günün sözü
devamını gör...
normal sözlük'te çaylaklık
          evet adilce gelen sistem bence de, ama 100 karma puan biraz az olmamış mı diye de düşünmüyor değilim.
      
  devamını gör...
kelebek somun
          herhangi bir alete ihtiyaç duyulmaksızın kulaklarından tutulup elle sıkılabilen ya da gevşetilebilen somun.
 
      
   
      devamını gör...
normal sözlük’ün çok sıkıcı olması sorunsalı
          seviyesizlik arayan ekşi sözlüğe gitsin.
      
  devamını gör...
2cellos
          luka sulic ve stjepan hauser'in oluşturduğu gruptur.
farklı tarzda çello çalmalarıyla tanınan ikili günümüze kadar dört albüm çıkarmıştır.
müzik okulunda tanışmış ama sonra ayrılarak başka ülkelere gitmişlerdir. daha sonra bir araya gelen iki arkadaş 2 cellos grubunu kurmuşlardır.
ilk albümlerini 2011 yılında çıkartmış ve uzun bir süre müzik listelerinde üst sıralarda yer edinmişlerdir. ama asıl çıkışlarını smooth criminal ile yapmışlardır. klasik müzik ile yola başlayan arkadaşlar ilerleyen zamanlarda film müziklerinede yönelmişlerdir.
gerek klip gerekse tarzlarıyla game of thrones jenerikleri büyük beğeni toplamış ve onları zirvede tutmaya devam etmiştir.
çello ile yaşadıkları benzersiz aşk insana farklı duygular hissettirir. love them the gotfather dinlerken yaşadığınız sakinlik bir anda wake me up ile heyecan ve enerjiye dönüşür.dinlemeye doyamazsınız. sonu gelmesin, müzikleri sonsuza kadar devam etsin ve siz dinleyin istersiniz.
mesela bir gece vakti sessiz sokaklarda yürürken kulaklığı takıp 2cellos açarsınız. müzikleri ruhunuza işlerken bir bakmışsınız ki saatler geçmiş ve siz binlerce adım atmışsınız. yorulmaz ve daha da devam etmek istersiniz çünkü müzik devam etmektedir.
muzik adına dünya üzerine gelebilecek en iyi iki yetenek denilebilir. sadece müzikleri değil klipleri de çok güzeldir. özellikle they don't care about us klipleri tavsiyemdir. her detayıyla kendileri ilgilenmiş ve harika bir şaheser ortaya çıkartmışlardır.
hala dinlemeyen varsa hemen her şeyi bıraksın ve dinlemeye başlasın.
  farklı tarzda çello çalmalarıyla tanınan ikili günümüze kadar dört albüm çıkarmıştır.
müzik okulunda tanışmış ama sonra ayrılarak başka ülkelere gitmişlerdir. daha sonra bir araya gelen iki arkadaş 2 cellos grubunu kurmuşlardır.
ilk albümlerini 2011 yılında çıkartmış ve uzun bir süre müzik listelerinde üst sıralarda yer edinmişlerdir. ama asıl çıkışlarını smooth criminal ile yapmışlardır. klasik müzik ile yola başlayan arkadaşlar ilerleyen zamanlarda film müziklerinede yönelmişlerdir.
gerek klip gerekse tarzlarıyla game of thrones jenerikleri büyük beğeni toplamış ve onları zirvede tutmaya devam etmiştir.
çello ile yaşadıkları benzersiz aşk insana farklı duygular hissettirir. love them the gotfather dinlerken yaşadığınız sakinlik bir anda wake me up ile heyecan ve enerjiye dönüşür.dinlemeye doyamazsınız. sonu gelmesin, müzikleri sonsuza kadar devam etsin ve siz dinleyin istersiniz.
mesela bir gece vakti sessiz sokaklarda yürürken kulaklığı takıp 2cellos açarsınız. müzikleri ruhunuza işlerken bir bakmışsınız ki saatler geçmiş ve siz binlerce adım atmışsınız. yorulmaz ve daha da devam etmek istersiniz çünkü müzik devam etmektedir.
muzik adına dünya üzerine gelebilecek en iyi iki yetenek denilebilir. sadece müzikleri değil klipleri de çok güzeldir. özellikle they don't care about us klipleri tavsiyemdir. her detayıyla kendileri ilgilenmiş ve harika bir şaheser ortaya çıkartmışlardır.
hala dinlemeyen varsa hemen her şeyi bıraksın ve dinlemeye başlasın.
devamını gör...
düşün ki kedin bunu okuyor
          o süpürgeyi bir daha yediğini görürsem dayağı yersin. her taraftan kusmuğunu temizlemekten ben bıktım sen bıkmadın sağa sola kusmaktan.
yüzüme yatmanı anlıyorum hoşuma da gidiyor ama az kenara kay, göremiyorum ne yazdığımı.
her kapıyı açtığımda koşa koşa üst katlara kaçmaya da devam et. sakın aşağıya inmeyi düşünme.
  yüzüme yatmanı anlıyorum hoşuma da gidiyor ama az kenara kay, göremiyorum ne yazdığımı.
her kapıyı açtığımda koşa koşa üst katlara kaçmaya da devam et. sakın aşağıya inmeyi düşünme.
devamını gör...
ilkay akkaya dinlemek
          sesinde öyle bir şey var ki, kendisini dinletiyor, dinleyeni dinlendiriyor. çok bunaldığınız zaman bir ilkay şarkısı dinleyin. terapi gibi gelecektir. 
 
sustum.
  sustum.
devamını gör...
mr. sunshine
          dizi, 24 bölüm olup bir bölümün ortalama süresi 74 dakikadır. netflix’de yayınlanmaktadır.
1871 yılında abd’nin joseon’a (şimdiki adıyla güney kore) yaptığı bir sefer sırasında kore'de bir kölenin çocuğu olan eugene choi amerika’ya kaçar. ilerleyen yıllarda japonya imparatorluğunun kore’yi kolonileştirmek istemesi üzerine amerika, kore’ye asker gönderir. eugene choi, yıllar sonra amerikalı bir subay olarak kore’ye geri döner.
go ae-shin, koreli bir soylunun torunudur. kore’yi müdafaa eden bir sivil birliğin parçasıdır.
goo dong-mae, insanların karşısında durmaktan çekindiği bir samuraydır. kendi birliği vardır.
kim hui-seong, kore'nin o dönem imparatordan sonra en zengin ailesinin veliahtıdır. go ae-shin’nin nişanlısıdır*.
dizi, bu 4 ana karakterin çevresinde gerçekleşir.
diziyle alakalı spoiler içermeyen görüşüm aşağıdadır.
şimdiye kadar yorumladığım hiçbir dizi de puanlamamı önden yapmadım, bu ilk olsun. diziye puanım 10/10.
izlediğim en iyi kore dizisidir. gariptir bu diziyi yayınladığı dönem* netflix’de sürekli görmeme rağmen konusunu düzgün okumadığımdan zaman yolculuğu yapan bir askerin joseon’da yaşadıkları gibi bir konusu olduğunu düşünüyordum. eugene choi’nin netflix’deki o görkemli havası bana bunu anımsatmıştı ama ciddi bir dizi olduğunun da farkındaydım. öncelikle ilk sandığım şey külliyen yanlıştı fakat tutturduğum tek kısım bu dizinin gerçekten ciddi bir dizi olduğuydu.
izlemek için yıllarca erteledim, ta ki geçen sene mart ayına kadar. zengin oppa, fakir kız hikayelerinden sıkıldığım bir dönem uzun zamandır bakıştığım bu diziyi açtım. ilk fark ettiğim şey zaman yolculuğuyla uzaktan yakından alakası olmadığıydı. farklı bir şeydi. çekim teknikleri ve senaryosu diziden çok bir filmi andırıyordu ve izlemeye devam ettim.
dizi, japonya imparatorluğunun kore’yi kolonileştirmeye çalışmasını kurgulayarak anlatıyor. merak edip araştırdığımda bazı olayların gerçekten yaşanmış olduğunu öğrendim. dizide de adı zikredilen bazı hainlerin gerçekten yaşadıkları, ülkelerini parsel parsel nasıl sattıklarını öğrendim. insanların nasıl sefalete sürüklendiğini gördüm ama tabi ki tarih dizilerden öğrenilmez o nedenle bu kısmı burada bırakıyorum, çünkü karakterlere değinmek istiyorum.
eugene choi, bir kölenin çocuğu. gördüğü zulümlerin ardından amerikalı bir misyonerle birlikte amerika’ya kaçıyor. orada kendine yeni bir hayat kurmaya çalışıyor, büyüyor ve amerikalı bir asker oluyor. kader bu ya doğduğu ülkesine bu sefer amerikalı bir subay olarak geri dönüyor. spoiler vermeden şöyle anlatayım, hiçbir yere ait olamayan biri olarak görüyorum eugene’i. amerika’da bir koreli, kore’de bir amerikalı.
go ae-shin, bir soylunun torunu. ailesini kaybettikten sonra dedesinin himayesinde, dedesinin istediği şekilde yaşaması istenen biri. doğuştan bir hanımefendi olmalıydı ama onun için ülkesinin bu durumu için bir şeyler yapmak ideal torun olmasının ötesindeydi. kore’yi müdafaa eden sivil bir birliğe katıldı. eugene choi ile de yolu burada kesişti.
goo dong-mae, insanların bakmaktan dahi çekindiği bir samuray. katanası keskin. birliği bir çeşit mafya gibi. spoiler vermeden bu karakteri anlatmam mümkün değil sanırım ama seviyorum kendisini*.
kim hui-seong, o da go ae-shin gibi bir soylunun torunu. ailesi o dönem kore’deki en zengin aile. go ae-shin’nin nişanlısı. ikisinin dedeleri çocukken nişanlamışlar bu iki insanı. birbirlerini hiç görmemişler, hiç akıllarına getirmemişler. spoiler vermeden diyebileceğim tek şey bu genç adam zengin ve havalı biri olmaktan çok daha fazlası*.
başta da belirttiğim gibi, diziye puanım 10/10. eğer 24 bölüm boyunca her bölümü film gibi bir dizi izlemek istiyorsanız bu diziyi kesinlikle öneririm, tarihi yönüyle beraber epik bir aşk hikayesi. oyunculardan çekim tekniklerine bu diziyle alakalı her şey çok iyi, hatta izlediklerimin en iyisi. bakmaya doyamadığım sahneleri vardı.
soundtracklerini dinleyene kadar korece herhangi bir şarkı dinlememiştim. benim için bu alanda bir ilk oldu ve halen dinlemeye devam ederim soundtracklerini. dinlemenizi mutlaka öneririm.
çok uzattığımın farkındayım ama bu diziyle aramda duygusal bir bağ var. belki o dönem yaşadıklarım da duygusal bir bağ kurmamda etkili olmuştur, bilmiyorum. diziyle alakalı spoiler içermeyen görüşlerim bu kadar, okumaya devam etmek isteyenler için aşağıdaki görüşlerim çok ağır spoiler içerir.
şimdiye kadar gözyaşı döktüğüm, hıçkıra hıçkıra ağladığım tek dizidir. bu diziyi sonunu bile bile izledim. dizi içinde bol bol yapılan sad ending göndermeleri olsun, yediğim sağlam spoiler olsun izlemeye devam ettim. çünkü hikayesini sevdim, karakterlerini sevdim, anlatmak istediği aşk hikayesini sevdim.
eugene ile ae-shin’nin birbirlerine yavaş yavaş ama bir o kadar güçlü aşık olma kısmı çok güzeldi. sonu mutlu bitmedi belki bu hikayenin ama kafamın içinde mutlular ve o zalım senarist benden bunu alamaz.
eugene'nin hiçbir yere ait olamaması dizinin temasını oluşturuyor bir bakıma. amerika'da bir subayken kore'ye de koreli olduğu için gönderiliyor zaten. kore'de de amerikalı bir subay olduğu için insanların garip tepkisiyle karşılaşıyor. yardımcısıyla, amerika'ya kaçması için yardım eden koreli amcayla, onu amerika'da yetiştiren misyoner amcayla ve subay arkadaşıyla ilişkilerini çok sevdim. bu insanlar eugene'nin eviydi ae-shin ile birlikte. dong-mae ve hui-seong ile olan dostlukları eşsizdi. üçü de birbirinden zıt fakat bir o kadar uyumlu. dizide bu üç arkadaşın sahnelerini izlemeyi çok sevmiştim.
goo dong-mae, içi yanık samurayım. gözler kalbin aynasıdır sözü üzerine yazılmış bir karakter olduğunu düşünüyorum. kötü çocuk imajının altında için için yanması beni çok etkilemişti. kasabın oğlu olarak hayvan kadar bile olmayan değeri onun samurayların içinde kendine yeni bir hayat kurmaya itti. geri dönüp ailesini aşağılayanlardan aldığı intikam içimi soğutmuştu. ae-shin'e olan aşkı kazanılmadan kaybedilmiş bir savaş gibiydi. sımsıkı sarılmak istedim diziyi izlediğim süre boyunca.
kim hui-seong, benim kişisel favorim. birçok kişi gibi eugene ve dong-mae'yi seviyorum ama benim için hui-seong'un yeri ayrı. kendisi ae-shin’nin nişanlısı. yurtdışında okuyor. bu nedenle yıllarca nişanlısını görmemiş, aslında umurunda da değil nişanlı olup olmadığı. ta ki ae-shin'ni görene kadar. ilk görüşte aşk onunkisi. çok saf ve temiz duygularla seviyor ae-shin'i ve ae-shin'nin onu sevmediğinin de farkında. fakat buna rağmen onu korumak, kollamak için elinden gelen ne varsa yapmaya hazır. edebiyattan anlamam ama bir anda şair gibi biri oluyor. işe yaramaz ama güzel şeyleri seviyor çiçekler, yıldızlar ve ay gibi. kendisi böyle ifade ediyor sevdiği şeyleri. diziyi bitirdiğimden beri çiçek diyince aklıma kendisi gelir. ailesi o dönem kore'nin en zengin ailesi fakat ailesinin görüşleri kendi görüşleriyle uyuşmuyor. içten içe çevresine karşı hep bir mahcubiyeti var bu yüzden. başlarda bu çok görülmese de ilerleyen zamanlarda ailesinin yaptığı haksızlıkları telafi etmeye çalışması çok hoşuma gitmişti*. dışarıdan tam bir playboy gibi görülse de içten içe öyle olmadığını biliyorsunuz, sonrasında bunu kendi de gösteriyor zaten. hakkında ne yazarsam yazayım hakkını veremeyeceğimi düşündüğümden burada bitiriyorum yazdıklarımı.
finalde bu 3 adamın da ölümünde çok ağladım. eugene’nin öleceğini spoiler yediğim için biliyordum ama bildiğim halde hıçkıra hıçkıra ağladım, kendimi hayıır derken bulduğumu hatırlıyorum. dong-mae ve hui-seong’un öleceklerini bilmiyordum ve en azından biriniz bari yaşasaydı diye ağlamaya devam ettim. zaten bir kere ağlamaya başlayınca tutamadım kendimi. eğer biraz daha kolay ağlayabilen biri olsaydım finale gelene kadar gözlerimin dolduğu çok yer vardı.
kardeşimin de dikkatini çekmiş içimdekibalina abla sen ağlıyor musun, neden ağlıyorsun? diye sordu bölümü izlerken. bir yandan ağlarken cevap vermeye çalışıyorum, diğer yandan izlemeye çalışıyorum. hemen gitmiş o dönem evde olmayan ablamı aramış böyle böyle diye. bu da diziyle ilgili bir anımdır*.
dizi kendi de defalarca bize söylediği gibi sad ending * ile bitti. mutsuz sonlardan nefret ederim ama içimi yakarak kabul ediyorum dizinin bu şekilde bitmesi gerektiğini. yine de eugene, dong-mae ve hui-seong'dan en az birinin yaşıyor olmasını isterdim.
gerek oyuncuları olsun -ki oyuncular nokta atışı olmuş, hiçbir karakteri başka bir oyuncunun canlandırabileceğini düşünmüyorum kesinlikle-, gerek teknik detayları olsun benim için 10/10 bir dizidir.
sözlerime diziden bir replikle nokta koymak istiyorum.
"çiçekleri görmenin iki yolu vardır. ya bir vazoya koyarsın ya da onlarla bir yolda buluşmak için yola çıkarsın. ben ikincisini yapmayı seçiyorum. bu benim açımdan tatsız olacak, çünkü seçtiğim yolda hiç çiçek olmayacak."
düzenleme: imla hataları ve anlatım bozuklukları düzeltildi.
  1871 yılında abd’nin joseon’a (şimdiki adıyla güney kore) yaptığı bir sefer sırasında kore'de bir kölenin çocuğu olan eugene choi amerika’ya kaçar. ilerleyen yıllarda japonya imparatorluğunun kore’yi kolonileştirmek istemesi üzerine amerika, kore’ye asker gönderir. eugene choi, yıllar sonra amerikalı bir subay olarak kore’ye geri döner.
go ae-shin, koreli bir soylunun torunudur. kore’yi müdafaa eden bir sivil birliğin parçasıdır.
goo dong-mae, insanların karşısında durmaktan çekindiği bir samuraydır. kendi birliği vardır.
kim hui-seong, kore'nin o dönem imparatordan sonra en zengin ailesinin veliahtıdır. go ae-shin’nin nişanlısıdır*.
dizi, bu 4 ana karakterin çevresinde gerçekleşir.
diziyle alakalı spoiler içermeyen görüşüm aşağıdadır.
şimdiye kadar yorumladığım hiçbir dizi de puanlamamı önden yapmadım, bu ilk olsun. diziye puanım 10/10.
izlediğim en iyi kore dizisidir. gariptir bu diziyi yayınladığı dönem* netflix’de sürekli görmeme rağmen konusunu düzgün okumadığımdan zaman yolculuğu yapan bir askerin joseon’da yaşadıkları gibi bir konusu olduğunu düşünüyordum. eugene choi’nin netflix’deki o görkemli havası bana bunu anımsatmıştı ama ciddi bir dizi olduğunun da farkındaydım. öncelikle ilk sandığım şey külliyen yanlıştı fakat tutturduğum tek kısım bu dizinin gerçekten ciddi bir dizi olduğuydu.
izlemek için yıllarca erteledim, ta ki geçen sene mart ayına kadar. zengin oppa, fakir kız hikayelerinden sıkıldığım bir dönem uzun zamandır bakıştığım bu diziyi açtım. ilk fark ettiğim şey zaman yolculuğuyla uzaktan yakından alakası olmadığıydı. farklı bir şeydi. çekim teknikleri ve senaryosu diziden çok bir filmi andırıyordu ve izlemeye devam ettim.
dizi, japonya imparatorluğunun kore’yi kolonileştirmeye çalışmasını kurgulayarak anlatıyor. merak edip araştırdığımda bazı olayların gerçekten yaşanmış olduğunu öğrendim. dizide de adı zikredilen bazı hainlerin gerçekten yaşadıkları, ülkelerini parsel parsel nasıl sattıklarını öğrendim. insanların nasıl sefalete sürüklendiğini gördüm ama tabi ki tarih dizilerden öğrenilmez o nedenle bu kısmı burada bırakıyorum, çünkü karakterlere değinmek istiyorum.
eugene choi, bir kölenin çocuğu. gördüğü zulümlerin ardından amerikalı bir misyonerle birlikte amerika’ya kaçıyor. orada kendine yeni bir hayat kurmaya çalışıyor, büyüyor ve amerikalı bir asker oluyor. kader bu ya doğduğu ülkesine bu sefer amerikalı bir subay olarak geri dönüyor. spoiler vermeden şöyle anlatayım, hiçbir yere ait olamayan biri olarak görüyorum eugene’i. amerika’da bir koreli, kore’de bir amerikalı.
go ae-shin, bir soylunun torunu. ailesini kaybettikten sonra dedesinin himayesinde, dedesinin istediği şekilde yaşaması istenen biri. doğuştan bir hanımefendi olmalıydı ama onun için ülkesinin bu durumu için bir şeyler yapmak ideal torun olmasının ötesindeydi. kore’yi müdafaa eden sivil bir birliğe katıldı. eugene choi ile de yolu burada kesişti.
goo dong-mae, insanların bakmaktan dahi çekindiği bir samuray. katanası keskin. birliği bir çeşit mafya gibi. spoiler vermeden bu karakteri anlatmam mümkün değil sanırım ama seviyorum kendisini*.
kim hui-seong, o da go ae-shin gibi bir soylunun torunu. ailesi o dönem kore’deki en zengin aile. go ae-shin’nin nişanlısı. ikisinin dedeleri çocukken nişanlamışlar bu iki insanı. birbirlerini hiç görmemişler, hiç akıllarına getirmemişler. spoiler vermeden diyebileceğim tek şey bu genç adam zengin ve havalı biri olmaktan çok daha fazlası*.
başta da belirttiğim gibi, diziye puanım 10/10. eğer 24 bölüm boyunca her bölümü film gibi bir dizi izlemek istiyorsanız bu diziyi kesinlikle öneririm, tarihi yönüyle beraber epik bir aşk hikayesi. oyunculardan çekim tekniklerine bu diziyle alakalı her şey çok iyi, hatta izlediklerimin en iyisi. bakmaya doyamadığım sahneleri vardı.
soundtracklerini dinleyene kadar korece herhangi bir şarkı dinlememiştim. benim için bu alanda bir ilk oldu ve halen dinlemeye devam ederim soundtracklerini. dinlemenizi mutlaka öneririm.
çok uzattığımın farkındayım ama bu diziyle aramda duygusal bir bağ var. belki o dönem yaşadıklarım da duygusal bir bağ kurmamda etkili olmuştur, bilmiyorum. diziyle alakalı spoiler içermeyen görüşlerim bu kadar, okumaya devam etmek isteyenler için aşağıdaki görüşlerim çok ağır spoiler içerir.
şimdiye kadar gözyaşı döktüğüm, hıçkıra hıçkıra ağladığım tek dizidir. bu diziyi sonunu bile bile izledim. dizi içinde bol bol yapılan sad ending göndermeleri olsun, yediğim sağlam spoiler olsun izlemeye devam ettim. çünkü hikayesini sevdim, karakterlerini sevdim, anlatmak istediği aşk hikayesini sevdim.
eugene ile ae-shin’nin birbirlerine yavaş yavaş ama bir o kadar güçlü aşık olma kısmı çok güzeldi. sonu mutlu bitmedi belki bu hikayenin ama kafamın içinde mutlular ve o zalım senarist benden bunu alamaz.
eugene'nin hiçbir yere ait olamaması dizinin temasını oluşturuyor bir bakıma. amerika'da bir subayken kore'ye de koreli olduğu için gönderiliyor zaten. kore'de de amerikalı bir subay olduğu için insanların garip tepkisiyle karşılaşıyor. yardımcısıyla, amerika'ya kaçması için yardım eden koreli amcayla, onu amerika'da yetiştiren misyoner amcayla ve subay arkadaşıyla ilişkilerini çok sevdim. bu insanlar eugene'nin eviydi ae-shin ile birlikte. dong-mae ve hui-seong ile olan dostlukları eşsizdi. üçü de birbirinden zıt fakat bir o kadar uyumlu. dizide bu üç arkadaşın sahnelerini izlemeyi çok sevmiştim.
goo dong-mae, içi yanık samurayım. gözler kalbin aynasıdır sözü üzerine yazılmış bir karakter olduğunu düşünüyorum. kötü çocuk imajının altında için için yanması beni çok etkilemişti. kasabın oğlu olarak hayvan kadar bile olmayan değeri onun samurayların içinde kendine yeni bir hayat kurmaya itti. geri dönüp ailesini aşağılayanlardan aldığı intikam içimi soğutmuştu. ae-shin'e olan aşkı kazanılmadan kaybedilmiş bir savaş gibiydi. sımsıkı sarılmak istedim diziyi izlediğim süre boyunca.
kim hui-seong, benim kişisel favorim. birçok kişi gibi eugene ve dong-mae'yi seviyorum ama benim için hui-seong'un yeri ayrı. kendisi ae-shin’nin nişanlısı. yurtdışında okuyor. bu nedenle yıllarca nişanlısını görmemiş, aslında umurunda da değil nişanlı olup olmadığı. ta ki ae-shin'ni görene kadar. ilk görüşte aşk onunkisi. çok saf ve temiz duygularla seviyor ae-shin'i ve ae-shin'nin onu sevmediğinin de farkında. fakat buna rağmen onu korumak, kollamak için elinden gelen ne varsa yapmaya hazır. edebiyattan anlamam ama bir anda şair gibi biri oluyor. işe yaramaz ama güzel şeyleri seviyor çiçekler, yıldızlar ve ay gibi. kendisi böyle ifade ediyor sevdiği şeyleri. diziyi bitirdiğimden beri çiçek diyince aklıma kendisi gelir. ailesi o dönem kore'nin en zengin ailesi fakat ailesinin görüşleri kendi görüşleriyle uyuşmuyor. içten içe çevresine karşı hep bir mahcubiyeti var bu yüzden. başlarda bu çok görülmese de ilerleyen zamanlarda ailesinin yaptığı haksızlıkları telafi etmeye çalışması çok hoşuma gitmişti*. dışarıdan tam bir playboy gibi görülse de içten içe öyle olmadığını biliyorsunuz, sonrasında bunu kendi de gösteriyor zaten. hakkında ne yazarsam yazayım hakkını veremeyeceğimi düşündüğümden burada bitiriyorum yazdıklarımı.
finalde bu 3 adamın da ölümünde çok ağladım. eugene’nin öleceğini spoiler yediğim için biliyordum ama bildiğim halde hıçkıra hıçkıra ağladım, kendimi hayıır derken bulduğumu hatırlıyorum. dong-mae ve hui-seong’un öleceklerini bilmiyordum ve en azından biriniz bari yaşasaydı diye ağlamaya devam ettim. zaten bir kere ağlamaya başlayınca tutamadım kendimi. eğer biraz daha kolay ağlayabilen biri olsaydım finale gelene kadar gözlerimin dolduğu çok yer vardı.
kardeşimin de dikkatini çekmiş içimdekibalina abla sen ağlıyor musun, neden ağlıyorsun? diye sordu bölümü izlerken. bir yandan ağlarken cevap vermeye çalışıyorum, diğer yandan izlemeye çalışıyorum. hemen gitmiş o dönem evde olmayan ablamı aramış böyle böyle diye. bu da diziyle ilgili bir anımdır*.
dizi kendi de defalarca bize söylediği gibi sad ending * ile bitti. mutsuz sonlardan nefret ederim ama içimi yakarak kabul ediyorum dizinin bu şekilde bitmesi gerektiğini. yine de eugene, dong-mae ve hui-seong'dan en az birinin yaşıyor olmasını isterdim.
gerek oyuncuları olsun -ki oyuncular nokta atışı olmuş, hiçbir karakteri başka bir oyuncunun canlandırabileceğini düşünmüyorum kesinlikle-, gerek teknik detayları olsun benim için 10/10 bir dizidir.
sözlerime diziden bir replikle nokta koymak istiyorum.
"çiçekleri görmenin iki yolu vardır. ya bir vazoya koyarsın ya da onlarla bir yolda buluşmak için yola çıkarsın. ben ikincisini yapmayı seçiyorum. bu benim açımdan tatsız olacak, çünkü seçtiğim yolda hiç çiçek olmayacak."
düzenleme: imla hataları ve anlatım bozuklukları düzeltildi.
devamını gör...
türkler'in doğada mangal yapmayı eğlenmek zannetmesi
          kendi gözünden diğer insanların hayatlarına bakıp neyin doğru neyin yanlış olduğunu kesin olarak söyleme, bir kıstas belirleme ve bununla övünme ihtiyacı...
benim eğlence anlayışım tam da budur. benim eğlence anlayışım bu olduğu için de bu doğrudur. sizin eğlence anlayışınız kılaplarda dans etmek ise sizin için odur doğrusu. başlığı görünce canım çekti yalnız. bugün çatıda bi mangal yapayım cızır cızır ohh!
  benim eğlence anlayışım tam da budur. benim eğlence anlayışım bu olduğu için de bu doğrudur. sizin eğlence anlayışınız kılaplarda dans etmek ise sizin için odur doğrusu. başlığı görünce canım çekti yalnız. bugün çatıda bi mangal yapayım cızır cızır ohh!
devamını gör...
goodbye my lover
          bir james blunt şarkısı. sevgilisinden ayrılan genç dimağların biricik sığınağıdır. bir paket peçete, bir sigara, bir kadeh içki ve yaşlı gözlerle dinlenmesi elzemdir. the office izleyicilerinin aklınaysa michael scott gelir sadece.
michael:
      
  michael:
devamını gör...
kalın dilim pizza seven insanların ortak özellikleri
          pizzayı kalın dilim sevmeleri.
      
  devamını gör...
yazarların ilk ticari girişimleri
          boncuklarla bileklik falan yapardım küçükken, onları satmaya çalışırdım. kıyamam o zamandan da belli ne olacağım, bedave verirdim sonunda. 
bir de şarkı yarışması yapardık çocuklar arasında. evet efenim sesimle para kazandım ben* sooora da gittik bakkala iki çokomel iki dondurma aldık arkaaaşla.
  bir de şarkı yarışması yapardık çocuklar arasında. evet efenim sesimle para kazandım ben* sooora da gittik bakkala iki çokomel iki dondurma aldık arkaaaşla.
devamını gör...
yeni bir insanla tanışmaya üşenmek
          tanışmayı geçtim insanlarla iletişim kurmaya bile üşenir hale geldim. insan ilişkileri taktik savaşlarına dönmüş durumda ve benim strateji yeteneğim hiç yok.
      
  devamını gör...
ludwig feuerbach
          ukde bırakan yazarımıza sevgiler saygılar...
devirmek istediği hegel ile, özendiği marx arasında sıkışıp kalmış bir filozof... felsefe tarihinde adı bile anılmaz feuerbach'ın. sadece marx'ın vesilesiyle bazı metinlerde adı geçer. chevalier'in düşünce tarihi hariç esamesi okunmaz.
feuerbach hegelci anlayışın bir 'doğallaştırması'dır. felsefe gerçekliğin bilimidir ona göre, gerçekliğin özü de doğadır. bu düşünce aslında hegel'den etkilenmiş bir hume'cu anlayıştır. hegelcilik bir panlojizmdir*. ancak mit içeriklidir. tarihte kendini gerçekleştiren geist'in, kutsalından arınmış bir şekilde okunması, geride sadece bir mit bırakır. feuerbach'da buna mistik akılcılık der. hegel felsefesindeki ve dinin merkezindeki insan anlayışını hedef alır. rasyonal akıl, fiziksel doğa ve dinsel kültür... feuerbach'ın felsefesindeki üç temel mesele budur. onun dünyası öznel varlıklar ya da bireyse özdekler dünyası değildir. kısaca fizikler özler dünyasıdır. böyle bir dünyada mutlak bir varlığa ihtiyaç yoktur. bu düşünceyle, öznenin lehine olan, tüm gerçekliğin temeli olarak insanın veya tanrı'nın saf varoluşunu gören klasik ontololojik anlayışı ters çevirmeye çalışır. feuerbach'a göre özne yüklemden başka bi şey değildir.* tanrı'da eylemlerinden dolayı tanrı'dır. burada sonsuz fakat özdeksiz nitelikler sonsuzluğuna dayalı, spinozacı bi anlayış da mevcut. saf metafizik çok temel nitelikte olan tanrı'nın aşkınlığı fikri burada dışarıda bırakılmış. (bizimkiler çalışmak da bi ibadet diyolardı, adam direk tanrı, çalışmaktır diyo(u: şaka şaka)). kutsalın mistiksizleştirilmesinde ve tanrı'yı sistemin içinde pasifize etmek konusunda epeyce uğraşmış ludwig. kanımca türevleri içinde başarılı olanlardandır.
  devirmek istediği hegel ile, özendiği marx arasında sıkışıp kalmış bir filozof... felsefe tarihinde adı bile anılmaz feuerbach'ın. sadece marx'ın vesilesiyle bazı metinlerde adı geçer. chevalier'in düşünce tarihi hariç esamesi okunmaz.
feuerbach hegelci anlayışın bir 'doğallaştırması'dır. felsefe gerçekliğin bilimidir ona göre, gerçekliğin özü de doğadır. bu düşünce aslında hegel'den etkilenmiş bir hume'cu anlayıştır. hegelcilik bir panlojizmdir*. ancak mit içeriklidir. tarihte kendini gerçekleştiren geist'in, kutsalından arınmış bir şekilde okunması, geride sadece bir mit bırakır. feuerbach'da buna mistik akılcılık der. hegel felsefesindeki ve dinin merkezindeki insan anlayışını hedef alır. rasyonal akıl, fiziksel doğa ve dinsel kültür... feuerbach'ın felsefesindeki üç temel mesele budur. onun dünyası öznel varlıklar ya da bireyse özdekler dünyası değildir. kısaca fizikler özler dünyasıdır. böyle bir dünyada mutlak bir varlığa ihtiyaç yoktur. bu düşünceyle, öznenin lehine olan, tüm gerçekliğin temeli olarak insanın veya tanrı'nın saf varoluşunu gören klasik ontololojik anlayışı ters çevirmeye çalışır. feuerbach'a göre özne yüklemden başka bi şey değildir.* tanrı'da eylemlerinden dolayı tanrı'dır. burada sonsuz fakat özdeksiz nitelikler sonsuzluğuna dayalı, spinozacı bi anlayış da mevcut. saf metafizik çok temel nitelikte olan tanrı'nın aşkınlığı fikri burada dışarıda bırakılmış. (bizimkiler çalışmak da bi ibadet diyolardı, adam direk tanrı, çalışmaktır diyo(u: şaka şaka)). kutsalın mistiksizleştirilmesinde ve tanrı'yı sistemin içinde pasifize etmek konusunda epeyce uğraşmış ludwig. kanımca türevleri içinde başarılı olanlardandır.
devamını gör...
şöyle koyayım böyle koyayım
          lütfen yeni bir bkz olsun.bir gelenek olsun.
edit: sanırım başardık
  edit: sanırım başardık
devamını gör...
nefret ile yaşayan insan
          herkesin majör duygusu aşk, sevgi gibi olmak zorunda değildir. kişi nefret ederek de yaşayabilir. senelerdir tecrübesiyle yaşıyorum&yaşatıyorum ve en azından bazı şeyleri daha az dert ettiğimi düşünüyorum.
      
  devamını gör...
klitoris
          erkeklerin bulamadığı, siyasal islamcılardan daha az hassas olan yer..
      
  devamını gör...
devlet lisesi ingilizcesi
          duruma göre gayet de işe yarayabilen ingilizce.
devlet lisesi mezunuyum. kredili sistemin, yani süper lisenin ilk kurbanlarındanım. şu an alanımla ilgili ingilizce kaynakları ve makaleleri çoğunlukla gayet güzel okuyup anlayabiliyor, alt yazısız ingilizce filmleri izleyebiliyor, aradığım şarkıyı sözlerinden arayıp bulabiliyorum.
bir de özel lise mezunu arkadaşım vardı. tek kelime ingilizce bilmiyordu. dersleri genelde boş geçmiş çünkü.
bence ön yargı iyi bir şey değil.
edit: ünide eğitim türkçe idi.
  devlet lisesi mezunuyum. kredili sistemin, yani süper lisenin ilk kurbanlarındanım. şu an alanımla ilgili ingilizce kaynakları ve makaleleri çoğunlukla gayet güzel okuyup anlayabiliyor, alt yazısız ingilizce filmleri izleyebiliyor, aradığım şarkıyı sözlerinden arayıp bulabiliyorum.
bir de özel lise mezunu arkadaşım vardı. tek kelime ingilizce bilmiyordu. dersleri genelde boş geçmiş çünkü.
bence ön yargı iyi bir şey değil.
edit: ünide eğitim türkçe idi.
devamını gör...


