normal sözlük yazarlarının karalama defteri
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
31
32
33
34
35
36
37
38
39
40
41
42
43
44
45
46
47
48
49
50
51
52
53
54
55
56
57
58
59
60
61
62
63
64
65
66
67
68
69
70
71
72
73
74
75
76
77
78
79
80
81
82
83
84
85
86
87
88
89
90
91
92
93
94
95
96
97
98
99
100
101
102
103
104
105
106
107
108
109
110
111
112
113
114
115
116
117
118
119
120
121
122
123
124
125
126
127
128
129
130
131
132
133
134
135
136
137
138
139
140
141
142
143
144
145
146
147
148
149
150
151
152
153
154
155
156
157
158
159
160
161
162
163
164
165
166
167
168
169
170
171
172
173
174
175
176
177
178
179
180
181
182
183
184
185
186
187
188
189
190
191
192
193
194
195
196
197
198
199
200
201
202
203
204
205
206
207
208
209
210
211
212
213
214
215
216
217
218
219
220
221
222
223
224
225
226
227
228
229
230
231
232
233
234
235
236
237
238
239
240
241
242
243
244
245
246
247
248
249
250
251
252
253
254
255
256
257
258
259
260
başlık "makedonyalı" tarafından 08.11.2020 16:43 tarihinde açılmıştır.
141.
7 cilt günlüğüm ve 4 ciltde karalama defterim var. günlük hayatımı anlatmama, bir sırdaşım olmasına, taşıyamadığım yüklerin hafiflemesine yardım etti. karalama defterim ise çoğunlukla acılarımla ilham ışığını gördü. her kendimi kötü hissettiğimde içimdeki duyguları resmettim. ikisine de sonsuz teşekkür ederim.
devamını gör...
142.
artık beğenileri de bıraksan mı canım he ? kapandı artık o kapı, muhattap olmayacağız bir daha. seni insan yerine koyup birdaha cevap yazanda zaten suç. sevilirken sevildiğinizi bilin. artık rahatsızlık veriyorsun.
devamını gör...
143.
yetmiş üç yaşındasın, kızının ölümünü gördün. akıl hastanesine kapatıldın. hayatını unuttun, ailen hatırında. diğer kızınla görüşmüyorsun, ayda yılda bir konuşuyorsun ama görüşmeden saymıyorsun onları. kızını meme kanserinden kaybettin. korkuyorsun. kendin için korkacak bir nedenin varmış gibi görünmüyor artık. korkularının da beterini yaşadın. böyle olsun istemezdin, bir şilte üzerinde dert ortağı bellediğin birine bir çırpıda hayatını anlatmak istemezdin. gıpta ile bakılan bir yerden tepe taklak düştün yere.
eğer hala yaşıyorsan, yetmiş altı. bir hayat bir şilteye sığarmış. bütün gökler senin olsun, bütün sabah denizleri senin. kabul et, bu senin bir yabancı olarak bir yabancıya bıraktığın hayatının, başka yabancılara yolculuğu olsun. balıkçılar ağlarını atmadan bir yolculuk. gün doğmadan, kilometreler süren bir yolculuk. eskimiş çerçevelerden gülümseyen insanlara bir yolculuk. ne zaman görsek, şaşıracağız.
kilometreler süren bir yolculuğa çıktığımda, vardığım yerde fark ettim hiçbir yere gitmediğimi. bir şilte üstünde, bir ömür artık. korkuyorsun. korkuyorum.
eğer hala yaşıyorsan, yetmiş altı. bir hayat bir şilteye sığarmış. bütün gökler senin olsun, bütün sabah denizleri senin. kabul et, bu senin bir yabancı olarak bir yabancıya bıraktığın hayatının, başka yabancılara yolculuğu olsun. balıkçılar ağlarını atmadan bir yolculuk. gün doğmadan, kilometreler süren bir yolculuk. eskimiş çerçevelerden gülümseyen insanlara bir yolculuk. ne zaman görsek, şaşıracağız.
kilometreler süren bir yolculuğa çıktığımda, vardığım yerde fark ettim hiçbir yere gitmediğimi. bir şilte üstünde, bir ömür artık. korkuyorsun. korkuyorum.
devamını gör...
144.
deste deste paralardan oluşan defterimdir. canım sıkıldıkça karalar ve yırtar atarım.
devamını gör...
145.
biz kimiz, kimleriz bilmiyorum. belki de birbirine benzeyen şeyleriz aslında. aynı olayları sayısız farklı şekillerde yaşayan aynı kişiymişiz gibi. tekilliğin yansımaları gibi. belki de kaderimizi tüm olasıklarıyla birlikte kendimiz seçtik. her şeyi yaşayacağımızı yaşamadan biliyorduk, belki de yaşadık defalarca kez. ayrı bedenlerde, ayrı ruhlarda tek bir zihnin parçası olarak yaşadık. belki de azımsanmayacak bir kısım aynı kökleri dışarıdaki ağaçların ve kapalı bir havanın olduğu o ormanda dolaştık. ortak bilinç varsa, ortak bilinçdışı da olmalı ve onu gerçek ruhumuzun hislerini öğretmeli, kendimize ait tepkiler vermeyi öğrenmeliyiz.
devamını gör...
146.
sevgili defter,
pandemi herkesi vurdu. ama benim ejdadımla birlikte anamı bir güzel ağlattı. pandemi bana vurmadı. içimden geçti. evet her esnaf, her meslek kötü duruma düştü. ama bneim işim mesleğim bok püsür oldu. tiyatrocu olmak zaten zordu. pandemi sen zorlık görmemişsin diyerek yapcağını yaptı mk...
pandemi herkesi vurdu. ama benim ejdadımla birlikte anamı bir güzel ağlattı. pandemi bana vurmadı. içimden geçti. evet her esnaf, her meslek kötü duruma düştü. ama bneim işim mesleğim bok püsür oldu. tiyatrocu olmak zaten zordu. pandemi sen zorlık görmemişsin diyerek yapcağını yaptı mk...
devamını gör...
147.
demir leblebi-deneme 1
çok biliyoruz meleğim. çok bilmek geldiğimiz yerin, hiçliğin ahengine zarar veriyor. çok fazla imkanımız var, çok fazla bilgiye çok çeşitli yollardan, çok çeşitli mekanlarda erişim imkanımız var. benliğimin parçalandığını, bu derya içinde bütün zerrelerimin çözüldüğünü hissediyorum. bilgisizliğin ve karanlığın cazibesine karşı koyamıyorum, her şeyi kesinlikle bilmek istemiyorum. bana bir konu anlatırken söze sürekli "biliyo musun?" diye başlayıp, cevap beklemeden abartılı el-kol hareketlerin eşliğinde heyecanla anlattığın onca şeyden sonra bilmek nedir üzerine çok düşündüm. eğer bana anlatacağın şeyleri biliyor olsaydım, onca şeyi bu denli heyecan ve tutkuyla anlatabilir miydin bana? itiraf etmem gerekir, sen anlatırken dinlemiyorum seni, izliyorum. heyecanla anlatmaya başlattığında, kolundaki saatin çıkardığı ses, kolunu yukarı kaldırıp aniden aşağı indirince üzerindeki bol kazağın yukarı sıyrılmış kollarının yere düşmesi ve her seferinde inatla onu yukarı katlaman, saçlarını geriye atman gibi şeyleri uzun uzun gözlemliyorum. tüm bu hareketleri sana yaptıran nedir? sana bu hareketleri yaptıran şeyi gereğinden fazla bilerek bu heyecanını elinden almak istemem. zaten anlattığın şeyleri bilsem dahi, bilmiyormuş gibi yapmakta elime kimse su dökemez. ama bunu yapmak zorunda kalmamak için anlattığın ve ilerde anlatacağın şeyleri bilmemeyi tercih ediyorum. bilmek nedir diye çok düşündüm demiştim, şimdi bilgiden korkmak, cehaletle suçlanmak gibi bütün önyargılardan azade olarak sormak istiyorum; gerçekten bilmek mümkün müdür? biliyorum dediğimiz her anda subjektif ve eksik ve nisbi yargılarımızı(sanılarımızı) mı dayatıyoruz dışımıza? konuştuğumuz her anda değişmez bir yazgımız mıdır yanılmak? varlığa maruz kalan ve bir takım ilkel sosyo-ekonomik şartlardan ötürü daha da edilgenleşen kayıp ve parçalanmış bir özne olarak sormak isterdim; varolanla başa çıkmamız, onu anlamamız ve anlamlandırmamız mümkün mü? bu soru benim bireysel tarihim açısından çok çok hayati ve temel bir soru aslında. çünkü maruz kalıyor, seçmiyorsak bütün geçmişim suni kuruntular, manipülasyonlar ve hayal kırıklıklarından ibaret olacak ve diyeceğim: bana yalan söylediler. ve bu nida da tarihin acımasız ve yalanlarla örülü o karadeliğinde aksini bulmamış ve anlamsız bir gözyaşı olarak kaybolacak. "maruz kalmak" sanıyorum şu sıralar üzerinde düşündüğüm ve bulduğum en trajik fiil. insana insanlığını unutturan ve yer yer başını yastıktan kaldırmasına bile müsade etmeyen bir farkındalık biçimi. hep maruz kalıyorum. sana, aileme, çevreme, sosyo-ekonomik olarak nefes almaya devam etmek için yapmak zorunda olduğum her şeye maruz kalıyorum. varolanı seçim yapmaksızın edilgen olarak kabul ediyorum. red lüksü yok, bize çok yalan söylediler.
çok biliyoruz meleğim. çok bilmek geldiğimiz yerin, hiçliğin ahengine zarar veriyor. çok fazla imkanımız var, çok fazla bilgiye çok çeşitli yollardan, çok çeşitli mekanlarda erişim imkanımız var. benliğimin parçalandığını, bu derya içinde bütün zerrelerimin çözüldüğünü hissediyorum. bilgisizliğin ve karanlığın cazibesine karşı koyamıyorum, her şeyi kesinlikle bilmek istemiyorum. bana bir konu anlatırken söze sürekli "biliyo musun?" diye başlayıp, cevap beklemeden abartılı el-kol hareketlerin eşliğinde heyecanla anlattığın onca şeyden sonra bilmek nedir üzerine çok düşündüm. eğer bana anlatacağın şeyleri biliyor olsaydım, onca şeyi bu denli heyecan ve tutkuyla anlatabilir miydin bana? itiraf etmem gerekir, sen anlatırken dinlemiyorum seni, izliyorum. heyecanla anlatmaya başlattığında, kolundaki saatin çıkardığı ses, kolunu yukarı kaldırıp aniden aşağı indirince üzerindeki bol kazağın yukarı sıyrılmış kollarının yere düşmesi ve her seferinde inatla onu yukarı katlaman, saçlarını geriye atman gibi şeyleri uzun uzun gözlemliyorum. tüm bu hareketleri sana yaptıran nedir? sana bu hareketleri yaptıran şeyi gereğinden fazla bilerek bu heyecanını elinden almak istemem. zaten anlattığın şeyleri bilsem dahi, bilmiyormuş gibi yapmakta elime kimse su dökemez. ama bunu yapmak zorunda kalmamak için anlattığın ve ilerde anlatacağın şeyleri bilmemeyi tercih ediyorum. bilmek nedir diye çok düşündüm demiştim, şimdi bilgiden korkmak, cehaletle suçlanmak gibi bütün önyargılardan azade olarak sormak istiyorum; gerçekten bilmek mümkün müdür? biliyorum dediğimiz her anda subjektif ve eksik ve nisbi yargılarımızı(sanılarımızı) mı dayatıyoruz dışımıza? konuştuğumuz her anda değişmez bir yazgımız mıdır yanılmak? varlığa maruz kalan ve bir takım ilkel sosyo-ekonomik şartlardan ötürü daha da edilgenleşen kayıp ve parçalanmış bir özne olarak sormak isterdim; varolanla başa çıkmamız, onu anlamamız ve anlamlandırmamız mümkün mü? bu soru benim bireysel tarihim açısından çok çok hayati ve temel bir soru aslında. çünkü maruz kalıyor, seçmiyorsak bütün geçmişim suni kuruntular, manipülasyonlar ve hayal kırıklıklarından ibaret olacak ve diyeceğim: bana yalan söylediler. ve bu nida da tarihin acımasız ve yalanlarla örülü o karadeliğinde aksini bulmamış ve anlamsız bir gözyaşı olarak kaybolacak. "maruz kalmak" sanıyorum şu sıralar üzerinde düşündüğüm ve bulduğum en trajik fiil. insana insanlığını unutturan ve yer yer başını yastıktan kaldırmasına bile müsade etmeyen bir farkındalık biçimi. hep maruz kalıyorum. sana, aileme, çevreme, sosyo-ekonomik olarak nefes almaya devam etmek için yapmak zorunda olduğum her şeye maruz kalıyorum. varolanı seçim yapmaksızın edilgen olarak kabul ediyorum. red lüksü yok, bize çok yalan söylediler.
devamını gör...
148.
uzun zamandır yazmıyorum içimden geldiği gibi.herhalde kafamdaki sorunların,günlük yaşantımı daha çok etkilemesiyle alakalı bir durum bu.bazen düşünüyorum da insan doğası nasıl zıtlıklar üzerine kurulduysa,yaşımızla dertlerimiz arasında da bir ters orantının var olması gerekmiyor mu? mesela yaşlanıp artık ölmeyi beklediğimiz dönemlerde mutlu olmayı hak etmiyor muyuz ? anne ve babamızla birlikte daha çok zorluğa karşı çıkmak temel fizik kurallarıyla bile mümkün oluyordu küçükken.hadi ama bir düşünsenize güveniniz sarsıldıkça dertler artıyor,dertler arttıkça yalnızlaşıyorsunuz ve en nihayetinde bir bakıyorsunuz tek başınızasınız.işte bu varoluşsal problem şu ruhani buhranlarla dolu milenyum da kendisini daha çok gösteriyor.ben genelde düşünürüm ; mesela bu insanın evrim sürecinde ruhani bir problem olarak devam mı edecek ? yoksa gelecek nesiller için ütopik bir çözümlemesi mümkün mü ? gece yatağınıza girdiğinizde ya da akşam vakitlerinde yolda yalnız başınıza yürürken aklınıza gelen şeylerin tamamı mutluluk,üzüntü,kaygı,korku tarzında duygusal insani yanlarla alakalı olurken,hala bütün insanlığın en önemli derdinin maddi kazançlar için yaptığı savaşlarda farklı devletleri desteklemesi midemi bulandırıyor.ve artık yüzeyselleşen insan ilişkileri,iğrençleşen merhametsiz toplum ve kimsenin en ufak bir inancı olmasa da aradığı aşk vb. terimler her geçen gün artarken çok sevgili edebiyatçılarımız ve dahi bilim adamlarımız her gün yeni bir aforizmayla karşımıza çıkmaktalar. bütün bir dünya mikroskobik bir virüs yüzünden can çekişirken politikacılar hala siyasi rant peşindeler, müteahhitler ise ağaç kesip ev yapmanın hayaliyle yaşıyor. sağlık çalışanları gecesini gündüzüne katıp mücadele ederken hala hasta yakınları tarafından şiddet görüyor. ben bütün bu olanlara mantıklı bir açıklama bulamadığından mütevellit , genel umursamaz tavrımı bir yana bırakarak bütün insan ilişkilerini reddettiğimi belirten bu beyannameyle istifamı sunuyorum. bilgilerinize arz ederim.
devamını gör...
149.
babam öleli yaklaşık 6 ay oluyor. hastalananıysa yaklaşık 10 ay. şimdiye çürümüş müdür 4 ay boyunca çok acı çeken bedeni tamamen? çok derine gömmüşlerdi. katlı mezarlardan. kuyu gibi bir şeye koydular bedenini. imam, mezar başında kadın olmaz der gibi bakmıştı bana. nasıl bir "ne varr!!" bakışı attıysam, bir şey dememişti, kulağına bir şeyler fısıldayan o zaman için de eski olan kocamın tavsiyesine uyup. o kuyuya koymalarını izlemiştim babamın bedenini. üzerine attıkları toprak çok taşlıydı. kocaman taşlar, çakıl değil. birini aldım hatta. ilk geceler özellikle, başucumda tutuyordum babamın mezarının taşını. bazen elimde onunla uyuyakalıyordum. yüzüstü uyurum ben. bir gün taş elimde uyumuşum yine. karnıma battı. uyandım. yo onun da canını acıtmış mıdır değil, ama gömer gömmez o ağrılıkla kemikleri parçalanmış mıdır, bunu düşünmeden edemiyorum. hala. o taşlar toprağın ağırlığını artırmıştır. mıdır? kafam basmaz benim. eşit ağırlıkçıyım. gerçeklikle bağım kopmasın diye zorlayarak cevabını almıştım bir hesaplayan adamdan. çok sevdiğim bir adamdan. tonlarca ağırlıkta oluyormuş o toprak standart bir mezarda bile. six feet under. kilolarca değil, tonlarca. tonlarca toprak eti, kemiği hemen ezer mi, parçalar mı? ne oluyor mezarın içinde tam olarak. çok bilmek isterdim.
terapiye başladım kısa bir süre sonra. bir başka ölümü beklerken. belki fazla, söylediklerine göre fazla içselleştirdiğim, benimle tek ortaklığı aynı adamı sevmek olan, beni hiç tanımayan, varlığımdan bile haberdar olmayan bir kadının babasının ölümünü bekliyorduk 2+1 kişi. o adam da öldü sonra. onu da koydular bir mezara. o kadın da düşündü mü babasının bedenine olan biteni. ağırlık ne yapıyor ete kemiğe tam olarak dedi mi? tahta koyuyorlar mesela. önce o tahtalar kırılıyordur. bedene batıyordur kırıldığı yerden. kan çok yoğunlaşıyor biliyorum, içre içre akıyordur, canlı insanın bir yerini kanatması gibi değildir o tahtaların ölü beden üzerindeki etkisi. ama ben düşüyorum mesela, küçükken benim yaklaşık 2 katım ağırlığındaki ablam üstüme yatardı boğuşurken. hareket edemezdim. nefessiz kalırdım. 3. boyutumu kaybedecekmişim gibi gelirdi. hatta bir iki kez rüyasını bile gördüm bunun. yerden spatulayla kazıyorlar bedenimi.
o kadın da düşünmüş müdür bunları? toprak ne yapıyor bedene?
terapiye devam ettim. bunları anlatmadım. belki biraz bahsettim. hatırlamıyorum pek ağırlıklı olarak babamı konuştuğum seansları. terapiste de herkese yaptığım gibi çeşitli şovlar yaptım. kendimi pazarladım. beğenilmek, takdir görmek istedim. tereciye tere satılır mı görmek istedim. aldı. artık nurtopu gibi bir yeni problemimiz var; buyur bakalım sp, karşı aktarım yeni bir mecra. sen seversin. ıncığına kadar öğren şimdi.
bir de bir adam var. köpek gibi aşığım. o da bana aşık. ayrıyız. ayrı olmaya da devam edeceğiz. lemniskat. başka bir adamla aşık olmadığın biriyle birlikte olmak türünde bir filmde başrolü paylaşıyorum. tek sorun yeni bir şeye adım atmak üzere çabadayken sevgilinin kokusunun üzerine sinmesi başlığında sevgili olarak kendisini anmıyor olmam. spmdb puanı 35/10. film güzel değil. hikaye bildik. benden senarist olmasına gerek yok. hikayenin bu kadar parçası olduğunda, hem oynayıp hem yönettiğinde, senaryoyu başkası da yazmış olsa, ortaya çıkan şey bok gibi ama iş başarılı oluyor. sarılıp uyursun artık o başarıya. parmağını çıtlatmaz.
terapiye başladım kısa bir süre sonra. bir başka ölümü beklerken. belki fazla, söylediklerine göre fazla içselleştirdiğim, benimle tek ortaklığı aynı adamı sevmek olan, beni hiç tanımayan, varlığımdan bile haberdar olmayan bir kadının babasının ölümünü bekliyorduk 2+1 kişi. o adam da öldü sonra. onu da koydular bir mezara. o kadın da düşündü mü babasının bedenine olan biteni. ağırlık ne yapıyor ete kemiğe tam olarak dedi mi? tahta koyuyorlar mesela. önce o tahtalar kırılıyordur. bedene batıyordur kırıldığı yerden. kan çok yoğunlaşıyor biliyorum, içre içre akıyordur, canlı insanın bir yerini kanatması gibi değildir o tahtaların ölü beden üzerindeki etkisi. ama ben düşüyorum mesela, küçükken benim yaklaşık 2 katım ağırlığındaki ablam üstüme yatardı boğuşurken. hareket edemezdim. nefessiz kalırdım. 3. boyutumu kaybedecekmişim gibi gelirdi. hatta bir iki kez rüyasını bile gördüm bunun. yerden spatulayla kazıyorlar bedenimi.
o kadın da düşünmüş müdür bunları? toprak ne yapıyor bedene?
terapiye devam ettim. bunları anlatmadım. belki biraz bahsettim. hatırlamıyorum pek ağırlıklı olarak babamı konuştuğum seansları. terapiste de herkese yaptığım gibi çeşitli şovlar yaptım. kendimi pazarladım. beğenilmek, takdir görmek istedim. tereciye tere satılır mı görmek istedim. aldı. artık nurtopu gibi bir yeni problemimiz var; buyur bakalım sp, karşı aktarım yeni bir mecra. sen seversin. ıncığına kadar öğren şimdi.
bir de bir adam var. köpek gibi aşığım. o da bana aşık. ayrıyız. ayrı olmaya da devam edeceğiz. lemniskat. başka bir adamla aşık olmadığın biriyle birlikte olmak türünde bir filmde başrolü paylaşıyorum. tek sorun yeni bir şeye adım atmak üzere çabadayken sevgilinin kokusunun üzerine sinmesi başlığında sevgili olarak kendisini anmıyor olmam. spmdb puanı 35/10. film güzel değil. hikaye bildik. benden senarist olmasına gerek yok. hikayenin bu kadar parçası olduğunda, hem oynayıp hem yönettiğinde, senaryoyu başkası da yazmış olsa, ortaya çıkan şey bok gibi ama iş başarılı oluyor. sarılıp uyursun artık o başarıya. parmağını çıtlatmaz.
devamını gör...
150.
derdim afrika’nın açlığıyla, türkiyenin ekonomisiyle boy ölçüşemez, kağıt kesiği kadar dandik...
hayır, canım sıkkın değil sadece. mutsuzum. kimselere yansıtmadan, kendi halimde sessizce çekiyorum bilmediğim bi’ şeyin acısını. süregelen bi’ içine atıp, biriktirmek söz konusu olabilir. dışardan bakıldığında ‘renkli, gamsız, boş konuşan’ denilebilirim aslında. içerde durumlar farklı, saçma sapan, çokça karışık, çok karanlık. bu ben miyim? ben karanlıkta korkak biriyim. çok dağıldım. toparlanamıyorum. kalbim titriyor gözlerim dolarken. her şey yolunda giderken neyin şımarıklığı bu şimdi? niye mutsuzum? gülsene biraz aptal kendim! sahip olduklarımın nankörü müyüm acaba? hayır, hayır. öyle olmadığımı biliyorum. takdir ediyorum benim için uğraşılmış emekleri, gayret gösterenleri. kıymetlerini biliyorum. nitekim, güzel arkadaşlar da edindim. sanaldan bile olsa kafamı dağıtabilen o bir kaç kişiye çok minnettarım. sağlıklıyım. aç, açıkta ve beterin beterinde değilim.
mesele ne o zaman s...?
gripin gibi benim de bir cevabım yok.
yüzümü ekşitmeden acıyı yudumlamadım, lıkır, lıkır içtim. ondan sebep başım dönüyor. çok yorgunum. bi’ şey var eksik olan. buzdan şatomu eritmesini dilediğim bi’ şey var. bi’ umut? yeni bi’ aşk, iş, belki de ilham? bi’ şey eksik. alıştığım rutini devam ettirmek zorundayım. kendim için değil, pes etme lüksümün olmadığı, sevdiklerim icin.
beş yıl sonra kendini nerede görüyosun? göremiyorum, kestiremiyorum yolculuğumdaki kestirmeleri, sapmaları, dönemeçleri, engelleri... önümü, yolumu göremiyorum. iğrenç bi belirsizlik, kasvetli bi’ hava mevcut. o bulutları elimle dağıtacağıma inancım var hala. önce biraz daha, bi’ beş dakika daha uyumak istercesine bağdaş kurup, kalmak istiyorum bu gri alanda, arafta. tökezlemeden, yavaş ilerlemek istiyorum bu dikenli yollarda. belki de yarabandını hızlıca çekmek gibi koşmak gerek. bilmiyorum.
saat kaç? zaman hiç. içim taş!
su gibi akan zamanlarım bana yetmiyor. yastığa başımı koyduğum zaman verimli sayılabilecek ne yapmışım diyorum? sadece sevdiklerim için nefes tüketmişim. yetişemiyorum.
ilerlemek istiyorsan kendi önünden çekil. iyi de nasıl? arkamdan kovalayan da benim, kendimden kaçan da benim. kendime yetişmek için koşan yine benim.
kafamda sürekli eleştiren, bağırıp, çağıran bir kadın var, susmayan. sürekli eleştiriyor. çokta acımasız biliyo musun? hiç demiyor canı acır mı? sağlı, sollu dövüyor kelimeleriyle.
o şöyledir, bu böyledir, çok biliyorsun! yeteri kadar bilmiyorsun! yeterince çabalamıyorsun! çok çabalıyorsun!
böyle de eserikli bi manyak.
şuan da “senden bi’ halt olmaz” diyerek beni bana gömen, peşimdeki o acımasız kadından ellerim, ayaklarım dikene batmış, yara bere içinde kaçarken, umarım beni ellerinde papatyalar ve kahve ile bekleyen beş yıl sonra ki kendimi, hayal kırıklığıma uğratmam.
uzun yollara devam.
hayır, canım sıkkın değil sadece. mutsuzum. kimselere yansıtmadan, kendi halimde sessizce çekiyorum bilmediğim bi’ şeyin acısını. süregelen bi’ içine atıp, biriktirmek söz konusu olabilir. dışardan bakıldığında ‘renkli, gamsız, boş konuşan’ denilebilirim aslında. içerde durumlar farklı, saçma sapan, çokça karışık, çok karanlık. bu ben miyim? ben karanlıkta korkak biriyim. çok dağıldım. toparlanamıyorum. kalbim titriyor gözlerim dolarken. her şey yolunda giderken neyin şımarıklığı bu şimdi? niye mutsuzum? gülsene biraz aptal kendim! sahip olduklarımın nankörü müyüm acaba? hayır, hayır. öyle olmadığımı biliyorum. takdir ediyorum benim için uğraşılmış emekleri, gayret gösterenleri. kıymetlerini biliyorum. nitekim, güzel arkadaşlar da edindim. sanaldan bile olsa kafamı dağıtabilen o bir kaç kişiye çok minnettarım. sağlıklıyım. aç, açıkta ve beterin beterinde değilim.
mesele ne o zaman s...?
gripin gibi benim de bir cevabım yok.
yüzümü ekşitmeden acıyı yudumlamadım, lıkır, lıkır içtim. ondan sebep başım dönüyor. çok yorgunum. bi’ şey var eksik olan. buzdan şatomu eritmesini dilediğim bi’ şey var. bi’ umut? yeni bi’ aşk, iş, belki de ilham? bi’ şey eksik. alıştığım rutini devam ettirmek zorundayım. kendim için değil, pes etme lüksümün olmadığı, sevdiklerim icin.
beş yıl sonra kendini nerede görüyosun? göremiyorum, kestiremiyorum yolculuğumdaki kestirmeleri, sapmaları, dönemeçleri, engelleri... önümü, yolumu göremiyorum. iğrenç bi belirsizlik, kasvetli bi’ hava mevcut. o bulutları elimle dağıtacağıma inancım var hala. önce biraz daha, bi’ beş dakika daha uyumak istercesine bağdaş kurup, kalmak istiyorum bu gri alanda, arafta. tökezlemeden, yavaş ilerlemek istiyorum bu dikenli yollarda. belki de yarabandını hızlıca çekmek gibi koşmak gerek. bilmiyorum.
saat kaç? zaman hiç. içim taş!
su gibi akan zamanlarım bana yetmiyor. yastığa başımı koyduğum zaman verimli sayılabilecek ne yapmışım diyorum? sadece sevdiklerim için nefes tüketmişim. yetişemiyorum.
ilerlemek istiyorsan kendi önünden çekil. iyi de nasıl? arkamdan kovalayan da benim, kendimden kaçan da benim. kendime yetişmek için koşan yine benim.
kafamda sürekli eleştiren, bağırıp, çağıran bir kadın var, susmayan. sürekli eleştiriyor. çokta acımasız biliyo musun? hiç demiyor canı acır mı? sağlı, sollu dövüyor kelimeleriyle.
o şöyledir, bu böyledir, çok biliyorsun! yeteri kadar bilmiyorsun! yeterince çabalamıyorsun! çok çabalıyorsun!
böyle de eserikli bi manyak.
şuan da “senden bi’ halt olmaz” diyerek beni bana gömen, peşimdeki o acımasız kadından ellerim, ayaklarım dikene batmış, yara bere içinde kaçarken, umarım beni ellerinde papatyalar ve kahve ile bekleyen beş yıl sonra ki kendimi, hayal kırıklığıma uğratmam.
uzun yollara devam.
devamını gör...
151.
benim gibi hisseden benim düşüncelerime ortak olan bir insanla konuşmayı çok isterdim. ama bu insanları nasıl secip ayiklayabiliriz? hepsiyle tek tek tanışıp düşüncelerini anlamaya çalışmak çok yorucu olur. keşke yolda geçen kalabaliklarda insan kendine en yakın kişiyi bulabilecek bı hisse sahip olsa. o insanları çekse hayatına. zira öbür türlü ne kendini açıklamak kolay, ne de başkasını anlamaya çalışmak.
devamını gör...
152.
çatın bakalım keyfini lanet dünyanın
emin bakalım emebildiğiniz kadar
görelim bakalım gökyüzü açıldığında
cildiniz ne kadar dayanacak.
emin bakalım emebildiğiniz kadar
görelim bakalım gökyüzü açıldığında
cildiniz ne kadar dayanacak.
devamını gör...
153.
bölüm 1: bir ölüm, ölümsüzlüğü getirebilir.
ben doğa ananın kızıyım.
ben insanlığın kurtarıcısıyım…
washington anıtını görebiliyordum artık, kaç dakikadır koştuğumu bilmiyordum… ama o anıtı yakından görmem gerekiyordu.
george washington anısına yapılan bu mısır obeliskine benzer yapının elbette benim yaptıklarımla hiçbir alakası yoktu, çünkü o küçüklükten beri görmek istediğim tek şeydi…
çünkü görebileceğimin çoğunu görebilmiştim.
floransa doğumluydum. kırmızı kiremitlerin koca bir deniz olduğu, dante’nin, botticelli ve elbette donatello gibi doğa ananın oğullarının şehrindeydim.
elbette, ben de doğa ananın kızıydım. onların, bugün için eserlerine gizledikleri o gizleri çözmüş ve yıllarca sapkınlıkla nitelendirilmiş o simyacıların felsefe taşını bulmuştum. hem ne demişti da vinci? “torunlar! gelecek için eserlerime bakın!” bizler torunlardık. felsefe taşını arayan torunlar…
dün elimdeydi. felsefe taşı, bugünse insanlığı kurtaracaktı.
zamanım kalmamıştı, anıtın önünden koşarken havuza düşmemek için fazla çaba harcamam gerekiyordu.
arkamda beni kovalayan onlarca polis ve bu büyük sırrı, kendi inançlarının devamı için saklamaya ant içmiş modern engizisyoncular vardı.
ama beni yakalayamayacaklardı.
kıyamet yaklaşıyordu, incil’e göre tomarı açacak ve içeriğine bakacak davut’un köküydüm ben, kuran’a göreyse sura üfleyen israfil!
kabalacılara korkunç bir haberim vardı! gematria, notarikon ve temurah onları tanrılarına götürmeyecekti. ama isterseler bana metatron gözüyle bakabilirlerdi.
ben oxala’ya inanıyordum, inancım, tek tanrılı inancı yenecekti.
kurtuluşa çok az kalmıştı, işte bunun adı kıyametti…
isa için sacre- coeur demişlerdi, insanlığa duyduğu sevgiden dolayı kutsal yürek anlamını taşıyordu bu.
üzgünüm, çünkü insanlar işin aslını kavradıklarında, aşkı ve güzelliği koruyan tanrıça o adı devralacaktı.
ben afrodit’tim, venüs’tüm, ve yaşadığım dünyam benim aşkım, güzelliğimdi.
onu koruyacaktım!
şimdi tapınakçıların neden öldürüldüklerini anlıyordum, 13 ekim 1307, yani, o korkunç 13.cuma, nasıl yakıldıklarını düşünüyordum. onlar, benim bulduğum şeyi bulmuşlardı, süleyman mabedinde.
farkında olmadan, belki de bir ilke imza atıyordum.
ben bir tapınak şovalyesiydim, yetersiz fiziğim ve katı düşüncelerimle, ilk kadın tapınak şovalyesi.
anıtın önüne gelmiştim artık, koca görkemiyle, masonik simgelerle dolu bu anıt beni öyle güzel karşılıyordu ki, gözlerimi karartıyordu.
yanımda, küçük, benim gibi sarışın bir kıza, annesi “sophia! gülümse!” diyordu.
küçük sophia’nın bu fotoğrafında ben de farkında olmadan çıkacaktım ve o fotoğraf yıllar içinde birkaç milyona satılacaktı.
bir fotoğrafta 2 sophia…
benim de adım sophia’ydı, anlamı öte dünyada yargıç rolüne üstlenecek ışık bakiresiydi.
yaptıklarıma ne kadar da uyumluydu, değil mi?
karşımda duran bu çakma mısır obeliski, aklıma horus’un gözünün yerine koyduğu yılanı, yani uraeus’u getiriyor.
güneş tanrı horus ve karanlık tanrı seth arasında kavgalardan birisinde, seth, horusun gözünü çıkarıyor. horus da, işe bakın ki seth’in erkeklik organını koparıyor… sonrasında tanrı tot, ikisini de yargılıyor, ve bu yargı sonunda horus’un gözünü geri alıp babası osiris’e veriyor. gözünün yerine de yılan uraeus’u koyuyor. mısır firavunlarının egemenlik simgesi.
belki de uraeus’tum ben. ama hayır!
ben yemenja’ydım.
umbanda tapımında en önemli tanrıçaydım, değil mi? oxala’nın kızıydım, tüm orixa’ların annesi!
çok yakında karanlık türümelerin ve kötücül güçlerin krallığının karanlık biçimi kelippot kırılacaktı.
o deniz kabuğunu çatırdatacak ve yok edecektim.
sonrasında ortaya ne mi çıkacaktı?
botticelli’nin, istiridyesinden çıkan venüs!
beni hayallerimden kopartan yine bir insan oluyor.
“sophia! kıpırdama!” diye bağırıyor, bbc’de program yapmaya uygun ses tonuna sahip bir polis.
arkamı döndüğümde bana silah doğrulttuğunu fark ediyorum.
beni öldürebilir, ama bu beni ölümsüz yapar!
yanımdaki aile, doğrultulan bir adet silah yüzünden korkuyla kaçıyor.
birkaç gün içinde haber manşetlerini devralacak bu kadına keşke daha fazla yaklaşabilseydim diyecekler.
“tabloyu nereye koydun!” diye soruyor. “sana zarar vermek istemiyoruz!” diye bağırıyor.
“isa’nın vaftizi’ni mi?” diye soruyla karşılık veriyorum, “hani, şu verrocchio’nun eseri, da vinci’nin yardım ettiği?”
“tablo nerede!” diye soruyor tekrar dişlerini sıkarak, haksız da sayılmaz, sakin bir pazarını koşuşturmacaya çevirmiştim.
“en son uffizi galerisindeydi?” diye cevap veriyorum, “ah doğru ya! onu çaldım!” diyorum, ve ardından insanların bana aptal mona lisa gülüşü dedikleri o gülüşü yapıştırıyorum yüzüme.
o gülüş, çok şey biliyorum gülüşüydü. insanlar hiçbir şey bilmediğimi düşündü yıllarca.
ama ben felsefe taşını bulmuştum işte, hem de elementleri birbirlerine karıştırmadan! o zaten yaratılmıştı!
sonrasındaysa hızlı davranıp sağ tarafa, ağaçlık bölgeye koşmaya başlıyorum, arkamdan 3 el silah sesi duymam beni daha fazla güldürüyor, çünkü ulusal park hizmeti için görev yapan bu çakma polislerin silahlarla arası hiç olmamış, daha çok görüntülerine dikkat etmişlerdir.
ne kadar da carabinieri’leri hatırlatıyor, değil mi?
ormanlık alana girdiğimde, dün yağan yağmur yüzünden toprakta koşmam çok zor hale gelmeye başlıyor.
evet, isa’nın vaftizini çalmıştım, çünkü ilk giz oydu.
başmelek, isa’nın sol tarafına bakıyor ve izleyicilere onlara katılmasını istiyormuş gibi bir anlam yüklemişti, entelektüel sanat eleştiricileri.
ama gerçek çok farklıydı.
başmelek, isa’ya, yani tek tanrılı inanca yüz çeviriyordu.
biraz daha ilerledim. artık zamanı gelmişti, yoksa yakalanabilirdim. polis sirenleri yakınıma gelmiş, korkunç derecede başımı döndürmeye başlamıştı.
elimi belimdeki silaha götürüyorum, silahı elime alıyorum.
nasıl oluyor da bu kadar küçük bir şey bu kadar ağır olabiliyor ki?
silahı başıma götürüyorum.
ağır amerikan aksanına alışık olmadığım için, artık “bu taraftan!” gibi cümleleri duymam beni korkutmaya başlıyor.
ben doğa ananın kızıyım.
ben modern simyacıyım.
ben yemenjayım.
ben sibilla kitaplarını yazan kehanetçiyim!
ve sonrasında, silahımı ateşliyorum.
sonrası mı? kulak çınlaması ve karanlık.
ben doğa ananın kızıyım.
ben insanlığın kurtarıcısıyım…
washington anıtını görebiliyordum artık, kaç dakikadır koştuğumu bilmiyordum… ama o anıtı yakından görmem gerekiyordu.
george washington anısına yapılan bu mısır obeliskine benzer yapının elbette benim yaptıklarımla hiçbir alakası yoktu, çünkü o küçüklükten beri görmek istediğim tek şeydi…
çünkü görebileceğimin çoğunu görebilmiştim.
floransa doğumluydum. kırmızı kiremitlerin koca bir deniz olduğu, dante’nin, botticelli ve elbette donatello gibi doğa ananın oğullarının şehrindeydim.
elbette, ben de doğa ananın kızıydım. onların, bugün için eserlerine gizledikleri o gizleri çözmüş ve yıllarca sapkınlıkla nitelendirilmiş o simyacıların felsefe taşını bulmuştum. hem ne demişti da vinci? “torunlar! gelecek için eserlerime bakın!” bizler torunlardık. felsefe taşını arayan torunlar…
dün elimdeydi. felsefe taşı, bugünse insanlığı kurtaracaktı.
zamanım kalmamıştı, anıtın önünden koşarken havuza düşmemek için fazla çaba harcamam gerekiyordu.
arkamda beni kovalayan onlarca polis ve bu büyük sırrı, kendi inançlarının devamı için saklamaya ant içmiş modern engizisyoncular vardı.
ama beni yakalayamayacaklardı.
kıyamet yaklaşıyordu, incil’e göre tomarı açacak ve içeriğine bakacak davut’un köküydüm ben, kuran’a göreyse sura üfleyen israfil!
kabalacılara korkunç bir haberim vardı! gematria, notarikon ve temurah onları tanrılarına götürmeyecekti. ama isterseler bana metatron gözüyle bakabilirlerdi.
ben oxala’ya inanıyordum, inancım, tek tanrılı inancı yenecekti.
kurtuluşa çok az kalmıştı, işte bunun adı kıyametti…
isa için sacre- coeur demişlerdi, insanlığa duyduğu sevgiden dolayı kutsal yürek anlamını taşıyordu bu.
üzgünüm, çünkü insanlar işin aslını kavradıklarında, aşkı ve güzelliği koruyan tanrıça o adı devralacaktı.
ben afrodit’tim, venüs’tüm, ve yaşadığım dünyam benim aşkım, güzelliğimdi.
onu koruyacaktım!
şimdi tapınakçıların neden öldürüldüklerini anlıyordum, 13 ekim 1307, yani, o korkunç 13.cuma, nasıl yakıldıklarını düşünüyordum. onlar, benim bulduğum şeyi bulmuşlardı, süleyman mabedinde.
farkında olmadan, belki de bir ilke imza atıyordum.
ben bir tapınak şovalyesiydim, yetersiz fiziğim ve katı düşüncelerimle, ilk kadın tapınak şovalyesi.
anıtın önüne gelmiştim artık, koca görkemiyle, masonik simgelerle dolu bu anıt beni öyle güzel karşılıyordu ki, gözlerimi karartıyordu.
yanımda, küçük, benim gibi sarışın bir kıza, annesi “sophia! gülümse!” diyordu.
küçük sophia’nın bu fotoğrafında ben de farkında olmadan çıkacaktım ve o fotoğraf yıllar içinde birkaç milyona satılacaktı.
bir fotoğrafta 2 sophia…
benim de adım sophia’ydı, anlamı öte dünyada yargıç rolüne üstlenecek ışık bakiresiydi.
yaptıklarıma ne kadar da uyumluydu, değil mi?
karşımda duran bu çakma mısır obeliski, aklıma horus’un gözünün yerine koyduğu yılanı, yani uraeus’u getiriyor.
güneş tanrı horus ve karanlık tanrı seth arasında kavgalardan birisinde, seth, horusun gözünü çıkarıyor. horus da, işe bakın ki seth’in erkeklik organını koparıyor… sonrasında tanrı tot, ikisini de yargılıyor, ve bu yargı sonunda horus’un gözünü geri alıp babası osiris’e veriyor. gözünün yerine de yılan uraeus’u koyuyor. mısır firavunlarının egemenlik simgesi.
belki de uraeus’tum ben. ama hayır!
ben yemenja’ydım.
umbanda tapımında en önemli tanrıçaydım, değil mi? oxala’nın kızıydım, tüm orixa’ların annesi!
çok yakında karanlık türümelerin ve kötücül güçlerin krallığının karanlık biçimi kelippot kırılacaktı.
o deniz kabuğunu çatırdatacak ve yok edecektim.
sonrasında ortaya ne mi çıkacaktı?
botticelli’nin, istiridyesinden çıkan venüs!
beni hayallerimden kopartan yine bir insan oluyor.
“sophia! kıpırdama!” diye bağırıyor, bbc’de program yapmaya uygun ses tonuna sahip bir polis.
arkamı döndüğümde bana silah doğrulttuğunu fark ediyorum.
beni öldürebilir, ama bu beni ölümsüz yapar!
yanımdaki aile, doğrultulan bir adet silah yüzünden korkuyla kaçıyor.
birkaç gün içinde haber manşetlerini devralacak bu kadına keşke daha fazla yaklaşabilseydim diyecekler.
“tabloyu nereye koydun!” diye soruyor. “sana zarar vermek istemiyoruz!” diye bağırıyor.
“isa’nın vaftizi’ni mi?” diye soruyla karşılık veriyorum, “hani, şu verrocchio’nun eseri, da vinci’nin yardım ettiği?”
“tablo nerede!” diye soruyor tekrar dişlerini sıkarak, haksız da sayılmaz, sakin bir pazarını koşuşturmacaya çevirmiştim.
“en son uffizi galerisindeydi?” diye cevap veriyorum, “ah doğru ya! onu çaldım!” diyorum, ve ardından insanların bana aptal mona lisa gülüşü dedikleri o gülüşü yapıştırıyorum yüzüme.
o gülüş, çok şey biliyorum gülüşüydü. insanlar hiçbir şey bilmediğimi düşündü yıllarca.
ama ben felsefe taşını bulmuştum işte, hem de elementleri birbirlerine karıştırmadan! o zaten yaratılmıştı!
sonrasındaysa hızlı davranıp sağ tarafa, ağaçlık bölgeye koşmaya başlıyorum, arkamdan 3 el silah sesi duymam beni daha fazla güldürüyor, çünkü ulusal park hizmeti için görev yapan bu çakma polislerin silahlarla arası hiç olmamış, daha çok görüntülerine dikkat etmişlerdir.
ne kadar da carabinieri’leri hatırlatıyor, değil mi?
ormanlık alana girdiğimde, dün yağan yağmur yüzünden toprakta koşmam çok zor hale gelmeye başlıyor.
evet, isa’nın vaftizini çalmıştım, çünkü ilk giz oydu.
başmelek, isa’nın sol tarafına bakıyor ve izleyicilere onlara katılmasını istiyormuş gibi bir anlam yüklemişti, entelektüel sanat eleştiricileri.
ama gerçek çok farklıydı.
başmelek, isa’ya, yani tek tanrılı inanca yüz çeviriyordu.
biraz daha ilerledim. artık zamanı gelmişti, yoksa yakalanabilirdim. polis sirenleri yakınıma gelmiş, korkunç derecede başımı döndürmeye başlamıştı.
elimi belimdeki silaha götürüyorum, silahı elime alıyorum.
nasıl oluyor da bu kadar küçük bir şey bu kadar ağır olabiliyor ki?
silahı başıma götürüyorum.
ağır amerikan aksanına alışık olmadığım için, artık “bu taraftan!” gibi cümleleri duymam beni korkutmaya başlıyor.
ben doğa ananın kızıyım.
ben modern simyacıyım.
ben yemenjayım.
ben sibilla kitaplarını yazan kehanetçiyim!
ve sonrasında, silahımı ateşliyorum.
sonrası mı? kulak çınlaması ve karanlık.
devamını gör...
154.
bir ölü düşünün ki, morarmış, çürümüş ve kurtlanmış. her yerinden cerahat akmakta. ve göz çukurlarına sinekler son yumurtalarını bırakmakta.
işte öyle bir düzen...
işte öyle bir düzen...
devamını gör...
155.
insanlara iyi davranmaktan çok sıkıldım. insanların dertlerine koşup durmaktan, yaptıklarımı beğenmediklerinde huysuzlanmalarından çok sıkıldım. herkese kötü davranmak istiyorum ama yapamıyorum. bazen kendimi tava gibi hissediyorum. neden tava? bilmem.
devamını gör...
156.
insanlar benim realistik bir iş veya üni bölümü seçmemi bekliyor. ben kafasında yıldızlardan dönenceler olan bir hayalperest gezginden başka bir şey değilim ki.
devamını gör...
157.
"bir insana başkaları önünde verilen öğüt, öğüt değil hakarettir."
şu sözün doğrulundan yola çıkarak söylemek istediğim birkaç şey var. ister yetişkin ister çocuk olsun hepimiz insanız, hata yapabiliriz. hata, büyük küçük fark etmez adı üstünde hatadır. eğer kişi hatasının farkındaysa düzeltip düzeltmemek kendisine kalmıştır. ancak kişi yaptığı hatanın farkında değilse ve biz bunu görüyorsak insaniyet namına uyarabiliriz ya da görmezden gelebiliriz. bu da bir tercih meselesidir. ancak burada önemli olan eğer uyarma yolunu seçtiysek nasıl uyardığımızdır.
bunun için iki seçenek vardır.
birincisi; hata yaptığı gözlemlenen kişiyi kenara çekip "bak arkadaşım şurada yanlış yaptığın bir şey var. doğrusu budur, senin yaptığın davranış şu yüzden hatalı. istersen bu şekilde düzeltebilirsin." diyebiliriz. aynı şey sözlük ya da sosyal mecralarda da söz konusudur. kişilerin kendilerini ifade ettikleri bu mecralarda eğer yanlış yaptıkları gözleniyorsa mesaj butonuna tıklanarak "sevgili yazar arkadaşım, yazdığın tanımda şu şekilde bir hata var, doğrusu budur. istersen bak" demek, doğrusu çok hoş bir harekettir.
ikincisi ise; hata yaptığı gözlemlenen kişiyi uluorta uyarıp "bak kardeşim, şurada hatalısın, sen niye böyle yaptın ki doğrusu varken, hiç mi aklına gelmedi? neyse ki ben varım muhteşem kişiliğim ile seni uyarıyorum. al bu doğruyu git yanlışını düzelt" tarzında bir konuşma yapılabilir. aynı konuşmayı sözlük içinde düşünelim. bir yazar kişisi yanlışlıkla eksik ya da hatalı bir tanım girmiş olsun. bunu gören başka bir yazar arkadaş ilgili yazarı uyarmak yerine yeni bir tanım girer. "bunun böyle olduğunu düşünen yazar bilgili olduğunu düşündüğü konuda bilgili değildir. cahildir, dikkatsizdir. madem yapmış bir hata bir tekme de biz vuralım." evet, sonuç olarak bu da bir tercih meselesi.
şimdi iki seçenek arasındaki farka bakalım; birincisinde yapıcı diğerinde yıkıcı bir tutum var. hata yapan kişi olsaydınız hangi seçenek ile uyarılmayı seçerdiniz? kararı size bırakıyorum. sevgiler.*
şu sözün doğrulundan yola çıkarak söylemek istediğim birkaç şey var. ister yetişkin ister çocuk olsun hepimiz insanız, hata yapabiliriz. hata, büyük küçük fark etmez adı üstünde hatadır. eğer kişi hatasının farkındaysa düzeltip düzeltmemek kendisine kalmıştır. ancak kişi yaptığı hatanın farkında değilse ve biz bunu görüyorsak insaniyet namına uyarabiliriz ya da görmezden gelebiliriz. bu da bir tercih meselesidir. ancak burada önemli olan eğer uyarma yolunu seçtiysek nasıl uyardığımızdır.
bunun için iki seçenek vardır.
birincisi; hata yaptığı gözlemlenen kişiyi kenara çekip "bak arkadaşım şurada yanlış yaptığın bir şey var. doğrusu budur, senin yaptığın davranış şu yüzden hatalı. istersen bu şekilde düzeltebilirsin." diyebiliriz. aynı şey sözlük ya da sosyal mecralarda da söz konusudur. kişilerin kendilerini ifade ettikleri bu mecralarda eğer yanlış yaptıkları gözleniyorsa mesaj butonuna tıklanarak "sevgili yazar arkadaşım, yazdığın tanımda şu şekilde bir hata var, doğrusu budur. istersen bak" demek, doğrusu çok hoş bir harekettir.
ikincisi ise; hata yaptığı gözlemlenen kişiyi uluorta uyarıp "bak kardeşim, şurada hatalısın, sen niye böyle yaptın ki doğrusu varken, hiç mi aklına gelmedi? neyse ki ben varım muhteşem kişiliğim ile seni uyarıyorum. al bu doğruyu git yanlışını düzelt" tarzında bir konuşma yapılabilir. aynı konuşmayı sözlük içinde düşünelim. bir yazar kişisi yanlışlıkla eksik ya da hatalı bir tanım girmiş olsun. bunu gören başka bir yazar arkadaş ilgili yazarı uyarmak yerine yeni bir tanım girer. "bunun böyle olduğunu düşünen yazar bilgili olduğunu düşündüğü konuda bilgili değildir. cahildir, dikkatsizdir. madem yapmış bir hata bir tekme de biz vuralım." evet, sonuç olarak bu da bir tercih meselesi.
şimdi iki seçenek arasındaki farka bakalım; birincisinde yapıcı diğerinde yıkıcı bir tutum var. hata yapan kişi olsaydınız hangi seçenek ile uyarılmayı seçerdiniz? kararı size bırakıyorum. sevgiler.*
devamını gör...
158.
nasılsın diyorlar, standart diyorum. evet uzun zamandır standart... bunu söylerken hangi ruh halinde olmam gerektiğine karar veremiyorum. standart olmanın ruh hali nasıl olmalı peki ? şu anda bulunduğum durumdan daha kötü halde olmak ihtimalinin olumsuzluğundan kurtulduğuma mı sevinmeliyim yoksa daha iyi olmak ihtimalinin güzelliğinden mahrum kaldığıma mı üzülmeliyim ? haklısınız, bardağın dolu tarafını görelim tabii, peki bardağın boş tarafını görmek gibi bir seçeneğe sahip olmanın bilinci ile bardağın dolu tarafını görürken (görmeye çalışırken) ne kadar samimi, doğal, organik bir mutluluk yaşayabiliriz ki ? biz görmek istemesek de evet orada bir yerde bardağın boş tarafı öylece duruyor tüm gerçekliğiyle. tüm gerçekliğiyle bizlere göz kırpıyor. gel de görme...
devamını gör...
159.
aynılıklardan farklı bir benlik yaptım. sustum ama haykırmam gerekiyordu. bana göre önemsiz detaylar önemli olarak karşıma çıktı. sanmakla olmak arasında aslında boğulmak kadar yakın ve gerçek bir izdüşüm yakaladım.
bir bakış açısının ufuktan görüntüsü. kuşbakışı bir ömür.
tüm bilinenler zahiri.
bir bakış açısının ufuktan görüntüsü. kuşbakışı bir ömür.
tüm bilinenler zahiri.
devamını gör...
160.
bugün güzel bir gündü. yazdığım entrylerde tanımlara dikkat ettim ve başlıkları iki kez arattım. kedimle oynadık ve dondurma yedim. bugün güzel bir gündü. ders çalışmaya başlayana kadar.
devamını gör...
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
31
32
33
34
35
36
37
38
39
40
41
42
43
44
45
46
47
48
49
50
51
52
53
54
55
56
57
58
59
60
61
62
63
64
65
66
67
68
69
70
71
72
73
74
75
76
77
78
79
80
81
82
83
84
85
86
87
88
89
90
91
92
93
94
95
96
97
98
99
100
101
102
103
104
105
106
107
108
109
110
111
112
113
114
115
116
117
118
119
120
121
122
123
124
125
126
127
128
129
130
131
132
133
134
135
136
137
138
139
140
141
142
143
144
145
146
147
148
149
150
151
152
153
154
155
156
157
158
159
160
161
162
163
164
165
166
167
168
169
170
171
172
173
174
175
176
177
178
179
180
181
182
183
184
185
186
187
188
189
190
191
192
193
194
195
196
197
198
199
200
201
202
203
204
205
206
207
208
209
210
211
212
213
214
215
216
217
218
219
220
221
222
223
224
225
226
227
228
229
230
231
232
233
234
235
236
237
238
239
240
241
242
243
244
245
246
247
248
249
250
251
252
253
254
255
256
257
258
259
260
"normal sözlük yazarlarının karalama defteri" ile benzer başlıklar
karalama
2