normal sözlük yazarlarının karalama defteri
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
31
32
33
34
35
36
37
38
39
40
41
42
43
44
45
46
47
48
49
50
51
52
53
54
55
56
57
58
59
60
61
62
63
64
65
66
67
68
69
70
71
72
73
74
75
76
77
78
79
80
81
82
83
84
85
86
87
88
89
90
91
92
93
94
95
96
97
98
99
100
101
102
103
104
105
106
107
108
109
110
111
112
113
114
115
116
117
118
119
120
121
122
123
124
125
126
127
128
129
130
131
132
133
134
135
136
137
138
139
140
141
142
143
144
145
146
147
148
149
150
151
152
153
154
155
156
157
158
159
160
161
162
163
164
165
166
167
168
169
170
171
172
173
174
175
176
177
178
179
180
181
182
183
184
185
186
187
188
189
190
191
192
193
194
195
196
197
198
199
200
201
202
203
204
205
206
207
208
209
210
211
212
213
214
215
216
217
218
219
220
221
222
223
224
225
226
227
228
229
230
231
232
233
234
235
236
237
238
239
240
241
242
243
244
245
246
247
248
249
250
251
252
253
254
255
256
257
258
259
260
başlık "makedonyalı" tarafından 08.11.2020 16:43 tarihinde açılmıştır.
261.
baykuş
uzun zaman önce canlılara güvenmeyi bırakmış bir kadın vardı.evinin camından bakarken bir baykuş gördü bir gün.baykuş kendine konacak bir yer arıyordu belli ki ama her konduğu yerden ya bir kedi ya bir köpek ya da haylaz bir çocuk yüzünden hemen uzaklaşmak zorunda kalıyordu.camdan onu ve çabasını izlerken kendini hatırladı kadın ne kadar da kendine benziyordu.bir türlü yer edinememişti o da kendine bu hayatta.baykuşa yardım etmeye karar verdi aniden,camının kenarına onun için bir yer bile yaptı hatta.baykuşun bu yeri bulması kolay olmadı,kadın baykuşun ilgisini çekmek için bir çok yol denedi ama olmadı.sonra bir gün kadın aşağı inip baykuşa anlatmak istedi yapmak istediği şeyi;ona yuva olmak istediğini.neden olmasın çoğu zaman hayvanlar daha iyi anlayabiliyordu insanları insanlardan neden anlamasın baykuş diye düşünüp durdu kadın.derken tüm cesaretini ve ümidini toplayarak yaklaştı kadın baykuşa.tam baykuş kadının onu kovalayacağını sanıp kaçacakken elindeki et parçasını gösterdi kadın ona ve tıpkı bir insanla konuşur gibi konuştu onunla,açıkça belirtti niyetini.baykuş eti görünce durdu ve yavaşça yaklaştı kadına tekinsiz bir şekilde eti alıp havalandı sonra.korktu kadın ama korkuyla beraber sıcacık bir duygu kapladı içini şefkatti bu,bağlamıştı ikisini ya da en azından kadını baykuşa.o olaydan sonra her gün cama et parçası koymaya başladı kadın.ilk günlerde yine dikkatini çekemese de sonraları başarılı oldu.baykuş artık onu görüyor cama gidiyor eti alıyor ve havalanıyordu.kadının asıl amacı yuva olmaktı ama baykuş hala güvenememişti kadına .sonra bir gün kadın uyandığında baykuşun camın kenarına tünediğini gördü dünyalar onun olmuştu,başarmıştı sonunda yuva olabilmiş,şefkatine karşılık bulabilmişti.artık yerleşmişti baykuş kadının dünyasına ,camının kenarına tünüyor kadının verdiği eti yiyiyordu.bu uzun bir süre böyle devam etti sonra bir gün kadın dokunmak,başını okşamak istedi baykuşun.ama beklediği gibi olmadı;baykuş az önce kendisine et veren eli tanıyamamış,şefkatine karşılık bir dokunuşu çok görmüş etini alıp uçuvermişti.üzüldü kadın.sonra kendini teselli etti ve baykuşu belki de olmayan senaryolarla haklı çıkardı.güya daha önce insanlar ona çok kötü davranmıştı ve baykuş bu yüzden güvenemiyordu.ertesi sabah yeniden baykuşu yerinde görünce rahatladı kadın.belki de pişmandı baykuş.bir parça eti alıp uzattı baykuşa ve seni anlıyorum geçmişte çok acı çekmiş olmalısın der gibi bakarak kapattı camı.günler böyle geçip gitti artık vazgeçilmezi olmuştu kadının baykuş,sürekli onu düşünüyor elini o yumuşacık tüylere değdireceği günün hayalini kuruyordu.neden olmasın diye düşündü hem belki iyice alışınca evin içine bile alabilirdi onu sonuçta uzun zamandır beraberlerdi ve kadının şefkatini ,bağılığını anlamış olmalıydı baykuş .kadın böyle düşüncelerle daldı o gece uykuya .ancak sabah hayal ettiği gibi olmadı ,baykuş yerindeydi evet ama başka bakıyordu sanki gözleri anlayamadı kadın önce sonra saatine bakınca et saatinin geçmesine bağladı durumu.acıkmıştır tabi diye düşündü mutfağa koşarken,aldığı et parçasını uzatırken özür diledi baykuştan anlamasını bekleyerek ama baykuş hareketlerindeki şefkati,mahcubiyeti anlamak bir yana dursun beklemedi bile bir hışımla eti alıp havalandı .o kadar sert ve hızlı olmuştu ki olay kadın parmağındaki acıyı hissedip kanı görünce anladı baykuşun onu yaraladığını.yanlışlıkla oldu diye düşündü üzüntüsünü gizlemeye çalışarak ve bundan sonra daha dikkatli olacağına et saatini kaçırmayacağına dair söz verdi uzaklarda havalanan baykuşa.artık alarm kuruyordu sabahları olaydan sonraki gün tam vaktinde vermesine rağmen yine aynı tepkiyi verdi baykuş nitekim öbür günde,öbür günde…kadının üzüntüsü gün geçtikçe artıyordu parmaklarındaki kesikler gibi.korkmaya başladı artık o çok sevdiği ,yuvası olmak istediği baykuşu bu muydu gerçekten sürekli onu yaralayan ve umursamadan aynını yapmaya devam eden bu baykuş onun şefkatle yaklaştığı baykuşu muydu?bir türlü aklı almıyordu olanları,bir şey yapmadığına emindi ona zarar verecek onu bu hale getirecek hiçbir şey yapmamıştı.artık uzaklaşıyordu git gide ondan korkuyordu da gitsin istiyordu.bir gün yaralı parmaklarına bakarken artık et vermezsem gider belki diye düşündü.öbür sabah et vermedi camın kenarına korkarak yaklaştı ve baktı baykuşuna ona yuva olmaya karar verdiği gün geldi aklına.baykuşta uzun uzun baktı ona ve havalandı birden gözden kayboluncaya kadar izledi baykuşunu kadın.planının başarılı olduğuna sevinemedi; baykuşunu kaybettiğine üzüldü,ağlamaya başladı.tam o sırada bir şey çarptı cama ve cam parçaları gözüne geldi kadının çarpan şey de yere ,evin içine düşmüştü ama kadın göremedi ne olduğunu.gözleri çok acıyordu gözlerinden akan kan gözyaşlarına karışmıştı ’’yardım edin!’’ çığlıklarıyla attı kendini dışarı.sesler duyduğunda hastanedeydi ama hiçbir şey göremiyordu.doktorun dediğine göre komşuları baygın halde getirmişlerdi onu buraya.gözleri cam parçaları yüzünden zarar görmüştü ve artık göremeyecekti.’’ağlamayın’’ dedi doktor ’’ gözyaşlarınız acınızın artmasına sebep olacak’’diye ekleyerek.bu bir kabus olmalı, her şey baykuşuma yaptığım kötülük yüzünden oldu diye düşündü kadın.onu kovmasa gitmesine izin vermese bunların hiçbiri olmayacaktı ona göre.tam bunları düşünürken aklına cama çarpan şey geldi ve doktora sordu.aldığı cevap kanını dondurdu baykuş çarpmıştı ve o sert çarpmanın etkisiyle oracıkta ölmüştü,olur şey değildi.kadın sonunda eve girebilmiş,benim bana alışırsa eve de alırım düşündüğüm baykuşum bir et parçası için kendini canından beni gözlerimden etti diye düşündü.hata etmişti kadın yine,yeniden güvenmişti ama bedeli çok ağır olmuştu bu defa gözleri yoktu,kördü artık vefasız menfaatçi bir baykuşa güvenmenin bedelini gözleriyle ödemişti..
baykuş yok oldu…
kadın güvenmeyi bıraktı..
bir hikaye daha mutsuz bitti..
uzun zaman önce canlılara güvenmeyi bırakmış bir kadın vardı.evinin camından bakarken bir baykuş gördü bir gün.baykuş kendine konacak bir yer arıyordu belli ki ama her konduğu yerden ya bir kedi ya bir köpek ya da haylaz bir çocuk yüzünden hemen uzaklaşmak zorunda kalıyordu.camdan onu ve çabasını izlerken kendini hatırladı kadın ne kadar da kendine benziyordu.bir türlü yer edinememişti o da kendine bu hayatta.baykuşa yardım etmeye karar verdi aniden,camının kenarına onun için bir yer bile yaptı hatta.baykuşun bu yeri bulması kolay olmadı,kadın baykuşun ilgisini çekmek için bir çok yol denedi ama olmadı.sonra bir gün kadın aşağı inip baykuşa anlatmak istedi yapmak istediği şeyi;ona yuva olmak istediğini.neden olmasın çoğu zaman hayvanlar daha iyi anlayabiliyordu insanları insanlardan neden anlamasın baykuş diye düşünüp durdu kadın.derken tüm cesaretini ve ümidini toplayarak yaklaştı kadın baykuşa.tam baykuş kadının onu kovalayacağını sanıp kaçacakken elindeki et parçasını gösterdi kadın ona ve tıpkı bir insanla konuşur gibi konuştu onunla,açıkça belirtti niyetini.baykuş eti görünce durdu ve yavaşça yaklaştı kadına tekinsiz bir şekilde eti alıp havalandı sonra.korktu kadın ama korkuyla beraber sıcacık bir duygu kapladı içini şefkatti bu,bağlamıştı ikisini ya da en azından kadını baykuşa.o olaydan sonra her gün cama et parçası koymaya başladı kadın.ilk günlerde yine dikkatini çekemese de sonraları başarılı oldu.baykuş artık onu görüyor cama gidiyor eti alıyor ve havalanıyordu.kadının asıl amacı yuva olmaktı ama baykuş hala güvenememişti kadına .sonra bir gün kadın uyandığında baykuşun camın kenarına tünediğini gördü dünyalar onun olmuştu,başarmıştı sonunda yuva olabilmiş,şefkatine karşılık bulabilmişti.artık yerleşmişti baykuş kadının dünyasına ,camının kenarına tünüyor kadının verdiği eti yiyiyordu.bu uzun bir süre böyle devam etti sonra bir gün kadın dokunmak,başını okşamak istedi baykuşun.ama beklediği gibi olmadı;baykuş az önce kendisine et veren eli tanıyamamış,şefkatine karşılık bir dokunuşu çok görmüş etini alıp uçuvermişti.üzüldü kadın.sonra kendini teselli etti ve baykuşu belki de olmayan senaryolarla haklı çıkardı.güya daha önce insanlar ona çok kötü davranmıştı ve baykuş bu yüzden güvenemiyordu.ertesi sabah yeniden baykuşu yerinde görünce rahatladı kadın.belki de pişmandı baykuş.bir parça eti alıp uzattı baykuşa ve seni anlıyorum geçmişte çok acı çekmiş olmalısın der gibi bakarak kapattı camı.günler böyle geçip gitti artık vazgeçilmezi olmuştu kadının baykuş,sürekli onu düşünüyor elini o yumuşacık tüylere değdireceği günün hayalini kuruyordu.neden olmasın diye düşündü hem belki iyice alışınca evin içine bile alabilirdi onu sonuçta uzun zamandır beraberlerdi ve kadının şefkatini ,bağılığını anlamış olmalıydı baykuş .kadın böyle düşüncelerle daldı o gece uykuya .ancak sabah hayal ettiği gibi olmadı ,baykuş yerindeydi evet ama başka bakıyordu sanki gözleri anlayamadı kadın önce sonra saatine bakınca et saatinin geçmesine bağladı durumu.acıkmıştır tabi diye düşündü mutfağa koşarken,aldığı et parçasını uzatırken özür diledi baykuştan anlamasını bekleyerek ama baykuş hareketlerindeki şefkati,mahcubiyeti anlamak bir yana dursun beklemedi bile bir hışımla eti alıp havalandı .o kadar sert ve hızlı olmuştu ki olay kadın parmağındaki acıyı hissedip kanı görünce anladı baykuşun onu yaraladığını.yanlışlıkla oldu diye düşündü üzüntüsünü gizlemeye çalışarak ve bundan sonra daha dikkatli olacağına et saatini kaçırmayacağına dair söz verdi uzaklarda havalanan baykuşa.artık alarm kuruyordu sabahları olaydan sonraki gün tam vaktinde vermesine rağmen yine aynı tepkiyi verdi baykuş nitekim öbür günde,öbür günde…kadının üzüntüsü gün geçtikçe artıyordu parmaklarındaki kesikler gibi.korkmaya başladı artık o çok sevdiği ,yuvası olmak istediği baykuşu bu muydu gerçekten sürekli onu yaralayan ve umursamadan aynını yapmaya devam eden bu baykuş onun şefkatle yaklaştığı baykuşu muydu?bir türlü aklı almıyordu olanları,bir şey yapmadığına emindi ona zarar verecek onu bu hale getirecek hiçbir şey yapmamıştı.artık uzaklaşıyordu git gide ondan korkuyordu da gitsin istiyordu.bir gün yaralı parmaklarına bakarken artık et vermezsem gider belki diye düşündü.öbür sabah et vermedi camın kenarına korkarak yaklaştı ve baktı baykuşuna ona yuva olmaya karar verdiği gün geldi aklına.baykuşta uzun uzun baktı ona ve havalandı birden gözden kayboluncaya kadar izledi baykuşunu kadın.planının başarılı olduğuna sevinemedi; baykuşunu kaybettiğine üzüldü,ağlamaya başladı.tam o sırada bir şey çarptı cama ve cam parçaları gözüne geldi kadının çarpan şey de yere ,evin içine düşmüştü ama kadın göremedi ne olduğunu.gözleri çok acıyordu gözlerinden akan kan gözyaşlarına karışmıştı ’’yardım edin!’’ çığlıklarıyla attı kendini dışarı.sesler duyduğunda hastanedeydi ama hiçbir şey göremiyordu.doktorun dediğine göre komşuları baygın halde getirmişlerdi onu buraya.gözleri cam parçaları yüzünden zarar görmüştü ve artık göremeyecekti.’’ağlamayın’’ dedi doktor ’’ gözyaşlarınız acınızın artmasına sebep olacak’’diye ekleyerek.bu bir kabus olmalı, her şey baykuşuma yaptığım kötülük yüzünden oldu diye düşündü kadın.onu kovmasa gitmesine izin vermese bunların hiçbiri olmayacaktı ona göre.tam bunları düşünürken aklına cama çarpan şey geldi ve doktora sordu.aldığı cevap kanını dondurdu baykuş çarpmıştı ve o sert çarpmanın etkisiyle oracıkta ölmüştü,olur şey değildi.kadın sonunda eve girebilmiş,benim bana alışırsa eve de alırım düşündüğüm baykuşum bir et parçası için kendini canından beni gözlerimden etti diye düşündü.hata etmişti kadın yine,yeniden güvenmişti ama bedeli çok ağır olmuştu bu defa gözleri yoktu,kördü artık vefasız menfaatçi bir baykuşa güvenmenin bedelini gözleriyle ödemişti..
baykuş yok oldu…
kadın güvenmeyi bıraktı..
bir hikaye daha mutsuz bitti..
devamını gör...
262.
günler vızır vızır geçiyor ve geri alamıyorum onları bu da beni üzüyor. takvim her baktığımda daha da ilerlemiş oluyor ve ona ayak uyduramıyorum artık . eskisi gibi motive olamıyorum hiçbir şeye ve düşünceye . içimde derin mülahazalar oluyor ve çoğunlukla kaybeden ben oluyorum . bir kişi kendisine sunabileceği değişimi yine kendisi sunabilir ve bunun yegane kaynağı da motivasyon bence . kaybettiğim ama eski dostumu, bir şeyi arıyorum ve içimde yeniden ortaya çıkmayı bekliyor. insanın biraz kendini dinlemesi lazım çünkü kendini yeniden motive edebilmek için gerekli. sevdiğim bir dostoyevski sözü şöyle der;aşkla yapılmış ölesiye bir çalışma, işte gerçek mutluluk. gerçek mutluluk içimizde ama mutsuzlukta sadece seçim bizim.
devamını gör...
263.
bugünkü hikayesi o kadar tanıdık, o kadar çarpıcı ki... durup saatlerce iç muhasebesi yapma ihtiyacı hissediyor insan. kimi hikayelerin tam da böyle, dozunda bir dille yüzümüze çarpılmasına, kulağımıza küpe olmasına çok ihtiyacımız var. onun da benim gibi özel mesajlarla arasının pek hoş olmadığını tahmin ederek buradan teşekkür etmek istedim sadece.
devamını gör...
264.
hayat bazen bunu ister. belki bundan kopamadım hiç senden
benzerliğimizden..
düşmemek için ne kadar çevik hareketlerimiz olsa da , hayat yakamızdan tutup aşağı çektiğinde tutunacak arayışımız olmaz .
kalkmamız gerekir tırnaklarımızı kirletmekten gocunmayız.
salmamız gereken anlar olduysa salacağız, inan bana buna ihtiyacımız varmış demekki.
bazen sadece tavanı izlemek ister insan. insanların yaptıklarından, kendi yaptıklarından, arkasındaki amacı anlayamadığı saçma davranışlardan .
benzerliğimizden..
düşmemek için ne kadar çevik hareketlerimiz olsa da , hayat yakamızdan tutup aşağı çektiğinde tutunacak arayışımız olmaz .
kalkmamız gerekir tırnaklarımızı kirletmekten gocunmayız.
salmamız gereken anlar olduysa salacağız, inan bana buna ihtiyacımız varmış demekki.
bazen sadece tavanı izlemek ister insan. insanların yaptıklarından, kendi yaptıklarından, arkasındaki amacı anlayamadığı saçma davranışlardan .
devamını gör...
265.
bugün çeyrek asrı biraz aştın diyorlar bana artık, amma ki yaşadın bir kelebeğe göre. oysa bana yaşamanın böyle ağrılı böyle sancılı böyle daima insanın boğazını düğümleyen bir yumruya dönüşeceği söylenseydi en başta, o ilk yarışı kazanmamak için takılacak bir tümsek yaratırdım kendime.
nankörlük ediyorsun güldüğün vakitlere, seni seven insanların sevgisine de. ailene de nankörlük ediyorsun, koynunda binbir güzellik yaşadığın o anların büyüsüne de. hepsini hepsini diyebilirsiniz bana. bu yazdıkların iki kahkaha arasından dökülen samimiyetsiz satırlardır, böyle de pislik bir adamsın, bunu da diyebilirsiniz.
hayatı sapa bir yokuşu acıyla tırmanmak diye niteliyorsam da size hak vermiyor değilim. güldüm, sevdim, sevildim, telefona elimi her uzatışımda, ucunda beni samimiyetle bekleyen birileri oldu. kahvemi yalnız içmek istemedimse bir yaren beni kucakladı, çay sohbeti çektiyse canım sofrasını açan nice dostlar da buldum. hepsine hepsine eyvallah, hepsine minnettarım.
ama işte hayat tüm bunlara rağmen insanın kalbini yorabilir, hırpalayabilir. insan bazı gece yarıları sarsılarak uyanabilir bunlara rağmen. insan bazı geceyarıları duvarları yumruklayabilir. insan bazı geceyarılarına sığmayarak kendini serin bir pencerenin kanatlarına bırakmak arzusu duyabilir. tüm bunları size anlatabilmeyi nasıl dilerdim. ancak siz beni bir kez anlayasınız diye bu tüm güzelliklerden vazgeçmemi dilerdiniz. siz bu tüm güzelliklere rağmen kalbimi daima bir yarayla tanımladığım için bana nankör bana iki yüzlü bana budala deyiniz.
her şeye rağmen iyi yaşadın uzatma diyorsunuz, duyuyorum. peki her şeye rağmen yaşamak, buna dair bir fikriniz var mı?
neyse kabul, illaki yaşadım, çalmadım ne kelebeklerin ne kuşların ömründen. illaki yaşadım evet, ancak her şeye rağmen. illaki anlayacaksınız, o gün kitapların arasından çıkararak toprağıma bir kelebek bırakınız.
nankörlük ediyorsun güldüğün vakitlere, seni seven insanların sevgisine de. ailene de nankörlük ediyorsun, koynunda binbir güzellik yaşadığın o anların büyüsüne de. hepsini hepsini diyebilirsiniz bana. bu yazdıkların iki kahkaha arasından dökülen samimiyetsiz satırlardır, böyle de pislik bir adamsın, bunu da diyebilirsiniz.
hayatı sapa bir yokuşu acıyla tırmanmak diye niteliyorsam da size hak vermiyor değilim. güldüm, sevdim, sevildim, telefona elimi her uzatışımda, ucunda beni samimiyetle bekleyen birileri oldu. kahvemi yalnız içmek istemedimse bir yaren beni kucakladı, çay sohbeti çektiyse canım sofrasını açan nice dostlar da buldum. hepsine hepsine eyvallah, hepsine minnettarım.
ama işte hayat tüm bunlara rağmen insanın kalbini yorabilir, hırpalayabilir. insan bazı gece yarıları sarsılarak uyanabilir bunlara rağmen. insan bazı geceyarıları duvarları yumruklayabilir. insan bazı geceyarılarına sığmayarak kendini serin bir pencerenin kanatlarına bırakmak arzusu duyabilir. tüm bunları size anlatabilmeyi nasıl dilerdim. ancak siz beni bir kez anlayasınız diye bu tüm güzelliklerden vazgeçmemi dilerdiniz. siz bu tüm güzelliklere rağmen kalbimi daima bir yarayla tanımladığım için bana nankör bana iki yüzlü bana budala deyiniz.
her şeye rağmen iyi yaşadın uzatma diyorsunuz, duyuyorum. peki her şeye rağmen yaşamak, buna dair bir fikriniz var mı?
neyse kabul, illaki yaşadım, çalmadım ne kelebeklerin ne kuşların ömründen. illaki yaşadım evet, ancak her şeye rağmen. illaki anlayacaksınız, o gün kitapların arasından çıkararak toprağıma bir kelebek bırakınız.
devamını gör...
266.
gitmekten kasıt
yeni bir dünya kurmayı kafasına koydu kadın.çünkü bu dünya ile ilgili ümitleri tükenmişti artık.ne dünyayı değiştirebiliyordu ne de kendini..tam aştığı zorluklara bakıp kendisiyle gurur duyacakken hep daha zor,daha yıkıcı olaylar geliyordu başına .en sonunda dünyanın ona oyun oynadığını düşünmeye başladı ve böyle düşünmeye başladığı günlerden birinde kendi için yeni bir dünya gibi çılgın bir fikri kafasına koydu.geceden bütün hazırlıklarını yaptı yeni dünyasının inşası için gerekli olabilecek her şeyi vardı;sevgi,saygı,hoşgörü,şükür,umut,vefa ,fedakarlık…hepsi.bütün hazırlıkların tamam olduğuna emin olunca uyumak için kafasını yastığa koydu.tüy gibi hafifti ve hemen daldı uykuya,güzel rüyalar görmeyi umuyordu.ama öyle olmadı bir ses duydu kime ait olduğunu bilmediği ama sanki çok da tanıdık bir sesti bu.ona dünyayı neden terk etmek istediğini sordu ses,sakin sakin anlattı olanı biteni bizimki.aynı ses bu defa bir şart koşuyordu ona yeni bir dünya kurabilmesi için.duyduklarına inanamadı önce ama içinde bir yerde sese itaat etmesi gerektiğini biliyor,hissediyordu.olmaz demeliydi yapamam ya da ama demedi,diyemedi ve uyandı.uyandığında olan bitenin bir rüya olduğunu anlayınca rahatladı.ama yine de düşünmeden edemedi sahi gerçekten de bir ses ona yeni bir dünya kurabilmesi için bu dünyayı yıkması,yok etmesi gerektiğini şart koşsaydı ne yapardı,hem nasıl yapardı ki bunu sonuçta bu dünya da yaşamaktan mutlu olan ve burayı seven bir çok insan vardı.yapabilir miydi kendi dünyasını kurabilmek için başkalarının dünyasını yıkabilir miydi,bu kadarını göze alabilir miydi? yaptı…artık yapamadığı ,tutunamadığı bu dünya ile bütün bağını kesip gitti kadın.ardında bıraktığı herkesten bir şeyler de almıştı hem.tıpkı sesin ondan istediği gibi bunları yaparak yıkmıştı bu dünyayı,yok etmişti…kiminin hayatında saygı demekti kadın kiminin sevgi,kedisinin hayatında şefkat,yaşlı komşu teyzenin hayatında merhamet,iş arkadaşlarının hayatında fedakarlık demekti,bakkal amcanın hayatında umut demekti insanların iyi olabileceğine dair umut…ama aldı herkesten tüm bunları verdiği gibi..bu dünyayla bağını kesebilmesinin tek yolu buydu ve yaptı kadın tek ve en büyük bencilliğini yaptı ve gitti.
yeni bir dünya kurmayı kafasına koydu kadın.çünkü bu dünya ile ilgili ümitleri tükenmişti artık.ne dünyayı değiştirebiliyordu ne de kendini..tam aştığı zorluklara bakıp kendisiyle gurur duyacakken hep daha zor,daha yıkıcı olaylar geliyordu başına .en sonunda dünyanın ona oyun oynadığını düşünmeye başladı ve böyle düşünmeye başladığı günlerden birinde kendi için yeni bir dünya gibi çılgın bir fikri kafasına koydu.geceden bütün hazırlıklarını yaptı yeni dünyasının inşası için gerekli olabilecek her şeyi vardı;sevgi,saygı,hoşgörü,şükür,umut,vefa ,fedakarlık…hepsi.bütün hazırlıkların tamam olduğuna emin olunca uyumak için kafasını yastığa koydu.tüy gibi hafifti ve hemen daldı uykuya,güzel rüyalar görmeyi umuyordu.ama öyle olmadı bir ses duydu kime ait olduğunu bilmediği ama sanki çok da tanıdık bir sesti bu.ona dünyayı neden terk etmek istediğini sordu ses,sakin sakin anlattı olanı biteni bizimki.aynı ses bu defa bir şart koşuyordu ona yeni bir dünya kurabilmesi için.duyduklarına inanamadı önce ama içinde bir yerde sese itaat etmesi gerektiğini biliyor,hissediyordu.olmaz demeliydi yapamam ya da ama demedi,diyemedi ve uyandı.uyandığında olan bitenin bir rüya olduğunu anlayınca rahatladı.ama yine de düşünmeden edemedi sahi gerçekten de bir ses ona yeni bir dünya kurabilmesi için bu dünyayı yıkması,yok etmesi gerektiğini şart koşsaydı ne yapardı,hem nasıl yapardı ki bunu sonuçta bu dünya da yaşamaktan mutlu olan ve burayı seven bir çok insan vardı.yapabilir miydi kendi dünyasını kurabilmek için başkalarının dünyasını yıkabilir miydi,bu kadarını göze alabilir miydi? yaptı…artık yapamadığı ,tutunamadığı bu dünya ile bütün bağını kesip gitti kadın.ardında bıraktığı herkesten bir şeyler de almıştı hem.tıpkı sesin ondan istediği gibi bunları yaparak yıkmıştı bu dünyayı,yok etmişti…kiminin hayatında saygı demekti kadın kiminin sevgi,kedisinin hayatında şefkat,yaşlı komşu teyzenin hayatında merhamet,iş arkadaşlarının hayatında fedakarlık demekti,bakkal amcanın hayatında umut demekti insanların iyi olabileceğine dair umut…ama aldı herkesten tüm bunları verdiği gibi..bu dünyayla bağını kesebilmesinin tek yolu buydu ve yaptı kadın tek ve en büyük bencilliğini yaptı ve gitti.
devamını gör...
267.
hayata tutunmamı sağlayan son bir iki dalım kaldı sözlük. onlar da olmasa cidden kendimi kaybederim. benim için çok değerli son birkaç dal.. artık zor geliyor. tek benim derdim yok evet. tek mutsuz olan ben değilim belki. ama bir amacım, bir önemim yok bu hayatta. boşlukta savrulup duruyorum acımasızca geçen günlerin ardından. bilmiyorum.. bir güne pozitif başlasam illaki bir olumsuzluk çıkıyor. ne kadar gereksiz olduğumu anlıyorum. hayatımda geçen yaklaşık yirmi sene beni bu kadar umutsuz bir hale getirdiyse bundan sonranın güzel olacağına dair inancım da kalmıyor artık. neyi atlattım bitti desem başka bir acı gerçekle yüzleşiyorum. ağır geliyor, kaldıramıyorum. umarım tutunduklarım hep yanımda olurlar sözlük.. yoksa ben ayakta duramam. o kadar güçsüzüm işte. içimde bir yerlerde ufak bir umut parçası var ama bunca karamsarlığıma rağmen biliyorum. o da birkaç kişi sayesinde.
umut sözlük, umut..
umut sözlük, umut..
devamını gör...
268.
sanırım içten içe deliriyorum. hem sadece içten mi, dıştan da büsbütün sapıttım. bu sabah alarmı ben uyandırmışım, haberim yok. yarım saat bağırdı. tiz sesi hala kulaklarımı çınlatıyor. belki de takvime beni kötülüyordur. onunla da aramız limoni. günleri karıştırıp duruyormuşum. benim suçum mu şimdi hatırlayamamak. günden güne fark etmiyor ki yaşamak.
şahsıma ait yazıdan küçük bir kesit. devamı için link aşağıda.
buradan
şahsıma ait yazıdan küçük bir kesit. devamı için link aşağıda.
buradan
devamını gör...
269.
başka bir başlığa yazmıştım ama yok, hiçbir başlık altına gelmiyor düşüncelerim. en iyi karalama defterine gider. çok üzgünüm bu gece. sizinle dertleşesim var. yine uzun olacak. şu hayatımda hiçbir şeyi kısa kesemedim ki zaten.
sevdayı anlatan çok şarkı dinledim ben. jale'nin sevdam acıyor'undan gülden karaböceğin sevsen ne olurdu'suna, bergen'inden emre aydın'ına kadar. hepsinin yeri bende farklıdır, inci gibidirler benim için. lakin bir şarkıyı dinledikçe sizin üzerinizdeki etkisini kaybeder. başlarda şarkıdan alacağınız haz, daha onu dinlemeden başlardı. sonra yavaş yavaş terk eder sizi; hislerinizi yeterince kabartmıştır ve görevini yapmıştır. daha önemsiz olur, listede aşağılara gider. arada açıp anarsınız ama hiç o ilk dinlediğiniz gibi tüylerinizi ürpertmez, yüreğinizi titretmez.
benim bir şarkım vardı. çok özeldi benim için. ben bu olayı bildiğim için de bu şarkıyı çok nadir dinlerdim. çünkü zamanında gerçekten sevmiş olanlar bilirler ki; bir zaman sonra o insanı hatırlarken yüreğinizde hissettiğiniz sızıyı bile özler duruma gelirsiniz. hissizleşmek, insanda peydah olan dünyanın en kötü halidir. ben bu hali hiç sevemedim. sevgisizliği, sevmesizliği hiç sevemedim. daha erken zamanlarda, tüm biralarımı devirecek şarkılar bulmakta mahir olduğum zamanlarda birçoğunu tüketmeyi başarmıştım. pek az şarkı beni heyecanlandırıyordu artık, saçma, anlamsız şarkılar dinlemekten de hiç haz etmediğimden müzik tarzımı değiştirmiştim. doğrusu "sen yorulmuş bi kızsın, madem seni çok istiyolardı öylece ortaya koymasalardı" gibi sözleriyle "sıcak su bardağı çatlatır" gibi boktan grupları sevmiyordum. bunları sevenin de kendisine saygısı yoktur zaten. "gül bahara güz düşmüş gibi, mor dağlara kış vurmuş gibi yüreciğim taş olmuş gibi" diyen sanatçılardan "seni aldım bikere vermicem" noktasına asla gelemezdim, böyle saygısızlıkları tolere edebilmek için yeterince genç hissetmiyordum kendimi.
neyse, yıllar sonra cüneyt ergün'ün "bilinmeyen saat uygulaması" diye bir şarkı çalındı kulağıma. bir yerde duydum, hemen kulaklarımdan kalbime bir yol açıldığını hissettim. adeta cengiz holding şantiyeyi kurmuştu vücuduma; "bu adamın a.na koyacağız" diyordu. ben de hemen şarkıyı bulup kaydettim. iki kere dinledikten sonra şarkıyı sakladım. özel günlerde, ortam kurduğumda, masaya bir yetmişlik açıldığında hala kalbimin olduğunu hissetmek için, birileri sevgilerini masaya yatırdıklarında yalnız hissetmemek için dinliyordum. bir kezdi. dört dakika kırk sekiz saniye bana yetiyordu. azla yetinmeyi bilenler için yeter de artar bile. son zamanlarda dinleyecek hiç şarkı bulamaz oldum. iş yoğunluğu, radyo gibi alışkanlıklarımın olmaması falan derken de iyice hiçliğe doğru yol almaya başlamıştım yeniden. dedim bir açayım şu şarkıyı. çıktım balkona, yaktım sigaramı ve dinlemeye başladım: "seni bir saat ileri almışlar, beni bir saat geri"
tabularımız vardır; bastırdıkça bizi zehirleyen tutkularımız vardır. bunları tutan bir eşik vardır. o eşiği bir kez aşarsanız, bir daha asla o çizgiden geri adım atmazsınız. sizi tanıyan insanlar bu eşiği aştığınızı görür ve "sen çok değiştin" derler. bu olağan bir şeydir halbuki, değişime mukavemet gösteremezsiniz, sizi ittirir arkanızdan. siz direndikçe uçuruma doğru sürükler sizi. zaman gelir, sizi zehirleyen tutkularınız ruhunuzu öldürmeye başlar. daha fazla direnenlerin hali nice olmuştur, görürüz, duyarız bunları. sözler söylenmiştir hakkında, kitaplar yazılmış, ağıtları yakılmıştır. o eşiklerden birini aşmıştım o gece. içimde hapsettiğim, zaman zaman dışarı çıkmasına izin verdiğim tutkumu serbest bırakmıştım. sınırı geçmiştim, büyüyü bozmuştum. geri dönemiyordum, ilkeler yıkılmıştı.
sonra dinlemeye devam ettim. saatlerce dinledim. sigara paketim dibini görene kadar yaktım anılarıma. en dipte kalan anıları canlandırmaya çalıştım. yavaş yavaş kendilerine geliyorlardı. seneler öncesinden bir bakıştı aradığım "son bakıştaki o gözler kaldı aklımızda" demişlerdi ya, o bakış kalmış aklımızda. mutluydum, yine özlemekten memnundum. yine o tatlı sızıyı hissetmekten, yollar sonra yeniden "her şey çok farklı olabilirdi" diyebildiğim için, "ölüm değilse bizi ayıran, yazık olmuş" diyebildiğim için mutluydum. hissizlikten hislere yolculuk yaptığım için, kalbimdeki o ince titreşimi yeniden duyabildiğim için memnundum. sonraki günler de ara ara dinledim. şimdilerde etkisini kaybetmeye, listede gerilere gitmeye başladığını hissediyorum.
az önce açıp dinledim. beni terk ediyor. şarkıya veda ediyorum resmen. ihanet içinde hissediyorum. dinledikçe kalbimi daha az işlemeye başladı ve o titreşimi duyabilmek için daha fazla dinlemeye başladım. bu işler böyledir, yıkım başladığında durdurmak zordur. yavaş yavaş veda ediyoruz birbirimize. çok üzgünüm gerçekten. derdine koyayımlık bir durum değil. inanın bana çok baba dertlerim var benim. şöyle veya böyle diyerek küçümseyemeyeceğiniz, sessizce dinleyebileceğiniz dertlerim var. lakin sapla samanı karıştıramayız. bunun yeri farklıydı.
onu bir saat ileri, beni bir saat geri almışlardı. zaman bizim düşmanımızdı gerçekten. ben, tüm sevilmeyişimle, kapısından giremediğim bir yüreğin sitemini taşırım. kimselere anlatamadığım gurursuzluğumdur bu benim. cüneyt abi "şimdi kimler sensiz kalır, bilemem" derken sevginin karşısındaki gurursuzluğu yeniden hissederdim. saçlarına bir başkasının dokunamayacağına dair edilmiş tüm yeminlerin yere battığı, artık onun kim bilir kim olduğunun merak edildiği bir dönemin tezahürüydü benim için. yıllar sonra bile bir zamanların sitemiydi. yanlış zamana, yanlış mekana, nasipsizliğe bir ağıttı. çok özeldi benim için. çok üzgünüm.
sevdayı anlatan çok şarkı dinledim ben. jale'nin sevdam acıyor'undan gülden karaböceğin sevsen ne olurdu'suna, bergen'inden emre aydın'ına kadar. hepsinin yeri bende farklıdır, inci gibidirler benim için. lakin bir şarkıyı dinledikçe sizin üzerinizdeki etkisini kaybeder. başlarda şarkıdan alacağınız haz, daha onu dinlemeden başlardı. sonra yavaş yavaş terk eder sizi; hislerinizi yeterince kabartmıştır ve görevini yapmıştır. daha önemsiz olur, listede aşağılara gider. arada açıp anarsınız ama hiç o ilk dinlediğiniz gibi tüylerinizi ürpertmez, yüreğinizi titretmez.
benim bir şarkım vardı. çok özeldi benim için. ben bu olayı bildiğim için de bu şarkıyı çok nadir dinlerdim. çünkü zamanında gerçekten sevmiş olanlar bilirler ki; bir zaman sonra o insanı hatırlarken yüreğinizde hissettiğiniz sızıyı bile özler duruma gelirsiniz. hissizleşmek, insanda peydah olan dünyanın en kötü halidir. ben bu hali hiç sevemedim. sevgisizliği, sevmesizliği hiç sevemedim. daha erken zamanlarda, tüm biralarımı devirecek şarkılar bulmakta mahir olduğum zamanlarda birçoğunu tüketmeyi başarmıştım. pek az şarkı beni heyecanlandırıyordu artık, saçma, anlamsız şarkılar dinlemekten de hiç haz etmediğimden müzik tarzımı değiştirmiştim. doğrusu "sen yorulmuş bi kızsın, madem seni çok istiyolardı öylece ortaya koymasalardı" gibi sözleriyle "sıcak su bardağı çatlatır" gibi boktan grupları sevmiyordum. bunları sevenin de kendisine saygısı yoktur zaten. "gül bahara güz düşmüş gibi, mor dağlara kış vurmuş gibi yüreciğim taş olmuş gibi" diyen sanatçılardan "seni aldım bikere vermicem" noktasına asla gelemezdim, böyle saygısızlıkları tolere edebilmek için yeterince genç hissetmiyordum kendimi.
neyse, yıllar sonra cüneyt ergün'ün "bilinmeyen saat uygulaması" diye bir şarkı çalındı kulağıma. bir yerde duydum, hemen kulaklarımdan kalbime bir yol açıldığını hissettim. adeta cengiz holding şantiyeyi kurmuştu vücuduma; "bu adamın a.na koyacağız" diyordu. ben de hemen şarkıyı bulup kaydettim. iki kere dinledikten sonra şarkıyı sakladım. özel günlerde, ortam kurduğumda, masaya bir yetmişlik açıldığında hala kalbimin olduğunu hissetmek için, birileri sevgilerini masaya yatırdıklarında yalnız hissetmemek için dinliyordum. bir kezdi. dört dakika kırk sekiz saniye bana yetiyordu. azla yetinmeyi bilenler için yeter de artar bile. son zamanlarda dinleyecek hiç şarkı bulamaz oldum. iş yoğunluğu, radyo gibi alışkanlıklarımın olmaması falan derken de iyice hiçliğe doğru yol almaya başlamıştım yeniden. dedim bir açayım şu şarkıyı. çıktım balkona, yaktım sigaramı ve dinlemeye başladım: "seni bir saat ileri almışlar, beni bir saat geri"
tabularımız vardır; bastırdıkça bizi zehirleyen tutkularımız vardır. bunları tutan bir eşik vardır. o eşiği bir kez aşarsanız, bir daha asla o çizgiden geri adım atmazsınız. sizi tanıyan insanlar bu eşiği aştığınızı görür ve "sen çok değiştin" derler. bu olağan bir şeydir halbuki, değişime mukavemet gösteremezsiniz, sizi ittirir arkanızdan. siz direndikçe uçuruma doğru sürükler sizi. zaman gelir, sizi zehirleyen tutkularınız ruhunuzu öldürmeye başlar. daha fazla direnenlerin hali nice olmuştur, görürüz, duyarız bunları. sözler söylenmiştir hakkında, kitaplar yazılmış, ağıtları yakılmıştır. o eşiklerden birini aşmıştım o gece. içimde hapsettiğim, zaman zaman dışarı çıkmasına izin verdiğim tutkumu serbest bırakmıştım. sınırı geçmiştim, büyüyü bozmuştum. geri dönemiyordum, ilkeler yıkılmıştı.
sonra dinlemeye devam ettim. saatlerce dinledim. sigara paketim dibini görene kadar yaktım anılarıma. en dipte kalan anıları canlandırmaya çalıştım. yavaş yavaş kendilerine geliyorlardı. seneler öncesinden bir bakıştı aradığım "son bakıştaki o gözler kaldı aklımızda" demişlerdi ya, o bakış kalmış aklımızda. mutluydum, yine özlemekten memnundum. yine o tatlı sızıyı hissetmekten, yollar sonra yeniden "her şey çok farklı olabilirdi" diyebildiğim için, "ölüm değilse bizi ayıran, yazık olmuş" diyebildiğim için mutluydum. hissizlikten hislere yolculuk yaptığım için, kalbimdeki o ince titreşimi yeniden duyabildiğim için memnundum. sonraki günler de ara ara dinledim. şimdilerde etkisini kaybetmeye, listede gerilere gitmeye başladığını hissediyorum.
az önce açıp dinledim. beni terk ediyor. şarkıya veda ediyorum resmen. ihanet içinde hissediyorum. dinledikçe kalbimi daha az işlemeye başladı ve o titreşimi duyabilmek için daha fazla dinlemeye başladım. bu işler böyledir, yıkım başladığında durdurmak zordur. yavaş yavaş veda ediyoruz birbirimize. çok üzgünüm gerçekten. derdine koyayımlık bir durum değil. inanın bana çok baba dertlerim var benim. şöyle veya böyle diyerek küçümseyemeyeceğiniz, sessizce dinleyebileceğiniz dertlerim var. lakin sapla samanı karıştıramayız. bunun yeri farklıydı.
onu bir saat ileri, beni bir saat geri almışlardı. zaman bizim düşmanımızdı gerçekten. ben, tüm sevilmeyişimle, kapısından giremediğim bir yüreğin sitemini taşırım. kimselere anlatamadığım gurursuzluğumdur bu benim. cüneyt abi "şimdi kimler sensiz kalır, bilemem" derken sevginin karşısındaki gurursuzluğu yeniden hissederdim. saçlarına bir başkasının dokunamayacağına dair edilmiş tüm yeminlerin yere battığı, artık onun kim bilir kim olduğunun merak edildiği bir dönemin tezahürüydü benim için. yıllar sonra bile bir zamanların sitemiydi. yanlış zamana, yanlış mekana, nasipsizliğe bir ağıttı. çok özeldi benim için. çok üzgünüm.
devamını gör...
270.
hayat, boğulmamak için çırpınıp durduğumuz bir denizdir. birgün denizin dibini görmekse kaçınılmazdır.
devamını gör...
271.
eşliğinde...
hayır! şikayet etmeyeceğim. olan bitenin benim dışımda olduğunu düşüneceğim. harika bir hayat çünkü değil mi? yoksulluk yok. savaş yok. insanın kendi acımasızlığındaki kaypaklığı yok. yine de umut diyeceğim. neye umut beslediğimi bilmeden. gülümseyeceğim güneşi görünce. yağmur dudaklarıma dokununca. çatlamış betonların arasından bir parça çimen çıktığını görünce. şikayet etmeyeceğim. papatyaları kopartmayacağım. aşkın kollarında binaların çapraz yüzeylerine tüküre tüküre yürüyeceğim yollarda da eğmeyeceğim başımı. hayır. hayal kuracağım. olmayacağını bile bile. hayır. nefes alıp vereceğim sizin inadınıza.
devamını gör...
272.
silkinip atmadan yüklerini çıkamazsın yükseğe
biz ki yüklendikçe yükleniyoruz
uçuracak zannediyoruz bizi
sırtımıza taktığımız kanatlar
halbuki düşmemizin yegane nedeni onlar
biz ki yüklendikçe yükleniyoruz
uçuracak zannediyoruz bizi
sırtımıza taktığımız kanatlar
halbuki düşmemizin yegane nedeni onlar
devamını gör...
273.
yeminleri boza boza başka birinimi sevdin ?
devamını gör...
274.
bu bir rüya olsa keşke, uyansam ki gerçek başka.
devamını gör...
275.
rüya falan değil hepsi gerçek.
devamını gör...
276.
durdu... kafasını kaldırıp, göğe doğru.... şu koca kainatta nereye akmakta olduğunu düşündü...
durdu. gidecek yeri yoktu...
nereden geldiğini de unutmuştu... bir anlık, bir saliselik bu zaman diliminde, kendini unutmuştu...
kimliği....
kim?liği...
unutmuştu..
durdu... ne bir adım ileri ne bir adım geri...
önünde, ardında insanlar, nereye aktığını bilmeden... insanlar...
bir salise öncesine kadar, o da...
lakin durdu... durdu... öylece! öylesi!
durdu... ne bir adım ileri ne bir adım geri... durdu...
yazma yeteneğinin benden ne vakit alındığını bilmiyordum. mecbur takıldığım 5 kişinin ortalaması olma lanetine de inanmıyordum. lakin tuttu. evet bu lanet geldi, en sonunda gizli evrenimi buldu. kalem değil, ruhum, klavye ve müzik üçgeninde. zihnin evrelerinden çıkagelen o çoklu genleri dile döküvermek, en efsunlu sığınağımken... tuttu...
bu lanet, habis bir güç gibi iliklerime kadar yoğurdu.. en baş, müzik evreninden beni soğuttu... ardından.. lanet bu ya, o 5 orta, bir derin efsun muhafız alayı kılındı. ne bir adım ileri ne bir adım geri... tuttu.. bu lanet tuttu.. .artık yazmak ağrısı ne başıma ne ruhuma vurdu... tuttu.
durdu. gidecek yeri yoktu...
nereden geldiğini de unutmuştu... bir anlık, bir saliselik bu zaman diliminde, kendini unutmuştu...
kimliği....
kim?liği...
unutmuştu..
durdu... ne bir adım ileri ne bir adım geri...
önünde, ardında insanlar, nereye aktığını bilmeden... insanlar...
bir salise öncesine kadar, o da...
lakin durdu... durdu... öylece! öylesi!
durdu... ne bir adım ileri ne bir adım geri... durdu...
yazma yeteneğinin benden ne vakit alındığını bilmiyordum. mecbur takıldığım 5 kişinin ortalaması olma lanetine de inanmıyordum. lakin tuttu. evet bu lanet geldi, en sonunda gizli evrenimi buldu. kalem değil, ruhum, klavye ve müzik üçgeninde. zihnin evrelerinden çıkagelen o çoklu genleri dile döküvermek, en efsunlu sığınağımken... tuttu...
bu lanet, habis bir güç gibi iliklerime kadar yoğurdu.. en baş, müzik evreninden beni soğuttu... ardından.. lanet bu ya, o 5 orta, bir derin efsun muhafız alayı kılındı. ne bir adım ileri ne bir adım geri... tuttu.. bu lanet tuttu.. .artık yazmak ağrısı ne başıma ne ruhuma vurdu... tuttu.
devamını gör...
277.
gemi, sahil, pusula, deniz, hedef...
hepimizin ruh halini bu gibi denizci tabirleri ile anlatabiliriz sanırım.
aylar, günler, haftalar...
yıllar hatta,
sanki hiçbiri birbirine benzemiyor,
sanki her an her şey değişecekmiş gibi,
sanki de hiçbir şey değişmeyecekmiş gibi.
bir bakmışsın en şiddetli dalgalar üzerine üzerine geliyor,
diyorsun ki işte şimdi battık!
bütün gemi okyanusun sularıyla bütünleşiyor,
ama batmıyor.
sen de ne hissedeceğini şaşırıyorsun.
"batsa iyiydi, ama batmadığına da şükür!"
sonra zaman geçiyor senin o dalga zannettiğin şey,
sana artık dalga gibi gelmiyor.
sonra diyorsun ki: evet bu geminin kaptanı benim!
o an için öyle düşünüyorsun.
sonra farklı bir dalga geliyor.
bu sefer tekrar alabora olma tehlikesi yaşıyorsun.
dertler bitmiyor yani.
ama zamanla daha iyi bir kaptan oluyorsun,
galiba.
yok yahu! yine de zor iş bu kaptanlık!
idare etmek, rota çizmek,
doğru yolu bulmaya çalışmak...
ne olurdu şöyle bulutlar gibi süzülsek...
neyse yeter bu kadar metafor.
bir rota çizildi: market.
hepimizin ruh halini bu gibi denizci tabirleri ile anlatabiliriz sanırım.
aylar, günler, haftalar...
yıllar hatta,
sanki hiçbiri birbirine benzemiyor,
sanki her an her şey değişecekmiş gibi,
sanki de hiçbir şey değişmeyecekmiş gibi.
bir bakmışsın en şiddetli dalgalar üzerine üzerine geliyor,
diyorsun ki işte şimdi battık!
bütün gemi okyanusun sularıyla bütünleşiyor,
ama batmıyor.
sen de ne hissedeceğini şaşırıyorsun.
"batsa iyiydi, ama batmadığına da şükür!"
sonra zaman geçiyor senin o dalga zannettiğin şey,
sana artık dalga gibi gelmiyor.
sonra diyorsun ki: evet bu geminin kaptanı benim!
o an için öyle düşünüyorsun.
sonra farklı bir dalga geliyor.
bu sefer tekrar alabora olma tehlikesi yaşıyorsun.
dertler bitmiyor yani.
ama zamanla daha iyi bir kaptan oluyorsun,
galiba.
yok yahu! yine de zor iş bu kaptanlık!
idare etmek, rota çizmek,
doğru yolu bulmaya çalışmak...
ne olurdu şöyle bulutlar gibi süzülsek...
neyse yeter bu kadar metafor.
bir rota çizildi: market.
devamını gör...
278.
mahzenin kirli kapağını kaldırır kaldırmaz, gözlerime vuran solgun mart güneşi istemsizce beni hayallerime geri götürüyor. 1321 yazına.
o zamanlar floransa'da dante'nin hasta olduğuna ve son günlerini burada geçirmek istediğine dair haberler yayılıyordu. bunların çok az kısmını hatırlıyorum, babam eve gelir ve anneme bunları anlatırdı. annem ise bunların hiçbirini dinlemez, hatta dante'yi bile bilmezdi. onun tek düşündüğü, tuhaf ve pis meyveleri satan babamın o gün biraz olsun meyve satabilmesi ve eve gelirken bir şeyler alabilmesiydi.
o yaz, akşama doğru babam elinde tuhaf parşömenlerle eve dönmüştü. bu parşömenleri köyümüzün çıkışında bulduğunu anlatmıştı. annem ona içerisinde ne yazdığını sorduğunda ise hiçbir şey okumadığını, bu anı hep birlikte paylaşmak istediğini söylemişti.
annem ve babam içeriye girdiğinde ben de onların arkasından koşmuştum. 6 yaşında olmama rağmen, o anları nasıl bu kadar keskin hatırlayabildiğimi inanın bilmiyorum.
ben onların arkalarından koşarken, babam bir anlığına kapının eşiğinde durup bana bakmış, kollarını açmış ve onun kollarına atlamamı sağlamıştı. sarı saçlarıma kısa öpücükler kondurarak "maurasia, mavi gözlerini annenden almışsın. ama kahverengi daha çok yakışırdı, benim gözlerim gibi!" demiş ve gülmüştü.
babamın ağzının koktuğunu hisseedip yüzümü buruşturmuştum, ama babam o anı görmemişti neyse ki.
sonra annem ve babam evin içerisine girip mum yakmışlar ve parşömende yazanları okumaya başlamışlardı. ben de, tahta masanın alt kısımlarına da yaktıkları mumun, tahta masanın aralıklarından duvara yansıyan ateşinin gölgesini izlemeye dalmıştım. ben ellerimi ve ayaklarımı hızla hareket ettirince ateş de hızlanıyor ve sönecek gibi oluyordu.
kendime yeni bir oyun bulmuştum!
hatıralar yavaş yavaş silinirken, annemi ve babamı nedense özlemediğimi fark ediyorum. babamı hep o kötü ağız kokusuyla hatırladığım için kendime bazen çok kızıyorum ama elimde değil.
hatıralar beraberinde bazen kötü kokular da getirir.
elimden kayarak düşen mahzenin kapağının çıkardığı ses, bir leşin üzerinde uçan karganın ciyaklamasını andırıyor, mahzenin güneşe açılan minik penceresinden ancak ikinci denememde dışarıya çıkabiliyorum.
üzerimde, bana bir beden bol gelen siyah giysim fazla tozlanmış. tozlar beni daima rahatsız ederler, üzerimi güzel bir silkeledikten sonra, sol elimde sıkarak tuttuğum tomarların varlığı beni ne için burada olduğumu hatırlatıyor.
evet, zamanı geldi.
size kendimi tanıtayım, ismim maurasia, az önce mahzenin derinliklerinde, çok gizli kararların alındığı ve bulunduğumuz bölgeyi sarsacak şeylerin yazıldığı bir toplantıya katıldım.
bu toplantıyak katılanlar da benim gibi kilise karşıtı insanlardı. kimisi yahudi, kimisi hristiyan, kimisi de benim gibi inançsız insanlardı. biz bilimle ilgileniyorduk. matematik ile, felsefe ile kafa yoruyorduk.
ama kilise buradaydı ve tanrıyı hedef aldığını düşündüğü her şeyi ve herkesi öldürüyordu. benim ailem gibi.
benim amacım da, onlara yakalanmadan, bu tomarların ulaşması gerektiği kişiye ulaştırmamdı.
yapmam gereken çok basitti aslında, önce pazziano pazarından geçecektim, ardından yolun sol kısmında bulunan pellegrini kulesinin orada beni tomarı alması gereken kadın bekleyecekti.
size o kadından bahsetmeden önce, ailemin bulduğu tomarı ve geri kalan kısmı merak ediyor olduğunu bildiğimden, size o kısımları anlatacağım.
sahi, nerede kalmıştık? ah, evet! babam, sonunda yazanları okumaya başlamıştı.
"silla, bunlar 10 yıl öncesine ait parşömenler..." demişti babam, sonra uzun uzun nefes almıştı. bir şeyler okumadan önce bunu yapmasıyla da onu bazen hatırlıyorum, hatta bunu, fırtınalı bir gecede çatıradayan ağaç kabuklarına benzetirdim.
babam uzun uzun okuyor yazanları, annem sarı saçlarını sol elinin işaret parmağına dolayarak babamı dürtüklüyor.
"ne yazıyor?" diye soruyor, bunu sorarken mum çilli yüzünü aydınlatıyor. annemin mavi gözlerini gökyüzüne benzetiyorum...
"bir dakika, silla. bunlar çok korkunç şeyler." diyor babam, yüzü ağlamaklı. ama babamın ağlayan yüzünü, mumun tavanı aydınlatmasına tercih ediyorum.
parmaklarımı şimdi mumun üzerine koydum, hahahah! tavanda kurbağa gölgesi var, hayır, o bir yılan!
babam, elinin tersiyle terleyen alnını siliyor, bunu yaparken babama özgü o kokuyu getiriyor ter kokusu gelirken. kokular, sahi. başımı ağrıtan ve beni günlerce hasta eden kokular...
babamın kokusu yanan yapraklar gibi kokar. acı, ama insanı rahatsız etmez.
"silla, bunlar çok korkunç şeyler..." diyor babam tekrar. "bunlar, aman tanrım, aklımı kaçıracağım. bu yazılanlara bakarsak, son haçlı seferi, babanı kaybettiğin... hepsi tezgahlanmış! anlıyor musun? geçilecek yollar, öldürülecek şövalye sayısı!"
annem, babasının ismini duyunca göz bebeklerinin büyümesini sağlıyor. heyecanlanıyor!
"burada yazanlar günlüğün bir parçası sadece..." diyor babam.
"bir kadının elinden çıkmış, kadın, dokuzuncu haçlı seferinde, müslümanlara onların geçecekleri yolu gösteren bir muhbirden söz ediyor. onlara en fazla 20 şövalye öldürmelerini, böylece hiçbir şeyi çakmayan şövalyeleri azar azar yok etmeleri gerektiğinden bahsediyor." diyor. ağlamaya başlıyor.
şövalyenin ne demek olduğunu anneme sormak isterken, dışarıdan gelen at sesleri dikkatimi çekiyor. emekleyerek anneme ve babama görünmeden kapıyı açıyorum. annem ve babam bunları görmediyse, artık kalkabilirim.
toprak kokusu beynimi döndürüyor, bu kokuyu hiç sevmiyorum!
yıllar sonra bile o manzarayı öyle derinden hatırlıyorum ki! evimizin ön kısmı kocaman bir araziye bakıyordu. o kadar büyük bir araziydi ki bu, bazen sonunda dünyanın son bulduğunu düşünürdüm. sarı ve yeşil otlar, gün doğarken kızıla bürünürlerdi.
o arazinin arka kısmı da boştu. aynen ön kısmı gibi...
ufak çitlerle çevriliydi çevresi, evimizin ön kısmında bir ağaç vardı, koskoca arazide tek bir ağaç. kocaman bir ağaç! yaprakları o kadar büyüktü ki, beraberinde kocaman böceklerde getirirdi evimize...
babam, güzel babam. bazen atını bağlardı o ağaca.
aklıma, bugün o ağacın geleceğini hiç tahmin etmezdim.
devam ediyorum, sakin olun. sıkıldığınızın farkındayım.
at seslerinden korkmam beni ağacın alt kısmına getiriyor, oraya siniyorum. babam da at seslerini fark edecek ki mumları söndürüyor.
gün batmış, her yer karanlık. tek ışık kaynağı da söndü. annemin, "maura!" diye bağırmasını duyuyorum. "buraya gel! koş" diye bağırıyor.
ama gitmeyeeğim. ismim maura değil; mauraisa! adımı düzgün telaffüz edene kadar gitmeyeceğim.
atları artık görebiliyorum. üç tane, üçünde de kocaman, kılıçlı adamlar var.
atlar, evimizin ön kısmına gelince duruyor. iki kişi atından inmiyor, lakin birisi kendini yere atarcasına iniyor atından. "yaşlı bunak! kapıyı aç, seni hain!" diye bağırıyor.
babam kapıyı açıyor, ne olduğunu bile anlayamadan adam tekrar bağırmaya başlıyor.
"seni hain! kilisenin habercisini öldürüp onun haberlerini çalmışsın! hain! yahudi misin yoksa ha?!" diye bağırıyor. babamın bu sözler karşısında "kilise mi! tanrım, kendi adamlarınızı kendiniz öldürdünüz! niçin! niçin!" diye bağırması beni de ağlatmaya başlıyor. ama, yakşlaşmak yerine, olanı biteni uzaktan izliyorum.
"sen hainsin!" diye bağırıyor adam son bir kez daha. kılıcını çekiyor, o sırada annem kapının iç kısmından adeta dışarıya fırlıyor ve adamın ayaklarına kapanıyor.
"durun, biz hain değiliz." diye bağırıyor. "durun." diye bağırıyor. son bir şey daha söylemek üzereyken, adam kılıcını annemin boğazına saplıyor.
bunu bir anda yapıyor. çok hızlı... annemin sarı saçlarına kanı bulaşıyor. annem yere cansız biçimde seriliyor. bağırmak istiyorum ama sesim çıkmıyor.
babam, koşarak adama saldırmaya çalışıyor, adamı itiyor, adamın kaskına tekmeler savuruyor. ama atlı olanlardan birisi atını babamın üzerine sürüyor. at, babamın üzerinden geçiyor.
babamın çığlıklarını duyuyorum. babamın canı yanıyor.
beni saçlarımdan öpen canım babam. canını yakıyorlar onun.
nasıl oluyor bilmiyorum ama babam bir anda tekrar ayağa kalkıyor. annemin yanına koşuyor. annemin yanında ağlamaya başlıyor.
son sözü, annemin ismi oluyor. silla diye bağırıyor.
sonrası mı? bazen rüyalarımda bu anı tekrar ve tekrar yaşıyorum ben. hala... yaşım, 37. ve hala bu anı unutamıyorum.
atını babamın üzerine süren adam, tekrar atını babama doğrultuyor, bu kez kılıcını babamın göğsüne geçiriyor.
babam, annemden biraz öteye düşüyor. kımıldamıyor. babama bağırmak istiyorum. ama bir şey bunu engelliyor, hıçkıramıyorum. sadece ağlıyorum. sesim çıkmıyor.
nefes alamıyorum.
atından ilk inen adam evimize giriyor, şarkılar söylüyor. ve evimizden çıkarken, evimizin içerisinin aydınlandığını görüyorum.
diğer atlılar da atlarından inip babam ve annemi evimizin içerisine taşıyorlar. evimiz o kadar aydınlanıyor ki, karanlıkta en uzaktan bile gözüktüğünü düşünüyorum.
burnuma bir koku geliyor. yanık yaprak kokusu gibi, ama değil. bunun yanan insanlar olduğunu çok sonra öğreneceğim.
tuhaf atlıların beni de öldüreceklerini düşünüp, arka kısma, arazinin sonuna doğru koşmaya çalışıyorum. nefesim kesilinceye dek koşuyorum. karnımın sol alt kısmına ağrılar girinceye dek koşuyorum.
o günden son hatırladığım şey, kargaların üzerimde gaklamaları ve kendimi yerde bulmam. sonrası yok. olanlar ertesi günden devam ediyor, kendimi patricia'nın yanında buluyorum. patricia, o zamanlar otuzunun üzerinde bir kadın. olanları biliyor. ailemin öldüğünü biliyor. beni öldürmek istediklerini biliyor...
"adın ne senin?" diye soruyor, "maurasia" diyorum. gülümsüyor, dişleri kadar sarı saçları var. tıpkı annem gibi. "sana asia diyeceğim" diyor.
hayat hikayemin geri kalanını tahmin edebilirsiniz. patricia, kiliseye başkaldıran insanlardan birisi. felsefe konusunda yaşayanların en iyisinden biri. benim gibi onlarca evlat edip yetiştirdiği çocuklar vardı.
ben de onlardan biriyim, ve hedefim, bugün dusa isminde bir kadına tomarları ulaştırmak. hepimizin bir nedeni var, kimimiz dini sevmiyor, kimimiz bilime aşık. benimkisi de intikam.
bu arada, dusa'nın tam ismi eurymedusa, kendisi bir pagan. henüz 26 yaşında, kızıl saçlarını çoğu zaman gizlemek zorunda kalıyor. o da benim gibi ailesini kaybetmiş ve insanlar onun doğuştan gelen bir dil yeteneği olduğunu söylüyorlar.
3 dil konuşabiliyor. latince, fransızca ve asya'nın tuhaf bilinmeyen dillerinden birisini.
önümden atlı bir adam geçiyor, pazar biraz ileride, oraya hızlı adımlarla yürüyorum. attığım her adımda, dün geceden kalan yağmuru henüz güneş kurutamamış olacak ki, deri çizmelerim su ve çamur geçiriyor.
pazarın girişine varır varmaz, olağandışı bir şeyler fark ediyorum. burada bir yoğunluk var, hem bizim taraftan, hem de kiliseden insanlar dolu...
yaşlı bir kadın, elindeki sünger ve belinde kılıcı olan düşmanlarımızdan birinin çizmelerini boyuyor. elma satan delikanlı bir genç, kırmızı pelerini savura savura uzun boylu bir şövalyeye bakıp elma yiyor.
ben de siyah pelerinimin şapkasını başıma örtüyor ve pazarın içerisine giriyorum. kokular birbirine karışıyor. leş gibi kokan balıklar, papatya gibi kokan meyveler, ter ve sidik kokusu.
hepsi bir anda başımı döndürüyorlar.
ilerlemeye devam ediyorum, tek yapmam gereken bu leş gibi kokan kalabalığı yarıp sola dönmek, dümdüz ilerlemek ve pellegrini kalesinin dibinde oturup soluklanmak.
korkuyorum. tuhaf biçimde bir şey beni korkutuyor. attığım her adımda, leş gibi koku daha da artıyor. çilek ve limon diye bağıran insanların sesleri, balık satan insanların seslerine karışıyor.
bir adam, karısının hamile olduğundan bahsediyor. etrafıma bakınırken, gördüğüm uzun burunlu uzun boylu renkli, kirli saçlı insanların arasında kendimi minicik hissediyorum. ve tam o anda, birisi elime dokunuyor. gözümü çevirir çevirmez, onun kim olduğunu anlıyorum.kırık dişleri ve kısa, siyah saçlarına eşlik eden keçi sakalıyla bu adam, arada sırada bizim toplantılarımıza katılan bir göçmen. "seni fark ettiler. kaçmalısın." diye fısıldıyor.
her şey çok hızlı gelişiyor. bana doğru bağırarak yaklaşan uzun çizmeli insanların sesleri, diğer tüm sesleri susturuyor.
"hey sen! siyah pelerinli, yerinde kal." diyor. attığı her adımda çağlayan şelaleler gibi çizmelerinin sesini duyuyorum. etrafına su sıçratıyorlar.
bana yaklaşmasına son 3 adım...
tüm seslerin susması gibi insanlar da durmuş bize bakıyor. herkesin ağzı açık. gözerlinde korku var.
2 adım kaldı...
birazdan beni öldüreceklerini çoğu insan anladı. hepsi kendine pazara geldikleri için kızıyorlar, eminim ki hiçbiri bir insanın öldürülüşüne tanıklık etmek istemezler. bu onları derinden sarsacaktır.
1 adım kaldı.
adam arkamda, nefesini hissediyorum. nefesi kokusuz...
adam yavaşça elini omzuma atıyor, beni kendisine çevirip bakıyor. gözlerine bakıyorum, yeşilin en huzurlu tonlarından birisi... tıpkı duccio di buoninsegna'nın resimlerini andırıyor.
adam, belindeki kılıca elini atmak üzeyken bir şey oluyor
bir şey değil, bir şeyler. size kısaca özetlemem gerekirse, gördüklerim şundan ibaret.
yaşlı ayakkabı boyacısı, elindeki hançeri, çizmelerini boyadığı adamın dizine saplıyor. elma satan çocuk, elmalardan birini başka bir kılıçlı şövalyeye fırlatıyor.
dikkati dağılan, beni omzumdan tutan adam ise kafasını sağa çevirip olanlara bakmaya niyetleniyor. ben de, cebimdeki mızrağı çıkartıp adamın karnına saplamaya vakit bulabiliyorum böylece.
sol elim, mızrağın sapını tutarken, ufak bir parmak hareketiyle adamın karnına öyle yumuşak saplıyorum ki, mızrağı biraz içinde gezdirip dışarıya çıkarırken, adamın parçaları da toprağa fırlıyor.
ayağına hançer saplanan diğer adam, yaşlı kadının kafasına doğru kılıcını sallayıp kadının kafasını ikiye bölüyor. elma atan çocuğun üzerine mızrakla fırlayan başka kilise mensupları çıkıyor ortaya, mızraklardan birisi doğruca kalbine sağlanıyor.
ben ise, bu karmaşanın içerisinde koşmaya başlıyorum. bağırıp oraya buraya fırlayan insanlar işimi kolaylaştırıyor, ben de onlar gibi bağırıp korkuyor gibi pazarın doğruca sonuna koşuyorum.
ama hayır! arkamdan at sesleri ve "orada, görüyorum!" nidaları geliyor. kendimi koşmaya zorluyorum. pazardan çıkar çıkmaz, pellegrini kulesi az önümde bitiyor, kendimi biraz daha yormalıyım.
koşarken biraz olsun zihnimi rahatlatmak adına insanların benim için ölüyor olmasının beni rahatlatmasına şaşırıyorum.
gülümsüyorum. onlar benim için öldüler. ama iç sesim, çok güzel cevap veriyor. "hayır, onlar parşömenlerde yazanlar için öldüler."
ve, içimdeki diğer bir ses, hepsini yok ediyor. "onlar ölmediler. öldürüldüler. kilise tarafından."
elimdeki parşömenleri sımsıkı tutarken, ön tarafımda birkaç insanın olaylardan habersiz şekilde yürüdüğünü fark ediyorum. kuleye çok az kaldı.
arkamdaki atlılar bana doğru yaklaşıyorlar, bir hata yapıp arkama bakıyorum, onları görüyorum, dört kişiler. birinde mızrak, diğer üçünde kılıç var. atları simsiyah!
önüme döner dönmez, belki de en korktuğum şeyi yaşıyorum. burnumun dibinde bir kadın beliriyor aniden, çıkık çenesi, sert yüz hatları ve bir italyan'ı yansıtan uzun ve sivri burnuyla önüme barikat kurmuş gibi duruyor. ben de doğal olarak bu kadına çarpıyorum. tesadüfe bakın ki, kadının elinde de benim gibi birkaç kağıt parçası var.
önce kadına sarılır gibi oluyorum, ama ona sarılamadan yere öyle bir kapaklanıyoruz ki, kendime gelmem en az 2 saniye alıyor.
gözlerimi açtığımda, karşımdaki kadının toparlanıp benden korkarcasına kaçtığını görüyorum. yere bakıyorum, korktuğum şey başıma gelmiyor neyse ki. kağıtlarım yerde! onları tomar haline tekrar getirip sımsıkı elime alıyorum. çok zaman öldürdüm!
arkama tekrar bakıyorum, adamlar artık çok yakın. ama ben de kuleye çok yakınım. gülümsüyorum. yerimden kalkıp adeta yıldırım hızıyla kuleye doğru koşmaya başlıyorum. bunu zeus görseydi, mutlaka gök gözlü athena'nın benim annem olduğuna inanırdı.
kulenin kapısı tahtadan, koşmamı durdurmadan kapıya sert bir omuz darbesi atıyorum ve içinden geçermiş hissi yaratıyor bu bana, kapı anında yere iniyor, dengemi kaybediyorum ama çabuk toparlanıyorum.
şimdi yapmam gereken yukarıya doğru koşmak. ama adamlar bana çok yakın, her şeyi her an berbat edebilirim!
ikişer ikişer tırmanıyorum merdivenleri, aşağıdan biri zenci "dur yerinde şeytan! seni parçalara ayıracağız!" diyor, başka bir adamın sadece koşarken kılıcının, çizmesine değerken çıkardığı sesleri işitebiliyorum.
"yakala beni!" diye bağırıyorum. "seni sıçan!" diyor her adımımda daha da yaklaşan, genizden gelen ses.
son merdiven basamağını da çıktıktan sonra, tüm görkemiyle gökyüzü gözüküyor karşımda. kule çok yüksek! kulenin korkuluklarına yaklaşıyorum. aşağıya bakıyorum, insanlar toplanmaya başlamışlar bile.
ama, tekrar zencinin sesi beni kendime getiriyor.
"seni sıçan! hastalıklı! şeytan! o tomarları bana ver!" diye bağırıyor.
"sana tomarları vereceğim, söz veriyorum." diyorum, "ama son bir kez daha aşağıya bakmama izin ver!" diyorum ona gülümseyerek, korkuluklara daha da yaklaşıyorum. aşağıya bakıyorum.
evet, istediğim oldu. her şey yoluna girdi. şimdi görevi eurymedusa devraldı. her şey onda.
"al, istediklerin!" diyorum ve parşömenleri kilisenin küçük kölesine fırlatıyorum, sonra da ayaklarımı korkuluklardan geçirip kendimi aşağıya bırakıyorum.
kuleden düşerken, düşündüklerim ayıp ve komik şeyler. kadın ve erkek birleşmesi, bunu resmetmeye çalışırken yakalanıp öldürülen ressamlar gibi mesela.
birazdan, bedenim yerle buluşacak, önce tuhaf bir sarsıntı hissecekler. kimileri depremi hatırlayacak. ama hissedilen tek şey kemiklerimin kırılması olacak, öleceğim.
ama ben ölürken, tomarları açan zenci, içinde sadece dualarla karşılacak. istediklerini alamadıklarını fark edecekler. verilen istihbarat belki de doğruydu, ama ellerinden kaçırmış olmaları onları mahvedecek.
ve, dusa'ya gelirsek. eurymedusa'ya, evet.
o, az önce çarptığım ve elinde tomarlar olan kadındı. yere düşüp kalktığımız sırada, onunla dualar ve benim taşıdığım kağıtları değiştik.
o şimdi güvende. o benim öleceğimi biliyor. o da ölecek, kuşkusuz. ama bizim her ölüşümüz, kilisenin sonunu daha hızlı getirecek.
o zamanlar floransa'da dante'nin hasta olduğuna ve son günlerini burada geçirmek istediğine dair haberler yayılıyordu. bunların çok az kısmını hatırlıyorum, babam eve gelir ve anneme bunları anlatırdı. annem ise bunların hiçbirini dinlemez, hatta dante'yi bile bilmezdi. onun tek düşündüğü, tuhaf ve pis meyveleri satan babamın o gün biraz olsun meyve satabilmesi ve eve gelirken bir şeyler alabilmesiydi.
o yaz, akşama doğru babam elinde tuhaf parşömenlerle eve dönmüştü. bu parşömenleri köyümüzün çıkışında bulduğunu anlatmıştı. annem ona içerisinde ne yazdığını sorduğunda ise hiçbir şey okumadığını, bu anı hep birlikte paylaşmak istediğini söylemişti.
annem ve babam içeriye girdiğinde ben de onların arkasından koşmuştum. 6 yaşında olmama rağmen, o anları nasıl bu kadar keskin hatırlayabildiğimi inanın bilmiyorum.
ben onların arkalarından koşarken, babam bir anlığına kapının eşiğinde durup bana bakmış, kollarını açmış ve onun kollarına atlamamı sağlamıştı. sarı saçlarıma kısa öpücükler kondurarak "maurasia, mavi gözlerini annenden almışsın. ama kahverengi daha çok yakışırdı, benim gözlerim gibi!" demiş ve gülmüştü.
babamın ağzının koktuğunu hisseedip yüzümü buruşturmuştum, ama babam o anı görmemişti neyse ki.
sonra annem ve babam evin içerisine girip mum yakmışlar ve parşömende yazanları okumaya başlamışlardı. ben de, tahta masanın alt kısımlarına da yaktıkları mumun, tahta masanın aralıklarından duvara yansıyan ateşinin gölgesini izlemeye dalmıştım. ben ellerimi ve ayaklarımı hızla hareket ettirince ateş de hızlanıyor ve sönecek gibi oluyordu.
kendime yeni bir oyun bulmuştum!
hatıralar yavaş yavaş silinirken, annemi ve babamı nedense özlemediğimi fark ediyorum. babamı hep o kötü ağız kokusuyla hatırladığım için kendime bazen çok kızıyorum ama elimde değil.
hatıralar beraberinde bazen kötü kokular da getirir.
elimden kayarak düşen mahzenin kapağının çıkardığı ses, bir leşin üzerinde uçan karganın ciyaklamasını andırıyor, mahzenin güneşe açılan minik penceresinden ancak ikinci denememde dışarıya çıkabiliyorum.
üzerimde, bana bir beden bol gelen siyah giysim fazla tozlanmış. tozlar beni daima rahatsız ederler, üzerimi güzel bir silkeledikten sonra, sol elimde sıkarak tuttuğum tomarların varlığı beni ne için burada olduğumu hatırlatıyor.
evet, zamanı geldi.
size kendimi tanıtayım, ismim maurasia, az önce mahzenin derinliklerinde, çok gizli kararların alındığı ve bulunduğumuz bölgeyi sarsacak şeylerin yazıldığı bir toplantıya katıldım.
bu toplantıyak katılanlar da benim gibi kilise karşıtı insanlardı. kimisi yahudi, kimisi hristiyan, kimisi de benim gibi inançsız insanlardı. biz bilimle ilgileniyorduk. matematik ile, felsefe ile kafa yoruyorduk.
ama kilise buradaydı ve tanrıyı hedef aldığını düşündüğü her şeyi ve herkesi öldürüyordu. benim ailem gibi.
benim amacım da, onlara yakalanmadan, bu tomarların ulaşması gerektiği kişiye ulaştırmamdı.
yapmam gereken çok basitti aslında, önce pazziano pazarından geçecektim, ardından yolun sol kısmında bulunan pellegrini kulesinin orada beni tomarı alması gereken kadın bekleyecekti.
size o kadından bahsetmeden önce, ailemin bulduğu tomarı ve geri kalan kısmı merak ediyor olduğunu bildiğimden, size o kısımları anlatacağım.
sahi, nerede kalmıştık? ah, evet! babam, sonunda yazanları okumaya başlamıştı.
"silla, bunlar 10 yıl öncesine ait parşömenler..." demişti babam, sonra uzun uzun nefes almıştı. bir şeyler okumadan önce bunu yapmasıyla da onu bazen hatırlıyorum, hatta bunu, fırtınalı bir gecede çatıradayan ağaç kabuklarına benzetirdim.
babam uzun uzun okuyor yazanları, annem sarı saçlarını sol elinin işaret parmağına dolayarak babamı dürtüklüyor.
"ne yazıyor?" diye soruyor, bunu sorarken mum çilli yüzünü aydınlatıyor. annemin mavi gözlerini gökyüzüne benzetiyorum...
"bir dakika, silla. bunlar çok korkunç şeyler." diyor babam, yüzü ağlamaklı. ama babamın ağlayan yüzünü, mumun tavanı aydınlatmasına tercih ediyorum.
parmaklarımı şimdi mumun üzerine koydum, hahahah! tavanda kurbağa gölgesi var, hayır, o bir yılan!
babam, elinin tersiyle terleyen alnını siliyor, bunu yaparken babama özgü o kokuyu getiriyor ter kokusu gelirken. kokular, sahi. başımı ağrıtan ve beni günlerce hasta eden kokular...
babamın kokusu yanan yapraklar gibi kokar. acı, ama insanı rahatsız etmez.
"silla, bunlar çok korkunç şeyler..." diyor babam tekrar. "bunlar, aman tanrım, aklımı kaçıracağım. bu yazılanlara bakarsak, son haçlı seferi, babanı kaybettiğin... hepsi tezgahlanmış! anlıyor musun? geçilecek yollar, öldürülecek şövalye sayısı!"
annem, babasının ismini duyunca göz bebeklerinin büyümesini sağlıyor. heyecanlanıyor!
"burada yazanlar günlüğün bir parçası sadece..." diyor babam.
"bir kadının elinden çıkmış, kadın, dokuzuncu haçlı seferinde, müslümanlara onların geçecekleri yolu gösteren bir muhbirden söz ediyor. onlara en fazla 20 şövalye öldürmelerini, böylece hiçbir şeyi çakmayan şövalyeleri azar azar yok etmeleri gerektiğinden bahsediyor." diyor. ağlamaya başlıyor.
şövalyenin ne demek olduğunu anneme sormak isterken, dışarıdan gelen at sesleri dikkatimi çekiyor. emekleyerek anneme ve babama görünmeden kapıyı açıyorum. annem ve babam bunları görmediyse, artık kalkabilirim.
toprak kokusu beynimi döndürüyor, bu kokuyu hiç sevmiyorum!
yıllar sonra bile o manzarayı öyle derinden hatırlıyorum ki! evimizin ön kısmı kocaman bir araziye bakıyordu. o kadar büyük bir araziydi ki bu, bazen sonunda dünyanın son bulduğunu düşünürdüm. sarı ve yeşil otlar, gün doğarken kızıla bürünürlerdi.
o arazinin arka kısmı da boştu. aynen ön kısmı gibi...
ufak çitlerle çevriliydi çevresi, evimizin ön kısmında bir ağaç vardı, koskoca arazide tek bir ağaç. kocaman bir ağaç! yaprakları o kadar büyüktü ki, beraberinde kocaman böceklerde getirirdi evimize...
babam, güzel babam. bazen atını bağlardı o ağaca.
aklıma, bugün o ağacın geleceğini hiç tahmin etmezdim.
devam ediyorum, sakin olun. sıkıldığınızın farkındayım.
at seslerinden korkmam beni ağacın alt kısmına getiriyor, oraya siniyorum. babam da at seslerini fark edecek ki mumları söndürüyor.
gün batmış, her yer karanlık. tek ışık kaynağı da söndü. annemin, "maura!" diye bağırmasını duyuyorum. "buraya gel! koş" diye bağırıyor.
ama gitmeyeeğim. ismim maura değil; mauraisa! adımı düzgün telaffüz edene kadar gitmeyeceğim.
atları artık görebiliyorum. üç tane, üçünde de kocaman, kılıçlı adamlar var.
atlar, evimizin ön kısmına gelince duruyor. iki kişi atından inmiyor, lakin birisi kendini yere atarcasına iniyor atından. "yaşlı bunak! kapıyı aç, seni hain!" diye bağırıyor.
babam kapıyı açıyor, ne olduğunu bile anlayamadan adam tekrar bağırmaya başlıyor.
"seni hain! kilisenin habercisini öldürüp onun haberlerini çalmışsın! hain! yahudi misin yoksa ha?!" diye bağırıyor. babamın bu sözler karşısında "kilise mi! tanrım, kendi adamlarınızı kendiniz öldürdünüz! niçin! niçin!" diye bağırması beni de ağlatmaya başlıyor. ama, yakşlaşmak yerine, olanı biteni uzaktan izliyorum.
"sen hainsin!" diye bağırıyor adam son bir kez daha. kılıcını çekiyor, o sırada annem kapının iç kısmından adeta dışarıya fırlıyor ve adamın ayaklarına kapanıyor.
"durun, biz hain değiliz." diye bağırıyor. "durun." diye bağırıyor. son bir şey daha söylemek üzereyken, adam kılıcını annemin boğazına saplıyor.
bunu bir anda yapıyor. çok hızlı... annemin sarı saçlarına kanı bulaşıyor. annem yere cansız biçimde seriliyor. bağırmak istiyorum ama sesim çıkmıyor.
babam, koşarak adama saldırmaya çalışıyor, adamı itiyor, adamın kaskına tekmeler savuruyor. ama atlı olanlardan birisi atını babamın üzerine sürüyor. at, babamın üzerinden geçiyor.
babamın çığlıklarını duyuyorum. babamın canı yanıyor.
beni saçlarımdan öpen canım babam. canını yakıyorlar onun.
nasıl oluyor bilmiyorum ama babam bir anda tekrar ayağa kalkıyor. annemin yanına koşuyor. annemin yanında ağlamaya başlıyor.
son sözü, annemin ismi oluyor. silla diye bağırıyor.
sonrası mı? bazen rüyalarımda bu anı tekrar ve tekrar yaşıyorum ben. hala... yaşım, 37. ve hala bu anı unutamıyorum.
atını babamın üzerine süren adam, tekrar atını babama doğrultuyor, bu kez kılıcını babamın göğsüne geçiriyor.
babam, annemden biraz öteye düşüyor. kımıldamıyor. babama bağırmak istiyorum. ama bir şey bunu engelliyor, hıçkıramıyorum. sadece ağlıyorum. sesim çıkmıyor.
nefes alamıyorum.
atından ilk inen adam evimize giriyor, şarkılar söylüyor. ve evimizden çıkarken, evimizin içerisinin aydınlandığını görüyorum.
diğer atlılar da atlarından inip babam ve annemi evimizin içerisine taşıyorlar. evimiz o kadar aydınlanıyor ki, karanlıkta en uzaktan bile gözüktüğünü düşünüyorum.
burnuma bir koku geliyor. yanık yaprak kokusu gibi, ama değil. bunun yanan insanlar olduğunu çok sonra öğreneceğim.
tuhaf atlıların beni de öldüreceklerini düşünüp, arka kısma, arazinin sonuna doğru koşmaya çalışıyorum. nefesim kesilinceye dek koşuyorum. karnımın sol alt kısmına ağrılar girinceye dek koşuyorum.
o günden son hatırladığım şey, kargaların üzerimde gaklamaları ve kendimi yerde bulmam. sonrası yok. olanlar ertesi günden devam ediyor, kendimi patricia'nın yanında buluyorum. patricia, o zamanlar otuzunun üzerinde bir kadın. olanları biliyor. ailemin öldüğünü biliyor. beni öldürmek istediklerini biliyor...
"adın ne senin?" diye soruyor, "maurasia" diyorum. gülümsüyor, dişleri kadar sarı saçları var. tıpkı annem gibi. "sana asia diyeceğim" diyor.
hayat hikayemin geri kalanını tahmin edebilirsiniz. patricia, kiliseye başkaldıran insanlardan birisi. felsefe konusunda yaşayanların en iyisinden biri. benim gibi onlarca evlat edip yetiştirdiği çocuklar vardı.
ben de onlardan biriyim, ve hedefim, bugün dusa isminde bir kadına tomarları ulaştırmak. hepimizin bir nedeni var, kimimiz dini sevmiyor, kimimiz bilime aşık. benimkisi de intikam.
bu arada, dusa'nın tam ismi eurymedusa, kendisi bir pagan. henüz 26 yaşında, kızıl saçlarını çoğu zaman gizlemek zorunda kalıyor. o da benim gibi ailesini kaybetmiş ve insanlar onun doğuştan gelen bir dil yeteneği olduğunu söylüyorlar.
3 dil konuşabiliyor. latince, fransızca ve asya'nın tuhaf bilinmeyen dillerinden birisini.
önümden atlı bir adam geçiyor, pazar biraz ileride, oraya hızlı adımlarla yürüyorum. attığım her adımda, dün geceden kalan yağmuru henüz güneş kurutamamış olacak ki, deri çizmelerim su ve çamur geçiriyor.
pazarın girişine varır varmaz, olağandışı bir şeyler fark ediyorum. burada bir yoğunluk var, hem bizim taraftan, hem de kiliseden insanlar dolu...
yaşlı bir kadın, elindeki sünger ve belinde kılıcı olan düşmanlarımızdan birinin çizmelerini boyuyor. elma satan delikanlı bir genç, kırmızı pelerini savura savura uzun boylu bir şövalyeye bakıp elma yiyor.
ben de siyah pelerinimin şapkasını başıma örtüyor ve pazarın içerisine giriyorum. kokular birbirine karışıyor. leş gibi kokan balıklar, papatya gibi kokan meyveler, ter ve sidik kokusu.
hepsi bir anda başımı döndürüyorlar.
ilerlemeye devam ediyorum, tek yapmam gereken bu leş gibi kokan kalabalığı yarıp sola dönmek, dümdüz ilerlemek ve pellegrini kalesinin dibinde oturup soluklanmak.
korkuyorum. tuhaf biçimde bir şey beni korkutuyor. attığım her adımda, leş gibi koku daha da artıyor. çilek ve limon diye bağıran insanların sesleri, balık satan insanların seslerine karışıyor.
bir adam, karısının hamile olduğundan bahsediyor. etrafıma bakınırken, gördüğüm uzun burunlu uzun boylu renkli, kirli saçlı insanların arasında kendimi minicik hissediyorum. ve tam o anda, birisi elime dokunuyor. gözümü çevirir çevirmez, onun kim olduğunu anlıyorum.kırık dişleri ve kısa, siyah saçlarına eşlik eden keçi sakalıyla bu adam, arada sırada bizim toplantılarımıza katılan bir göçmen. "seni fark ettiler. kaçmalısın." diye fısıldıyor.
her şey çok hızlı gelişiyor. bana doğru bağırarak yaklaşan uzun çizmeli insanların sesleri, diğer tüm sesleri susturuyor.
"hey sen! siyah pelerinli, yerinde kal." diyor. attığı her adımda çağlayan şelaleler gibi çizmelerinin sesini duyuyorum. etrafına su sıçratıyorlar.
bana yaklaşmasına son 3 adım...
tüm seslerin susması gibi insanlar da durmuş bize bakıyor. herkesin ağzı açık. gözerlinde korku var.
2 adım kaldı...
birazdan beni öldüreceklerini çoğu insan anladı. hepsi kendine pazara geldikleri için kızıyorlar, eminim ki hiçbiri bir insanın öldürülüşüne tanıklık etmek istemezler. bu onları derinden sarsacaktır.
1 adım kaldı.
adam arkamda, nefesini hissediyorum. nefesi kokusuz...
adam yavaşça elini omzuma atıyor, beni kendisine çevirip bakıyor. gözlerine bakıyorum, yeşilin en huzurlu tonlarından birisi... tıpkı duccio di buoninsegna'nın resimlerini andırıyor.
adam, belindeki kılıca elini atmak üzeyken bir şey oluyor
bir şey değil, bir şeyler. size kısaca özetlemem gerekirse, gördüklerim şundan ibaret.
yaşlı ayakkabı boyacısı, elindeki hançeri, çizmelerini boyadığı adamın dizine saplıyor. elma satan çocuk, elmalardan birini başka bir kılıçlı şövalyeye fırlatıyor.
dikkati dağılan, beni omzumdan tutan adam ise kafasını sağa çevirip olanlara bakmaya niyetleniyor. ben de, cebimdeki mızrağı çıkartıp adamın karnına saplamaya vakit bulabiliyorum böylece.
sol elim, mızrağın sapını tutarken, ufak bir parmak hareketiyle adamın karnına öyle yumuşak saplıyorum ki, mızrağı biraz içinde gezdirip dışarıya çıkarırken, adamın parçaları da toprağa fırlıyor.
ayağına hançer saplanan diğer adam, yaşlı kadının kafasına doğru kılıcını sallayıp kadının kafasını ikiye bölüyor. elma atan çocuğun üzerine mızrakla fırlayan başka kilise mensupları çıkıyor ortaya, mızraklardan birisi doğruca kalbine sağlanıyor.
ben ise, bu karmaşanın içerisinde koşmaya başlıyorum. bağırıp oraya buraya fırlayan insanlar işimi kolaylaştırıyor, ben de onlar gibi bağırıp korkuyor gibi pazarın doğruca sonuna koşuyorum.
ama hayır! arkamdan at sesleri ve "orada, görüyorum!" nidaları geliyor. kendimi koşmaya zorluyorum. pazardan çıkar çıkmaz, pellegrini kulesi az önümde bitiyor, kendimi biraz daha yormalıyım.
koşarken biraz olsun zihnimi rahatlatmak adına insanların benim için ölüyor olmasının beni rahatlatmasına şaşırıyorum.
gülümsüyorum. onlar benim için öldüler. ama iç sesim, çok güzel cevap veriyor. "hayır, onlar parşömenlerde yazanlar için öldüler."
ve, içimdeki diğer bir ses, hepsini yok ediyor. "onlar ölmediler. öldürüldüler. kilise tarafından."
elimdeki parşömenleri sımsıkı tutarken, ön tarafımda birkaç insanın olaylardan habersiz şekilde yürüdüğünü fark ediyorum. kuleye çok az kaldı.
arkamdaki atlılar bana doğru yaklaşıyorlar, bir hata yapıp arkama bakıyorum, onları görüyorum, dört kişiler. birinde mızrak, diğer üçünde kılıç var. atları simsiyah!
önüme döner dönmez, belki de en korktuğum şeyi yaşıyorum. burnumun dibinde bir kadın beliriyor aniden, çıkık çenesi, sert yüz hatları ve bir italyan'ı yansıtan uzun ve sivri burnuyla önüme barikat kurmuş gibi duruyor. ben de doğal olarak bu kadına çarpıyorum. tesadüfe bakın ki, kadının elinde de benim gibi birkaç kağıt parçası var.
önce kadına sarılır gibi oluyorum, ama ona sarılamadan yere öyle bir kapaklanıyoruz ki, kendime gelmem en az 2 saniye alıyor.
gözlerimi açtığımda, karşımdaki kadının toparlanıp benden korkarcasına kaçtığını görüyorum. yere bakıyorum, korktuğum şey başıma gelmiyor neyse ki. kağıtlarım yerde! onları tomar haline tekrar getirip sımsıkı elime alıyorum. çok zaman öldürdüm!
arkama tekrar bakıyorum, adamlar artık çok yakın. ama ben de kuleye çok yakınım. gülümsüyorum. yerimden kalkıp adeta yıldırım hızıyla kuleye doğru koşmaya başlıyorum. bunu zeus görseydi, mutlaka gök gözlü athena'nın benim annem olduğuna inanırdı.
kulenin kapısı tahtadan, koşmamı durdurmadan kapıya sert bir omuz darbesi atıyorum ve içinden geçermiş hissi yaratıyor bu bana, kapı anında yere iniyor, dengemi kaybediyorum ama çabuk toparlanıyorum.
şimdi yapmam gereken yukarıya doğru koşmak. ama adamlar bana çok yakın, her şeyi her an berbat edebilirim!
ikişer ikişer tırmanıyorum merdivenleri, aşağıdan biri zenci "dur yerinde şeytan! seni parçalara ayıracağız!" diyor, başka bir adamın sadece koşarken kılıcının, çizmesine değerken çıkardığı sesleri işitebiliyorum.
"yakala beni!" diye bağırıyorum. "seni sıçan!" diyor her adımımda daha da yaklaşan, genizden gelen ses.
son merdiven basamağını da çıktıktan sonra, tüm görkemiyle gökyüzü gözüküyor karşımda. kule çok yüksek! kulenin korkuluklarına yaklaşıyorum. aşağıya bakıyorum, insanlar toplanmaya başlamışlar bile.
ama, tekrar zencinin sesi beni kendime getiriyor.
"seni sıçan! hastalıklı! şeytan! o tomarları bana ver!" diye bağırıyor.
"sana tomarları vereceğim, söz veriyorum." diyorum, "ama son bir kez daha aşağıya bakmama izin ver!" diyorum ona gülümseyerek, korkuluklara daha da yaklaşıyorum. aşağıya bakıyorum.
evet, istediğim oldu. her şey yoluna girdi. şimdi görevi eurymedusa devraldı. her şey onda.
"al, istediklerin!" diyorum ve parşömenleri kilisenin küçük kölesine fırlatıyorum, sonra da ayaklarımı korkuluklardan geçirip kendimi aşağıya bırakıyorum.
kuleden düşerken, düşündüklerim ayıp ve komik şeyler. kadın ve erkek birleşmesi, bunu resmetmeye çalışırken yakalanıp öldürülen ressamlar gibi mesela.
birazdan, bedenim yerle buluşacak, önce tuhaf bir sarsıntı hissecekler. kimileri depremi hatırlayacak. ama hissedilen tek şey kemiklerimin kırılması olacak, öleceğim.
ama ben ölürken, tomarları açan zenci, içinde sadece dualarla karşılacak. istediklerini alamadıklarını fark edecekler. verilen istihbarat belki de doğruydu, ama ellerinden kaçırmış olmaları onları mahvedecek.
ve, dusa'ya gelirsek. eurymedusa'ya, evet.
o, az önce çarptığım ve elinde tomarlar olan kadındı. yere düşüp kalktığımız sırada, onunla dualar ve benim taşıdığım kağıtları değiştik.
o şimdi güvende. o benim öleceğimi biliyor. o da ölecek, kuşkusuz. ama bizim her ölüşümüz, kilisenin sonunu daha hızlı getirecek.
devamını gör...
279.
denk geldikçe bir şeyler atarım bu başlığa...
evrenin her zerresine keskin bir çınlama yayıldı. garip adam, soluğu kesilmiş bir şekilde kalakaldı. nefessiz kaldığı "an" boyunca zihninde milyonlarca anı kalıntısı canlandı. uzandı. lakin hepsi çoktan karanlığa karışmıştı. gecenin on ikisini bildiren son yankı da kaybolunca, kim olduğunu dahi unutarak önünde yürüyen kadının peşine takıldı. arka cebinden eski bir tarak çıkarıp keçeleşmiş saçlarını toparlamaya çalıştı. yıpranmıştı fakat iş görürdü fiyakalı paltosu. boğazına takılan yalnızlığını bir süreliğine unuttu. ıslak sokak taşlarına yansıyan suretine göz attıktan sonra kadının peşi sıra koşmaya başladı.
rüzgardan hızlı olmalıydı veya kaplumbağa kadar inatçı. ancak böyle yakalayabilirdi bir kuğu gibi süzülen zarif kadını. sadece böyle bulabilirdi ruhunun derinliklerinde aradığı aşkı. kulaklarına ulaşan alaycı kahkahalarla ileri fırladı. düştü, dizlerini kanattı. ayağa kalkınca yalpaladı. tekrar atıldı. bu kez yüzüstü yere kapaklandı. ağladı, bir müddet sızlandı ardından yeniden başladı. ne olursa olsun bulmalıydı o kadını, tutmalıydı kollarını, tarif edemediği hislerini, ölümcül keskinlikteki cümlelerle haykırmalıydı. yok oluşunun yaklaştığını anlamıştı...
habis bir sisle sarıldı etrafı. yönünü şaşırmıştı ayakları. yara bere içindeki vücudu kızıl kanıyla boyanmıştı. kaç defa takılmıştı, kaç yara aldıktan sonra yeniden ayağa kalkmıştı? göğsünü kavuran kalbine ilk kıvılcım nerede atılmıştı? kadınına ne kadar yaklaşmıştı ya da hiç yaklaşmış mıydı? sorularla boğuşarak sokakları, sehirleri, ülkeleri, kıtaları aştı. mavi kürenin yörüngesinden çıkıp sonsuzluğa açıldı. önündeydi hâlâ acınası çabasıyla kovaladığı kadını. saçlarında yıldızlar ışıldıyor, kulaklarında gezegenlerden yapılma küpeler sallanıyor, sırtında evrenin sonsuz örtüsünü taşıyordu.
garip adam, son bir can havliyle parmaklarını uzattı. parlaklığıyla gözlerini kamaştıran kadını yakaladı. delice bir tutkuyla iki kara deliğe ev sahipliği yapan gözlerine baktı. evrenin her zerresine keskin bir çınlama yayıldı. garip adam, soluğu kesilmiş bir şekilde kalakaldı. nefessiz kaldığı "an" boyunca zihninde milyonlarca anı kalıntısı canlandı. uzandı. lakin hepsi çoktan karanlığa karışmıştı. gecenin on ikisini bildiren son yankı da kaybolunca, kim olduğunu dahi unutarak önünde yürüyen kadının peşine takıldı...
neden hep yelkovan akrep'i kovalardı?
evrenin her zerresine keskin bir çınlama yayıldı. garip adam, soluğu kesilmiş bir şekilde kalakaldı. nefessiz kaldığı "an" boyunca zihninde milyonlarca anı kalıntısı canlandı. uzandı. lakin hepsi çoktan karanlığa karışmıştı. gecenin on ikisini bildiren son yankı da kaybolunca, kim olduğunu dahi unutarak önünde yürüyen kadının peşine takıldı. arka cebinden eski bir tarak çıkarıp keçeleşmiş saçlarını toparlamaya çalıştı. yıpranmıştı fakat iş görürdü fiyakalı paltosu. boğazına takılan yalnızlığını bir süreliğine unuttu. ıslak sokak taşlarına yansıyan suretine göz attıktan sonra kadının peşi sıra koşmaya başladı.
rüzgardan hızlı olmalıydı veya kaplumbağa kadar inatçı. ancak böyle yakalayabilirdi bir kuğu gibi süzülen zarif kadını. sadece böyle bulabilirdi ruhunun derinliklerinde aradığı aşkı. kulaklarına ulaşan alaycı kahkahalarla ileri fırladı. düştü, dizlerini kanattı. ayağa kalkınca yalpaladı. tekrar atıldı. bu kez yüzüstü yere kapaklandı. ağladı, bir müddet sızlandı ardından yeniden başladı. ne olursa olsun bulmalıydı o kadını, tutmalıydı kollarını, tarif edemediği hislerini, ölümcül keskinlikteki cümlelerle haykırmalıydı. yok oluşunun yaklaştığını anlamıştı...
habis bir sisle sarıldı etrafı. yönünü şaşırmıştı ayakları. yara bere içindeki vücudu kızıl kanıyla boyanmıştı. kaç defa takılmıştı, kaç yara aldıktan sonra yeniden ayağa kalkmıştı? göğsünü kavuran kalbine ilk kıvılcım nerede atılmıştı? kadınına ne kadar yaklaşmıştı ya da hiç yaklaşmış mıydı? sorularla boğuşarak sokakları, sehirleri, ülkeleri, kıtaları aştı. mavi kürenin yörüngesinden çıkıp sonsuzluğa açıldı. önündeydi hâlâ acınası çabasıyla kovaladığı kadını. saçlarında yıldızlar ışıldıyor, kulaklarında gezegenlerden yapılma küpeler sallanıyor, sırtında evrenin sonsuz örtüsünü taşıyordu.
garip adam, son bir can havliyle parmaklarını uzattı. parlaklığıyla gözlerini kamaştıran kadını yakaladı. delice bir tutkuyla iki kara deliğe ev sahipliği yapan gözlerine baktı. evrenin her zerresine keskin bir çınlama yayıldı. garip adam, soluğu kesilmiş bir şekilde kalakaldı. nefessiz kaldığı "an" boyunca zihninde milyonlarca anı kalıntısı canlandı. uzandı. lakin hepsi çoktan karanlığa karışmıştı. gecenin on ikisini bildiren son yankı da kaybolunca, kim olduğunu dahi unutarak önünde yürüyen kadının peşine takıldı...
neden hep yelkovan akrep'i kovalardı?
devamını gör...
280.
yoruldum...
devamını gör...
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
31
32
33
34
35
36
37
38
39
40
41
42
43
44
45
46
47
48
49
50
51
52
53
54
55
56
57
58
59
60
61
62
63
64
65
66
67
68
69
70
71
72
73
74
75
76
77
78
79
80
81
82
83
84
85
86
87
88
89
90
91
92
93
94
95
96
97
98
99
100
101
102
103
104
105
106
107
108
109
110
111
112
113
114
115
116
117
118
119
120
121
122
123
124
125
126
127
128
129
130
131
132
133
134
135
136
137
138
139
140
141
142
143
144
145
146
147
148
149
150
151
152
153
154
155
156
157
158
159
160
161
162
163
164
165
166
167
168
169
170
171
172
173
174
175
176
177
178
179
180
181
182
183
184
185
186
187
188
189
190
191
192
193
194
195
196
197
198
199
200
201
202
203
204
205
206
207
208
209
210
211
212
213
214
215
216
217
218
219
220
221
222
223
224
225
226
227
228
229
230
231
232
233
234
235
236
237
238
239
240
241
242
243
244
245
246
247
248
249
250
251
252
253
254
255
256
257
258
259
260
"normal sözlük yazarlarının karalama defteri" ile benzer başlıklar
karalama
2