4961.
önce bu tanımı yazmışım #2694797 sonra da yaklaşık bir yıl önce ikinci tanımı girmişim #2904374. sözlükleri bu yüzden seviyorum. ne yazarsan yaz gitmiyor. insanın geçmişte hangi yazıyı nasıl bir ruh halinde yazdığı kabak gibi duruyor orada. bir kağıda yazsam bulamam. zaman tüneli misali.

mental sağlığımda pek değişen bir şey yok. sorunun temeli geçmişe duyduğum özlem. onun bilincindeyim. insan özlüyorum ben. o insanlara olan özlemim beni öyle bir içine çekti ki herkesten ve her şeyden uzaklaştım. belki de çevremdeki insanlar içinde bulunduğum ruh halinden dolayı benden uzaklaştı. bir adım geriye ben, bir adım geriye onlar. bilemiyorum ama ben bunun farkına çok geç vardım. bir yıl öncesine nazaran tamamen kendimi soyutladım. bir türlü çözmem lazım bu meseleyi.

son zamanlarda durduk yere geceleri uyanıyorum. sigara içip tekrar yatıyorum. ev içerisinde yaptığım en zevkli aktivite bu oldu. aklım hemen başka şeylere kaydığı için dizi-film izleyemez oldum. sadece belgesel izleyebiliyorum. eski keyif aldığım aktiviteleri geri kazanmam lazım. bana ve özellikle hayatıma zarar yazan bütün düşüncelerden kurtulmam lazım. lazım da lazım.

şimdi sigaram bitti ve yatıyorum. sabah günaydın sözlük başlığında şiirlerinizi okumak istiyorum. full kafein etkisi yaratıyor bende.

ortalama bir yıl sonra yine bu başlıkta görüşürüz. * * *
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...
4962.
taşıdığım bu kalp, vicdan artık bana ağır geliyor. sık sık ölümü düşünüyorum yeniden. artık fikir bile beyan edemiyorum. eskiden bkuyla kavga eden insandım. şimdi ise kavgayı geçtim kendimi bile açıklayamıyorum. sanki dünyadaki en yalnız kişi benmişim gibi geliyor. kendi hayatımda bile figüran gibiyim. çok yoruldum. her şeyden bıkkınlık ve tiksinti duyuyorum. eskiden yeni şeyler deneyebilirdim, yeni insanlar tanıyabilirdim. şimdi arkadaşlarımla ailemle var olanlarla bile iletişim kuramıyorum. insan sesine tahammül edemiyorum. artık yapabileceğim hiç bir şey kalmadığına her şeyi çok erken tüketip, kendimi çok hızlı yıprattığımı düşünüyorum. artık ölmek istiyorum.
devamını gör...
4963.
başlıklardan anladığım kadarıyla galiba hepten delirdik hayırlı olsun..
ama hepimiz cooluz aman he ödün vermeyin düşen burnunuz olsun
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...
4964.
gidip geliyorum.
olaylar arasında, insanlar arasında, yaşanan ve yaşanacaklar arasında
bilmiyorum, her şey tamam gibi görünse de değil.
neyin olmadığını da bilmiyorum.
özellikle gece saatlerinde beynime üşüşen her şeye garezim var.
her şey fazla yapay geliyor, gerçek yok gibi bir şey
sabah saçmaladığımı düşüneceğim, gece yine hak vereceğim.
devamını gör...
4965.
dış hatlardaki free shop gibi bir araftasın. hiç bir yere ait değilsin gibi.

yada şöyle anlatayım.

yaşamıyorsan zaten ölemiyorsun.
devamını gör...
4966.
#3385356

dostum bu hissiyatın geçici olduğunu, kurtulmak için biraz mücadele edip sonunda kurtulabileceğini bil. ölüm bir çözüm değil. hayatta kötü zamanlar kadar iyi zamanlar da oluyor. eski dönemlerini hatırlayıp şu andan iyi diye değerlendirebiliyor ve şu an daha kötü diyorsun. ama önümüzdeki süreçte eskisi gibi daha güzel dönemlere tekrar girebilirsin. insanın kendine verebileceği en büyük zarar kendinden umudu kesmektir. bu hayat, her insan gibi sadece bir defa yaşayabileceğin bir hayat. o yüzden seni ayağından aşağıya çeken her neyse, ailen, çevren, içinde bulunduğun ortam. bunlardan sıyrılıp istediğin hayatın peşinden koş.
devamını gör...
4967.
son bir kaç yıldır daha sorgulayıcı bir insan oldum,ama sadece öyle "ya nolcak bu ülkenin hali" * değil,hayata dair her türlü şeyi sorgular oldum bu bozulan sosyolojik yapıda insanların davranışları,tavırları,hareketleri ve geldikleri,içinde bulundukları bu durumları da sorgular oldum çünkü öyle gereksiz ve özünde saçma olan durumlara rastlıyorum ki söylenmemek elimde değil bu durumlardan çok iğrenir oldum bu toplum ve insan yapısından sıkıldım açıkçası.bunu sadece herhangi bir psikolojik rahatsızlık olarak da değerlendirmiyorum ama o da olabilir kendi sıkıntılarımız ve ülkede yaşananlardan dolayı hangimizin ruh hali dört dörtlük ki allah aşkına.

çoğu zaman "ya biz ne yaşıyoruz" "bunlar için mi uğraşıyoruz,didiniyoruz" modunda dolaşıyorum ve bu durumla ilgili çok söylenir oldum.
devamını gör...
4968.
yaşadığım ülkede ne kadar iğrenç şeyler oluyor ve artık midem kaldırmaz oldu. bir spor zevkimiz vardı onuda saolsunlar kulüp başkanları yöneticiler algılarla skandal açıklamalarıyla içine ettiler. bizim insanımızdaki en önemli eksik ahlak ve karakter. biz ne ara böyle olduk anlamıyorum. nenelerimizden, dedelerimizden ne güzel hikayeler dinlerdik. geleneklerimizle övünür gurur duyardık. şimdi ne oldu bu ülkenin insanına. sabah programları desen berbat. ahlaksızlığı haysiyetsizliği insanın gözüne gözüne sokuyorlar. eskiden dizilerde bir edep vardı. bırakin edebi edilen küfür bile seviyesizleştiki o bib sesi yerine küfür duysam yeminle daha iyi.
yahu biz gavura rezil oluyoruz. adamların tek eksiği kelime şahadet getirmemek. titanik gemisi batarken gemi kaptanı hata benim dedi ve onca filika varken gemiyi terk etmedi. titanicle beraber battı. izmit körfez köprüsü yapımında çalışan jepon mühendis halat koptu hata benim diye bileklerini keserek intihar etti bu ülkede. biz bunlara şahit olduk. sonra kartalkayada otel yandı. otel sahibi 78 ölüm ve içlerinde küçücük çocuklar varken personel dahil herkesi suçladı ve yüzsüzce kendisini savundu. insanlar birbiriyle sidik yarıştırıyor şuursuzca ve bunun sonu nereye varacak tahmin edemiyorum. siz bu hayatı kimin için yaşıyorsunuz kendiniz içinmi yoksa bu dünyaya dünyada kalacak şeyleri biriktirmek içinmi yaşıyorsunuz. sizin yaşantınız batsın. tepeden tırnağa herkesin dilinde yalan dolan vaatler yersen. iğrendim ve bu ülkeden nefret etmeye başladım.
devamını gör...
4969.
iç sesimizle kendimize hitap ederken dikkatli olmamız gerekiyormuş.

mesela kendimizle konuşurken -meli, -malı eklerinden uzak dur-malıymışız, ne bileyim bir sürü şey okudum hatırlaması çok yorucu geldi. içimden en son ne zaman kendime hitap ettim onu bile hatırlamıyorum, kendimi kendime hitap ederken nasıl yakalarım da kelimelerimi hizaya çekerim bilmiyorum. belki de o basit uğraşla, takip etme, kontrol etme çabasıyla alakalı bir kazançtır her ne kazanılacaksa. belki de safsatadır, anlamıyorum ki. daha doğrusu anlamak zorunda kalmamayı çok istiyorum; köpek gibi anlarım çünkü. son 2 haftada 2 kere sosyal medya hesaplarımı kapattım, sonra tekrar açtım. birilerine temas etmek istiyorum belli. yanımdaki yöremdekiler kesmiyor değil, başkaları da kesmiyor. aslında çok da temas etmek istemiyorum. yıllar olmuştu şunları hissetmeyeli, yani pek bir şey hissetmeyeli. anlamıyorum.

ne olup bittiğini bir yakalasam, denklemi kurar öteki tarafına ulaşırım ama ipin ucu nerede kaçtı bir türlü tespit edemiyorum. yolunda gitmeyen şeyler olsa bile yolunda gitmeyişleri gayet yolundaydı, yepyeni şeyler değildi. bazı şeyleri yaparken çok yoruluyorum, bazen "aa hiç yorulmuyorum bunu yaparken" diye mutlu olduğum anda geliyor, yaptığım neyse soğuyorum.

zamana bıraksam zaman de pürüzsüz, kaygan ve ta$akları olan bir nesne değil ki girip çıktığı yerde keyif yaratsın. zaten böyle bir keyfe de teşne değilim. benim dilim neler söylir. neyse, zaman bazen çok keskin, sipsivri dikenleri var. zaman bazen pamuktan çekilen pıtrak gibi temas ettiğinde biraz koparıyor. zamanla geçiyor ama zamanla geride pek bir şey kalmıyor. bazen.
devamını gör...
4970.
bayağı oldu girmeyeli buraya özlediniz mi beni gerçeği söyleyin. hastane,ev ve iş arası çok git gelim olduğundan ve kafamda cümleleri birleştirecek takat kalmadığından yazamadım bugün yazma sebebim uzun bir süre yokum. tedaviye yeniden başlayacağım. düşüncelerden kurtulmam gerekiyor. geçmiş gelecek bugün hepsi birbirine girdi. sağ salim çıkarım umarım şu çukurdan inşallah. neyse gençler ve büyüklerim hepiniz allaha emanet olun ve dualarınızı bekliyorum.
devamını gör...
4971.
babam uyudu, soba da sönmüştü. dışarı çıkıp yıldızlara baktım malum hava soğuk üşüyünce de girip sobayı tekrar yaktım. öylece oturuyorum, ışıkları kapattım sobadan alevler duvarlarda şekilleniyor. sessizliği bozan iki sebep var, ateşin çıtırtıları bir de çam ağaşlarının birbirine sürtünce çıkardığı sesler. ki onlar da o kadar uyum içinde ki insan bozan diyince kötü hissediyor kendini, neyse. bir animasyon filmi vardı onu izledim az önce şimdi de oradaki cümle dolanıp duruyor zihnimde "yapılan gerçek bir iyilik, başka bir iyiliği doğurur" şu cümleye saf tertemiz şekilde inanasım gelse de ciddi mânada istisnalarının olduğunu biliyorum ve canımı sıkıyor bunu biliyor oluşum. neden varsınız bilmiyorum ki ufak bir iyilik yapınca kırk yere haber salan, ihtiyacı olana iyilik yapmaya erinen müsveddeler. her neyse gereksiz yere yükselme yaşadın sanki sen her şeyi tam ölçüsünde yapıyorsun gibi. iyi geceler saygı değer sözlük yazarları buraya kadar okudunuz madem bir kaç müzik önerisi yazayım da ruh haline göre dinlemek isteyen varsa alsın. şad olup gülmedim neşet ertaş(mümkünse tarık kara'dan da dinlemelisin), serenade for string orchestra in e major, op. 22-tempo di valse, kangren saian, karbeyaz sertab erener, sitare furkan özdemir'den (şiir), hastalık hastası moliere (radyo tiyatrosu trt), konna netlaka fairuz, hikaye bitti çoktan kayra (saymayız bunu bidaha bekleriz)
devamını gör...
4972.
öncelikle benim aşağı yukarı 3 senelik ruh halim şöyle bir şey 10 üzerinden ,tabii hatırladığım kadarı oke çünkü oraları bende silik ama aşağı yukarı böyledir. her nokta 1 ayı temsil ediyor.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
yani kabaca söyle
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

diplerden gelince 6 bile gayet yüksek bir rakam. ayrıca son 3 aydır falan 6-8 arasında stabil olarak kalmam mükemmwk çünkü genelde kısa süreli 1-2 gün hatta bir kaç saat süren anormal mutluluk dışında bu değerleri görmüyorum ki o zaman o kısa süreli 8 falan oluyor du ve oradan anlık yukselis ve çakılış sağlıklı bir zihni işaret etmiyordu zaten.
simdi bir kaç aydır ruh halim güzel ve stabil olduğu ve depresyondan çıktığıma emin olduğum için artık 2. adıma geçmeye karar verdim, ufaktan beni zorlamayacak planlar yapıp onlara uymaya çalışacağım. şu sıralar hep evde olduğumdan hareket etmeyince vücut yatmak istiyor sürekli ama bu hafta üniversitede açılacağı için o hareketsizlik sorununu gidecek, buda daha beni dinç yapacak. buradan +1 gelecek
arkadaş olarak sosyallik ara vermiştik tatil diye, full evdeyim çünkü. onlar geri gelecek
bir +1 de buradan yeni derslerin heyecanı var +1 de buradan , işkur gençlik programı )ndanda olumlu süreç yaşarsam ordanda +1 gelir. bu +1 lerle birlikte zaten stabilde iyi giden ruh halimi daha yükseğe çekip o gazla birlikte 2. adımı halledeceğim. daha sonra tüm bunların başarınca, bunun gerçekliği ile 3. adıma geçerim. bir kaç yıllık ruh durumun şu şekilde aşağı yukarı
devamını gör...
4973.
bir süredir ruh halimle kanlı bir muharebe içerisindeyim. zaman zaman zafere yaklaşıyor gibi olsam da genel olarak bir mağlubiyete gebe olduğumu itiraf etmeliyim. bu harpten zaferle çıkmak pek mümkün gibi değil. zaten artık bir anlamı da yok. bu harpten sağ çıkmak önemli sadece. ayrıca bu savaşı da ben çıkarmadım. evet, bu savaş çıkmazdan çoook önce bu savaşın içinde olduğum anları düşündüm, ne yaparım, ne ederim, nasıl davranırım diye çok tahayyül ettim, evirip çevirdim kafamda. zaman zaman kibrimde boğulup buna hazır hissettiğim zamanlar da oldu ama yine de bu savaşta taraf olmayı asla istemedim. bir süre görmezden geldim. görmezden gelemediğim zamanlarda da dalgaya vurdum, duyanlara fazlasıyla ofansif gelen şakalar yaptım. bu şakalarla topluluk içinde ayakta durdum, eve dönüp kendimle baş başa kaldığımda ise utancımın ağırlığını taşıyamadı ayaklarım. yere yığıldım. anladım ki, her zaman olduğu gibi ilacımı, şifamı, avuntumu, tesellimi yazmakta arayıp bulacaktım. ya da bulamayacaktım da yalnızca aramak iyi gelecekti. şairin de dediği gibi:

‘’...ömür bitebilir yoldan önce ama yol, bir yere gitmez; o bir durma biçimidir…’’


izmir-antalya arasını karayolu ile arşınlamak suretiyle yorgun düşmüş bedenimi, ölüm uykusundan görece daha az derin seyreden başarılı bir sızma girişimini bertaraf edercesine gürültülü bir melodiyle sarsarak uyandırdığında telefonum; başucumdaki dijital göstergeli saatim 02:37’yi gösteriyordu 26 ocak’ı 27’sine bağlayan o soğuk kış gecesinde… insanlık tarihi boyunca böyle münasebetsiz saatlerde gelen telefonlar toplum nezdinde genellikle pek hayra yorulmadığından; anında akıntısına kapılıp kendimi bıraktığım endişe nehri, sonsuz bir ayılmanın eşiğine getirip çoktan bırakmıştı bile beni…

çocukluğumun en güzel yıllarını, kavga, dövüş, öfke, neşe, küfür, kıyamet ve daha nice duygu ve eylem içerisinde birlikte geçirdiğim arkadaşım çetin’in adını gördüm ekranda ve korkudan tir tir titreyen yüreğimi asla icabet edemeyeceğini bildiğim bir sükunete davet ederken cılız bir ‘’eyvah!’’ fısıldayabildim anca dudaklarımın arasından…

az önce ayılmanın eşiğinde beni bırakarak arkasını dönüp gittiğini zannettiğim o endişe nehri, çok kısa, çok ama çok kısa, kısa bile değil kısacık bir an içerisinde dev bir tsunamiye dönüşerek bütün vücudumu ele geçirdiğinde titreyen parmaklarımla ekranı kaydırıp yanıtladım çağrıyı:

-efendim?
-n’apıyorsun? yalnız mısın?
-hayır değilim, kime ne oldu?
-önce sakin ol, panik yapma, tane tane anlatacağım, bende kal lütfen…

dediği hiçbir şeyi yapamayacağımı o da biliyordu. sakin olabilmek için fazla geç bir saatti. panik yapmamak için çok çok ani bir aramaydı. bir an önce duymak istiyordum, bir an önce öğrenmek istiyordum. ama bir yandan da başka bir şey olsun istiyordum. bir meteor falan düşsün tam o an evimin çatısına, ben duyamadan öleyim falan istiyordum. duymazsam, öğrenmemiş olurum, öğrenmeyince de bir şey yapmam gerekmez… ölmekten daha güzel bir kaçış mı var? keşke tüm bahaneler ölüm kadar geçerli mazeret olabilseydiler. ölür giderim işte… böylelikle kaldıramayacağım bir yükü de omzuma yüklememiş olurdu o da… yine de belli etmedim, yalan söyledim:

-sakinim çetin, lütfen söyle, hangisi?
-annen… fenalaştı, ambulansla hastaneye getirdik. kalp krizi sanırım. ilk müdahaleyi yaptılar. merak etme, yoğun bakımda ama iyi olacak. paniklemeden gel. ben buradayım merak etme…

uyanmak için fazla erken bir saatti. ağlamak için de erkendi. ağlamamalıyım diye kendi kendime telkinlerde bulunarak terasa attım kendimi. ağlamamalıyım diye telkin ederken bir sigara sarmaya çalıştım… ağlamamalıyım diye telkin ederken beceremedim sarmayı… filtreyi düşürdüm önce, yeni bir filtre çıkardım. kağıdı sararken yırttım sonra, yeni bir kağıt çıkardım… ağlamamalıyım diye kendi kendime terapime devam ederken güç bela sardığım sigarayı ateşledim… ağlamamalıyım, sakin kalmalıyım derken uçak biletlerine baktım. ilk uçak 3 saat sonraydı. koşsam diye düşündüm önce. 690 km 3 saatten önce varılacak bir mesafe değildi. götümü de yırtsam daha hızlı gidemeyeceğimi sigara bitmeden anladım ve 3 saat sonraki istanbul seferine binerek anneme beni götürecek tarifeli uçağa bilet satın aldım..

bi’ çanta hazırladım. bir tshirt, bir kazak, eşofman, powerbank, kitap mitap ıvır zıvır bok püsür birkaç şey attım işte çantaya önce.. sonra giyindim. ben tüm bunları yaparken 3 dakika falan geçmişti. daha 1 saat 57 dakika vardı evden çıkmama… evde odalarla teras arasında gidip geldim bu bekleme süresince. oturup kalkıyordum. 690 km’ye uçaktan daha önce varabilir miydim diye düşünürken 6 km’sini falan evde yürüdüm sanıyorum… o ara online checkinn yaptım. kimliğimi falan kontrol ettim sonra. cüzdandaydı… eşimle konuştum biraz… daha doğrusu o konuştu, ben kafa salladım… ağlamamalıyım diyordum kendi içimden, eşim duymuyordu… merak etme, iyi olacak gibisinden bir şeyler söylüyordu, yarım yamalak duyuyordum, yarım yamalak duyduklarıma tam bir sükunetle yanıt veriyordum…

saat geldiğinde çantamı sırtıma alıp, basamakları gürültülü bir şekilde ikişer üçer atlayarak inerken merdivenleri, ossura ossura uyumakta olan komşularıma o an verdiğim geçici rahatsızlığı düşündüm bir an. çok istedim… o an ağlamamalıyım diye kendime telkinlerde bulunurken apartmandaki komşularımdan herhangi birinin ‘’bu ne gürültü be kardeşim’’ diye kapılarını aralayarak bana etmek üzere oldukları haklı sitemi okkalı bir küfre eşlik edecek şiddetli bir yumrukla savuşturabilmeyi çok arzuladım o an… olmadı…

taksiyi beklerken iki sigara daha sarıp içtim. ikinci bitmek üzereyken taksi yanaştı. izmariti çevre kirliliği için duyar kasan tüm duyarlı vatandaşların canını cehenneme yollarcasına umursamaz bir bıkkınlıkla yere atarak ön koltuğa yerleştim.

-havaalanı, iç hatlar…

x-ray’den geçerken, kapıyı ararken, kapıyı bulduğumda, kapıda uçağa alınmayı beklerken, uçağa alınmak üzere kontuarda kimlik ve bilet kontrolü yaptırırken, uçağa yürürken, uçağa binerken, uçuş ekibi hoş geldiniz derken, koltuğuma oturup kemerimi bağlarken, yanımdaki yolcunun henüz gelmediğini fark ederek kemerimi bağlamaktan vazgeçerken, gelen koltuk komşuma koltuğuna oturabilmesi için yol verirken, kemerimi bağlarken, hostesler gereğinden fazla ve samimiyetsiz güler yüzleri ile kollarını oraya buraya sallayarak acil çıkışları tarif ederken, uçak kalkmak üzere taksi yaparken, uçak kalktığında, uçuş boyunca, iniş hazırlığı yapılırken, uçak indiğinde, kısacası yol boyunca tek bir şey düşünüyordum:

‘’ne yapacağım şimdi?’’

diğer bir arkadaşım karşıladı havaalanında. birkaç hafta önce yeni doğan çocuğunu görmek için gittiğimde görüşmüştük yine. zaten ayrıldım ayrılalı bu s*ktiğimin şehrine geldiğim 5 seferin sadece biri hayırlı bir sebeptendi, o sebep de emir’in yeni doğan bebeğiydi. sağ olsun, çok darlamadı, oldum olası halden anlayan bir adamdı ama yine de hassasiyet gösterdi, sorularla yormadı, sesimin titrediği yerlerde kendini de beni de sessize aldı, hastanenin önüne geldiğimizde teşekkür edip arabasından indim…

kalp atışlarımız rotamızı belirlemiş de sözleşmişiz gibi hastane bahçesinde denk geldik kardeşimle. sarıldık, biraz uzun sürdü. onun bende benim de onda gördüğümden emin olduğum tanıdık bir ifade vardı ikimizde de… o da telkin ediyordu kendine:

‘’ağlamamalıyım…’’

gece 3’ten beri doğru dürüst bilgi alamadık hastaneden. kardeşim de alamadı, ben de alamadım. bu alamadığımız bilginin bünyemizde oluşturduğu bilgisizlikle ardımıza takılan cehalet, öfke katsayımızı artırırken tahammül eşiğimizi düşürmeye başlıyordu… alttan alta gelen tehlikenin farkındaydık ikimizde. her an ortalığı yangın yerine çevirip etrafımızda annemizden hariç kalan ne varsa yakıp, yıkıp, devirip, kırıp, sövüp sayıp ortalığın a*ına koyma isteği, annemin yaptığı kekler gibi kabarıyordu içimizde. hissediyorduk ama mahal vermemeye de özen gösteriyorduk.

hastanenin tüm personeli, hemşireler falan, bir gece önce tarihi ve metruk bir yerde toplanıp; kanlarını kocaman bronz bir kadehe latince bir şeyler (belki de tıp literatüründen şeyler de olabilir bilemiyorum) mırıldanarak akıtmışlar da kutsal bir yemini bozmamacasına etmişler gibi, hepsi birden ağız birliği yaparak sorduğumuz tüm sorulara aynı cevabı veriyorlardı:

‘’doktor bey geldiğinde sizleri bilgilendirecek…’’

en az 8 farklı ağızdan aynı cevabın çıktığını duymak, kardeşimle içimizde kopmak için fırsat kollayan fırtınanın dişlerini, bir kasabın kurban bayramlarında boğazlayacağı hayvanların kafasını kesmek için kullanacağı bıçakları itinayla bilemesi gibi biliyordu, yemin ederim… annemi ambulansla kaldırdıkları bu hastane, istanbul anadolu yakasında, ülkenin önde gelen cemaatlerinden birine ait olduğu toplum tarafından da bilinen, gayet uzun ve avrupai bir isimli, özel bir hastane. önce bu cemaat içinde büyümüş bir arkadaşımdan destek istedim bilgi almak adına… bu küfürsüzlükle yaşamanın, yaşadığını anlatmanın, kendini ifade etmenin çok da mümkün olmadığı canım ülkemde, araya birilerini sokmadan hakkın olanı bile alamamanın çok can sıkıcı bir şey olduğuna şahit olmak için çok doğru bir zaman değildi bizim için… nitekim hastanenin bağlı bulunduğu cemaatin maneviyatından da netice alamayınca tekrar pozitif bilime yöneldim...

babamın müşterisi bir prof. vardı, mustafa hoca… çanakkale mi balıkesir mi o taraflarda ciddi boyutlarda arazisi olan doktor emeklisi güzel bir adamdı. kocaman bir villası vardı, iç dış dekorasyonunu babamlar yapmıştı. oradan sıkı bir kanal bulabileceğimi hatırladım bir an. zaten hoca da eskiden bu hastanede çalışmış. onu soktuk araya, bize vermedikleri bilgiyi hocayla paylaştılar neyse ki, hoca da ara ara hem arayıp bilgi aldı, hem de aldığı bilgiyi bize iletti sağ olsun…

ilk gelen bilgi, peşinde o kadar koşmayı hak edecek türden, ödüllü ve bizi endişelerden, korkulardan arındırarak neşeli bir umuda yolculuk ettiren bir bilgi değildi ne yazık ki… ambulansta kalbi durmuş, döndürmüşler, yoğun bakımdaymış. 14:00 gibi ilgilenen doktor gelip, bize bilgi verecekmiş. görmek şimdilik mümkün değilmiş. beklemek dışında yapabileceğimiz bir şey yokmuş. beklerken dua etmek faydalı olabilirmiş. anneme değilse bile bize faydalı olabilirmiş. bunu o an birisi mi dedi, ben dediklerinden bunu mu anladım yoksa kimse demedi de kendi götümden mi uydurdum hatırlamıyorum… zaten dua da etmedim. benimki sitemdi sanırım. yalvarmaydı belki de… içimdeki kibir belki de sitem süsü veriyordu bilmiyorum… ama duadan sayılabilecekse o an için, bir tek bu sayılabilirdi gibime geliyor:

‘’alma onu bizden… şimdi değil… lütfen alma onu bizden…’’

yoğun bakımın girişinde, yoğun bakımla bizim aramızda kayar bir kapı var. önünde bekliyoruz kardeşimle… arada babama bakıyorum iyi mi diye, pek kendinde gibi değil, anlamamış gibi de... yorgun, uykusuz, ilk müdahaleyi o yapmış becerebildiği kadar, kalp masajı falan işte… korku gitmemiş yüzünden ama, konuşmuyoruz da pek… konuşmaya değil başka bir şeye ihtiyacımız var aslında, hepimiz biliyoruz… o da o kayar kapının ardında yatıyor işte… eş, dost, akraba falan geliyor teker teker, gitgide kalabalıklaşıyoruz hastane içerisinde. bazısı anlayışlı gelenlerin. sessiz sedasız paylaşıyor üzüntümüzü, kimisi sorularla darlıyor bizi, soru soranlar suçlu da hissettiriyor ister istemez… uzak olmasaydım diyorum istanbul’a… gitmeseydim bu şehirden daha farklı olur muydu acaba? belki de annemin kalbi üzüntüden kriz geçirmişti, ne malum?… belki de ben sebep oldum gibi şeyler düşünerek suçlamaya başladım kendimi… tüm bu suçlamaların arasında tekrarlamaya devam ettim yol boyunca tekrarladığım mantramı:

‘’ağlamamalıyım…’’

ilk gelen bilgi bizi hayal kırıklığına uğratınca, daha dışarıdan bilgi arayışına girmeye pek de heves kalmamıştı bizde. derken mustafa hoca’dan bir haber daha gelip bomba gibi düştü ortamıza, babamın ağzıyla…

‘’entübe etmişler…’’

fırtına yeterince biledi dişlerini içimizde… kardeşim artık dayanamadı… okkalı bir küfür savurdu ağzı dolu dolu, kayar kapıyı iki eliyle tutup hayvani bir dürtüyle iki yana açıp yoğun bakımın kayar kapısından içeriye daldı. ben de arkasından daldım… güç bela yakaladım, sağı solu duvarları bağıra çağıra yumruklarken… bizimle birlikte arkamızdan gelen manevi kardeşimiz can’a emanet ettim umut’u, hastane dışına çıkarıp sakinleştirmesini rica ettim. kıyameti kopmadan durdurmayı başardım şimdilik… kendi içimde kopan fırtınaya odaklanmamak, babam ve kardeşimle ilgilenmek, onları ayağa kaldırmak için elzemdi. buna tutundum…

umut daha sakinleşmiş bir halde yanıma geldi sonra. edemediği küfürler, bağıramadığı haykırışlar gözünde birikmiş, kan çanağı gözlerle geldi yanıma, bir müddet sonra da kayar kapı açıldı, hemşire göründü:

-menemşe çakmak’ın yakınları?
-biz oğullarıyız. kardeşimle birlikte girebilir miyiz?
-tabii, böyle gelin…

ağır ağır yürüyoruz hemşire ile birlikte, içeride bir kayar kapı daha varmış, az önce yaşanan hezeyanda fark etmemiştim. önünde durduk, kayar kapı açıldı, hemşireyi takip ettik. annemin bulunduğu bölüme girdik ve gördüm…

bembeyazdı. gözleri kapalı. gözaltları kararmış, dudakları mora çalıyordu. ağzından çıkan hortumlar, vücudundan çıkan kablolar sürekli ses çıkaran aletlere uzanıyordu. annemi ağlarken çok gördüm. annemi çok moralsizken gördüm. annemi çok öfkeliyken gördüm. annemi çok mutluyken gördüm. yaşım 36… hadi 8 yaşımdan beri aklım eriyor diyelim. 28 yılda annemin her halini gördüm, annemi çok iyi tanıyorum sanıyordum ben… oysa annemi hiç böyle görmemiştim… yol boyunca tekrarladığım mantram o an gelmedi aklıma:

‘’ağlamalı mıyım?’’

kardeşim ağlamaya başladı, içine içine… ses çıkarmadan ne kadar ağlayabilirse işte o kadar… ben dışıma ağladım biraz, yine de ses çıkarmadım. kardeşim daha da üzülmesin diye… anneme bakamıyordum. suçluymuşum gibi utanıyordum çünkü… baktıkça üşüyordum çünkü… evet annemi çok seviyorum ama üşümeyi hiç sevmiyorum, ve burası çok soğuk… sonra kardeşim… ağlamak istiyorum ama ağlayamam… epilepsisi var… ilacını aldığını söylüyor ama görüyorum, ağlarken atakları geliyor. vücuduna ara ara elektrik veriyorlar gibi… işkence gibi… kardeşim var diyorum… ağlama sakın… güçlü dur…

kardeşim oda dışına çıktı biraz. hemşire geldi tekrar… diğer hastalara göz gezdirdim annemin odasından görebildiğim kadarıyla. bir tek annem entübe edilmişti. nabzını gösteren monitörden ayıramıyorum gözlerimi, nabzı çok düşük… 40’ın üstüne çıkmıyor, 26’nın zaman zaman altına düşüyor, baktıkça endişeleniyor, endişelendikçe monitöre kitleniyorum. sordum hemşireye:

-neden entübe edildi? bir komplikasyon mu var yoksa rutin prosedür falan mı?

hemşire şaşkın bir ifadeyle baktı bana önce. sonra cevapladı:

-buraya getirildiğinde entübe edilmişti zaten…

dışarıdan alınan bilgi yanlıştı, eksikti, kusurluydu. belki de biz eksiktik bilgi değil. yeterince evladı olabilmiş miydik acaba? yeterince sevdik mi seni anne biz? yeterince sarıldık mı, öptük mü, kokladık mı seni? ben bunları düşünerek sessiz sessiz gözyaşı dökerken kardeşimin sesiyle irkildim:

-dönmeyecek değil mi abi? çıkamayacak değil mi annem bu odadan?

bazı cevaplar bazı sorulara gelmiyor. bazen sessiz kalmak yeterli bir cevaptır. bazen ne yaparsan yap yeterli gelmez. bazı sorular da cevap almak için sorulmaz. bu da öyle bir soruydu. benim verecek cevabım yoktu, zaten o da alacağı herhangi bir cevapla muhatap olmak istemeyecek kadar üzülüyordu… sessizliği bozan hemşire oldu:

-doktor bey bilgi vermek için sizi bekliyor.

doktoru görmek, birkaç dakika önce dönüşen içimdeki uçsuz bucaksız çölün kurak toprağına umut tohumları ekti önce, itiraf etmeliyim. elleri çok kuvvetli göründü gözüme. bu eller, azrailin pençesinden çekip kurtarabilirdi annemi diye düşünmekten alamadım kendimi. insan işte… bakmakla görmek arasında fark var mıydı bilmiyorum ama insan görmek istediğini de görebiliyor sanırım sıklıkla…

-geçmiş olsun, annenizin daha önce kalbi ile ilgili bir sorun var mıydı?
-kronik bir kalp rahatsızlığı yoktu ama iki kere spazm geçirmişti. damarlarının durumu uygun olmadığından stent takamamışlardı.
-başka kronik rahatsızlığı var mıydı?
-yüksek tansiyon, yüksek şeker… uzun zamandır insülin kullanıyor.
-ne zamandır insülin kullanıyor?
-9 yılı aşkın süredir, yüksek doz insülin alıyor. şekerini düşüremiyoruz yıllardır. 200’ler 180’ler normalimiz uzun zamandır…
-anlıyorum. çok mu sigara içiyor?
-günde 2 paketten fazla…
-uyguladığı bir diyet var mıydı?
-maalesef hocam, yeryüzünde herhangi bir insanın yapabileceği kötülükten çok daha fazlasını sürekli olarak kendisine yapıyor… geriye kalan zamanlarda da oturup bizim için endişeleniyor…
-anlıyorum. açık konuşacağım. annenizin kalbi çok yorgun, hastalık kalbe çok hasar vermiş. şu an cihaza bağlı olmasına rağmen kalbi düzgün çalışmıyor. uzun süreli insülin kullanımı damarlara da hasar verdiğinden müdahale edemiyoruz. zaten önceki kalp sorunlarında da bu yüzden stent takılamamış. ambulansla getirilirken kalbi durmuş, döndürmüşler. sonrasında yoğun bakımda ikinci kez kalbi durdu, uzman arkadaşım masajla geri döndürdü. özetle şöyle söylemeliyim; bir savaştayız. ama silahımız yok. silahımız olmadan yapabileceğimiz her şeyi yaptık. durumu kritik, bekleyeceğiz…

lokman hekim sözünü bitirir bitirmez kapkara bir gölge gelip çöktü aramıza… azrail’in pençesinden annemi çeker alır dediğim o kuvvetli elleri kesti attı bileklerinden. tek tek topladı içimdeki kurak araziye ektiği tohumları ekildiği yerden. önüme getirdi, bir yığın yaptı. hastanenin envanterinde kayıtlı saf alkollerden bir şişeyi boşalttı yığının üstüne, cebinden ucuz bir çakmak çıkardı ve yığını ateşe vermeden hemen önce yüzüme bakıp alay etti benimle…

doktor içeride ne söylediyse, kelime kelime aklımda. yoğun bakımın dışında bekleyen eşe dosta akrabaya onun kelimelerini onun tonlamasıyla, onun söylediği şekilde, onun nefes aldığı yerde nefes alıp, onun sustuğu yerde susarak, onun gibi anlattım. bu gibi durumlarda ezber cümleler kurmak terapi etkisi yapabiliyor, onu fark ettim son zamanlarda. düşünmek için zihnini kullanmak zorunda kalmamak tuhaf. zaten herkes aynı şeyleri soruyor hemen hemen, bazen sorulanı bile duymadan cevap veriyorsun. böylelikle hem konuşmuş oluyorsun, hem zihnini hiç kullanmadığın için konuşmamış gibi de oluyorsun aynı zamanda…

yoğun bakımda doktorla görüştükten sonra 45 dakika falan zaman geçti. o ara görüşmeden sonra kardeşim iyice dağıldı, yanımda eş dost akraba ile babam kaldı. yoğun bakım kapısının tam karşısında ellerimi kavuşturup gözlerimi kapıya dikip bekliyordum ki kapı açıldı. içeride az önce konuştuğumuz yerde doktoru gördüm uzakta, kayar kapı kapanmazdan hemen önce göz göze geldik. değişik bir yüz ifadesi vardı doktorun, yüzüme değil de içime baktı sanki… içime baktı ve fısıldadı, kayar kapı kapanırken doktorun nefesinin kulağımı yaladığına, doktorun sesini beynimin içinde duyduğuma yemin edebilirim.

-’’birazdan tekrar konuşacağız…’’

mağrur bir asker gibi postallarını vura vura ayak uçlarımdan saç diplerime kadar bir korku yürümeye başladı. o korku “sol!” “sol’” “sol, sağ sol!” diye diye her uygun adım vuruşunda, beynimin bir lobunu eziyordu kafamın içinde. buna benzer bir korkuyu en son şırnak’ta askerlik yaparken, ilk taciz yediğimizde hissetmiştim.

ve yine o benzer korku, o zaman da ecele fayda etmemişti…

bazı anlar vardır. o anlardan geriye bazen tek bir şey kalır. bir koku, bir tat, belki büfe üzerinde duran bir biblonun alaycı bakışı mesela… bende bir ses kaldı o andan geriye… dünya’da olup da, insana dair ne pislik varsa arkasında saklanan, açılır açılmaz alayını ortalığa saçıp da ortalık denen şeyin a*ına koymaya ant içmiş bir fermuarın sesi gibi kulak zarımın ırzına geçen o koduğumunun kayar kapısının sesi…

kapı açıldı. bir erkek sesi “menemşe çakmak’ın yakınları?” diye seslendi. ya da inledi, ya da bağırdı bilmiyorum… kardeşime bakındım, yoktu ortalıkta. ya da gözüme perde indi o an korkudan, bilemedim… babamla sese doğru usul usul yürüdük. ses yakından gelmişti aslında ama biz sese doğru çok uzun yürüdük. o kadar yürüdük ki sesi geçtik belki de fark edemedik. o kadar yürüdük ki ikimiz de yaşlandık o yolda…

az önce sese doğru yürüdüğümüz o yolda harcadığımız yılların, o ana kadar yaşadığımız yılların arasında, yaşadık demeyi en çok hak eden yıllar olduğunu kafamıza vura vura bize zorla kabul ettirmişler gibi boynumuzu bükerek geçtik doktorun karşısına…

babam, hastanın eşi olduğunu söyledi doktora. doktor ikiletmedi babama. önceki görüşmede oğlu olarak beni tanımıştı çünkü. bana söylediklerini aynı tonda, aynı hız ve sükunette tekrarladı sanırım babama. çünkü ben doktor konuya girer girmez söylediklerini dinlemeyi bıraktım. saatlerdir doktorun yaptığını ben de eşe dosta yaptığımdan, o ezberden yapılan konuşma bana oldukça tanıdık geldi… o kadar tanıdık kelime kalabalığının arasında doktor hayatım boyunca belki de yüz binlerce defa duyduğum bir kelimeyi telaffuz etti. ve o kelimenin tek başına böyle bir anlam barındırabileceği o güne kadar hiç aklıma gelmemişti…

-maalesef…

ilk defa duymuş gibi, sanki doktora bir daha söyletirsem o anlamı değişecekmiş gibi, doktorun zikrettiği kelimeyi sonuna soru işareti koyarak doktora iade etmeyi denedim:

-maalesef?
-…
-…
-başınız sağ olsun…

çok kısa bir kelimeydi. çok kısa, çok net… tüm hayatımızın özeti gibi bir kelimeydi… anneme sorsaydınız o gün, bana bir kelimeyle hayatını özetlesene menekşe, deseydiniz, maalesef derdi annem…

maalesef…

o gölge çıktı geldi yine… 1 saat önce ateşe verdiği tohumların küllerini eşeledi… bir avuç kül aldı eşelediği yerden. yumruk yaptı elini, külü sıktı avcunun içinde… sonra dikti gözlerini gözlerime o gölge. dümdüz bir karartıydı suratı, ama biliyorum, dikti gözlerini gözlerime. bir süre baktı bana öyle dik dik… sonra açtı avcunu, yumruk kadar, kıpkırmızı bir kor çıktı avcundan… gırtlağıma sarıldı insafsız gölge. nefesim kesildi. can havliyle açtım ağzımı. bıraktı o koru ağzımdan içeri ve tükürmeyeyim diye de diğer eliyle kapadı ağzımı. yutkundum. yutamadım, ağzım yandı… gözümden yaşlar geldi ikinciye yutkunurken, gırtlağıma yapıştı bu sefer, yutamadım. annemi görmek istiyordum, gırtlağıma yapışan kor, ses tellerimi yaktığından sesim çıkmadı, konuşamadım… babam hıçkıra hıçkıra ağlayarak boynuma sarılırken, ayakları daha fazla taşıyamadı bu yükü ve kollarıma yığıldı ben üçüncüye yutkunurken… yutamadım, yemek borumda kaldı kor, midem bulandı… canımı unuttum, canımı unutunca acısını da unuttum, insanı insan yapan şeylerden birisi de acıymış o gün anladım. acıyı unutunca ben insan olduğumu da unuttum. o an için koltuk değneği olmak aşırı mantıklı gelmişti bana. babama koltuk değneği oldum. onu taşımayan ayaklarına baş kaldırırcasına girdim kolunun altına, doktorun odasına götürüp oturttum… bir şey demek istiyordum babama. bir şey, onun işine yarayacak bir şey, belki ben buradayım gibi güven verecek bir şey, belki seni seviyorum gibi umut verecek bir şey, veremedim… sesim çıkmıyordu hala. babama veremediğim sesi, doktora verdim güç bela:

-görebilir miyim?

biri görebileceğime dair bir izin verdi sanırım. bilmiyorum. kimin verdiğini de bilmiyorum. yutamadığım kor içerden yakmaya başladı tüm organlarımı. yanan organlarımdan çıkan dumanlar gözümü kör etti, burnumun ucunu göremez oldum. önce odanın çıkışını bulamadım, sonra annemin odasını bulamadım. el açtım, yardım dilendim birinden:

“allah rızası için…” dedim.
“yardım edin… yolumu kaybettim, annemi arıyorum…”

gürültülü çalışan makinelerin olduğu odaya döndüm. makineler az önceki gibi gürültü çıkarmıyordu. görüşüm düzelmeye başladı odanın eşiğinde. önce artık eskisi kadar gürültülü çalışmayan makineleri gördüm, sonra annemi göremedim… annemi göremedim çünkü boylu boyunca uzanan beyaz bir örtü vardı hasta yatağı üstünde…

annem çok bunalır böyle şeylerden. darlanmaya gelemez. battaniyeyi, yorganı, nevresimi, işte insan üstüne örtülebilecek ne varsa hiçbirini kafasına kadar çekemezdi hiçbir zaman. bunalır, darlanır bilirim…

elimi uzattım önce örtüyü kaldırmak için, beceremedim uzanmayı, gitmedi elim geri çektim… yutkunmaya çalıştım, boğazımdaki ateş izin vermiyor, kendi tükürüğümde beni boğmaya çalışıyordu. ikinciye denedim şansımı örtüye uzanmak için, havaya kaldırdığım elimin titremesiyle yüzleşmek ağır geldi, yine beceremedim… hemşire hem beceriksizliğimi, korkaklığımı yüzüme vurmadan, hem de annemi incitmeden çekti aldı yüzünden örtüyü annemin…

yumru bir anda mideme düştü… yutkundum… kendi tükürüğümde boğulmaktan son anda kurtuldum. kurtulduğuma sevinemedim, bi’ hayli üzüldüm. shakespeare çok büyük bir hata yapmış, o an anladım. ölmek, ölene uyumakmış sadece…

mideme düşen kor ağır geldi ayaklarıma, ayaklarım taşıyamadı beni. yatağının dibine diz çöktüm ve sessizce ağladım… ben odadan çıkarken babam girdi odaya, benim kalktığım yere o diz çöküp ağladı… ben kardeşim aklıma gelince ağlamayı bıraktım. dışarıda içeriden haber bekleyen kalabalığa haber vermek üzere kapıya doğru yürürken, nasıl söylemem gerektiğini düşündüm önce. daha önce de yaşadım bunu. dedem pandemide öldüğünde, babasının öldüğünü anneme o zaman ben söylemiştim… bir evlat annesine böyle kötülük eder mi? ben etmiştim… düşünüyorum da, nasıl ki ben nam-ı diğer lokman hekim bize “maalesef” diyerek annemin ölüm haberini verdiğinde sanki annemi o öldürmüş gibi ondan nefret ettiysem; acaba annem de bana her baktığında, dedemi sanki ben öldürmüşüm gibi hissetmiş midir?

kayar kapı bir kez daha fermuar gibi açıldı, ve yeryüzünde güzele düşmanlık etmeye dair ne varsa, ortalığa saçıldı o aralıktan… herkes yüzüme bakıyordu, ben kafamı yerden kaldırmıyordum… hazırlıklıydım… ne diyeceğimi az önce doktordan öğrenmiştim çünkü. böyle bir şeyi öğrenmeden söyleyebilen yoktur zaten. sesimin titrememesi için dua ettim önce. sonra kafamı kaldırıp kalabalığa göz gezdirdim. kalabalığın yüzlerini seçemedim, kafamı kaldırır kaldırmaz gözlerim doldu çünkü. kafamı eğdim hızla hemen. kimse görmeden, hızlıca. görmüşlerdir belki de kafamı önce kaldırıp sonra eğdiğimi, bilemedim. biraz önce güvensiz aldığım nefesi verip, biraz daha fazla güvenli bir nefes aldım sonra. sesimin titrememesini diledim içimden. kafamı kaldırıp az önce öğrendiklerimi, öğrendiğim şekilde kalabalığa tatbik ettim:

-maalesef… başımız sağ olsun…

sesim titremedi. hiç. en az o doktor kadar soğuk çıkmıştı sesim. sesim titremedi… kardeşimle göz göze geldim. bacaklarım titredi, daha fazla taşıyamadı beni, yoğun bakımın kayar kapısının önüne yığıldım… yığıldım ama dağılamadım… babam benden çok önce dağıldı çünkü. kardeşim… kardeşim de dağıldı… ikisini kıskandım o an… bir abim olsa, ben de dağılabilirdim belki… dağılamadım… önce onları toplamalı, sonra ben dağılmalıydım… öyle de oldu, bayılan babamı ayıltıp acil müdahaleye aldırdım önce. sonra babamı kardeşlerine emanet edip kardeşimin yanına gitmek üzere oradan ayrıldım. kardeşimin hastane dışında olduğunu öğrenirken dayım geldi. dayıma kız kardeşinin öldüğü haberini verdim. dayımı aldığı haberle birlikte kızına emanet edip koşar adım kardeşimin yanına gittim. yanında durdum, ayağa kaldırdım, bir sigara yakıp ona verdim, bir sigara da ben yaktım. sigaram bitene kadar ağlamasını bekledim. sigaram bitti sonra. kardeşim ağlamaya devam ederken amcalarım emanete sahip çıktılar mı diye babamı kontrol etmeye gittim. sahip çıkabilecekleri kadar sahip çıkmışlardı şükür. babamı amcalarımla eve gönderdim. kardeşimi soran babama benimle olduğunu söyleyerek eve gidip toparlanabileceği kadar toparlanmasını söyledim. lütfen diye de ekledim. lütfen…

el ayak hastaneden çekilmeye başladı hızlıca… haberi alanlar azrail oralarda diye sanırım korktular, bilmiyorum. komik de gelmişti bu düşünce o an için, ama dışımdan gülemedim tabi. ama anneme yapsam bu şakayı, eminim gülerdi…

cenaze hizmetleri ile görüşme, gasilhane morgunu ayarlama, araç temini, iletişim, ölüm raporu vs. bir sürü evrak kürek işleri ile oyalandım 45 dakika. oyalanırken bir gözüm bir kulağım hep kardeşimdeydi. bıraktığım duvar dibinde dağılmaya devam ediyordu. cenaze aracının geleceğini, annemi alıp gasilhaneye götüreceğimizi falan hastaneye bildirdim. ölüm raporu çıktı o ara, hastane yakınlarında fotokopici olmadığından hastane personelinden rica ettim. ricamı kırmayıp istediğim kadar çekebileceklerini söylediler. bende istediğime utandırmayacak kadar 8-10 fotokopinin işimi göreceğini söyledim, yardımcı oldular…

annemi birkaç arkadaşımla hastane morgundan alıp gasilhane morguna bıraktıktan sonra dağılırım sanıyordum ama yine dağılamadım. cenaze aracı hastaneye ilk geldiğinde biraz kötü oldum evet, boş tabutu morga taşırken de ayaklarım geri geri gitti evet. bir yerde pusuya yatmış bir patlama seziyordum içimde. ha şimdi geldi, ha şimdi patlayacağım derken annemi morgda boş tabuta koyup gasilhaneye kadar patlayamadan geldim. gasilhaneden çıkıp eve gelirken yolda patladım patlayacağım derken, yine patlayamadan eve geldim. e ev ağzına kadar insan doluydu. çok gelen giden oldu, sağ olsunlar. zaten annem mahallede, eş dost akraba arasında çok fazla sevilen bir insandır. bunu bilirdik, sezerdik, hissederdik ama yine de böyle zamanlarda görmek biraz olsun iyi hissettiriyor insana. ya da insan iyi hissetmeye yer arıyor da olabilir böyle zamanlarda.

eve geldiğimde babamı da kardeşimi de biraz daha iyi gördüm. aha dedim azıcık toparladılar, artık dağılabilirim herhalde diye, yok ama, dağılamadım. bir sürü insan girip çıktı eve. bir sürü insan aynı şeyleri sordu. bir sürü insana aynı cevapları verdim. hatta yas evine gelip 2,5 saat inşaat konuşan bir akrabama bile katlandım o sırada, dağılamadım. öfkelenemedim. patlayamadım… gece çökmeden, eşim geldi. eşimin peşine baldızla bacanak geldi. onları görünce de dağılamadım. onlar da dağılırsa toparlayalım diye geldiler. ne onlar toparlayabildi, ne ben dağılabildim. gece uzun sürdü. uyku uyuyamadım. hesabıma göre o gün, gündüzden geceye 4 paket sigara içtim…

uyuyamayınca erken kalkmak gibi bir derdi olmuyor insanın. geceden iş paylaşımını yaptık. ben cenaze hizmetlerine gidip işlemleri yapacaktım. babamla kardeşim aile mezarlığımızın bağlı olduğu mezarlıklar müdürlüğünden memurları alıp kabristana götürerek mezar yerini hazırlayacaklardı… ben cenaze hizmetlerinden çıkıp gasilhaneye gidip annemi son yolculuğuna hazırlayacaktım. öyle de oldu… yakın arkadaşlarım beni gasilhanede yalnız bırakmadılar. yıkamadan sonra namaz vaktine kadar benimle birlikte tabutun başında beklediler. bu beklemeler sırasında birkaç damla gözyaşı ve böğrüme oturan fil dışında bende öyle kayda değer bir patlama yine olmadı…

namaz vaktine yakın, imamla birlikte cenaze aracıyla namazın kılınacağı camiye geldik. cami semt camisi, çok küçüktü ama mahşeri bir kalabalık vardı. sokağı kapattılar, avluya cemaat sığmayacağından caminin seyyar musalla taşını sokağa çıkardılar. annemin tabutunu üzerine koydular biz de kardeşim ve babamla taziye için tabut başında beklemeye başladık…

bu söyleyeceklerime gülmeyin lütfen. benim annem boydan oldukça kısa ve biraz da kilolu bir insandır. aslında biraz da değil baya kilolu bir insandır. ben günü gelmeden çok önce saçma sapan bir çok şeye sığır gibi oturup düşünüp kafa yorduğumdan, buna da çok kafa yormuştum vakti zamanında. kabre nasıl indireceğim, becerebilecek miyim, bilmem ne gibisinden. babam mesela tüy gibi bir adamdır. allah gecinden versin, onunla ilgili böyle bir endişem yoktu hiç, hani hiç yormadan yorulmadan efendi gibi üstüme düşeni yapabileceğimden eminim mesela. ama annemle ilgili böyle bir endişem kendimi bildim bileli hep vardı… tabutun başında içimize içimize ağlarken bir yandan da bunları düşünüyordum. yani o an için nasıl yaparım diye değil de, gününden önce bunları düşündüğüm anları düşünüyordum.

onlar görüyor, duyuyor, biliyor derler ya ölenin arkasından hep. annem de o düşüncelerimi duyuyor muydu acaba… eğer öyle ise vay halime… seneler sonra eline terliği aldırmışımdır muhakkak… bi’de çok takmazmış gibi yapardı kilosunu ama oğlu olarak böyle şeyler düşünmüş olmam umarım incitmemiştir onu… annemi incitmeyi hiç istemem. ölmüş olsa bile…

eski şirketimden yeni şirketimden arkadaşlarım yöneticilerim geldi cenazeye. o an bi’ küçük ferahlar gibi oldum aslında. çünkü o kalabalığı görünce annemi de kıskandım. bizleri de bu kadar seven olacak mı diye düşünüp sordum kendime. ilkokulda çok sevdiğim bir arkadaşım vardı gizem. o gelmişti mesela. hastanede bilgi alamazken dışarıdan destek veren mustafa hoca’da ordaydı. komşular, akrabalar, tüm ümraniye ordaydı sanırım. namazdan hemen önce bir şey sordum içimden anneme, cevabını bilmeyi de çok isterdim aslında…

“söylesene anne, bu insanların kaçına kahve falı bakmıştın acaba?”

endişe ettiğim gibi olmadı. kardeşimle birlikte hiç zorlanmadan kabrine indirdik annemi… sağına yatırıp altını toprakla besledim. kafasının altına da yastık gibi toprak yığdık. sonra kefenin üstündeki bezlerin düğümlerini çözdüm yavaş yavaş. düğümleri çözerken de yavaş yavaş veda ediyordum anneme. okunmuş toprak serpilirmiş kabre, o gün ilk defa duydum. gasilhane’de annemin akrabalarından biri, amcasının kızıydı yanılmıyorsam okunmuş toprakla zemzem suyu vermişti bana. toprağı kabre serpmemi, suyu da kefeninin üstüne dökmemi tembih etmişti 12 kere falan… ne dediyse yaptım…tahtalar dizildi üstüne sonra… kabirden yukarı çekerlerken beni toprak atmaya başlamışlardı.

mezarın ayak ucuna çöker vaziyet çömeldim. tuhaf bir his vardı içimde. hani böyle şey gibi… sanki annem beni o gün için yetiştirmiş de, yıllarca o gün için hazırladığı evladı, bekleneni yerine getirmiş gibi tuhaf bir görev bilinci gibi bi’şey. yani son görevimi yapmış olmanın gururu muydu, duygusu muydu ne bileyim öyle bir şey işte… tuhaf bir ferahlıktı ve hala patlayamamıştım…

sonra bi’şey oldu… atılacak toprak kalmadı, mezara son şekli verildi, önümde duran insanlar önümden çekildi ve kabrin son halini gördüm ben. önce burnum sızladı. kanayacak sandım, ara ara stresli zamanlarımda sık yaşıyorum bunu. burnum kanayacak zannettim. ayağa kalktım. ama gözlerimi mezardan alamıyorum… böyle ayaklarımın bağı çözülür gibi oldum, yalpa vurdum ayağa kalkınca… sonra tarık’ı gördüm. arkadaşım, kardeşim tarık… o’na doğru bir kaç adım attım mezardan… önünde durdum… arkama dönüp mezara bir daha baktım ve sonra tarık’a çatallı bir sesle şunu söyleyerek iki gündür pusuda bekleyen patlamayı yaşadım:

-oğlum… annem öldü lan benim… orda yatan… orda yatan, benim annem ha!
devamını gör...
4974.
şimdi ınstagram'da 2005-2008 yılları olduğunu düşündüğüm bir abla kardeş videosuna denk geldim. ardından günümüzdeki halleri yer alıyordu. ben de o yıllarda çocuktum. kardeşimle videodaki abla kardeş gibi şakalaşıyordum ve arkada çalan şarkı da o yıllara ışınlanmamı hızlandırdı. kokusunu bile aldım sanki o dönemin.

zapzayıf çelimsiz çirkin kız çocuğu olan ben ve kapri giymiş şakacı tavrıyla erkek kardeşim...

yaşlanıyor muyuz ? herşey eskiden mi güzeldi? yoksa bunlar tamamen ait olduğumuz ülkenin geldiği halden mi kaynaklı? daha 28 yaşındayım. 29 bile olmadım, olacağım. ne bu modlar ya hu? noluyor? ben daha iki yaz önce ilkokul son sınıf yazında otobüste kulaklıkla green day dinlemiyor muydum?
ben 2013 yılına gitmek ve orada kalmak istiyorum.
devamını gör...
4975.
şu tecavüz konusunu konuşmak gerçekten rahatsız etti beni.
gerçekten mağdur olan insanların izahını tam yapamadım.

neyse ben kapattım konuyu burada.

başbaşş.
devamını gör...
4976.
sanrılara kanmıştı yüzüm
şimdi ise sanrıların ötesindeki hüzünüm
gerçeğin, hiç bu kadar acıtacağını düşünemedim.
belki de bu yüzden yalanlara inandım
inancıma kandım
kalbim, binlerce yerinden kesilmiş gibi
sürekli kanarım
artık bunu da kabullendim
ölüyor inancım
ölüyor çocuksu sevgim
devamını gör...
4977.
"her yaşın ayrı bir güzelliği var." klişesine sığınarak buraya bir şeyler karalamak istiyorum müsaadenizle.* öncelikle, kendimde fark ettiğim bir saçmalık beni buraya, kürkçü dükkanına geri getirdi, oysa kafa iznine çıkmıştım ne güzel..* neyse, insanların hep aynı kalması gerektiğine dair katı düşüncelerim var sanki.* mesela, (bkz: funda eryiğit) çok sevdiğim bir oyuncu. 2013-2014 yıllarında yayınlanan (bkz: eski hikaye) dizisindeki türkan karakterine bayılıyorum, o zamanlar 29-30 yaşlarında. dün izlemeye başladığım (bkz: adsız aşıklar) dizisindeki hazal karakterini de sevdim. hani eski bir dostla uzun zaman sonra karşılaşmışım gibi sevindim ama dış görünüşünde beni rahatsız eden bir şey vardı. o eski 20'li yaşların getirdiği enerji artık onda yoktu. aslında bu çok normal bir durum çünkü artık 40 yaşında. peki zihnim, niye onu halen 20'li yaşlarındaki gibi görmek istiyor diye düşündüm. aslında benim bunu kendime de yaptığımı fark ettim, sanki hep o yaşlardaki gibi olmak zorundaymışım gibi bedenimdeki değişiklikleri kabullenmekte zorlanmışım hep. kendime bu konuda acımasızca davrandığım yetmemiş, bunu bir de etrafımdaki insanlar özelinde yapmışım.

tamam herkes güzel yaşlanmıyor, kimisi çok kilo alıyor, cildi bozuluyor vs. konumuz, o değil. kendini 40'lı yaşlardayken halen 20'li yaşlardaymış gibi görünmek zorunda olduğu tribine kaptıranlarla benim derdim. çünkü, bu tribin bende de var olduğunu fark etmek güç oldu ama geç olmasın.*

insanların yaşının insanı olması, yaşıyla barışık olması güzel bir şey bence. öyle 40-50'li yaşlara gelip ergenler gibi giyinenlerin kendini genç zannederken aslında komik göründüklerini düşünüyorum. kendimizi kandırmayalım arkadaşlar, hani genetik açıdan şanslı olup kendine iyi bakan insanlar hariç hemen hemen herkes, yaşını gösteriyor. göstermese bile, herkes anlamaz belki ama ben anlarım, anlıyorum çünkü takıkım bu konuya.* ayrıca, genç görünmek giyilen kıyafetten ziyade enerjiyle ilgili bir durum sanki. hani bas bas (bkz: aura) dedikleri zımbırtı.*
devamını gör...
4978.
sahibinden'den ucuza satın aldığım evdeki hayalet bile sıkıcı çıktı. oturuyoruz şimdi. dört sene önce koronadan ölmüş. tek yaşıyormuş. "korkutmayacak mısın beni" diye sordum. "insanları korkutamam ben, hepimiz bir ana-babadan olduk ağabey" dedi. atama bekliyormuş. tam atanacağı zaman, covid bulaşmış. eski besyocu. "bir yenge var mı bari" soruma da boş boş baktı, üzgün hayalet gözleri ile. kız arkadaşı da yokmuş. işe girip, köydeki ailesine maaşından para yollayacakmış. tipi de leş. "uçup kaçmıyor musun? iki hareket yapsan bari hocam, adrenalin olurdu pazar pazar" dedim. uçamıyor da, yürüyor sadece. dolabı açtı. bira da olmasına rağmen, ayrana uzandı eli. "bu mübarek de can suyu gibi maşallah, serinledim" dedi. şeffaf bedeninden ayranlar dökülüyor casper gibi. vurdum ben buna "sittir git lan dramana sokarım" diyerek. tekme attığım bacağım içinden geçti. ağladı, ben de üstelemedim. bence adrenalinli aşklar meja'yla başlar. hayalet arka sokaklar'a bakıyor şu an.
devamını gör...
4979.
248. sayfadan sevgilerle..
biraz yazmaya meyilliyim bu sabah.. günaydın, iyi akşamlar başlıklarında coşmaya gerek yok deyip buralara kadar geldim. bu başlık biraz depresiftir gereğinden fazla uzun yazılarla dolup taşmıştır ama hizmeti budur buranın. kendi kendine konuşmak yerine bir yerlerde yankılanmanı sağlar. mesela düşüncelerim tehlikelidir daha kontrolsüzdür ama o düşünceyi buraya yansıtmam biraz daha otokontrol getirir. biraz daha frenlemek adına yazmak eyleminin bazı anlarda daha doğru olduğunu düşünüyorum. ben de düşünme hastalığı var da. oraya, buraya, şuraya her yere düşünebilirim. bunun besleyici bir tarafı olduğunu söylüyorlar.. hayal dünyam gelişmiş falan e neye yaradı şimdi? kafamda çok kalabalık bir ekip var ve hepsi de kendimden.. bazen cesur ama çoğu zaman korkak, aşırı güvensiz birden fazla senaryo ile yaşamak gibi zorlayıcı.. bir çok şey varken kafada gerçeklerin yoruculuğu ile uğraşmak pek söz konusu olmuyor. tahammülsüzlük kapıları ardına kadar açılıyor. normalde konuşmasam bile duygularımı ifade eder bir şekilde mutsuz olduğumu belli ederdim. şimdilerde daha yırtıcı bir tutum izliyorum. rahatsız olduğum bir durumu haykırıyorum. baktım ki artık bir şeyleri ima etmek gibi bir vaktim yok. daha dürüst ve daha keskin hatta sınırlarımı haykırarak devam ettiğimi hissediyorum. bazen çatlak bazen dobra bazen dürüst oluyorum başka ağızlarda. başkaları ile artık bir derdim kalmadı aslında çok merak ettiğim hayatların bile berbat olduğunu idrak edebiliyorum. kendi içimde mutluluğu bulmaya çok adadım kendimi bu benim hayat amacım. hiçbir zaman birine bağlı olmadım, ufacık bir sevgi için kendimden ödün vermedim. çoğu zaman ukala da bulundum, hissizde. ama ben sağlam duyguların, tutkuları insanıyım bunu biliyorum. bana yetmeyecek olanı hisseder olay yerinden gizlice uzaklaşırım. uzaklaşmak, sınırları korumak bunlar benim uzmanlık alanlarım. ben hayır demeyi seviyorum. en çok eleştiriyi de buradan alıyorum. benim evet demeye ihtiyacım olduğunu düşünenler oluyor. akışına bırak olaylarla, insanlarla... çarpa çarpa öğreniyoruz.. hepimiz karakterlerimiz, seçimlerimiz ve tutumlarımızla sınanıyoruz. ben de kırılmayan kabuğumu birazcık ta olsa çatlatmaya, kendi sınırlarımı aşmaya çalışıyorum. belki de yapamayacağım belki de aydınlığın sızıntıları ile gözlerim kamaşacak bilemiyorum. ama hep derim benim sınavım kendimle... en sevdiğimde en öfkelendiğimde kendim... bana kendimi unutturacak bir durum ve insanla karşılaşmadım. o halde asıl sarsıntıyı kendi içimde yaşayacağım. yeniden doğuş, tamamlanma ve aydınlanma hadisesini yaşamak umuduyla...
sayfa bilmem kaç ve ben yine burada....
devamını gör...
4980.
ufak bi şey fark ettim gibi oldu. bilmiyorum doğru mu yoksa basit bi yanılmadan mı ibaret ama doğru olabileceğini düşünüyorum.

psikolojik eşiklerimiz var. bunalıyoruz, depresyona giriyoruz, bazen normalden biraz daha zor oluyor yaşamak. aklınızda hayatınıza son verme düşüncesi varsa bu eşiklerle ilginç bi ilgisi var.

birinci eşik var, ikinci var, üçüncü var derken diyelim ki altı tane eşik olsun. kendimizi kötü hissettiğimizde hayatımıza son verme düşüncesinin kuvveti birinci eşikten ikinciye doğru ilerliyor. o eşiğe ulaşmadan durumu atlatırsak, eşiğin başına dönüyor. fakat olur da o düşünce kuvveti ikinci eşiğe ulaşırsa, daha sonrasında kendinizi daha iyi hissetseniz bile kendinizi öldürme isteğiniz kendinizi kötü hissettiğiniz ama henüz birinci eşikte olduğunuz durumdan daha güçlü oluyor.

yani bence dördüncü eşikte depresyonda olmak, beşinci eşikte çok iyi hissetmekten bile daha iyi.

fark edersiniz, intiharın kararlaştıran insanlar son zamanlarında daha rahat ve mutlu gözüküyor. artık bir karar vermiş olmanın, hayatın iyi halinin bile zevk vermediğini görmüş olmanın sonucu bence. işte o nokta, altıncı eşiğin başı. altıncı eşikte depresyon yok, sadece huzur var.
devamını gör...

bu başlığa tanım girmek için olabilirsiniz.

zaten üye iseniz giriş yapabilirsiniz.

"normal sözlük yazarlarının karalama defteri" ile benzer başlıklar

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim