1241.
karnımdan yukarı doğru süzülen bir iç sıkışması var iyi hoş şeyler oluyor hep ama o orda en son böyle hissettiğimde kendimi kahveye atıp demli çay içerken kötü bir haber aldıydım hayırlısı bakam daha sürecek mi bu şey umarım midem filan üşütmüştür.
devamını gör...
1242.
olmazdı zaten çünkü hayalini kurdum.
devamını gör...
1243.
ben insanlara kendimi anlatmaktan yoruldum artık.
açıklamak zorunda da değilsin ama illa ki bi zorundaymış gibi bırakıyorlar. insanlar gerçekten kabalığa o kadar alışmış ki nezaketten bihaber ve bunu da bak ben bu zamana kadar hep kötü insanlarla karşılaştım kesin sen de öylesindir deyip kırıp bi kenara çekiliveriyor.

hayat yeterince kaba davranıyor zaten, siz de bu kadar kaba olmak zorunda mısınız. daha yazacak çok şey var ama dilim dönmüyor. iyi geceler.
devamını gör...
1244.
ahahahah yanda bir savaş, orda bir savaş, burda bir savaş. bense apayrı savaşlar veriyorum, bir sürü savaş içinde yenilerini buluyorum. göz garip organ, benimki kanlı, yine de görüyor. ağız dudaklarını yolmakla meşgul ama yine de söylüyor. benim susmam lazım, ama duyman lazım. bazı ateşler bazı geceler evinize düştüğünde kurtluşunuz olmaz. o gece gelmiyor bir türlü. neyse ben yatayım, salağa yatayım.
devamını gör...
1245.

“neden herkes birbirinin canını yakmaya bu kadar meraklı?” diye bir soru sordu kendine ve “çünkü onları bir başkası olarak görüyor” diye cevapladı kendince bu sorusunu.

evet bencilliğin başka hali. sadece kendisine odaklanmış insan, başkaları diye gördüklerini umursamıyor. gördüğü kötü davranışlardan şikayet ediyor ama kendisi de aynı davranışlarda bulunabiliyor.

birbirimizi çekmiyor, birbirimize tutunmaya çalışmıyor, yapayalnız kalmak pahasına birbirimizi kendimizden uzağa itiyoruz. birbirimize karşı kıyıcıyız, hiç olmadığımız kadar yıkıcıyız, günden güne incelikten, zarafetten, nezaketten uzaklaşıp katılaşıyoruz. katılıklarla ilerleyen böyle bir dünya herkes için cehennem! çünkü hiç kimse sertliğinden vazgeçerek bir başkasının cenneti olmaya çalışmıyor

alıntılar gökhan özcanın yazısından:buradan
devamını gör...
1246.
çirkinleşmek
bir olayı anlatırken savunurken haddinizi aştığınız oldu mu? kesin farketmediniz bir anda köpürdüğünüz. üstelik size göre çok haklısınız, bu uğurda ne yaparsanız yapın en haklı sizsiniz. o an karşıdan hamle geldi yaşasın daha da çok hırçınlaşabilirsiniz.

çünkü her zaman en haklı biziz..

ağzınızda ne varsa çıkardığınız ortaya. bir ayna olsa karşınızda bu ben miyim deyip çeki düzen verecek frenleyeceksiniz kendinizi. çünkü herkes aynaya baktığında güzel görünmek ister.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

kim bu ayna'nın karşındaki bağıran, çağıran ağzında küfürler savuran. üslubu yok, çamura yatmış bir yandan sana fırlatmış. karşındaki değil be savaştığın, içindekine sahip çıkamıyorsun. tüm kötücülleri dışarı çıkarıp ona buna bulaştırmak derdin. mikrop saçıyor senin içindeki dalgacı, herkes'ten nefret eden, ego'sunu dizginleyemeyen küçük canavar. önce seni yuttu şimdi av'ı peşinde.

neden nefret'i tercih ettin?

sevgi'yi istediğin zamanlardaki masum haline yapılan ihanetler çok canını yaktı. beni yaktı sen de, siz de yanın derdiyse mesele, açmadan ağzını bir düşünmelisin, indirmeye çalıştığın belki bir masum canıdır.

çirkinlikte sevgi gibi bulaşıcı. bağırana önce ağlayarak tepki verirsin, ürperirsin. sonra gaddarlaşır sende bağırmaya başlarsın. güzelliklere olan inancını kaybettiğinde tüm teslimiyetin çirkinliklere olacak. iyi düşün... güzel düşün.. bekle .. sen iyiysen senin dünyanda bir şeyler değişmek zorunda. olacak, olacak...
devamını gör...
1247.
sonbahar güneşi insanın içini ne kadar ısıtırsa o kadar ısınıyorum şu anda. bir banktayım. yanıma da yalnızlığımı ya da iç sesimi oturtmuş olmalıyım ki yanıma kimse oturmuyor. oturmazsa oturmasınlar. ruhum güneşle birlikte ısınırken rüzgarla birlikte üşüyor.

bugün bir söz okudum. şöyleydi: “aklında bahar oldukça fikrin hep çiçek açar.” son çiçeğimi kaybettikten sonra böyle bir şey okumuş olmak umudumu canlandırır gibi. hep bir sebep arıyorum. bir şeye, şeylere bağlanma ihtiyacı oluşuyor bazen içimin derinliklerinde. hiç görmediğim insanlara dış görünüş, hiç duymadığım seslere bir ses veriyorum. bu bir ihtiyaç mıdır? ya da duyduğum sesleri unutmamak için sürekli çalan plak gibi konuşmaları geçiriyorum aklımdan. peki birileri benim için de aynısını düşünüyor mudur acaba?

ismet özel’e gidiyor aklım. “beni bir ses sahibi kıl”. sanki bir şeylere yalvarır gibi. sessizlik derin ve huzursuz.

neyse ne diyorduk. hava çok güzel. ruhum ısındı. arkadan da deniz kabuklarıyla yapılmış süslerin rüzgarla birlikte çıkarttığı sesler bilmediğin notalarla bir şarkı söylüyor.

bazı insanlar sonbaharda açan güneş gibi. iç ısıtıyor. bazı insanlar ama. bazı. bazen.

neyse ne diyorduk. hava çok güzel. piknik mi yapsak acaba?
devamını gör...
1248.
zaman, sadece birazcık zaman ve yaşanan kısacık anlardan oluşan kısa uyak a’sının ve zenon’un ortak ebesinin an’ı olan. şey. ney? yazamadık durumumuz yoktu. okuyamadık da, okuma yazmamız vardı ve durumumuz da müsaitti üstelik yazı tabanlı bir platformda idik ve unvanımızın gereği içerikleri okumamız beklenirdi ama yine de, okumadık.

istediğimiz yerde yazar ve yine dilediğimiz herhangi bir yerde okunurduk da buna rağmen bir akşam baktık internetin karanlık dehlizlerine. bir noktaya kulak kesildik, ya da göz. ya da başka bir şey işte, muhtemelen göz kesildik emin değilim. birileri vardı yazan ve de okuyan. göz kesildik, ses verdik; ses aldık ve yankılar fena değildi. otağımızı kuralım. kurduk.

biri şarabımızı döktü, soğanımızı çaldı, biri hiç yoktan vurdu kafeste kuşumuzu. biz, biz olmaktan çıkıp işbunda olduğu gibi vıcık romantizme bulanmış yazılar karaladık; onlar onlar olmaktan bıkıp herhangi bir yere dönüşme kararı aldı. otağımızı toplayalım.
devamını gör...
1249.
ya daha önce de gördüm evli çoluk çocuk sahibi yazarın nickaltına saçma sapan şeyler yazan dallamalar.. bunların suratına büyük abdestini fırlatsan mutlu olur böyle yüzsüz haysiyetsiz herifler her türlü şakayı yapabilen genişlikte namus kavramını unutmuş sanal kimlikli tipler. böyle salaklığın olduğu yerde bu adamlar korunuyosa burda durmakta aynı ayıba dahil..
devamını gör...
1250.
can sıkıntısı mevcut.
devamını gör...
1251.
özgüvenimin az biraz yükselmesi için kayda değer başarı isteyen zihnim, düşmesi için en ufak rüzgarı yeterli görüyor.
ama rüzgardan bol ne var ki şu hayatta? stabil bir özgüvenle dümdüz yaşayıp gitmek için ne olması lazım? mucize mi bekliyorsun, gelmeyecek. seni çekip çıkaracak insan mı bekliyorsun? gelmeyecek.
gel sevgili özgüvenim sen gel.. düşme bu kadar kolayca, sen düştükçe yaşamak nasıl da zorlaşıyor. gereksiz olsun yükselişin, manasız olsun, hatta isterse kibirlice olsun ama yüksel... yeter ki düşme.

yüksel, yüksel ki iyi kötü idame ettireyim şu hayatı. yüksel ki bir yerlere dikiş tutturayım. yüksel ki insanlara katlanabileyim, aralarına karışıvereyim sanki hep aralarındaymışımcasına.

sen varoluşuna anlam ararsın, bu bilmediğin yolculukta da kendine yoldaşlar ararsın. kim bilir belki de varoluş amacın çöp tenekesinde ağzı kapalı poşetten çıkamayan arı için elini çöpe sokup poşedi yırtmaktı, veya otobüste telefonuna dalmış taklidi yapmaktan vazgeçip yorgun adama yer vermekti.
kendine büyük misyonlar yüklemek.

kim dedi ki var oluş anlamın kitleleri etkileyecek diye? sen de devasa çarkların yanında küçük dişlisindir belki de.
minik eylemler, anlık işe yarayışlar gene de yadsınamaz küçük etkiler.

düşme sevgili özgüvenim bakma sen ne geçmişe ne geleceğe ne mistik anlamlara. oralardan almak zorunda değilsin motive edicini, ellerin ayakların beynin de yeterli. küçük dişli ol, olmayıversin ulvi amaçların, büyük şeyler başaramayıver, sen de günü kurtar. ve doğanın bir parçası olarak kalabildiğin kadar hayatta kal.
devamını gör...
1252.
bu sıralar şu başlığa çöreklenip duruyorum. sanırım bir şeyler karalarken arınıyorum. kelimeleri gökyüzüne fırlattıkça hafifliyorum. iyi de oluyor. içimde kalmış doluluk azalıyor. lebalebmişim.

bunların arasında hayaller de gidiyor. zaten fazla hayal kurabilen bir insan olamadım bu hayatta. iki üç tane. belki. işte iki üç tane hayal gitmesin diye onları sıkı sıkı tutuyorum; çünkü onları elbet bir gün bir şekilde gerçekleştireceğim. bir bakıma onlardan güç alıyorum. beni umutlu kılıyor. düşününce bile tüm hücrelerim harekete geçmek istiyor. “sakin ol” diyorum. iç sesim, “hadi başlayalım” diyor. başlıyoruz.

bazen gitmek eylemi çok ağır basıyor. biri tutsa kolumdan çekse götürse. kaçırsa mesela. ama o anda sarsılıyorum, “nereye kız bir dur” diyor iç sesim. “sen bi karışşşmaaa.” iç sesim hep benden büyük oldu. hep onu dinledim.

bundan mütevellit gidemiyorsam hayal kurabilirim diyorum. bu noktada hemen kendime ait bir dünya inşa etmeye başlıyorum: bir vosvos... içerisinde kamp sandalyeleri... (sandalyeleri mi? iç sesim; "ne zaman hayallerini çoğul bir şekilde kurmaya başladın, bir hayali çoğul şekilde kurmak sakıncalı değil miydi? " diyor) sessizim... susarak onu deli ediyorum. (yapma diyor; sen bir başına daha iyisin.) dinlemiyor,susmaya devam ediyorum.

nerede kalmıştık? hımmm, vosvos...içerisinde az eşya, belki bir battaniye, bir ihtimal yastık, yiyecek bir şeyler, birkaç parça eşya... yola çıkıyoruz. (iç sesimin ağzını bantlarım.) yolumuz bitecekmiş gibi olduğu noktada bulutlar yeni bir yol yaratıyor sanki. asfalt sıcak, rüzgarda uçuşan saçlara, bir de müziğimizin notaları eşlik ediyor. ne çalsa acaba? bir yol için en doğru şarkı nedir? o şarkıyı bulamıyorum. aradım mı ki? neyse...

canımızın istediği bir yerde duruyoruz. mümkünse deniz kenarı... hayalimde hemen bir deniz kenarı beliriyor. açıyoruz sandalyelerimizi. aaa yanımızda kitaplarımız da var. -vosvosa kitap koyuyorum- başlıyoruz okumaya. ne zaman bu kadar huzurlu, bu kadar keyifli olduğumu düşünüyorum. yok galiba... acıkmalar için balık da tutabiliyoruz. o yüzden yanımızda bir çift olta takımı olmalı. ben balık tutmayı bilmiyorum, olsun... öğrenirim. "oltayı bir sıkıntından kurtulmak istiyormuşçasına denizin en uzak noktasına fırlat, arada bir misinayı sar , bırak; sar bırak - balık yemi kaptığında oltada bir ağırlık oluyormuş diyorlar- misinayı sana gelene kadar çek." bunları bana anlatırken aynı zamanda kendisi de anlattıklarını uyguluyor. bir bakıyoruz, kocaman bir yosun. gülüyoruz, bunun için miydi diyoruz. yılmıyoruz. bir daha oltayı sallıyoruz. yine aynı bekleyiş... bu sefer onun oltası dolu geliyor. benim boynum bükülüyor. üzülme deyip sarılıyor. sarılışından güç alıyorum. bi bakıyoruz sevginin gücüyle benimki dolu geliyor. üçüncüsünde ikimizinki dolu derken bir sürü balığımız oluyor. aklıma sinağrit baba geliyor, hüzünleniyorum. balığın gözleri canlı, kovanın içinde hoplayıp zıplıyor. kova demişken vosvosumuzda kova da olmalı. hepten acıkıyoruz. o, ateş için çer çöp topluyor, ben balıkları üzüle üzüle temizliyorum. -vahşiyiz diyorum, vahşiyiz. - bir yandan açlıktan midem gurulduyor.

balıkları pişirmek için bir tavaya da ihtiyacımız var. vosvosa tavayı da alıyoruz. ehh bi de yağ lazım, onu da ekliyoruz. salata malzemelerini yol üstünde bulduğumuz bir manavdan almışız. meyvesiz olmaz deyip en sevdiğimiz meyveleri de heybeye ekliyoruz. balıklar pişiyor, ortaklaşa salata yapıyoruz. domatesle uğraşmayı hiç sevmem, domatesle o ilgileniyor. salatalığın ucundan az bir şey çalıyorum.
- canın kalmasın al azıcık da sana * diyorum. ağzına salatalık tıkıştırıyorum.*

gülmeye devam... gülmeyi eksik etmiyoruz. gülünce kalbimiz güzelleşiyor. salataya son dokunuşu bir nane eşliğinde yapıyoruz. kokusu ruhumuza tazelik katıyor. oturup yiyoruz. çatalı sadece salata için kullanıyoruz. balık da çatalla mı yenirmiş canım muhabbeti eşliğinde akşam güneşini karşılıyoruz. ona içecek bir şeyler veriyorum. bardak lazım. vosvosa bardak koyuyoruz. tabak eklemiş miydik? ekleyelim efendim. yedikten sonra kaç balık yedik diye yediğimiz balıkların kılçıklarını sayıyoruz. aaa o benden çok yemiş, hayır hayır ben senden çok yemişim, bak bir tanesi yere düşmüş diyerek kumlara bulanmış kılçığı elime alıp sallıyorum. yine gülüyoruz.

yedikten sonra okumaya devam ediyoruz. okuduğunu anlatıyor bana, bilgi verme , ben de okuyacağım diyorum. kitapları değiştirerek okuyoruz. ben onun kadar hızlı değilim. sindirmem gerekiyor. hayat da böyle diye düşünüyorum: karşılıklı ve bir o kadar yaşadıklarımızı sindirmeye odaklı. okurken hayal içinde hayal kurduğum da oluyor. hatta çoğu zaman onu izliyorum. fark ediyor tabii. bıyık altından gülümsüyor arada. o sıra bakışlarımı kaçırıyorum. bir insanın yüz çizgileri bu kadar mı güzel yerleşir diye düşünüyorum. sıkılıyoruz. hadi diyoruz çay demleyelim. çaydanlık lazım... vosvosa çaydanlık koyuyoruz. ben bazen kahve içerim, cezve de şart. içiyoruz. aramızdaki derin muhabbet çayın demi ya da kahvenin köpüğü gibi.

akşamı nerede nasıl geçiriyoruz bilmiyorum, çok da önemsemiyorum. nasıl olsa battaniyemiz ve paylaşabileceğimiz bir yastığımız var. yol aktığı sürece kâh duruyoruz kâh devam ediyoruz. gökyüzü ve kollarının sıcaklığı bir battaniyenin vermiş olduğu huzurdan daha fazla. bana bir şeyler anlatıyor. onu dinlemeyi çok seviyorum…

iç sesim “ yeter bu kadar” diye dürtüklüyor. uyanıyorum. içimden taşanlar çok fazla. dökülmüşüm. hayalim bir deniz kenarında... aldığımız tüm eşyalar vosvosa sığar mı sığmaz mı diye düşünüyorum. o kadar çok eşya almışız ki vosvostan taşıyoruz. gülüyorum. en iyisi karavan mı acaba? yol için hangi şarkı olsa?

gitsek çok uzaklara, en uzaklara...

özlenen ve yapılmak istenen tüm hayallerin bir gün gerçekleştirilmesi dileğiyle… en çok sevilen, en çok sevenle…
devamını gör...
1253.
hiç kimseye ve hiç bir şeye yetmiyorum.
kimseyi mutlu edemiyorum, kimseye kendimi anlatmayı başaramıyorum. hayatımın her noktası tamamen başarısızlıkla dolu. hiç bir şeyi iyi yapamıyorum. her işi elime yüzüme bulaştırıyorum.
iyi değilim dediğimde iyi olmadığıma insanları inandırmayı dahi başaramıyorum.
iyi kalmayı da başaramıyorum zaten.
insanları mutlu etmeye, bu şekilde mutlu olmaya çalışırken bir çuval inciri berbat edip hem sevdiğim insanları hem kendimi üzüyorum.
çevremdeki insanların hepsi mi toksik insanlar yoksa ben miyim toksik olan bilmiyorum.
tek bildiğim kendim dahil kimseye iyi gelmiyorum.
sadece kaçıp gitmek istiyorum artık. kimsenin beni bilmediği, tanımadığı bir yerde tek başıma baştan başlamak istiyorum.
devamını gör...
1254.
her şey üst üste geldi, çok yoruldum artık. sırtımda yeterince yük yokmuş gibi bugün aldığım haber de yenilerini ekledi. kamburum çıktı artık sözlük, dik durmayı unuttum. ne zamana kadar böyle devam edecek? şu hayatta başıma iyi şeyler de gelecek mi? bir gün başımı yastığa koyduğumda içimden "güzel bir gündü." diye geçirebilecek miyim? saçımın her tarafı beyazlarla doldu, çok değilim lan daha yaşım 24 ama sanki ömrü hep fırtınalı geçmiş 70 yaşındaki adamın ağırlığı var içimde. yoruldum artık. sadece yoruldum...
devamını gör...
1255.
çok az zamanım kaldı! onlar gelmek üzereler!" diye söylendi, aurora. "çok az kaldı, tanrım çok az kaldı!"

çizdiği şeye göz gezdirirken "çok güzel oldu" dedi, aynı zamanda sol elinde tuttuğu kaleme baktı.
"çok güzel oldu, ama bunu yüzyıllar önce yapsaydım, hem inanca karşı gelmekten, hem de solak olmaktan dolayı diri diri yakılabilirdim..." diye düşündü.

dışarıdan gelen siren seslerini duyunca, dördüncü katta olan evinin balkonuna doğru koştu, balkonun kapısını açtı, adımını balkona atınca, üzerindeki ince tişörtünden dolayı hissettiği soğuk, onu kendine getirmişti. aşağıya baktığında onları gördü.

aşağıda 2 tane üzerinde kırmızı ve mavi ışıkları yanan alfa 157 vardı.
aurora, içerisinde gerçekten işini yapan polisin mi, yoksa sabahtan akşama kadar taranmış saçları ve dört fakirin karnını doyuracak kadar pahalı gözlükleriyle turist kadınları baştan çıkarmak için adeta elinden geleni yapan carabinierilerin mi olduğunu merak etti.

ama yüzüne yine o ilginç gülümsemesini yerleştirmişti.

bu gülüşü yüzünden ona aptal mona lisa diyorlardı, çünkü insanlar onun bir şeyi biliyormuş gibi gülümsediğini, ama hiçbir şey bilmediğini düşünürlerdi.

aurora, boş arabalara bakınca, hepsinin içeriye girdiğini düşündü.

1 dakika zamanının olduğunu hissetti...

son bir şeyi yaptığını unuttu...

"imzam!" diye tiz bir çığlık attı...

balkondan koşarak masanın üzerinde duran, saatlerdir çizdiği resmin yanına gitti.
sol eline aldığı kalemiyle, kendiyle özdeşleştirdiği imzasını atarken, bir anda kapı çaldı.
kalın bir ses, kapının arkasından ona bağırıyordu.

- aurora! aprire la porta! per favore!
"kapıyı aç aurora, lütfen!"

aurora, kapının arkasındaki insanların da duyabileceği bir kahkaha attı.
derin bir nefes aldı ve "rompere la porta, non andare da nessuna parte!" diye bağırdı.
"kapıyı kırın, bir yere gitmiyorum..."

kalın sesin sahibi, aurora'nın dediğini umursamamış bir şekilde tekrar bağırdı.

"tavola! non fargli del male!"
" tablo! ona zarar vermeyin!"

aurora, belki de 21.yüzyılda yapılacak en zor şeyi yapmıştı.
yaptığı, dünyanın en güvenli bankasından milyonlarca dolar çalmak kadar zor bir şeydi...

uffizi galerisinden, rafael'in kendi portresini çalmıştı, tabloya zarar vermemiş, onu yatak odasında saklamıştı.
aurora'nın babası, bir keresinde "italya'da dikkat çekmek istiyorsan, bir tablo çalmalısın..." demişti.
babası bunu espri olsun diye demiş, gülmüştü, fakat kızı dediklerini gerçeğe dökmüştü işte...

auroa, masanın üzerinde tiksinerek baktığı silahı eline aldı.

silahlardan nefret ederdi... çünkü babası, aurora liseye başladığı ilk yıl, sokakta vurularak öldürülmüş ve katili de asla bulunamamıştı.
babası, ünlü bir gazetenin siyasi köşe yazarlarından biriydi, dostundan çok düşmanı vardı...

silahı eline alan aurora, birkez daha silahın ağırlığına oldukça şaşırdı.

"bu kadarcık şey, nasıl oluyor da bir eşek kadar ağır olabiliyor!"

kapının kırılma sesiyle irkilen aurora, karşısında 5 polis memuru görünce dişlerini sıktı.
en öndeki, kalın sesli olan seyrek sarı saçları ve uzun boyuyla üniversitedeki, nefret ettiği öğretmenlerinden birini hatırlatınca, daha da dişlerini sıktı.

en öndeki adam, aurora'ya bir şey söylemek için ağzını açmıştı ki, aurora birden "bana dua edeceksiniz!" diye bağırdıktan sonra, silahı kafasına götürüp tetiği çekti.

aurora'nın tam karşısında duran, ne olduğunu bile anlayamayan polis memuru, öne doğru atıldı, ama çoktan kadının bedeni yere düşmüştü bile.
polis memurunun yüzü, karşısında duran, kısa boylu ve kısa kızıl saçlı kadının kanıyla kıpkırmızı olmuş, kulakları da küçük alanda ateşlenen silah yüzünden bir an sağır olmuştu....

kadının arkasındaki masada, kadının dağılan beyninden gelen kanla sırılsıklam olmuş bir kağıt parçası duruyordu.
polis memuru, kağıdı görünce ürperdi...

kadının çizdiği şey, elinde medusa'nın kesilmiş kafasını tutan perseus heykelinin tam tersiydi.
bu kez, medusa, perseus'un kesilmiş başını elinde tutuyordu.
devamını gör...
1256.
maddi dünyadaki kayıplarımız, zararlarımız, aldığımız hasarlar için hasar tespiti yaptırıp bizden neyin ne kadar gittiğini çözmek basit iş ama ruhsal dünyamızdaki hasarların hem farkına varmak çok zor, hem de hasar tespiti yapmak çok zor... keşke maddi dünya kadar kolay olabilseydi ama insanın, gerçekten kendini kaybetmesi diye bir şey var... mesela en son ne zaman "ben ne istiyorum, ben ne hissediyorum" diye sorduk? küçükken duyguları yok sayılmış olan çocuklar, büyüdüklerinde kendi duygularını yok sayıyor, hatta sadece duygularını değil, kendilerini bile yok sayıyorlar... öyle bir yok sayma ki başkalarının düşünceleri, onun kendi düşüncelerinden çok daha önemli hale geliyor... onların sesini yükselttikçe, onları dinleyip onlara göre hareket etmeyi alışkanlık haline getirdikçe içindeki sesi (kendini) duyamaz hale geliyor... zaten içindeki sesi kısması, kendi sezgilerine güvenmemesi öğretilmişti... şimdi o sesi o kadar kısmış bir haldeyse, o sesi duyabilmek çok zor... olur da hasbelkader duyarsa da söylediklerine katlanabilmek, hatta uygulayabilmek de büyük bir güç istiyor.. sonuçta yılların alışkanlığı var, hep başkalarını önceleyip kendini kaybetmek/unutmak... ama hiçbir şey için geç değil... nasıl ki bugün spor yapmaya ve sağlıklı beslenmeye başlarsam bir 6 ay sonra farkı görebileceksem, kendime zaman ayırıp kendimi bulmaya, yüreğimin sesini dinlemeye zaman ayırdıkça bir 6 ay sonra en azından ruhsal dünyamda biraz daha fark olacaktır... buna inanıyorum... hayat, biraz da kimi nereye nasıl koymakla alakalı.. kimin sözünü, ne kadar duyup duymamak, kimden ne kadar etkilenip etkilenmemek bizim elimizde... bazılarının sözleri çok yaralayıcı ise, o kişinin karakteriyle ilgili olmasının yanı sıra yüreğimizde de bir yara olduğuna da işaret olabilir.. yarası olan gocunur, herkes her şeyi söylüyor ama bu sözler beni niye bu kadar üzüyor diye kendime sorduğumda içimdeki yaralı çocuğun anılarının tetiklendiğini fark ettim.. o günlerin bittiğini, artık büyüdüğümüzü ve onun koruyucusu olduğumu ona kanıtlamak için çabalıyorum ve bir gün bana inandığında belki daha az tetiklenecek/yaralanacak ve kendini daha güvende ve özgür hissedecek... onun yüzünü güldürdükçe ben de daha çok gülecek ve hayatımı daha anlamlı kılacağım...
devamını gör...
1257.
eylül ne ara geldi ne ara bitti.. hiç ama hiç anlamadım..
onu bırakta yıl bitti yıl! yine bir yıl daha bitti! daha geçen gün yaz gibi bir 31 aralık günü ve yılbaşısı yaşamamış mıydık ya?! evet evet daha dün gibiydi hani?! ne ara geçti gitti bahar,kısacık yaz! özgürce üşümeden giyindiğimiz günler geceler?!
ağlayayım mı şimdi geçen günlere?! sanki dakikalarımız,saatlerimiz,aylarımız geçmemiş gibi kayıp duran 2021 yılına?!
ehhhhh walla böyle çok sıkıcı oluyorsun hayat...
bana bak 2022!!!! evet adın 2022 sadece , yoksa diğer günler,geceler,yıllar gibisin biliyorum/uz...
bu sefer çok farklı olacaksın,hepsinden,herşeyden,hiç görmediğin , tatmadığın gibi olacaksın,evet,eveeeeettttt biliyorum,görüyorum,gün dönende dönence!!!!!
not düştüm bu gece. eylül gidip ekim'i karşılarken,evet evet notuma aldım seni,geldin geliyorsun.
gittiklerinin acısını çıkarırcasına geliyorsun. sabaha kadar yazarım 40 yılın hatırlattıklarını ama bu kadar döndü dönence ve yetti şimdilik!
devamını gör...
1258.
bir masanın dört tarafına yerleştirilmiş bir sürü sandalyenin sahiplerinin, yani kalabalık bir ailenin, meydana getirdiği sabah kahvaltılarını, akşam yemeklerini çok merak ediyorum. düşünsenize bembeyaz bir örtü. üzerinde -eğer kahvaltıysa daha renkli ama düzenli bir renk skalasına sahip- kahvaltı takımları. sade ama hoş. muntazam. her şey olması gerektiği gibi. yöreye ait şeyler. reçeller, ballar, tereyağlar. sabah yapılan börek ya da zar zor mayaya gelip kabaran ama pişince yaşattığı tüm zorlukları unutturan, dumanı üstünde bir ekmek. haşlanmış yumurtalar, kuymaklar, dalından salatalıklar, domatesler, biberler… en büyüğünden en küçüğüne aile üyeleri. elden ele dolaşan sıcacık ekmek. camın soğukluğuna inat “ben sıcağım” mesajı veren tavşan kanı çay… her şeyi geçtim var olan konuşmalar kahvaltıdan da güzel. herkese söz var. kalabalık olunca ve herkes söz alınca masada oturma süresi sınırsız. saat akar ama insan saatin aktığını, akreple yelkovanın birbirini kovaladığını fark etmez. zaten bunlar önemsizdir. çünkü paylaşılan sevgi, zamandan büyük. kalbin sıcaklığı, sıcak ekmeğin arasında eriyen tereyağı kıvamında. gözlerde bitmez tükenmez bir mutluluğun olduğu bir masa…

çay kaşığının çay bardağına vuruşundaki çıkan ses birden fazla olunca insan yakında bir kilise var da kilisedekiler çana vuruyor zanneder, öyle kuvvetli, öylece içten bir masa…

bu masada herkes en komik, en güzel, en en en hoş anılarını anlatır. insanlar güler. masanın kuralı gülmek, güldürmek. keder askıya asılır, masaya öyle oturulur. samimi, yormayan bir masa

tabakta kalan son lokma için hiçbir şekilde kavga edilmeyen bir masa. çünkü her yemeğin son lokmasının bir sahibi var. son lokmalar da sahibini bulduktan sonra kahveler içilen ve insanların birbirine kırk yıl daha söz verdikleri bir masa…

böyle masalar var mı bilmiyorum. varsa bir gün o masada bir sandalyem olması için neler veririm anlatamam. sahi öyle bir masa varsa bana bir sandalye ayırır mısınız? beni güzel mutluluğunuza dahil eder misiniz? ama ben sıcak ekmeği koparamam, elim yanar. salatalıkla çilek reçeli yemeyi severim.
her şeyi geçtim en çok insanları güldürmeyi severim. masada hepinizi güldüreceğim. *
devamını gör...
1259.
yine bir bahar günü
ama bu sefer hava kapalı
güneş yok
rüzgar da var

şu gelen beyaz bulutlar
baktıkça içini açan
rüzgarla dans eden,
dağıtsalar kara bulutları

ne zormuş seni görmek
kelimelere sığdırmak
imgelerde saklamak

sayın gökyüzü
benimle neden konuşuyorsun
biraz sussan mı?
yok efendim
senin sözünü dinlemem
sen beni dinle...
devamını gör...
1260.
sözüm meclisten dışarı dostlar, son günlerde kendimi hıyar gibi hissediyorum...

devamını gör...

bu başlığa tanım girmek için olabilirsiniz.

zaten üye iseniz giriş yapabilirsiniz.

"normal sözlük yazarlarının karalama defteri" ile benzer başlıklar

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim