka cemiyeti'ne bağışladı. türkiye'de verilen en saygın edebiyat ödüllerinden biri 'sait faik hikaye armağanı'dır. bu ödülü kazanmak türkiye'de yazan her yazarın hayalidir. ödül 1955 yılından beri her yıl düzenli olarak verilmektedir. (bir diğer yazımın konusu da bu ödülü şimdiye kadar almış sanatçıların tam listesi olsun.)
aşağıda, onun son kuşlar öyküsünde 'konstantin' figürüyle belirginleşen baba nefretini açıkça görebiliriz diye düşünüyorum.
son kuşlar
kış adanın bir tarafında yerleşebilmek için rüzgârlarını poyraz, yıldız poyraz, maystro, dramudana, gündoğusu, batı karayel, karayel halinde seferber ettiği zaman; öteki yakada yaz, daha pılısını pırtısını toplamamış, bir kenara oldukça mahzun bir göçmen gibi oturmuştur. gitmekle gitmemek arasında sallanır bir halde, elinde bir pasaport, çıkınında üç beş altın, bekliyen bu güzel yüzlü göçmen tazeyi benden başka bu adada seven hemen hiç kimse yoktur, diyebilirim —övünmek için değil—.
herkesin yeni başlayacak olan altı yedi aylık soğuk hayata kendini şimdiden alıştırmak ve hazırlamak için bir şeyler yapmaya çalıştığı öyle günlerde ben, tembelliğim, hep kaçanı kovalayan huyumla yaz’ın, o güzel göçmenin peşine düşmüşümdür. nerede yakalarsam orada kucaklarım onu. kimi bir çamın gölgesinde durgun ve güneşsizdir. kimi bir çalılığın kenarındaki çimenlikte bütün eski ihtişamiyle daha yeni başlamıştır.
yazın daha parça parça, liyme liyme, bohça bohça eşyalarıyle gitmek için fazla telâş etmediği ada’nın bu yakasında hiç ev yoktur. yalnız bir tek kır kahvesi vardır.
bir küçük koyun hemen beş on metre yukarısında bir apartman terası kadar ufak bu kır kahvesinin tahta masaları üstünde hâlâ karıncalar gezer. hâlâ sinekler kahve fincanının etrafına konarlar. bütün sesler kesilmiştir. kimi gökyüzünden bir uçak homurtusu gelir. içindeki, şimdi yeşilköy’e şimdi yeşilköye inecek yolcuları düşündüğüm yalnız bu yazıyı yazarken oldu. ondan evvel de uçaklar geçmişti. ama, hiç içindeki yolcuların yeşilköye neredeyse ineceklerini, daha daha şu iki satırın sonunda inmiş bile olduklarını düşünmemiştim.
kahvecinin kendisi sevimsiz bir adamdır. kahveciden çok, ters bir devlet memuru hüviyeti taşır. hastalıklı olmasa, doktorlar fazla yorulmamasını sağlık vermemiş olsalar, dünyada kahveci olmazdı. tersine, ben bütün ömrümce iyi bir kahve bulamadığım için kahveci olamamışımdır. bir kır kahvesi, bir köyün kahvesinin üç beş gediklisi.. bundan güzel bir ömür mü olur, elli altmış senelik yaşama bundan güzel başlar ve biter mi?
ağaçtan ağaca serilmiş beyaz çamaşırlar bu kadar durgun, güneşsiz, ıslak bir şekilde ılık havada hiç kurumayacaklar. bu kedi, tahta masanın üstüne çıkmış, köpeğime durmadan homurdanacak mı? sandalyenin üstündeki vişneçürüğü rengindeki delik çoraplar... asmanın yaprakları daha yemyeşil. bizim bahçedeki kurudu bile.
deniz. bozburun’a doğru başını almış gidiyor. uzaklarda görünen, istanbulun neresi kim bilir? sesler neden gelmiyor?
bir başka uçağın sesi gelmeye başladı. bizim ada, uçakların üstünden geçtikleri bir yol güzergâhı olmalı ki hep ya üstümden, ya solumdan geçip gidiyorlar. kedi sustu. köpeğim gözünü kapadı. karga sesleri geliyor şimdi de. vaktiyle bu adaya bu zamanda kuşlar uğrardı. cıvıl cıvıl öterlerdi. küme kiime bir ağaçtan ötekine konarlardı.
iki senedir gelmiyorlar.
belki geliyorlar da ben farkına varmıyorum.
sonbahara doğru birtakım insanların çoluk çocuk ellerinde bir kafes, adanın tek tepesine doğru gittiklerini görürdüm. içim cız ederdi.
büyüklerin ellerinde birbirine yapışmış pislik renginde acaip çomaklar vardı.
bunlarla bir yeşil meydanın kenarına varır, bunları bir ufacık ağacın altına çığırtkan kafesiyle bırakırlar, ağacın her dalına ökseleri bağlarlardı. hür kuşlar, kafesteki çığırtkan kuşun feryadına, dostluk, arkadaşlık,yalnızlık sesine doğru bir küme gelirler. çayırlıkta bir başka ağacın gölgesinde birikmiş çoluklu çocuklu kocaman herifler bir müddet bekleşirler. sonra kuşların üşüştüğü ağaca doğru yavaş yavaş yürürlerdi. ökselerden kurtulmuş dört beş kuş, bir başka ökseye doğru şimdilik uçup giderken birer damlacık etleriyle birer tabiat harikası olan kuşları toplarlar, hemen dişleriyle oracıkta boğarlardı. ve hemen canlı canlı yolarlardı.
hele bir tanesi vardı, bir tanesi. çocukları bu işe seferber eden de oydu. ökseleri cumartesi gecesinden hazırlayan da...
konstantin isminde bir herifti, galatada bir yazıhanesi vardı. zahire tüccarıydı. kalın, tüylü bilekleri, geniş göğsü, delikleri kapanıp açılan üstü kara kara benekli bir burnu, deriyi yırtmış da fırlamış gibi saçları, kısa kısa bir yürümesi, kalın kalın bir gülmesi... o esmerle sarışın arası isketelerin bir damlacık etlerinden yapacağı pilâvın hazziyle pırıl pırıl yanan krom dişleriyle nasıl koparırdı kuşun imiğini, bir görseydiniz...
hani sessiz, zenginiğini belli etmez, mütevazı adamdı da.. konu komşusu da severdi hani. hiç bir şeye, hiç bir dedikoduya karışmazdı. sabahleyin işine kısa kısa adımlarla koşarken, akşam filesini doldurmuş vapurdan çıkarken görseniz iriliğine, sallapatiliğine, karamanlı ağzı konuşuşuna, basit ama, hesaplı fikirlerine, iki kadeh atmışsa yine basit, sevimli şakalarına karşı hakkında kötü bir hüküm de veremezdiniz..
kendi halinde, işi yolunda, hesaplı yaşayan bin bir tanesinden bir tanesiydi.
ama, güz mevsiminde birdenbire canavar kesilirdi. akşam beş otuz beş vapurunun arka tarafında yerleştiği iskemlesinde denizin üstüne oldukça mülâyim bakan gözlerini havaya kaldırır, eylül sonlarına doğru böyle şairane gökyüzüne bakardı. birden yüzünün ve gözlerinin parladığını görürdünüz.
havada ve denizdeki tirşe maviliğin üstünde bir takım esmer damlacıklar görünürdü. sağa sola oynarlar, sonra bir istikamet tutturur, bu esmer lekecikler geçip giderlerdi.
konstantin efendi, onların çok uzaktan geçtiklerini görebilirdi. gözlerini kısardı. esmer lekelerin adalar istikametinde gittiklerini görür, etrafına bakar, bir tanıdık görecek olursa gözünü kırpar, gökyüzüne bir işaret çakar:
— bizim pilâvlıklar geldi, derdi.
kuşlar pek yakından geçmişse, seslerini taklit ederek kalın dudaklariyle dişlerinin arasından onlara seslenirdi. kuşların çoğunca aldandıklarına, bu sesi duyarak, dost sesi sanıp vapur etrafında bir dönüp uzaklaştıklarına şahit olmuşumdur.
havalar sertleşir, poyrazlar, lodoslar birbirini kovalar, günün birinde teşrinlerin sonlarına doğru ılık, hiç rüzgârsız, parça parça oynamıyan bulutlu, tatlı, sümbülî günlerde o en çığırtkan kafes kuşunu nereden bulursa bulur, mahalle çocuklarını çağırtır; bin tanesi 250 gram et vermiyen sakaları, isketeleri, floryaları, aralarına karışmış serçeleri gökyüzünden birer birer toplardı.
seneler var ki kuşlar gelmiyor. daha doğrusu ben göremiyorum. güzün o güzel günlerini penceremden görür görmez konstantin efendinin bulunabileceği sırtları hesaplayarak yollara çıkıyorum. bir kuş cıvıltısı duysam kanım donuyor, yüreğim atmıyor. halbuki sonbahar kocayemişleri, beyaz esmer bulutları, yakmıyan güneşi, durgun maviliği, bol yeşiliyle kuşlarla beraber olunca insana sulh, şiir, şair, edebiyat, resim, musiki, mesut insanlarla dolu anlaşmış, sevişmiş, açsız, hırssız bir dünya düşündürüyor.
her memlekette kıra çıkan her insan kuş sesleriyle böyle şeyler düşünecektir. konstantin efendi mani oluyor. zaten kuşlar da pek gelmiyorlar artık. belki birkaç seneye kadar nesilleri de tükenecek. her memlekette kaç tane konstantin efendi var kim bilir. kuşlardan sonra şimdi de milletin yeşilliğine musallat olurdular. geçen gün yol kenarlarındaki yeşilliklere basmaya kıyamıyarak yola çıkmıştım. konstantin efendinin günlerinden bir gündü. gökte hiç kuş gözükmüyordu. evden çıkarken isketemin kafesine bir incir yapıştırdım. isketem tek gözünü verip bana dostlukla bakmış, incir çekirdeğini kırmaya çalışıyordu.
onu ev duvarının bir kenarına çaktığım çiviye asmış, yola çıkmıştım. kuşlar yoktu şimdi havada ama, yolun kenarında yeşillikler vardı ya... baktım: bu yeşilliklerin bâzı yerleri sökülmüş, biraz ileride dört çocuğa rastladım. yürüyorlar. yeşilliklerin en güzel yerinde duruyor, bir kaldırım taşı kadar büyük bir parçayı belle söküyorlar, bir çuvala dol duruyorlardı:
— ne yapıyorsunuz, yahu? dedim.
— sana ne? dediler. fıkara, üstleri yırtık pırtık yavrulardı.
— canım, neden söküyorsunuz? dedim.
— mühendis ahmet bey söktürüyor.
— ne yapacak bunları?
— yukarıda deri tüccarı hollandalı var ya, hani onun bahçesini düzeltiyorlar da...
— ingiliz çimi alsın, eksin, mademki herif zengin..
— ingiliz çimiyle bu bir mi?
— bu daha mı iyi?
— iyi de lâf mı?
bunun üstüne çimen mi olur? hollandalı öyle demiş karakola koştum. polislere haber verdim. gûya menettiler. gizli gizli yine çimenler yer yer söküldü. mühendis ahmet beye ceza bile kesilmedi. belediye talimatnamesinde yol kenarlarındaki çimenleri sökmek, cezayı mucip olmuyormuş.
kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı.
dünya değişiyor dostlarım. günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremiyeceksiniz. günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremiyeceksiniz. bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. sizin için kötü olacak. benden hikâyesi.
(yazarın 1952’de yayınlanan «son kuşlar» adlı hikâye kitabından)
sait faik abasıyanık
vatan gazetesi, 12.5.1954
kendisinden sonra gelen sanatçıların birçoğunu (oktay akbal, adalet ağaoğlu, bütün ıı. yeni şairleri, ferit edgü, demir özlü, cemal süreya, sezai karakoç, murathan mungan.... ve günümüzdeki genç öykücülerin belki hepsini) etkilemiş bir yazardır.
hakkında her yerde okunabilecek satırlar yazmak istemiyorum. belki az bilinen birkaç şey.
babası sert bir adam, zengin, tüccar. annesi ve babası, sait faik daha ilkokuldayken üç buçuk yıl ayrılıyorlar. bu süre içinde sait faik babasıyla kalıyor, annesini bazen hafta sonları görebiliyor. annesi oğluna çok düşkün, çok ilgili, babasının tam tersi. babası ondan kendisi gibi başarılı biri olmasını istiyor ve bunun için çok çaba ve para harcıyor. ama sait faik, doğuştan uyumsuz, doğuştan aylak.
eşcinsel olması, annesinin aşırı korumacılığı, babasının sert mizacıyla birleşip 'oidipus kompleksi'ni burada da işletebilir miyizi düşündürüyor bize.
annesi, oğlunun erken ölümünün ardından, sait faik'in de önceden vasiyet etmesiyle mal varlığının çoğunu ve sait faik'in eselerinin telif hakkını 'darüşşafaka cemiyeti'ne bağışladı. türkiye'de verilen en saygın edebiyat ödüllerinden biri 'sait faik hikaye armağanı'dır. bu ödülü kazanmak türkiye'de yazan her yazarın hayalidir. ödül 1955 yılından beri her yıl düzenli olarak verilmektedir. (bir diğer yazımın konusu da bu ödülü şimdiye kadar almış sanatçıların tam listesi olsun.)
aşağıda, onun son kuşlar öyküsünde 'konstantin' figürüyle belirginleşen baba nefretini açıkça görebiliriz diye düşünüyorum.
son kuşlar
kış adanın bir tarafında yerleşebilmek için rüzgârlarını poyraz, yıldız poyraz, maystro, dramudana, gündoğusu, batı karayel, karayel halinde seferber ettiği zaman; öteki yakada yaz, daha pılısını pırtısını toplamamış, bir kenara oldukça mahzun bir göçmen gibi oturmuştur. gitmekle gitmemek arasında sallanır bir halde, elinde bir pasaport, çıkınında üç beş altın, bekliyen bu güzel yüzlü göçmen tazeyi benden başka bu adada seven hemen hiç kimse yoktur, diyebilirim —övünmek için değil—.
herkesin yeni başlayacak olan altı yedi aylık soğuk hayata kendini şimdiden alıştırmak ve hazırlamak için bir şeyler yapmaya çalıştığı öyle günlerde ben, tembelliğim, hep kaçanı kovalayan huyumla yaz’ın, o güzel göçmenin peşine düşmüşümdür. nerede yakalarsam orada kucaklarım onu. kimi bir çamın gölgesinde durgun ve güneşsizdir. kimi bir çalılığın kenarındaki çimenlikte bütün eski ihtişamiyle daha yeni başlamıştır.
yazın daha parça parça, liyme liyme, bohça bohça eşyalarıyle gitmek için fazla telâş etmediği ada’nın bu yakasında hiç ev yoktur. yalnız bir tek kır kahvesi vardır.
bir küçük koyun hemen beş on metre yukarısında bir apartman terası kadar ufak bu kır kahvesinin tahta masaları üstünde hâlâ karıncalar gezer. hâlâ sinekler kahve fincanının etrafına konarlar. bütün sesler kesilmiştir. kimi gökyüzünden bir uçak homurtusu gelir. içindeki, şimdi yeşilköy’e şimdi yeşilköye inecek yolcuları düşündüğüm yalnız bu yazıyı yazarken oldu. ondan evvel de uçaklar geçmişti. ama, hiç içindeki yolcuların yeşilköye neredeyse ineceklerini, daha daha şu iki satırın sonunda inmiş bile olduklarını düşünmemiştim.
kahvecinin kendisi sevimsiz bir adamdır. kahveciden çok, ters bir devlet memuru hüviyeti taşır. hastalıklı olmasa, doktorlar fazla yorulmamasını sağlık vermemiş olsalar, dünyada kahveci olmazdı. tersine, ben bütün ömrümce iyi bir kahve bulamadığım için kahveci olamamışımdır. bir kır kahvesi, bir köyün kahvesinin üç beş gediklisi.. bundan güzel bir ömür mü olur, elli altmış senelik yaşama bundan güzel başlar ve biter mi?
ağaçtan ağaca serilmiş beyaz çamaşırlar bu kadar durgun, güneşsiz, ıslak bir şekilde ılık havada hiç kurumayacaklar. bu kedi, tahta masanın üstüne çıkmış, köpeğime durmadan homurdanacak mı? sandalyenin üstündeki vişneçürüğü rengindeki delik çoraplar... asmanın yaprakları daha yemyeşil. bizim bahçedeki kurudu bile.
deniz. bozburun’a doğru başını almış gidiyor. uzaklarda görünen, istanbulun neresi kim bilir? sesler neden gelmiyor?
bir başka uçağın sesi gelmeye başladı. bizim ada, uçakların üstünden geçtikleri bir yol güzergâhı olmalı ki hep ya üstümden, ya solumdan geçip gidiyorlar. kedi sustu. köpeğim gözünü kapadı. karga sesleri geliyor şimdi de. vaktiyle bu adaya bu zamanda kuşlar uğrardı. cıvıl cıvıl öterlerdi. küme kiime bir ağaçtan ötekine konarlardı.
iki senedir gelmiyorlar.
belki geliyorlar da ben farkına varmıyorum.
sonbahara doğru birtakım insanların çoluk çocuk ellerinde bir kafes, adanın tek tepesine doğru gittiklerini görürdüm. içim cız ederdi.
büyüklerin ellerinde birbirine yapışmış pislik renginde acaip çomaklar vardı.
bunlarla bir yeşil meydanın kenarına varır, bunları bir ufacık ağacın altına çığırtkan kafesiyle bırakırlar, ağacın her dalına ökseleri bağlarlardı. hür kuşlar, kafesteki çığırtkan kuşun feryadına, dostluk, arkadaşlık,yalnızlık sesine doğru bir küme gelirler. çayırlıkta bir başka ağacın gölgesinde birikmiş çoluklu çocuklu kocaman herifler bir müddet bekleşirler. sonra kuşların üşüştüğü ağaca doğru yavaş yavaş yürürlerdi. ökselerden kurtulmuş dört beş kuş, bir başka ökseye doğru şimdilik uçup giderken birer damlacık etleriyle birer tabiat harikası olan kuşları toplarlar, hemen dişleriyle oracıkta boğarlardı. ve hemen canlı canlı yolarlardı.
hele bir tanesi vardı, bir tanesi. çocukları bu işe seferber eden de oydu. ökseleri cumartesi gecesinden hazırlayan da...
konstantin isminde bir herifti, galatada bir yazıhanesi vardı. zahire tüccarıydı. kalın, tüylü bilekleri, geniş göğsü, delikleri kapanıp açılan üstü kara kara benekli bir burnu, deriyi yırtmış da fırlamış gibi saçları, kısa kısa bir yürümesi, kalın kalın bir gülmesi... o esmerle sarışın arası isketelerin bir damlacık etlerinden yapacağı pilâvın hazziyle pırıl pırıl yanan krom dişleriyle nasıl koparırdı kuşun imiğini, bir görseydiniz...
hani sessiz, zenginiğini belli etmez, mütevazı adamdı da.. konu komşusu da severdi hani. hiç bir şeye, hiç bir dedikoduya karışmazdı. sabahleyin işine kısa kısa adımlarla koşarken, akşam filesini doldurmuş vapurdan çıkarken görseniz iriliğine, sallapatiliğine, karamanlı ağzı konuşuşuna, basit ama, hesaplı fikirlerine, iki kadeh atmışsa yine basit, sevimli şakalarına karşı hakkında kötü bir hüküm de veremezdiniz..
kendi halinde, işi yolunda, hesaplı yaşayan bin bir tanesinden bir tanesiydi.
ama, güz mevsiminde birdenbire canavar kesilirdi. akşam beş otuz beş vapurunun arka tarafında yerleştiği iskemlesinde denizin üstüne oldukça mülâyim bakan gözlerini havaya kaldırır, eylül sonlarına doğru böyle şairane gökyüzüne bakardı. birden yüzünün ve gözlerinin parladığını görürdünüz.
havada ve denizdeki tirşe maviliğin üstünde bir takım esmer damlacıklar görünürdü. sağa sola oynarlar, sonra bir istikamet tutturur, bu esmer lekecikler geçip giderlerdi.
konstantin efendi, onların çok uzaktan geçtiklerini görebilirdi. gözlerini kısardı. esmer lekelerin adalar istikametinde gittiklerini görür, etrafına bakar, bir tanıdık görecek olursa gözünü kırpar, gökyüzüne bir işaret çakar:
— bizim pilâvlıklar geldi, derdi.
kuşlar pek yakından geçmişse, seslerini taklit ederek kalın dudaklariyle dişlerinin arasından onlara seslenirdi. kuşların çoğunca aldandıklarına, bu sesi duyarak, dost sesi sanıp vapur etrafında bir dönüp uzaklaştıklarına şahit olmuşumdur.
havalar sertleşir, poyrazlar, lodoslar birbirini kovalar, günün birinde teşrinlerin sonlarına doğru ılık, hiç rüzgârsız, parça parça oynamıyan bulutlu, tatlı, sümbülî günlerde o en çığırtkan kafes kuşunu nereden bulursa bulur, mahalle çocuklarını çağırtır; bin tanesi 250 gram et vermiyen sakaları, isketeleri, floryaları, aralarına karışmış serçeleri gökyüzünden birer birer toplardı.
seneler var ki kuşlar gelmiyor. daha doğrusu ben göremiyorum. güzün o güzel günlerini penceremden görür görmez konstantin efendinin bulunabileceği sırtları hesaplayarak yollara çıkıyorum. bir kuş cıvıltısı duysam kanım donuyor, yüreğim atmıyor. halbuki sonbahar kocayemişleri, beyaz esmer bulutları, yakmıyan güneşi, durgun maviliği, bol yeşiliyle kuşlarla beraber olunca insana sulh, şiir, şair, edebiyat, resim, musiki, mesut insanlarla dolu anlaşmış, sevişmiş, açsız, hırssız bir dünya düşündürüyor.
her memlekette kıra çıkan her insan kuş sesleriyle böyle şeyler düşünecektir. konstantin efendi mani oluyor. zaten kuşlar da pek gelmiyorlar artık. belki birkaç seneye kadar nesilleri de tükenecek. her memlekette kaç tane konstantin efendi var kim bilir. kuşlardan sonra şimdi de milletin yeşilliğine musallat olurdular. geçen gün yol kenarlarındaki yeşilliklere basmaya kıyamıyarak yola çıkmıştım. konstantin efendinin günlerinden bir gündü. gökte hiç kuş gözükmüyordu. evden çıkarken isketemin kafesine bir incir yapıştırdım. isketem tek gözünü verip bana dostlukla bakmış, incir çekirdeğini kırmaya çalışıyordu.
onu ev duvarının bir kenarına çaktığım çiviye asmış, yola çıkmıştım. kuşlar yoktu şimdi havada ama, yolun kenarında yeşillikler vardı ya... baktım: bu yeşilliklerin bâzı yerleri sökülmüş, biraz ileride dört çocuğa rastladım. yürüyorlar. yeşilliklerin en güzel yerinde duruyor, bir kaldırım taşı kadar büyük bir parçayı belle söküyorlar, bir çuvala dol duruyorlardı:
— ne yapıyorsunuz, yahu? dedim.
— sana ne? dediler. fıkara, üstleri yırtık pırtık yavrulardı.
— canım, neden söküyorsunuz? dedim.
— mühendis ahmet bey söktürüyor.
— ne yapacak bunları?
— yukarıda deri tüccarı hollandalı var ya, hani onun bahçesini düzeltiyorlar da...
— ingiliz çimi alsın, eksin, mademki herif zengin..
— ingiliz çimiyle bu bir mi?
— bu daha mı iyi?
— iyi de lâf mı?
bunun üstüne çimen mi olur? hollandalı öyle demiş karakola koştum. polislere haber verdim. gûya menettiler. gizli gizli yine çimenler yer yer söküldü. mühendis ahmet beye ceza bile kesilmedi. belediye talimatnamesinde yol kenarlarındaki çimenleri sökmek, cezayı mucip olmuyormuş.
kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı.
dünya değişiyor dostlarım. günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremiyeceksiniz. günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremiyeceksiniz. bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. sizin için kötü olacak. benden hikâyesi.
(yazarın 1952’de yayınlanan «son kuşlar» adlı hikâye kitabından)
sait faik abasıyanık
vatan gazetesi, 12.5.1954
devamını gör...
31.
bir insanı sevmekle başlar her şey, der sait faik ama sonra şöyle devam eder o cümleler; burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor. şüphesiz denizdeki balığı öpecek kadar ince düşünceli bir adama bu cümleleri yazdıran senin benim yaşadığımız dünya. ardından bu havada ölünür mü hiç diye söylenilen 'durgun deniz bakışlı' öykücü. yky'den çıkma şimdi sevişme vakti ve diğer şiirleri'nde o ve ben isimli bir şiiri var ki durup düşündürüyor insanı dakikalarca, umulmadık kadar korkak olan en çirkin yanımı törpüleyip sevgiye inancımı baki kılıyor; çoğu zaman insanlar sevmekten pek bir şey anlamadığımı düşünse bile. şiirden bahsedip yazmamak olmaz hem zaten şüphesiz yazmasam deli olacaktım.*
sana koşuyorum bir vapurun içinden
ölmemek, delirmemek için.
yaşamak; bütün adetlerden uzak
yaşamak.
hayır değil, değil sıcak
dudaklarının hatırası
değil saçlarının kokusu
hiçbiri değil.
dünyada büyük fırtınanın koptuğu böyle günlerde
ben onsuz edemem.
eli elimin içinde olmalı.
gözlerine bakmalıyım
sesini işitmeliyim
beraber yemek yemeliyiz
ara sıra gülmeliyiz.
yapamam, onsuz edemem
bana su, bana ekmek, bana zehir
bana tad, bana uyku
gibi gelen çirkin kızım
sensiz edemem.
sana koşuyorum bir vapurun içinden
ölmemek, delirmemek için.
yaşamak; bütün adetlerden uzak
yaşamak.
hayır değil, değil sıcak
dudaklarının hatırası
değil saçlarının kokusu
hiçbiri değil.
dünyada büyük fırtınanın koptuğu böyle günlerde
ben onsuz edemem.
eli elimin içinde olmalı.
gözlerine bakmalıyım
sesini işitmeliyim
beraber yemek yemeliyiz
ara sıra gülmeliyiz.
yapamam, onsuz edemem
bana su, bana ekmek, bana zehir
bana tad, bana uyku
gibi gelen çirkin kızım
sensiz edemem.
devamını gör...
32.
benim için "semaver" hikayesinin yazarıdır.
'anne' kelimesinin bir evlat için ne anlama geldiğini birkaç sayfada, en iyi ve en farklı şekilde ifade edebilen usta bir sanatçıdır. ilk cümleleriyle iç ısıtan, son cümlesiyle de buz kesen bir hikayenin yazarıdır.
'anne' kelimesinin bir evlat için ne anlama geldiğini birkaç sayfada, en iyi ve en farklı şekilde ifade edebilen usta bir sanatçıdır. ilk cümleleriyle iç ısıtan, son cümlesiyle de buz kesen bir hikayenin yazarıdır.
devamını gör...
33.
insanın denize ve kuşlara bakışını değiştiren öykü yazarı.
devamını gör...
34.
'o hişt sesi gelmedi mi fena" diyerek bilmem kaç insanın tüm ömürleri boyunca kurduğu / kurabileceği duygu dolu cümlelerden milyar kat fazlasını tek bir cümleyle anlatmıştır.
devamını gör...
35.
bu ablanın bahsettiği kişidir.
devamını gör...
36.
abasıyanık kitabı is my fav.
devamını gör...
37.
sıradan insanları öyle bir anlatır ki durur okursun. hikayelerinin çoğu başından geçen olaylardan esinlenerek yazılmıştır. deniz, ada ve balıkçı sevdalısıdır.
devamını gör...
38.
"bir ara ne düşündüm bilir misiniz? şu bizim dükkânla evi satayım. o saklı gazino yok mu hani, söz açtığım? orada dışarı siparişlerini gören kız vardı ya -hani alnı dar olanı- onu metres tutayım. bir sene sonra da öleyim.
bineyim bir boğaziçi vapuruna günün birinde. bebek'le arnavutköy önlerinde arka taraftaki oturduğum kanepeden kalkayım, etrafıma bakayım; kimseler yoksa, denizin içine bırakıvereyim kendimi." satırlarının sahibidir.
hikayeleri olaydan daha çok durum hikayesidir. evet hikaye yazarıdır kendisi. bilinen sadece 2 romanı vardır.
bineyim bir boğaziçi vapuruna günün birinde. bebek'le arnavutköy önlerinde arka taraftaki oturduğum kanepeden kalkayım, etrafıma bakayım; kimseler yoksa, denizin içine bırakıvereyim kendimi." satırlarının sahibidir.
hikayeleri olaydan daha çok durum hikayesidir. evet hikaye yazarıdır kendisi. bilinen sadece 2 romanı vardır.
devamını gör...
39.
hikayelerinden birini lise yıllarımda edebiyat katili, uykucu bir edebiyat öğretmenimiz tarafından dinlemiş ve beğenmemiştim. sonrasında üniversite hazırlık dönemimde okuyup mest olduğum yazarımızdır. iş sanat tarafından hikayeleri olağanüstü güzellikte hazırlanmış, halen okumamış kişiler ya da yanlış kişilerden dinleyenler olduysa şöyle bir güzellik yapıp bırakıyorum, ruhunuz güzelleşsin.
devamını gör...
40.
hikayelerini okurken huzurla doluyorum. onu düşündüğümde aklıma direk deniz, balıkçılar, sokaktaki insanlar, martılar geliyor. hayatın içindeki küçük güzel anları anlatır. burgaz ada'ya giderseniz muhakkak evini ziyaret edin. zaten adaya gittiğinizde onun dünyasına girdiğinizi hissediyorsunuz. en sevdiğim öyküsü olarak (bkz: hişt hişt)
devamını gör...