normal sözlük yazarlarının karalama defteri
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
31
32
33
34
35
36
37
38
39
40
41
42
43
44
45
46
47
48
49
50
51
52
53
54
55
56
57
58
59
60
61
62
63
64
65
66
67
68
69
70
71
72
73
74
75
76
77
78
79
80
81
82
83
84
85
86
87
88
89
90
91
92
93
94
95
96
97
98
99
100
101
102
103
104
105
106
107
108
109
110
111
112
113
114
115
116
117
118
119
120
121
122
123
124
125
126
127
128
129
130
131
132
133
134
135
136
137
138
139
140
141
142
143
144
145
146
147
148
149
150
151
152
153
154
155
156
157
158
159
160
161
162
163
164
165
166
167
168
169
170
171
172
173
174
175
176
177
178
179
180
181
182
183
184
185
186
187
188
189
190
191
192
193
194
195
196
197
198
199
200
201
202
203
204
205
206
207
208
209
210
211
212
213
214
215
216
217
218
219
220
221
222
223
224
225
226
227
228
229
230
231
232
233
234
235
236
237
238
239
240
241
242
243
244
245
246
247
248
249
250
251
252
253
254
255
başlık "makedonyalı" tarafından 08.11.2020 16:43 tarihinde açılmıştır.
2381.
niye hiç geçmiyor? hiç geçmeden niye böyle acıyor? bu özlemek hiç mi eksilmez?
devamını gör...
2382.
"ve bazen tek bir doğru insan, koca bir hayatı baştan yazar, senden bir şey almadan, sana binlerce şey katar. doğru insan çok ve beklemeye gerek yok."
~ya bizim doğru insanımız çoktan öldüyse?
doğru insanımızı bulmak çoğu zaman imkansız gibi görünür. bulunamayacakmış hissine düşülür. belki de elimizden kaçırmışızdır. hayat görmezden geldiklerimiz ya da görmediklerimizden ibarettir. hayat o şansı önümüze koyar biz ise elimizin tersiyle geri çeviririz oysa hayatın size daha kaç tane şans tanılayabileceğini bilemezsiniz belki de size tanınan o şans son şansınızdır.
hala çıkmadı mı karşına ?
çıktı, çıktı ama çıktığıyla kaldı. belki de ben yanılmışımdır. doğru insan değildir. hoş zaten kimsede kusursuz değil. lakin görmezden geldiğiniz kusurlar sizin de kusurunuz olabilir. kusurlarıyla kendini kusursuz sananlara var elbet. bence en iyisi kabullenmek kusurlarıyla kendini sevmek kusurlarıyla kendini sevdirmek
hala beklemekten yana mısın ?
beklenti insanı yorar
beklediğinde geleceğine inanıyor musun ?
beklememe gerek yok varsa kaderimde elbet birgün gelir
hiç doğru insanı bulduğunda beklemeye devam ettin mi ?
hayat doğruyu çıkarmışsa karşıma, hala beklemek ne fayda
devamını gör...
2383.
şule’siz şile
alarm sesiyle uyandı. etrafına bakındı, nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. kimse yoktu. “bugün hangi gün” diye sordu kendi kendine. pazar gibi geliyordu. ama pazartesi de olabilirdi. gördüğü rüyayı unutamıyordu.
koşa koşa semt pazarına gidip,girişte zabıtalardan maske alıp pazarın içine girmişti. aldığı karpuzu sektirerek gidiyordu ki ayağıyla bir orta açtı ebrar karakurt smaçladi, sertaç şanlı blokladı. top komsunun bahçesine kaçmıştı. “ topunuzu keseyim mi ha?” diye soruyordu djokovic elindeki raketiyle. hızlıca hazırlanıp işin yolunu tuttu. içeri girerken müdürle karşılaştı. sessiz bir selamlaşmadan sonra bugün salı olmalı diye düşündü. çünkü müdürü lacivert desenli kravatını takmıştı. bu dövüş kulübünden alıntı değil mi ya diye geçirdi içinden. odasına girip kapıyı kapattı duvardaki panoda bir cinayet ve şüphelilerin olduğu ağdan oluşan fotoğraflar vardı. maktülün etrafındaki resimler hep tanıdık yüzlerdi. asıl korkuncu maktülün resmiydi.maktül o’ydu. alarm tekrar çaldı ve uyandı. “ne kabuslar gördüm ben” diye söyleniyordu. böyle durumlarda ruhu hala rüyada kalıyordu, bir süre kendine gelemiyordu. hazırlandı evden çıkacaktı ki arabanın anahtarı olmadığını fark etti. kafası yeni yeni yerine geliyordu. dün kovulmuş ve şirket, aracını geri almıştı. akşamında barda bir kaç viski ile başlayıp eve giderken büfeden aldığı biraları tek başına içmişti bütün gece.
kız arkadaşıyla kahvaltı yapıp biraz moralini yerini getirmek istedi. telefonunu aldı, mesaj vardı kız arkadaşından. "ben ayrılmak istiyorum". kimseye itiraz etmezdi. işten ayrılırken de özel eşyalarını alıp çıkmıştı. kız arkadaşlarından ayrılırken de hiç "neden" diye sormazdı. son kız arkadaşı ile her şey çok güzeldi oysa. onunla şile'de tanışmıştı ve her fırsatta oraya gidip vakit geçirirlerdi. isminin şile'ye benzemesi ve orada tanışmalarının şiirsel bir tadı vardı. üstüne üstlük zülfü livaneli’nin serenad kitabınını okuduğu dönemde tanışmıştı onunla. gayet mutluydular. ileriye dönük planları da vardı. gelen mesaja neden diye sormak istiyordu. ama küçüklüğünden beri keskin tavırları yazmasını engelledi.
onunla olmasa da şile'yi görmek istiyordu. taksiyle yaptığı yolculuk sonunda tüm parasını taksiciye verdi. izlediği filmlerden aklından hiç çıkarmadığı ve intihar edilecekse böyle olmalı diye kafasının bir kenarına not ettiği dedemin insanları’ndaki mehmet bey’in intiharını hissetmek için denize doğru yürüdü ve kayboldu.
alarm sesiyle uyandı. etrafına bakındı, nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. kimse yoktu. “bugün hangi gün” diye sordu kendi kendine. pazar gibi geliyordu. ama pazartesi de olabilirdi. gördüğü rüyayı unutamıyordu.
koşa koşa semt pazarına gidip,girişte zabıtalardan maske alıp pazarın içine girmişti. aldığı karpuzu sektirerek gidiyordu ki ayağıyla bir orta açtı ebrar karakurt smaçladi, sertaç şanlı blokladı. top komsunun bahçesine kaçmıştı. “ topunuzu keseyim mi ha?” diye soruyordu djokovic elindeki raketiyle. hızlıca hazırlanıp işin yolunu tuttu. içeri girerken müdürle karşılaştı. sessiz bir selamlaşmadan sonra bugün salı olmalı diye düşündü. çünkü müdürü lacivert desenli kravatını takmıştı. bu dövüş kulübünden alıntı değil mi ya diye geçirdi içinden. odasına girip kapıyı kapattı duvardaki panoda bir cinayet ve şüphelilerin olduğu ağdan oluşan fotoğraflar vardı. maktülün etrafındaki resimler hep tanıdık yüzlerdi. asıl korkuncu maktülün resmiydi.maktül o’ydu. alarm tekrar çaldı ve uyandı. “ne kabuslar gördüm ben” diye söyleniyordu. böyle durumlarda ruhu hala rüyada kalıyordu, bir süre kendine gelemiyordu. hazırlandı evden çıkacaktı ki arabanın anahtarı olmadığını fark etti. kafası yeni yeni yerine geliyordu. dün kovulmuş ve şirket, aracını geri almıştı. akşamında barda bir kaç viski ile başlayıp eve giderken büfeden aldığı biraları tek başına içmişti bütün gece.
kız arkadaşıyla kahvaltı yapıp biraz moralini yerini getirmek istedi. telefonunu aldı, mesaj vardı kız arkadaşından. "ben ayrılmak istiyorum". kimseye itiraz etmezdi. işten ayrılırken de özel eşyalarını alıp çıkmıştı. kız arkadaşlarından ayrılırken de hiç "neden" diye sormazdı. son kız arkadaşı ile her şey çok güzeldi oysa. onunla şile'de tanışmıştı ve her fırsatta oraya gidip vakit geçirirlerdi. isminin şile'ye benzemesi ve orada tanışmalarının şiirsel bir tadı vardı. üstüne üstlük zülfü livaneli’nin serenad kitabınını okuduğu dönemde tanışmıştı onunla. gayet mutluydular. ileriye dönük planları da vardı. gelen mesaja neden diye sormak istiyordu. ama küçüklüğünden beri keskin tavırları yazmasını engelledi.
onunla olmasa da şile'yi görmek istiyordu. taksiyle yaptığı yolculuk sonunda tüm parasını taksiciye verdi. izlediği filmlerden aklından hiç çıkarmadığı ve intihar edilecekse böyle olmalı diye kafasının bir kenarına not ettiği dedemin insanları’ndaki mehmet bey’in intiharını hissetmek için denize doğru yürüdü ve kayboldu.
devamını gör...
2384.
''yaşar gibi yapmaktan, özlemez gibi yapmaktan, iyiymiş gibi yapmaktan, nefes alıp onu içimde tutmaktan, o nefeste boğulmaktan sıkıldım. ''
devamını gör...
2385.
bana karşı başlıklarda olsun nickaltımda olsun hakaretler ediliyor. benim umrumda değil ama sözlük formatına aykırı diye biliyorum.
neyse, zaten yakında sözlükte olmayacağım.
neyse, zaten yakında sözlükte olmayacağım.
devamını gör...
2386.
küçük bir umudun kalbime yerleşmesinden, bir umut uğruna direnmekten korkuyorum ve de hiçler dünyasında kalmayı seçmekten.
devamını gör...
2387.
gözyaşlarım usulca dökülüyor yastığıma çoğu gece, bu gece olduğu gibi.. akan her yaşın içindeki sebebi sindiriyor kalbim. neden aktıklarını biliyorum. ama nedenler o kadar çok ki hangi birine konsantre olayım?
bir sessizlik hakim odamda, zaten hep sessizlik olur benim düşünce meclisim kurulunca.. o meclisin başkanı olmak istemiyorum ama benden başka adaylığını koyan da olmamış..
kendi halime üzülüyorum sonra, bir kavga var içimde hep. oysaki kendimle barışı sağlamıştım. ama ne yaparsam yapayım fark edilmemem, hor görülmem, dışlanmam o kavgayı yeniden başlatmış.. üzücü.. yaranamıyorum, özellikle de kendime.
çok düşünüyorum sonra. ama öyle az bir çokluk değil bu pek tabii.. görülmemiş bir çokluk. o kadar çok ki düşünmeye başladığımda fark etmeden çattığım kaşlarım artık kırışıklıklar oluşturmuş alnımda..
yarım kalan meseleler var, sanırım ondan. o yarım kalmışlığı gücümle tamamlamaya çalışıyorum uyandığım her sabah.. içimi dökemeyecek kadar karmaşık olduğum bir gece sanırım.. en iyisi susayım. zaten kim konuşmak, dinlemek, anlattırmak istedi ki?
ne diyordu ahmed arif?
"hani kurşun sıksan geçmez geceden.. anlatamam nasıl ıssız, karanlık.."
bir sessizlik hakim odamda, zaten hep sessizlik olur benim düşünce meclisim kurulunca.. o meclisin başkanı olmak istemiyorum ama benden başka adaylığını koyan da olmamış..
kendi halime üzülüyorum sonra, bir kavga var içimde hep. oysaki kendimle barışı sağlamıştım. ama ne yaparsam yapayım fark edilmemem, hor görülmem, dışlanmam o kavgayı yeniden başlatmış.. üzücü.. yaranamıyorum, özellikle de kendime.
çok düşünüyorum sonra. ama öyle az bir çokluk değil bu pek tabii.. görülmemiş bir çokluk. o kadar çok ki düşünmeye başladığımda fark etmeden çattığım kaşlarım artık kırışıklıklar oluşturmuş alnımda..
yarım kalan meseleler var, sanırım ondan. o yarım kalmışlığı gücümle tamamlamaya çalışıyorum uyandığım her sabah.. içimi dökemeyecek kadar karmaşık olduğum bir gece sanırım.. en iyisi susayım. zaten kim konuşmak, dinlemek, anlattırmak istedi ki?
ne diyordu ahmed arif?
"hani kurşun sıksan geçmez geceden.. anlatamam nasıl ıssız, karanlık.."
devamını gör...
2388.
klaketin suratımda patladığı bir 3.30 durağıydı ilk sahne. nereye mi gitmiyordum? kabuğumu kıracak, cesur dişilerin arasında çatırdamak istediğim bir yere mesela. mükemmel miyim? kendime yağ çekmiş gibi gıcırdamayı bırakıyorum cevabı düşlerken. mükemmelim. öyle olmasa bile kalp kulakçıklarımın bacaklarını açıp ıslak ıslak duymak istediği söz bu. benden bana mükemmelim. layık olunası. cumartesi sabahı kahvaltı masasının ortasına kondurulmuş bir tebessüm.
hatta pekmez gibiyim, duraktayken içimi kemiren yer var mı acaba sahnesine geçiş için makyaja oturduk. suratıma bir ifadeyi yerleştirirken ıkınmam gerektiği olur. sevgi mesela, zorla çay ikram edilen utangaç misafir gibi gezinir yüzümde. kol düğmesi takacak kadar ince bir beyefendiydi içimdeki nezaket işleri bakanı. spotlar yüzümdeki pudrada dağılırken gelmeyen otobüs sahnesine, sigara yakarsam kesin gelir temalı murphy kanununa gönderme yapan repliği ateşlemek için ağzımda duran dala tutundum. kibriti çaktım. bu sahnede en güzel oynayan ciğerlerimdi, dumanı elektirik süpürgesi gibi çekişimden belliydi kanser festivalinde aday gösterilecekleri.
otobüs, duman, hafif bir meltem, bekleyiş ve durağa bir kadının gelişiyle hikayenin çiçek açışı. kestik. kadına göre topuk bir zerafet biçimiydi. ben saatin tik tak ritmini arayan bir şairdim. tak tak tak tak tak kadın duraktaki popülasyonu yokladı, yalnızdım bir deprem olsa ve durağın etrafı yerin dibine batsa etrafımızda lav denizi oluşsa durak adasında yalnızca ikimiz ne kadar hayatta kalabilecek ve en önemlisi kaç günde sevgili olabilecektik, gibi kosünüs problemleri ruhumun her çatlağından yüksek basınçla fışkıran saçma sorulardan bir kaçıydı. kadının kulağı içimdeki sesi duyacak kadar gelişmiş olabilir mi endişesinin seviyesi azalınca sırtımı dönüp uzaklara odaklandım tansiyonumu yükselten tek şey kadının hala orda olduğuydu.
kestik. role girmiyorsun sorun nedir? otobüs bekliyorsun duraktasın kadın sadece figüran.
hayatta öyle güzel şeyler çıkar ki karşımıza ve fakat senaryoya dahil değildir hiç biri. oynadığım rolün dışına çıkmaya çalışırım hep tabi beceremem asla, rolün neyse ona uygun davranmalısın. sonunda murphy kanunları işledi ve sigaramdan 3 nefes aldıktan sonra otobüs yanaştı kapılar açıldı önce kadın bindi sonra ben. nereye gitmiyordum ki?
hatta pekmez gibiyim, duraktayken içimi kemiren yer var mı acaba sahnesine geçiş için makyaja oturduk. suratıma bir ifadeyi yerleştirirken ıkınmam gerektiği olur. sevgi mesela, zorla çay ikram edilen utangaç misafir gibi gezinir yüzümde. kol düğmesi takacak kadar ince bir beyefendiydi içimdeki nezaket işleri bakanı. spotlar yüzümdeki pudrada dağılırken gelmeyen otobüs sahnesine, sigara yakarsam kesin gelir temalı murphy kanununa gönderme yapan repliği ateşlemek için ağzımda duran dala tutundum. kibriti çaktım. bu sahnede en güzel oynayan ciğerlerimdi, dumanı elektirik süpürgesi gibi çekişimden belliydi kanser festivalinde aday gösterilecekleri.
otobüs, duman, hafif bir meltem, bekleyiş ve durağa bir kadının gelişiyle hikayenin çiçek açışı. kestik. kadına göre topuk bir zerafet biçimiydi. ben saatin tik tak ritmini arayan bir şairdim. tak tak tak tak tak kadın duraktaki popülasyonu yokladı, yalnızdım bir deprem olsa ve durağın etrafı yerin dibine batsa etrafımızda lav denizi oluşsa durak adasında yalnızca ikimiz ne kadar hayatta kalabilecek ve en önemlisi kaç günde sevgili olabilecektik, gibi kosünüs problemleri ruhumun her çatlağından yüksek basınçla fışkıran saçma sorulardan bir kaçıydı. kadının kulağı içimdeki sesi duyacak kadar gelişmiş olabilir mi endişesinin seviyesi azalınca sırtımı dönüp uzaklara odaklandım tansiyonumu yükselten tek şey kadının hala orda olduğuydu.
kestik. role girmiyorsun sorun nedir? otobüs bekliyorsun duraktasın kadın sadece figüran.
hayatta öyle güzel şeyler çıkar ki karşımıza ve fakat senaryoya dahil değildir hiç biri. oynadığım rolün dışına çıkmaya çalışırım hep tabi beceremem asla, rolün neyse ona uygun davranmalısın. sonunda murphy kanunları işledi ve sigaramdan 3 nefes aldıktan sonra otobüs yanaştı kapılar açıldı önce kadın bindi sonra ben. nereye gitmiyordum ki?
devamını gör...
2389.
iğrenç insanlar hepinizden nefret ediyorum anlıyo musunuz nefreetttttt keşke sözlüğün kapısı olsa da vurup çıkıp odama gitsem
devamını gör...
2390.
gerçekten uzun süreli kılçıksız bi yalnızlığa ihtiyacım var hayatımın hiçbi evresinde hatta ergen bi postmodernken bile buna ihtiyaç duymadım ama böyle yalnızlıktan tuvalete bile gitmeyeceğim oturduğum yerde altıma sıçacağım bi yalnızlık istiyorum.
devamını gör...
2391.
sıkılırsın, bunalırsın, üzülürsün kimseye anlatamazsın sığınacak liman ararsın. en iyi dostundur o zaman senin. dökersin içini yazarsın ve sonra kapatırsın kapağı, rahatlarsın.
devamını gör...
2392.
inanmadım ki sana çünkü o bir veda değildi. "beni kaybettin." derken ve diğer sözlerin gerçekten bir bitiş sahnesinin son kelimeri olamaz. "bırakma beni..." diyen içinin örtülmüş haliydi.
sen hiç gördün mü "gidiyorum." diyen birini. gidişler sessizdir, usuldur, kimse duymasın diye sessiz sessiz hıçkırıklara karışan bir gözyaşı gibidir.
giden gittiğini söylemez, onun yokluğu, gittiği derinden hissedilir. kalbe inen ince bir sızı gibidir. hatırladıkça yavaş yavaş kanar.
parmak ucumuzda oluşan kağıt kesiğinin sürekli hali misali.
ben ne dedim sana? "sen beni hak ettin de mi seni kaybedeceğim?"
her şey apaçık ama kabullenmek zor de mi? o da olur zamanla, neler olmadı ki?
inan ya da inanma ama içimde iyi kötü çok şey var ama benle kalsın.
uzatıp niçin tatlı canını sıkıyorsun? bi de sen gerçekten beni seviyor musun yoksa başka şeyler mi var? ya da sen böylesin. ben ama öyle değilim sen fark etmedin mi?
seni sevecek ruhumdaki mücadeleci ruh yoruldu, bitkin düştü, hırpalandı. görmedin mi? görmemişsin,belli.
sahi sen neyi gördün kendinden başka,yaptıklarından başka. ha bi de hep sana yetmeyen ve istediğin gibi olmayan yanlarımı gördün, sıkıca onlara sarıldın.
sen neden seni seven, değer veren, onca şey olurken kalbimdeki varlığını görmedin? tercih mi? galiba evet.
doyumsuz, iflah olmaz bir ruhun var. öyle duvarların var ki senin bile aşmaya gücün yetmez ben zaten ezildim,kenara çekildim.
bir daha senle, tüm iyi kötü hislerinle karşılaşmak istemiyorum.
evvelden gücüm vardı o da umudumdan. sen bana seni sevme umudu verdiğini düşünüyor musun? vermedin. bendim onu oluşturan, niçin biliyor musun? bilmesen de olur. hissetmeyen bir kalp bilse de nafile.
sorsan çok seven, çok üzülen hep sensin.
ben zaten öyle hiçbir şey yapmadan durdum.
bak öyle şeyler derim ki hepsine hak verir, kendin tıpış tıpış defolup gidersin,nefret etme kendinden, kalbini parça pinçik etmiyim. aslında ben yapmam, senin 'seviyorum' dediğin kişiye hissettirdiklerin seni parçalar.
bak sabrediyorum, sınırımı zorlama, taşırma.
mutlu kal kendinle.
sen hiç gördün mü "gidiyorum." diyen birini. gidişler sessizdir, usuldur, kimse duymasın diye sessiz sessiz hıçkırıklara karışan bir gözyaşı gibidir.
giden gittiğini söylemez, onun yokluğu, gittiği derinden hissedilir. kalbe inen ince bir sızı gibidir. hatırladıkça yavaş yavaş kanar.
parmak ucumuzda oluşan kağıt kesiğinin sürekli hali misali.
ben ne dedim sana? "sen beni hak ettin de mi seni kaybedeceğim?"
her şey apaçık ama kabullenmek zor de mi? o da olur zamanla, neler olmadı ki?
inan ya da inanma ama içimde iyi kötü çok şey var ama benle kalsın.
uzatıp niçin tatlı canını sıkıyorsun? bi de sen gerçekten beni seviyor musun yoksa başka şeyler mi var? ya da sen böylesin. ben ama öyle değilim sen fark etmedin mi?
seni sevecek ruhumdaki mücadeleci ruh yoruldu, bitkin düştü, hırpalandı. görmedin mi? görmemişsin,belli.
sahi sen neyi gördün kendinden başka,yaptıklarından başka. ha bi de hep sana yetmeyen ve istediğin gibi olmayan yanlarımı gördün, sıkıca onlara sarıldın.
sen neden seni seven, değer veren, onca şey olurken kalbimdeki varlığını görmedin? tercih mi? galiba evet.
doyumsuz, iflah olmaz bir ruhun var. öyle duvarların var ki senin bile aşmaya gücün yetmez ben zaten ezildim,kenara çekildim.
bir daha senle, tüm iyi kötü hislerinle karşılaşmak istemiyorum.
evvelden gücüm vardı o da umudumdan. sen bana seni sevme umudu verdiğini düşünüyor musun? vermedin. bendim onu oluşturan, niçin biliyor musun? bilmesen de olur. hissetmeyen bir kalp bilse de nafile.
sorsan çok seven, çok üzülen hep sensin.
ben zaten öyle hiçbir şey yapmadan durdum.
bak öyle şeyler derim ki hepsine hak verir, kendin tıpış tıpış defolup gidersin,nefret etme kendinden, kalbini parça pinçik etmiyim. aslında ben yapmam, senin 'seviyorum' dediğin kişiye hissettirdiklerin seni parçalar.
bak sabrediyorum, sınırımı zorlama, taşırma.
mutlu kal kendinle.
devamını gör...
2393.
muhtemelen hepimiz tanrı'nın mutfağında dolanan hamam böceklerinden ibaretiz. o yüzden egolarımızın hiçbir değeri yok.
devamını gör...
2394.
bazen kendimi rüzgarda savrulan bir yaprak gibi hissediyorum.
bir boşluk içine süzülüyor ruhum.
kendimi bir yere ait hissetmiyorum
boş bir geçmiş ve gelmek bilmeyen bir son arasında yıpratıyorum kendimi.
bir boşluk içine süzülüyor ruhum.
kendimi bir yere ait hissetmiyorum
boş bir geçmiş ve gelmek bilmeyen bir son arasında yıpratıyorum kendimi.
devamını gör...
2395.
bazı düşünce kalıplarının kilitli olduğuna ve yaş aldıkça açıldığına inanıyorum ancak şu bazı karakteristik örüntülerin sonraki nesillere aktarımı çok mucizevi bi durum asla izini süremeyeceğin yekpare bağ ve sadece damarındaki kanın ortak olduğu insanlar ile bu derece bi ortaklık anlaşılır bi şey değil.
devamını gör...
2396.
kendimi iki şekilde tanımlıyorum. repliklerle ve replikalarla yaşamak. attığım her adımda izlediğim filmlerdeki replikler kafamın içinde dönüyor. attığım her adım yaşadığım tüm hayat kocaman bir replika, fake. "fake ulan bu sahte yani" bak gene yaptım.
devamını gör...
2397.
rüyamda yine ölüyordum.
sanırım 33 yıllık hayatımda sayısal olarak en çok ölürken gördüm kendimi rüyalarımda. hep başka başka şekillerde ölüyorum. aslında koşuşturmacalı, aksiyon filmi tandansında değil de ölümüm ile başlayıp sonraki süreci konu alan rüyalar oluyor bunlar genelde. o şiddetli, korkulu duygu durumunu hissettiğim... öldüm sanırım, lanet olsun duygusu ile yapmaya çalıştıklarım ve yapamadıklarım. o çaresizlik hissinin baskın olduğu, galiba rüya yerine beni hareketsiz kıldıkları için karabasan olarak değerlendirilmesi gereken bilinçaltı dışavurumları. dışa değil yaa içevurum galiba. rüya içevurum mudur? araştır!
dün gece ise kahramanımız ıslak zeminde genişçe bir viraja çok hızlı girip, aracı toparlayamayıp uçurumdan denize uçuyordu. aracın içinde çaresiz ama bir o kadar da sakince oturduğum ve boşlukta süzüldüğüm görüntü şu an bile gözümün önünde. acı yok, denize düştüğüm an yok. görüntü havada bir yerde kesiliyor ve sonrasında ben yüzükoyun bir vaziyette yumuşak ve hatta hareketli bir zeminden (bir su yatağı, hatta dev bir slime tabakası gibi düşünebilirsiniz) doğrulmaya çalışıyorum. ve elbette ki başaramıyorum. birçok şey geçiyor zihnimden. daha önceki rüyalarda olduğu gibi bir noktada bunun bir rüya olduğunu anlayıp (ve hatta umup) kendimi uyandırmaya çalışıyor ama onu da yapamıyorum.
birincisi ben ölmekten korkmuyorum. sanırım yani. nasıl yapabilir ki insan bunun sağlamasını? en azından bilincim yerindeyken ölümümü düşündüğümde bu beni korkutmuyor. bana bir çok şey düşündürüyor, hissettiriyor ama korkutmuyor. ikincisi gerçekten ölündüğünde sonrasında herhangi bir şey hissedileceğini de düşünmüyorum. yani... neden ölümümün rüyalarını gördüğümde asıl mevzunun "ölmedim ya, ölmüş olamam, lan, yoksa???" duygusu olduğunu anlayamıyorum haliyle. birkaç kez bahsini etmiştim, çok önemsemem rüyaları ben ama çok da uzun olmayan aralıklarla görmeye başladığım için son dönemlerde yeniden bu konulu rüyaları, bugün ister istemez düşündüm üzerinde.
ben galiba birilerinden ya da bir şeylerden yok oluşum fikrini reelize eden durumlar yaşadığımda bunu benden azade, kontrol edemediğim, başıma gelen ve içinden istesem de, çabalasam da çıkamadığım ve en nihayetinde çıkamayacağımı kabullendiğim bir son olarak içevuruyorum. rüyaların içeriğinin ölümün kendisiyle değil sonrasında bana yaşattıklarıyla ilgili olması da bu tespitimi güçlendiriyor. çünkü ben aslında olaylarla, kişilerle, durumlarla değil kendi duygu durumumla ilgilenirim hep günün sonunda. bencil olmadığını iddia eden ekseriyetten çoğunlukla az, kendini, varlığını anlamlı bulmaya yeter elde etme amacına hizmet etmek için ise çoğunlukla çok bencil olduğumdan galiba.
öyle.
sanırım 33 yıllık hayatımda sayısal olarak en çok ölürken gördüm kendimi rüyalarımda. hep başka başka şekillerde ölüyorum. aslında koşuşturmacalı, aksiyon filmi tandansında değil de ölümüm ile başlayıp sonraki süreci konu alan rüyalar oluyor bunlar genelde. o şiddetli, korkulu duygu durumunu hissettiğim... öldüm sanırım, lanet olsun duygusu ile yapmaya çalıştıklarım ve yapamadıklarım. o çaresizlik hissinin baskın olduğu, galiba rüya yerine beni hareketsiz kıldıkları için karabasan olarak değerlendirilmesi gereken bilinçaltı dışavurumları. dışa değil yaa içevurum galiba. rüya içevurum mudur? araştır!
dün gece ise kahramanımız ıslak zeminde genişçe bir viraja çok hızlı girip, aracı toparlayamayıp uçurumdan denize uçuyordu. aracın içinde çaresiz ama bir o kadar da sakince oturduğum ve boşlukta süzüldüğüm görüntü şu an bile gözümün önünde. acı yok, denize düştüğüm an yok. görüntü havada bir yerde kesiliyor ve sonrasında ben yüzükoyun bir vaziyette yumuşak ve hatta hareketli bir zeminden (bir su yatağı, hatta dev bir slime tabakası gibi düşünebilirsiniz) doğrulmaya çalışıyorum. ve elbette ki başaramıyorum. birçok şey geçiyor zihnimden. daha önceki rüyalarda olduğu gibi bir noktada bunun bir rüya olduğunu anlayıp (ve hatta umup) kendimi uyandırmaya çalışıyor ama onu da yapamıyorum.
birincisi ben ölmekten korkmuyorum. sanırım yani. nasıl yapabilir ki insan bunun sağlamasını? en azından bilincim yerindeyken ölümümü düşündüğümde bu beni korkutmuyor. bana bir çok şey düşündürüyor, hissettiriyor ama korkutmuyor. ikincisi gerçekten ölündüğünde sonrasında herhangi bir şey hissedileceğini de düşünmüyorum. yani... neden ölümümün rüyalarını gördüğümde asıl mevzunun "ölmedim ya, ölmüş olamam, lan, yoksa???" duygusu olduğunu anlayamıyorum haliyle. birkaç kez bahsini etmiştim, çok önemsemem rüyaları ben ama çok da uzun olmayan aralıklarla görmeye başladığım için son dönemlerde yeniden bu konulu rüyaları, bugün ister istemez düşündüm üzerinde.
ben galiba birilerinden ya da bir şeylerden yok oluşum fikrini reelize eden durumlar yaşadığımda bunu benden azade, kontrol edemediğim, başıma gelen ve içinden istesem de, çabalasam da çıkamadığım ve en nihayetinde çıkamayacağımı kabullendiğim bir son olarak içevuruyorum. rüyaların içeriğinin ölümün kendisiyle değil sonrasında bana yaşattıklarıyla ilgili olması da bu tespitimi güçlendiriyor. çünkü ben aslında olaylarla, kişilerle, durumlarla değil kendi duygu durumumla ilgilenirim hep günün sonunda. bencil olmadığını iddia eden ekseriyetten çoğunlukla az, kendini, varlığını anlamlı bulmaya yeter elde etme amacına hizmet etmek için ise çoğunlukla çok bencil olduğumdan galiba.
öyle.
devamını gör...
2398.
biraz sonra yazacağımı aslında özel bir başlık altında yazabilirdim. bunu yapmama sebebim hem konunun göreceliği hem de eşsiz göreceliliğinden kaynaklı sınırsız içeriğe sahip olması. konumuz hayat. ya da daha iyi bir ifadeyle yaşam. fakat bu metne girişmeden önce benliğim hakkında birkaç şey söylemek gerekli; ne de olsa benliğimi-
pek zeki yazarlar kendi hakkımda niçin çiziktireceğimi anlamıştır bile. buna sonra döneceğiz, dönmesek bile (dönmesem bile) yazının içsel diyalektiği bu sırrı açığa vuracaktır.
ayrıca üstte yazdığım yazıyı kesintiye uğratmayıp silip yazabilirdim. o an aklıma başka bir şey geldi, onu yazmak istedim.
özel bir başlık açabilirim galiba. düşünürüz bunu sonra...
p//
bu eserle birlikte tarkovski'yi ve o güzel offret'i de işin içine katmış olduk böylece.
yazı biraz uzun olacak ama hayat hakkında ufuk açıcı bilgiler paylaşacağıma inanıyorum. bunu hiçbir önemi olmayan (bunu diyerek kendini aşağılamayan) ve belki hayatınızda yeri olmayan bir kimse yapacak hanımlar, baylar. işin ironik tarafı da bu bir bakıma. ama anlatılanlar hep ironi içeriyor. sabrınızı daha fazla zorlamayayım.
size altmetni ve hatta metni daha iyi anlamanız için kendi hayatımdan bahsetmeyeceğim. en fazla birkaç akıtma yaparım içeriye.
ben uzun süre boyunca yeraltında kalmış, aslında bakarsanız bile bile kendini yeraltına kapamış, belki meczup ama yüce gönüllü olmaya çalışan merhametli bir meczup idim. en azından kendimi öyle tanımlardım (kendimi aşağıladığım da yoktu hanımlar, baylar). doğu felsefesinden etkilenmemin yanı sıra (özellikle budizm), batı felsefesinden de etkilendim. elbette... nihilizm limanına sürükledim benliğimi ve oradan çıkmak bilmedim. tanrı'yı öldürdüm. tanrıcılık oynamaya bayılan ben, tanrıya dönüştü sonunda. belki anlamıyorsunuz henüz dediklerimi, anlamayın. nietzschevari bir üsluptan kaçınmaya çalışıyorum şu anda. göksel buyruklar değil... zavallı, hayata küsmüş bir adamın tekrar tekrar ölüşü neticesinde ortaya çıkan fikirler bunlar. kabalık etmek istemem, af buyurun.
fakat bunu der demez de ne kadar arlanmaz bir insan olduğumu iliştirmeliyim buraya. hiç de sanıldığı gibi iyi bir kimse değilimdir. iyi bir kimse olmamamın sebebi ve aynı şekilde iyi bir kimse olmamın nedeniyse belli: iyi-kötü, doğru-yanlış gibi (istediğiniz kadar çoğaltın) kavramların (kavram kelimesi gülünç gelir bana) icat edilmesi. bunun antropolojik temellendirmelerini yapmayacağım. gerek yok. çünkü şunu söyleyeceğim:
antropoloji, evrim, psikoloji (felsefenin bir alt dalı olarak okunabileceğinin farkındayım psikolojinin, tam da bu yüzden evrimsel psikoloji, psikanaliz vs.yi dahil etmiyorum.), felsefe ve bilim (son ikisi daha kapsayıcıdır elbet) gerçekliklerimiz ile doğan bir bakıma hermetik kelimelerdir. olmazsa olmaz görülebilmelerine karşın aslında olmasalar da olacak şeylerdir... hakikat-sonracı bir tavır taslamak gibi bir niyetim de yok.
bugün, bilim dediğimiz olgu sayesinde bildiklerimizin yalnızca öğrendiklerimizle sınırlı olmadığını biliyoruz. bir bakıma sezginin, bilinçaltı duyuların ve düşünülemeyecek ve asla bilinemeyecek gerçeklerin de bildiklerimize dahil edilebileceğini savunabiliriz. bildiklerimiz derken bunun tanımını illaki tarif edilebilir şeyler olarak tasarlamıyorum, önemli bir nokta. bu bilgi de cepte.
karanlık kuyudan çıkmak için karanlık kuyuya inmiş olmak gerekir, diyeceğim. bizler, bilimimiz ve felsefemiz sayesinde, yani bilincimizle yahut aklımızla var olduk diğer canlılar aksine. ama bir karıncanın yahut bir memeli hayvanın bilincinin sırf bizler gibi "düşünemiyor" diye değersiz olduğunu söyleyebilir miyiz? birçok insan buna "evet" der. bunun tartışması bir kenara kalsın şimdilik ama benim cevabım hayır. bu, bir bakıma hümanizmanın yeniden var oluşu ve yok oluşudur hem. en azından savunum o yönde. fakat savunum, somut dünyanın soyut duvarları arasına sıkışmış kırıntılardan ibarettir.
dünyayı öyle görkemli inşa ettiğimizi savunuyoruz ki! bilimimiz ve felsefemiz adeta göksel bir buyruk sanki! bilim ve felsefe bu dünyayı anlama konusunda yararsız değildir belki fakat olmazsa olmaz da değildir. bir hayvan gibi yiyip içemediğimizin farkındayız artık (onların aksine düşünüyoruz biz, bunu da evrim yoluyla sağladık).
fakat tüm bunların haricinde bir gerçeklik olamaz mı? algımız, bu evrenle sınırlı ve bilincimizle çevreli. bilinçle çevreli algılarımızla sınırlı evrenin tek bir noktasına bakabiliyoruz yalnızca. bir kısmına bakarken tablonun, öteki kısmını inceleyemiyoruz. her kısmı bir başka isimlendirme ile inceliyoruz. evrim diyoruz, arkeoloji diyoruz, bilim! ve din! tanrıların doğuşundan bahsetmeyeceğim! onları nasıl öldürdüğümüzü ve yarattığımızı yahut nasıl tanrılara dönüştüğümüzden de! bunda korkutucu bir gerçek var gibi görünse de bir kulak verin: aslında kurtuluş daha yakında olabilir.
p//
dolayısıyla kısıtlı bakışımızın farkına varıp başımızı bakmakta olduğumuz tablodan çekmeliyiz. arkanıza bakın! hiçbir şey göremeyecekseniz eğer öncesinde baktığınız şeyin zaten ne anlamı kalır! başınızı çevirin! bakmayın bir kere de olsa! içgüdüleriniz sizi düşünmeye sevk edecektir fakat bunun da dışında, daha büyük bir gerçekliğe!
hiçlik diyorlar bazıları. hiçlik! bu, kısıtlı insan zihninin bir tanımlama girişidir yalnızca. tamam, hiç deyip de tanımlamaya girişebiliriz. hiç-lik olur. mantıksız değil. ama üstüne düşünüldükçe anlamı kaybolur bazı şeylerin. şeylerin... şeylerin... şeylerin... şeylerin!...
halen kelimelerle konuştuğumuzdan, yani hep baktığımız tabloyla aramızdaki iletişim ağıyla dinamikler kurduğumuzdan bazen susmak da gerekiyor. wittgenstein işte bu yüzden haklıydı.
diğer yandan... henüz bitirmedim.
şu sorulabilir: bu akıl yürütme de düşünceyle, algıyla yani tablonun bir neticesi olarak yapılmıyor mu?
evet. fakat kuyuya düşmüştük bir kere. istemsizce, nesiller, çağlar öncesinde. ben kendimi çıkarmaya çalışıyorum.
ayrıca bir sonuç daha var: düşünmeyelim demekle bu gerçekleşecek değil; önemli olan nokta huzuru ve hiçlik duygusunu yakalayabilmek, cehaletimizle ve sınırlı algımızla yüzleşebilmek. bundan sonra kurtuluşa ereceğizdir.
fakat farkındayım; dünya, bu sistem bizi düşünmeye itiyor. dengeyi sağlamak çok daha zor artık. yine de sağlanabilir. hayatta kalmaya yetecek kadar kendimize odaklanmalı önce ve kendimizi dinlemeliyiz.
bilmiyorum. geç bir vakitte yazıyorum ve uyku bastırdı. hiçbir şey bilmiyorum esasında. ve yazıyı düzenlemeden paylaşacağım. çünkü belki de... silinirse anlam kaybına uğrar. hem belki yazılar gerçekte böyle olmalıdır. benliğimi anlamanız için söylemek isteyip yanlış söylediklerimi de bilmelisinizdir. belki! bilmiyorum! bilmiyoruz! hiçbir zaman da bilemeyeceğiz! yaşasın!
pek zeki yazarlar kendi hakkımda niçin çiziktireceğimi anlamıştır bile. buna sonra döneceğiz, dönmesek bile (dönmesem bile) yazının içsel diyalektiği bu sırrı açığa vuracaktır.
ayrıca üstte yazdığım yazıyı kesintiye uğratmayıp silip yazabilirdim. o an aklıma başka bir şey geldi, onu yazmak istedim.
özel bir başlık açabilirim galiba. düşünürüz bunu sonra...
p//
bu eserle birlikte tarkovski'yi ve o güzel offret'i de işin içine katmış olduk böylece.
yazı biraz uzun olacak ama hayat hakkında ufuk açıcı bilgiler paylaşacağıma inanıyorum. bunu hiçbir önemi olmayan (bunu diyerek kendini aşağılamayan) ve belki hayatınızda yeri olmayan bir kimse yapacak hanımlar, baylar. işin ironik tarafı da bu bir bakıma. ama anlatılanlar hep ironi içeriyor. sabrınızı daha fazla zorlamayayım.
size altmetni ve hatta metni daha iyi anlamanız için kendi hayatımdan bahsetmeyeceğim. en fazla birkaç akıtma yaparım içeriye.
ben uzun süre boyunca yeraltında kalmış, aslında bakarsanız bile bile kendini yeraltına kapamış, belki meczup ama yüce gönüllü olmaya çalışan merhametli bir meczup idim. en azından kendimi öyle tanımlardım (kendimi aşağıladığım da yoktu hanımlar, baylar). doğu felsefesinden etkilenmemin yanı sıra (özellikle budizm), batı felsefesinden de etkilendim. elbette... nihilizm limanına sürükledim benliğimi ve oradan çıkmak bilmedim. tanrı'yı öldürdüm. tanrıcılık oynamaya bayılan ben, tanrıya dönüştü sonunda. belki anlamıyorsunuz henüz dediklerimi, anlamayın. nietzschevari bir üsluptan kaçınmaya çalışıyorum şu anda. göksel buyruklar değil... zavallı, hayata küsmüş bir adamın tekrar tekrar ölüşü neticesinde ortaya çıkan fikirler bunlar. kabalık etmek istemem, af buyurun.
fakat bunu der demez de ne kadar arlanmaz bir insan olduğumu iliştirmeliyim buraya. hiç de sanıldığı gibi iyi bir kimse değilimdir. iyi bir kimse olmamamın sebebi ve aynı şekilde iyi bir kimse olmamın nedeniyse belli: iyi-kötü, doğru-yanlış gibi (istediğiniz kadar çoğaltın) kavramların (kavram kelimesi gülünç gelir bana) icat edilmesi. bunun antropolojik temellendirmelerini yapmayacağım. gerek yok. çünkü şunu söyleyeceğim:
antropoloji, evrim, psikoloji (felsefenin bir alt dalı olarak okunabileceğinin farkındayım psikolojinin, tam da bu yüzden evrimsel psikoloji, psikanaliz vs.yi dahil etmiyorum.), felsefe ve bilim (son ikisi daha kapsayıcıdır elbet) gerçekliklerimiz ile doğan bir bakıma hermetik kelimelerdir. olmazsa olmaz görülebilmelerine karşın aslında olmasalar da olacak şeylerdir... hakikat-sonracı bir tavır taslamak gibi bir niyetim de yok.
bugün, bilim dediğimiz olgu sayesinde bildiklerimizin yalnızca öğrendiklerimizle sınırlı olmadığını biliyoruz. bir bakıma sezginin, bilinçaltı duyuların ve düşünülemeyecek ve asla bilinemeyecek gerçeklerin de bildiklerimize dahil edilebileceğini savunabiliriz. bildiklerimiz derken bunun tanımını illaki tarif edilebilir şeyler olarak tasarlamıyorum, önemli bir nokta. bu bilgi de cepte.
karanlık kuyudan çıkmak için karanlık kuyuya inmiş olmak gerekir, diyeceğim. bizler, bilimimiz ve felsefemiz sayesinde, yani bilincimizle yahut aklımızla var olduk diğer canlılar aksine. ama bir karıncanın yahut bir memeli hayvanın bilincinin sırf bizler gibi "düşünemiyor" diye değersiz olduğunu söyleyebilir miyiz? birçok insan buna "evet" der. bunun tartışması bir kenara kalsın şimdilik ama benim cevabım hayır. bu, bir bakıma hümanizmanın yeniden var oluşu ve yok oluşudur hem. en azından savunum o yönde. fakat savunum, somut dünyanın soyut duvarları arasına sıkışmış kırıntılardan ibarettir.
dünyayı öyle görkemli inşa ettiğimizi savunuyoruz ki! bilimimiz ve felsefemiz adeta göksel bir buyruk sanki! bilim ve felsefe bu dünyayı anlama konusunda yararsız değildir belki fakat olmazsa olmaz da değildir. bir hayvan gibi yiyip içemediğimizin farkındayız artık (onların aksine düşünüyoruz biz, bunu da evrim yoluyla sağladık).
fakat tüm bunların haricinde bir gerçeklik olamaz mı? algımız, bu evrenle sınırlı ve bilincimizle çevreli. bilinçle çevreli algılarımızla sınırlı evrenin tek bir noktasına bakabiliyoruz yalnızca. bir kısmına bakarken tablonun, öteki kısmını inceleyemiyoruz. her kısmı bir başka isimlendirme ile inceliyoruz. evrim diyoruz, arkeoloji diyoruz, bilim! ve din! tanrıların doğuşundan bahsetmeyeceğim! onları nasıl öldürdüğümüzü ve yarattığımızı yahut nasıl tanrılara dönüştüğümüzden de! bunda korkutucu bir gerçek var gibi görünse de bir kulak verin: aslında kurtuluş daha yakında olabilir.
p//
dolayısıyla kısıtlı bakışımızın farkına varıp başımızı bakmakta olduğumuz tablodan çekmeliyiz. arkanıza bakın! hiçbir şey göremeyecekseniz eğer öncesinde baktığınız şeyin zaten ne anlamı kalır! başınızı çevirin! bakmayın bir kere de olsa! içgüdüleriniz sizi düşünmeye sevk edecektir fakat bunun da dışında, daha büyük bir gerçekliğe!
hiçlik diyorlar bazıları. hiçlik! bu, kısıtlı insan zihninin bir tanımlama girişidir yalnızca. tamam, hiç deyip de tanımlamaya girişebiliriz. hiç-lik olur. mantıksız değil. ama üstüne düşünüldükçe anlamı kaybolur bazı şeylerin. şeylerin... şeylerin... şeylerin... şeylerin!...
halen kelimelerle konuştuğumuzdan, yani hep baktığımız tabloyla aramızdaki iletişim ağıyla dinamikler kurduğumuzdan bazen susmak da gerekiyor. wittgenstein işte bu yüzden haklıydı.
diğer yandan... henüz bitirmedim.
şu sorulabilir: bu akıl yürütme de düşünceyle, algıyla yani tablonun bir neticesi olarak yapılmıyor mu?
evet. fakat kuyuya düşmüştük bir kere. istemsizce, nesiller, çağlar öncesinde. ben kendimi çıkarmaya çalışıyorum.
ayrıca bir sonuç daha var: düşünmeyelim demekle bu gerçekleşecek değil; önemli olan nokta huzuru ve hiçlik duygusunu yakalayabilmek, cehaletimizle ve sınırlı algımızla yüzleşebilmek. bundan sonra kurtuluşa ereceğizdir.
fakat farkındayım; dünya, bu sistem bizi düşünmeye itiyor. dengeyi sağlamak çok daha zor artık. yine de sağlanabilir. hayatta kalmaya yetecek kadar kendimize odaklanmalı önce ve kendimizi dinlemeliyiz.
bilmiyorum. geç bir vakitte yazıyorum ve uyku bastırdı. hiçbir şey bilmiyorum esasında. ve yazıyı düzenlemeden paylaşacağım. çünkü belki de... silinirse anlam kaybına uğrar. hem belki yazılar gerçekte böyle olmalıdır. benliğimi anlamanız için söylemek isteyip yanlış söylediklerimi de bilmelisinizdir. belki! bilmiyorum! bilmiyoruz! hiçbir zaman da bilemeyeceğiz! yaşasın!
devamını gör...
2399.
kara lamalara has bir defter türünün olduğunu öğrendiğim başlık. kara lamalardan mı yapılıyor defter yoksa onlar yalnızca kullanıcısı mı bu defterin veya üreticileri mi şeklinde sorulara garkeden başlık. kara lamalar kimlerdir ve nerede yaşarlar sorularını da sordurtan başlık.
devamını gör...
2400.
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
31
32
33
34
35
36
37
38
39
40
41
42
43
44
45
46
47
48
49
50
51
52
53
54
55
56
57
58
59
60
61
62
63
64
65
66
67
68
69
70
71
72
73
74
75
76
77
78
79
80
81
82
83
84
85
86
87
88
89
90
91
92
93
94
95
96
97
98
99
100
101
102
103
104
105
106
107
108
109
110
111
112
113
114
115
116
117
118
119
120
121
122
123
124
125
126
127
128
129
130
131
132
133
134
135
136
137
138
139
140
141
142
143
144
145
146
147
148
149
150
151
152
153
154
155
156
157
158
159
160
161
162
163
164
165
166
167
168
169
170
171
172
173
174
175
176
177
178
179
180
181
182
183
184
185
186
187
188
189
190
191
192
193
194
195
196
197
198
199
200
201
202
203
204
205
206
207
208
209
210
211
212
213
214
215
216
217
218
219
220
221
222
223
224
225
226
227
228
229
230
231
232
233
234
235
236
237
238
239
240
241
242
243
244
245
246
247
248
249
250
251
252
253
254
255
"normal sözlük yazarlarının karalama defteri" ile benzer başlıklar
karalama
2