haset
kıskançlığın yıkıcı versiyonu.
geçenlerde yine nerde okuduğumu hatırlamadığım bir cümle günlerdir aklımda dönüp duruyor. “türkiye’de toplum içi ilişkiler hasetçilik üzerine” diye. ya da buna benzer bir cümleydi. toplum olarak bir başkasının hayatına bunca fikirlerimizi, yargılarımızı sokmamızı benim nezdimde çok iyi açıklıyor.
insan, bazen insanlarla ilişkileri üzerine düşünürken bazı hisleri, durumları ve tavırları tanımlamaya ihtiyaç duyuyor. belirli söylemlerin, eleştirilerin, yargıların kökenini anlamlandırmaya ya da bir temel bulmaya çalışıyor.
bir insanla konuşurken yorum diye nitelediğimiz, basit cümlelerin altına sakladığımız o yargılayıcı aşağılama duygusunun motivasyonunu haset tam olarak karşılıyor.
bir insanın sahip olduğu bir olguyu, durumu, hissi dahi küçümsemekte aynı motivasyondan kaynaklanıyor.
‘bende yoksa onda da olmasın’ ve olmasın diye de onu cümlelerimle rahatsız edebilir ya da dahası kötü niyetle manipüle edebilirim. kişinin kendi hayatına değmeyen herhangi bir konuda bu aşağılayıcı/niteliksiz yargılayıcı tavırda olması üzerine, düşünmesi gerekiyor.
çünkü karşınızdaki kişi, ne kadar yakınınız olursa olsun, haset edilen konu hakkında yeterince fikir/bilgi/deneyim veya eminlik sahibiyse, kişinin aklında bilfiil ‘yetersiz’ ya da basit bir durumun niteliklerini çözümleyemeyen rahatsız edici bir köylü kurnazı olarak kalmanız olası.
geçenlerde yine nerde okuduğumu hatırlamadığım bir cümle günlerdir aklımda dönüp duruyor. “türkiye’de toplum içi ilişkiler hasetçilik üzerine” diye. ya da buna benzer bir cümleydi. toplum olarak bir başkasının hayatına bunca fikirlerimizi, yargılarımızı sokmamızı benim nezdimde çok iyi açıklıyor.
insan, bazen insanlarla ilişkileri üzerine düşünürken bazı hisleri, durumları ve tavırları tanımlamaya ihtiyaç duyuyor. belirli söylemlerin, eleştirilerin, yargıların kökenini anlamlandırmaya ya da bir temel bulmaya çalışıyor.
bir insanla konuşurken yorum diye nitelediğimiz, basit cümlelerin altına sakladığımız o yargılayıcı aşağılama duygusunun motivasyonunu haset tam olarak karşılıyor.
bir insanın sahip olduğu bir olguyu, durumu, hissi dahi küçümsemekte aynı motivasyondan kaynaklanıyor.
‘bende yoksa onda da olmasın’ ve olmasın diye de onu cümlelerimle rahatsız edebilir ya da dahası kötü niyetle manipüle edebilirim. kişinin kendi hayatına değmeyen herhangi bir konuda bu aşağılayıcı/niteliksiz yargılayıcı tavırda olması üzerine, düşünmesi gerekiyor.
çünkü karşınızdaki kişi, ne kadar yakınınız olursa olsun, haset edilen konu hakkında yeterince fikir/bilgi/deneyim veya eminlik sahibiyse, kişinin aklında bilfiil ‘yetersiz’ ya da basit bir durumun niteliklerini çözümleyemeyen rahatsız edici bir köylü kurnazı olarak kalmanız olası.
devamını gör...
duyulmuş en güzel iltifat
.........
"gitmek zorunda mısın gerçekten?
...
...
...
...
...
...
şimdi gidersen sanki tüm o şarkıları bir daha dinleyemezmişim gibi."
e gel öldür, boynumu kes gıkım çıkmaz!
"gitmek zorunda mısın gerçekten?
...
...
...
...
...
...
şimdi gidersen sanki tüm o şarkıları bir daha dinleyemezmişim gibi."
e gel öldür, boynumu kes gıkım çıkmaz!
devamını gör...
ilkokulda statü göstergesi olan şeyler
tombow uç, rotring kalem yazanlar kolejde falan okudular sanırım. * bizim zamanımızda ilkokulda uçlu kalem kullandırmazdı öğretmenler. kurşun kalem kullanmak zorundaydık.
(bkz: faber castell kurşun kalem)
(bkz: faber castell kurşun kalem)
devamını gör...
kafası yastığa değer değmez uyuyabilen kişi
uyku ilacı kullanan ya da gününü yaşayan, kafasına hiçbir şeyi takmayan gamsız bir insan olabilir. yoksa geçmişin muhasebesini yapmadan, gelecek için kayıgılanmadan, 'o bana niye böyle yaptı, ben ona neden öyle demedim?' diye kendisiyle hesaplaşmadan uyuyabilir mi insan. uyuyamaz.
devamını gör...
babadan nefret etmek
yaşlılıktan dolayı mıdır nedir,sanki böyle bir çabası var.garip.
devamını gör...
normal sözlük'te gece farklı sabah farklı bir ortam olması
sözlük sabah daha tatlı yüreklerin buluşma noktası, akşamları ise hayatın sillesini yemişlerin durağı.
devamını gör...
düz dünya teorisi
bu teorinin en büyük savunucusu dayı.
dünya düzdür ve dönmez dedi ya :)
beyin ölümü gerçekleşmiş, hükümsüzdür..
dünya düzdür ve dönmez dedi ya :)
beyin ölümü gerçekleşmiş, hükümsüzdür..
devamını gör...
grey’s anatomy
başlarken öylesine başladığım ve 10. sezon finalini de izledikten sonra en iyi drama tv serisi olduğu kanaatine vardığım dizi.
öncelikle bu tür dizilerin normal şartlarda ilgimi çekmediğini söyleyebilirim. ancak 1. sezondan başlayarak karakterlerin çocukluğundan erişkinliğine dek oturtulmuş mantıklı temellerle hikaye örgüsünün desteklenmesi ilgimi çekmeye başladı. dizi bir hastane dizisi olmaktan çok daha öte. insan ilişkilerinin abartısız ve olağan şekilde işlendiği nadir dizilerden. günlük yaşamda, insanlarla, ailemizle, okulumuzla, işimizle, bireysel anlamda kendimizle ne yaşıyorsak bir yansımasını görüyoruz tüm dizide. bu anlamda benim için diziyi diğer tüm drama serilerinden ayıran özelliği, son derece gerçekçi olması. türk dizilerinde ve bazı yabancı dizilerde rastladığımız sebep-sonuç ilişkisinin boku çıkarılmamış. tıpkı bizim kendi hayatlarımızda yaptığımız/yaşadığımız gibi karakterler ani karar değişikliği yaşayabiliyorlar. ve bunu bir sebebe bağlama mücadelesi içine girmiyorlar. duygusal anlamda gerçekçi çünkü doğal hikayeler söz konusu... karakter sadece öyle yapmak istediği için ayrılıyor şehirden örneğin, çünkü öyle hissediyor/istiyor; davranışı ya da kararı bir zorunluluğa bağlanmıyor. karakterlerin sıkışıp kaldığı sorunlar fazlasıyla tanıdık ve açıkçası senarist shonda rhimes bazı bölümlerde o kadar beklenmeyecek işler çıkıyor ki gerçekten diziyi izlediğiniz dönemde içinden çıkamadığınız işlere ilginç bakış açıları bile kazandırıyor diyebilirim. bazı önemli anlamsal geçiş bölümlerinde bilim kurgu dizisi özellikleri taşıyan hikayeler de bulunmakta.
senarist shonda rhimes'ın bir diğer özelliği de dizinin en önemli özelliğini oluşturuyor; önemli karakterlerin çatır çatır ve ani ölümleri. sanıyorum bu özellik izlemediğim dizilerden biri olan game of thrones'da da bulunmakta. bu anlamda dizinin got'tan farklı olarak günümüz mantalitesiyle işlendiğini düşünecek olursak ciddi bir gerçekçiliği olduğunu söylemek mümkün. hepimizin hayatlarında kaybettiği, ayrıldığı, üzdüğü, mutlu ettiği, ilgilenmediği, ilişmediği, değer verdiği, değer gördüğü, emek verdiği, onun için çabaladığı, arkasını dönüp gittiği, geride bıraktığı, geride bırakmak zorunda olduğu, saygı duyduğu, seviştiği insanlar olduğunu göz önünde bulundurarak medikal olması bir yana gerçekçi kavramına yakıştığını çekinmeden savunabiliyorum. dolambaçsız ve net. olduğu gibi bir hayat.
senaryonun tek sıkıntısı ''amerika için savaş'' düşüncesi. karakterlerden birinin ordu/ırak savaşı geçmişi bu anlamda diziye yansıtılan bir diğer mesele. yine de boku çıkarılmadığı için göz ardı edilebiliyor. 20'li yaşlarımın ortasında bir kadın olarak dizide izlediğim pek çok mesele ile şu yaşıma kadar karşılaştığım ve mücadele ettiğim gerçeği de beni bu yapıma bağlamış olabilir öte yandan... karakterlerin başlarına gelen bir takım olaylar sonucu geçirdikleri travmalar, o travmalardan sıyrılmaya çalışmaları, sıyrılışları ve hayatlarına her şeye rağmen kaldıkları yerden değil de başka bir noktadan devam etmelerini gerçekçi sayabilmek için travma yaşamış olmanıza gerek yok elbette. zorlamasız... bu bakımdan dizi bir çeşit empati hapı görevi görüyor çoğu zaman.
otobüsün altında kalarak can veren bir karakterin cenazesinde en yakın arkadaşlarının kahkahalara boğulduğu bir diziden söz ediyorum. sanıyorum drama etiketi yapıştırmak çok da yerinde bir hareket olmaz. bu ''vuhhuuu hayat devam ediyor'' mesajı verme amacı gütmüyor. ancak, hayat devam ediyor. bu açıdan asıl başarılı olan şey dizinin üslubu. nasıl ki okuduğumuz şiirlerin çoğu aynı meselelerden bahsediyor ama farklı bir üslupla yazıldığı için biri oldukça epik, diğeri ise oldukça lirik geliyorsa bu serinin üslubu da öyle. yine de; sözlükler ve bloglardan okuduğum kadarıyla çoğu izleyici bu diziyi izlediği süre boyunca depresif ruh halinde olduklarını belirtmiş. izledikçe hüzünleniyorlarmış falan filan... sanıyorum bu yaşamı algılayış biçimi ile alakalı. ancak karakterleri bir noktada içselleştirmeye başladığınızda iyileştirici bir gücü olduğunu söylemek de mümkün. kendi hayatı konusunda son derece büyük umutsuzluklara kapılan insanların ''hayır lan aslında siki tutmuş değilim'' mesajı alarak tv başından kalktığını da biliyorum. dizinin bu mesajı verdiği en önemli kısımları şüphesiz ki her bölümün başında ve sonundaki speech'ler...
diziye adını veren grey adlı karakter her ne kadar dizinin başrolü gibi gözükse ve aslında tüm hikayenin onun merkezinde bulunduğu bir kurguda canlansa da yan karakterlerin gücü yadsınamaz. bu açıdan da izleyici kitlesinin pek hoşlanmadığı cristina yang karakterinin gelmiş geçmiş en başarılı ve yoğun yan karakter olduğunu düşünüyorum.
(bkz: cristina yang)
dizinin bir diğer önemli özelliği ise başarılı soundtrack'i.
10 sezon boyunca bölüm bölüm kullanılmış tüm parçaları bulabilmek mümkün.
okuduğumuz/üzerinde çalıştığımız onca sosyolojik, siyasi, ekonomik, alegorik, matematiksel eserlere baktıktan sonra; bir amerikan drama dizisi size hayatınızı ne derece sorgulatabilir? hımm, sanırım gündelik hayatı aslında çok basit detayların oluşturduğunu göz önünde bulundurursak, bazen basit şeylere odaklanmak gereklidir.
öncelikle bu tür dizilerin normal şartlarda ilgimi çekmediğini söyleyebilirim. ancak 1. sezondan başlayarak karakterlerin çocukluğundan erişkinliğine dek oturtulmuş mantıklı temellerle hikaye örgüsünün desteklenmesi ilgimi çekmeye başladı. dizi bir hastane dizisi olmaktan çok daha öte. insan ilişkilerinin abartısız ve olağan şekilde işlendiği nadir dizilerden. günlük yaşamda, insanlarla, ailemizle, okulumuzla, işimizle, bireysel anlamda kendimizle ne yaşıyorsak bir yansımasını görüyoruz tüm dizide. bu anlamda benim için diziyi diğer tüm drama serilerinden ayıran özelliği, son derece gerçekçi olması. türk dizilerinde ve bazı yabancı dizilerde rastladığımız sebep-sonuç ilişkisinin boku çıkarılmamış. tıpkı bizim kendi hayatlarımızda yaptığımız/yaşadığımız gibi karakterler ani karar değişikliği yaşayabiliyorlar. ve bunu bir sebebe bağlama mücadelesi içine girmiyorlar. duygusal anlamda gerçekçi çünkü doğal hikayeler söz konusu... karakter sadece öyle yapmak istediği için ayrılıyor şehirden örneğin, çünkü öyle hissediyor/istiyor; davranışı ya da kararı bir zorunluluğa bağlanmıyor. karakterlerin sıkışıp kaldığı sorunlar fazlasıyla tanıdık ve açıkçası senarist shonda rhimes bazı bölümlerde o kadar beklenmeyecek işler çıkıyor ki gerçekten diziyi izlediğiniz dönemde içinden çıkamadığınız işlere ilginç bakış açıları bile kazandırıyor diyebilirim. bazı önemli anlamsal geçiş bölümlerinde bilim kurgu dizisi özellikleri taşıyan hikayeler de bulunmakta.
senarist shonda rhimes'ın bir diğer özelliği de dizinin en önemli özelliğini oluşturuyor; önemli karakterlerin çatır çatır ve ani ölümleri. sanıyorum bu özellik izlemediğim dizilerden biri olan game of thrones'da da bulunmakta. bu anlamda dizinin got'tan farklı olarak günümüz mantalitesiyle işlendiğini düşünecek olursak ciddi bir gerçekçiliği olduğunu söylemek mümkün. hepimizin hayatlarında kaybettiği, ayrıldığı, üzdüğü, mutlu ettiği, ilgilenmediği, ilişmediği, değer verdiği, değer gördüğü, emek verdiği, onun için çabaladığı, arkasını dönüp gittiği, geride bıraktığı, geride bırakmak zorunda olduğu, saygı duyduğu, seviştiği insanlar olduğunu göz önünde bulundurarak medikal olması bir yana gerçekçi kavramına yakıştığını çekinmeden savunabiliyorum. dolambaçsız ve net. olduğu gibi bir hayat.
senaryonun tek sıkıntısı ''amerika için savaş'' düşüncesi. karakterlerden birinin ordu/ırak savaşı geçmişi bu anlamda diziye yansıtılan bir diğer mesele. yine de boku çıkarılmadığı için göz ardı edilebiliyor. 20'li yaşlarımın ortasında bir kadın olarak dizide izlediğim pek çok mesele ile şu yaşıma kadar karşılaştığım ve mücadele ettiğim gerçeği de beni bu yapıma bağlamış olabilir öte yandan... karakterlerin başlarına gelen bir takım olaylar sonucu geçirdikleri travmalar, o travmalardan sıyrılmaya çalışmaları, sıyrılışları ve hayatlarına her şeye rağmen kaldıkları yerden değil de başka bir noktadan devam etmelerini gerçekçi sayabilmek için travma yaşamış olmanıza gerek yok elbette. zorlamasız... bu bakımdan dizi bir çeşit empati hapı görevi görüyor çoğu zaman.
otobüsün altında kalarak can veren bir karakterin cenazesinde en yakın arkadaşlarının kahkahalara boğulduğu bir diziden söz ediyorum. sanıyorum drama etiketi yapıştırmak çok da yerinde bir hareket olmaz. bu ''vuhhuuu hayat devam ediyor'' mesajı verme amacı gütmüyor. ancak, hayat devam ediyor. bu açıdan asıl başarılı olan şey dizinin üslubu. nasıl ki okuduğumuz şiirlerin çoğu aynı meselelerden bahsediyor ama farklı bir üslupla yazıldığı için biri oldukça epik, diğeri ise oldukça lirik geliyorsa bu serinin üslubu da öyle. yine de; sözlükler ve bloglardan okuduğum kadarıyla çoğu izleyici bu diziyi izlediği süre boyunca depresif ruh halinde olduklarını belirtmiş. izledikçe hüzünleniyorlarmış falan filan... sanıyorum bu yaşamı algılayış biçimi ile alakalı. ancak karakterleri bir noktada içselleştirmeye başladığınızda iyileştirici bir gücü olduğunu söylemek de mümkün. kendi hayatı konusunda son derece büyük umutsuzluklara kapılan insanların ''hayır lan aslında siki tutmuş değilim'' mesajı alarak tv başından kalktığını da biliyorum. dizinin bu mesajı verdiği en önemli kısımları şüphesiz ki her bölümün başında ve sonundaki speech'ler...
diziye adını veren grey adlı karakter her ne kadar dizinin başrolü gibi gözükse ve aslında tüm hikayenin onun merkezinde bulunduğu bir kurguda canlansa da yan karakterlerin gücü yadsınamaz. bu açıdan da izleyici kitlesinin pek hoşlanmadığı cristina yang karakterinin gelmiş geçmiş en başarılı ve yoğun yan karakter olduğunu düşünüyorum.
(bkz: cristina yang)
dizinin bir diğer önemli özelliği ise başarılı soundtrack'i.
10 sezon boyunca bölüm bölüm kullanılmış tüm parçaları bulabilmek mümkün.
okuduğumuz/üzerinde çalıştığımız onca sosyolojik, siyasi, ekonomik, alegorik, matematiksel eserlere baktıktan sonra; bir amerikan drama dizisi size hayatınızı ne derece sorgulatabilir? hımm, sanırım gündelik hayatı aslında çok basit detayların oluşturduğunu göz önünde bulundurursak, bazen basit şeylere odaklanmak gereklidir.
devamını gör...
hoşlanılan kişinin kitap okumayı sevmemesi
okuma yazmayı kendi başıma öğrendim. okula başlamadan önce ansiklopedi okumaya başlamıştım. muhtemel zaten okulun ilk yıllarında hepsini bitirip başa dönmüştüm. kim bilir kaç kez okudum. sonra okumaya devam ettim. hiç durmadan. ve bu konuyla ilgili net görüşüm şu.
beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor okuyup okumadığı.
çünkü ben okuyup öğrenmeye çalıştığım şeyler ile ilgileniyorum. bunlarla ilgilenirken kim ne okuyor ilgilenmeye hiç fırsatım olmuyor. bir cümlenin üzerine düşünmek ve o cümleyi anlayabilmek bazen çok uzun aylar isteyebiliyor. o yüzden zaman bulamıyorum.
bi sevgilim o dönem hiç okumak istememem ile çok ilgileniyordu. okula başladığı zaman anca 2 sene sonunda okuma yazmayı öğrenmişti ve mutsuzdu benim roman okumak istemememden. iste benim hiç bu kadar zamanım olmadı başkasının hayatı ile ilgilenecek kadar. o neden ilgilendi? var aslında bir açıklaması ama neyse. çok salon kadını psikolojisindeyim. minik bir poğaça gibi hissediyorum kendimi. hıı.
beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor okuyup okumadığı.
çünkü ben okuyup öğrenmeye çalıştığım şeyler ile ilgileniyorum. bunlarla ilgilenirken kim ne okuyor ilgilenmeye hiç fırsatım olmuyor. bir cümlenin üzerine düşünmek ve o cümleyi anlayabilmek bazen çok uzun aylar isteyebiliyor. o yüzden zaman bulamıyorum.
bi sevgilim o dönem hiç okumak istememem ile çok ilgileniyordu. okula başladığı zaman anca 2 sene sonunda okuma yazmayı öğrenmişti ve mutsuzdu benim roman okumak istemememden. iste benim hiç bu kadar zamanım olmadı başkasının hayatı ile ilgilenecek kadar. o neden ilgilendi? var aslında bir açıklaması ama neyse. çok salon kadını psikolojisindeyim. minik bir poğaça gibi hissediyorum kendimi. hıı.
devamını gör...
en çabuk unuttuğumuz şey
bu vatan için canını feda etmiş şehitlerimiz.
devamını gör...
marquis de sade
filozof, romancı, aykırı.
kendisini diğer filozof ve romancılardan ayıran en önemli özelliği olan aykırılığı öyle bir boyuttadır ki; aristokrat olmasına rağmen kendisini hapse attıran kraliyet yönetimine dahi diş bilemiş, ihtilal sonrası ilan edilen genç cumhuriyetin en ateşli savuncularından birisi olmuştur. yeri geldiğinde, bu cumhuriyete dahi baş kaldırmasını bilmiştir, öyle ki, marquis de sade ya da cumhuriyetten sonra bilinen adıyla, yurttaş sade, simone de beauvoir'ın "sade'ı yakmalı mı?"da belirttiği üzere, pekala cumhuriyet rejimindeki terör döneminden faydalanabilir, gönlünce insanları işkence edebileceği veyahut onları öldürebileceği bir kamu görevine atanabilirdi.
ancak, yaygın kanının aksine sade, fransız ihtilali'nin terör dönemine şiddetle karşı çıkmış, hatta ve hatta "ılımlı" diye fişlenmiştir. sade hakkında yalapşap bilgisi olan pek-çok kişinin onun terör dönemini canla başla savunacağını düşündüğünden öylesine eminim ki.
de beauvoir kendisi hakkında şöyle bahsetmeye devam eder "sade'ı yakmalı mı?" isimli eserinde; "kuşkusuz, "kan akıtmak" belli hallerde coşku verici bir işti onun için. ne var ki kendi varlığının ve tek tek bireylerin etini olduğu kadar, bir özgürlüğü, bir bilinci sağlamasını de bekliyordu kıyıcılıktan. adsız kişileri geniş ölçüde yargılamak, onlara hüküm giydirmek, ölümlerini görmek, sade'ın yadsıdığı şeylerdi bunlar."
kendisi sadizme ismini vermiştir amenna, çok sayıda partnerine acı çektirmekten zevk aldığı, dinden nefret ettiği ve her türlü tabuyu tersyüz ederek yaşadığı da söylenebilir, ancak de sade, toplumsal ahlakın ikiyüzlülüğünü enfes bir şekilde ortaya koyar; hukuk bağlamında yasallaştırılan bir sadizmin, kontrol duygusunun ve baskıcılığın karşısındadır o, onun elezerliği bir bastırma değil özgürleştirme aygıtıdır, her zaman başkaları için olmasa da, kendisi için...
hapsedilmiş, akıl hastası olarak yaftalanmış, tüm onuru elinden alınmıştır.
ancak buna rağmen yazmaya devam etmiş ve dönemin aydınlarının, gençlerinin, masumlarının kellesini giyotinle patır patır alan fransızlara, "cumhuriyetçi olmak istiyorsanız, daha iyi denemelerde bulunmak zorundasınız" diye ayar vermekten çekinmemiştir.
eserleri 2017 yılından itibaren fransa devleti tarafından kültür hazinesi ilan edilmiştir.
daha fazlası için:
simone de beauvoir - faut il brûler sade ("sade'ı yakmalı mı?", yapı kredi yayınları)
georges bataille - la littérature et le mal ("edebiyat ve kötülük", ayrıntı yayınları)
marquis de sade - la philosophie dans le boudoir ("yatak odasında felsefe", ayrıntı yayınları)
kendisini diğer filozof ve romancılardan ayıran en önemli özelliği olan aykırılığı öyle bir boyuttadır ki; aristokrat olmasına rağmen kendisini hapse attıran kraliyet yönetimine dahi diş bilemiş, ihtilal sonrası ilan edilen genç cumhuriyetin en ateşli savuncularından birisi olmuştur. yeri geldiğinde, bu cumhuriyete dahi baş kaldırmasını bilmiştir, öyle ki, marquis de sade ya da cumhuriyetten sonra bilinen adıyla, yurttaş sade, simone de beauvoir'ın "sade'ı yakmalı mı?"da belirttiği üzere, pekala cumhuriyet rejimindeki terör döneminden faydalanabilir, gönlünce insanları işkence edebileceği veyahut onları öldürebileceği bir kamu görevine atanabilirdi.
ancak, yaygın kanının aksine sade, fransız ihtilali'nin terör dönemine şiddetle karşı çıkmış, hatta ve hatta "ılımlı" diye fişlenmiştir. sade hakkında yalapşap bilgisi olan pek-çok kişinin onun terör dönemini canla başla savunacağını düşündüğünden öylesine eminim ki.
de beauvoir kendisi hakkında şöyle bahsetmeye devam eder "sade'ı yakmalı mı?" isimli eserinde; "kuşkusuz, "kan akıtmak" belli hallerde coşku verici bir işti onun için. ne var ki kendi varlığının ve tek tek bireylerin etini olduğu kadar, bir özgürlüğü, bir bilinci sağlamasını de bekliyordu kıyıcılıktan. adsız kişileri geniş ölçüde yargılamak, onlara hüküm giydirmek, ölümlerini görmek, sade'ın yadsıdığı şeylerdi bunlar."
kendisi sadizme ismini vermiştir amenna, çok sayıda partnerine acı çektirmekten zevk aldığı, dinden nefret ettiği ve her türlü tabuyu tersyüz ederek yaşadığı da söylenebilir, ancak de sade, toplumsal ahlakın ikiyüzlülüğünü enfes bir şekilde ortaya koyar; hukuk bağlamında yasallaştırılan bir sadizmin, kontrol duygusunun ve baskıcılığın karşısındadır o, onun elezerliği bir bastırma değil özgürleştirme aygıtıdır, her zaman başkaları için olmasa da, kendisi için...
hapsedilmiş, akıl hastası olarak yaftalanmış, tüm onuru elinden alınmıştır.
ancak buna rağmen yazmaya devam etmiş ve dönemin aydınlarının, gençlerinin, masumlarının kellesini giyotinle patır patır alan fransızlara, "cumhuriyetçi olmak istiyorsanız, daha iyi denemelerde bulunmak zorundasınız" diye ayar vermekten çekinmemiştir.
eserleri 2017 yılından itibaren fransa devleti tarafından kültür hazinesi ilan edilmiştir.
daha fazlası için:
simone de beauvoir - faut il brûler sade ("sade'ı yakmalı mı?", yapı kredi yayınları)
georges bataille - la littérature et le mal ("edebiyat ve kötülük", ayrıntı yayınları)
marquis de sade - la philosophie dans le boudoir ("yatak odasında felsefe", ayrıntı yayınları)
devamını gör...
yazarların favori kot markaları
levi's ve mavi.
devamını gör...
koah
en önemli sebeplerden biri sigara ve hava kirliliği. hastalar öksürük ve nefes darlığından şikayetçi. hastalığa nefes ölçüm cihazı ile tanı konulabiliyor. dünyada en çok ölüme sebebiyet veren üçüncü hastalık.
türkiye'de en sık görülen üçüncü ölüm sebebi arasında bulunan solunum sistemi hastalıklarının yüzde 61.5'ini koah hastalığı oluşturuyor. koah, soluk alıp verirken akciğerlere giren havanın kolayca dışa verilmemesi olarak tanımlanıyor.
hastalığın başlıca sebebi olarak 40 yaşını geçtiği halde sigara içmeye devam etme, bunun dışındaki pipo, nargile, puro tütünlerinin ve çevreden gelen tütünün dumanı, meslek olarak tozlu ortam içinde bulunma da, koah oluşumunda büyük etken. toplumun, hastalığa yabancı olması da, hastalıkta tanı ve tedaviyi güçleştiriyor.
hastalıkla ilgili en büyük şikayetler nefes darlığı, öksürük balgam çıkarmadır. bunlar dışında göğüste sıkışma, yorgunluk, bitkinlik, ağız, göz ve tırnak çevresinde cildin mavimsi bir renk alması, ayak ve bacaklarda şişme gibi belirtiler de görülebiliyor.
bu nefes darlığı yüzünden, hastalığı taşıyan kişi, yol yürüyemez, fazla harekette bulunamaz, günlük işlerini azaltır.
türkiye'de en sık görülen üçüncü ölüm sebebi arasında bulunan solunum sistemi hastalıklarının yüzde 61.5'ini koah hastalığı oluşturuyor. koah, soluk alıp verirken akciğerlere giren havanın kolayca dışa verilmemesi olarak tanımlanıyor.
hastalığın başlıca sebebi olarak 40 yaşını geçtiği halde sigara içmeye devam etme, bunun dışındaki pipo, nargile, puro tütünlerinin ve çevreden gelen tütünün dumanı, meslek olarak tozlu ortam içinde bulunma da, koah oluşumunda büyük etken. toplumun, hastalığa yabancı olması da, hastalıkta tanı ve tedaviyi güçleştiriyor.
hastalıkla ilgili en büyük şikayetler nefes darlığı, öksürük balgam çıkarmadır. bunlar dışında göğüste sıkışma, yorgunluk, bitkinlik, ağız, göz ve tırnak çevresinde cildin mavimsi bir renk alması, ayak ve bacaklarda şişme gibi belirtiler de görülebiliyor.
bu nefes darlığı yüzünden, hastalığı taşıyan kişi, yol yürüyemez, fazla harekette bulunamaz, günlük işlerini azaltır.
devamını gör...
türk aile yapısı
öve öve bitiremedikleri, zarar gördüğünü söyleyerek istanbul sözleşmesinden çekildikleri , toplum sağlığı için olmazsa olmaz dedikleri yapı.
şu an yavaş yavaş değişiyor olsa da bunların korumak istedikleri türk aile yapısı tamamen emek sömürüsü ve güçlü-ezilenler ekseninde kurulmuştur. erkeğin eline tutturduğu değnekle çürük ahlak anlayışlarını koruma görevi verilmiştir. insan haklarına aykırı olan birçok eylem aile içinde normalleştirilmiştir. bu yapı dayağı hakettiğini düşünen kadın ve çocukları yaratmayı dahi başarmıştır.
bu yapının gerçek yüzü sabah kuşağı programlarında, gazetelerin üçüncü sayfalarında ve adliye koridorlarında kendisini gösterir. çürüktür. mide bulandırır.
şu an yavaş yavaş değişiyor olsa da bunların korumak istedikleri türk aile yapısı tamamen emek sömürüsü ve güçlü-ezilenler ekseninde kurulmuştur. erkeğin eline tutturduğu değnekle çürük ahlak anlayışlarını koruma görevi verilmiştir. insan haklarına aykırı olan birçok eylem aile içinde normalleştirilmiştir. bu yapı dayağı hakettiğini düşünen kadın ve çocukları yaratmayı dahi başarmıştır.
bu yapının gerçek yüzü sabah kuşağı programlarında, gazetelerin üçüncü sayfalarında ve adliye koridorlarında kendisini gösterir. çürüktür. mide bulandırır.
devamını gör...
ışid'in yok ettiği tarihi miras
kuranı kerim, "sizden önce yaşayanların beldelerini gezip görmedinizmi", "ibret almadınızmı" diye soruyor.
mesela bugün mısır'a gitsek, o kocaman piramitleri yaptıran adamı, bir emriyle binlerce kişiyi öldürten adamı, orada "mumya" olmuş yatıyor görürüz ve dünyanın zalimlerinden korkmamak gerektiğini, bir gün bizimde onlarında öleceğini, gücünü kaybedeceğini düşünürüz.
ama bazıları nedense bu ayeti ya duymamış yada duymazdan gelerek artık hiç kimsenin tapmadığı heykelleri yıkarak islami bir iş yaptığını sanıyor.
bugün dünyada en büyük din ne islam, ne hristiyanlık, ne şu, ne bu, hedonizm'dir, paradır.
mesela bugün mısır'a gitsek, o kocaman piramitleri yaptıran adamı, bir emriyle binlerce kişiyi öldürten adamı, orada "mumya" olmuş yatıyor görürüz ve dünyanın zalimlerinden korkmamak gerektiğini, bir gün bizimde onlarında öleceğini, gücünü kaybedeceğini düşünürüz.
ama bazıları nedense bu ayeti ya duymamış yada duymazdan gelerek artık hiç kimsenin tapmadığı heykelleri yıkarak islami bir iş yaptığını sanıyor.
bugün dünyada en büyük din ne islam, ne hristiyanlık, ne şu, ne bu, hedonizm'dir, paradır.
devamını gör...
yoldaş bizi sahura kaldır
allah'in adinin verilmesi uzerine uzak durmam gereken baslik. halbuki birlestirilecek on numara da baslik bulmustum ama*...
(bkz: süper ince siyah külotlu çorap)
(bkz: süper ince siyah külotlu çorap)
devamını gör...
normal sözlük'ün underrated yazarları
ahh ahh değerimizi bilen olmadı, zaten 30 yaş üstüyüz diye teyze dediler bize, bayramda bile arayanımız soranımız yok. gençlerde hiç ahlak kalmamış, bizim zamanımızda böyle miydi?
(bkz: 30 yaş üstü kadınların teyze olması)
(bkz: 30 yaş üstü yazarlar uçurulsun kampanyası)
(bkz: jess)
(bkz: 30 yaş üstü kadınların teyze olması)
(bkz: 30 yaş üstü yazarlar uçurulsun kampanyası)
(bkz: jess)
devamını gör...
disse aralığı
karaciğer hücreleri ile sinüzoid endotel hücreleri arasındaki aralıktır.
disse aralığında hepatosit mikrovillusları, postganglionik lifler ve ito hücreleri bulunur.
vücut için önemli olan ito hücreleri a vitamini depolar.
buna ek olarak miyofibroblastlara dönüşerek karaciğer sirozunda fibrozise yol açar.
disse aralığında hepatosit mikrovillusları, postganglionik lifler ve ito hücreleri bulunur.
vücut için önemli olan ito hücreleri a vitamini depolar.
buna ek olarak miyofibroblastlara dönüşerek karaciğer sirozunda fibrozise yol açar.
devamını gör...
29 nisan 17 mayıs arası tam kapanma
sözlerime ünal aysal’ın “bu ateş üfleyerek sönmez” tespitiyle başlamak istiyorum. tuzu gtü kuru herkes toplanmış iyi oldu mayıs sonuna kadar olsaydı falan diyor. ne kadar vicdansızsınız, herkesi kendi standardınızda yaşıyor sanıyorsunuz herhalde.
bu süreçte hiçbir kaybım olmayacak, ben zaten evdeydim. günlük kazanıp yaşayan, kenarda 20 günlük gıda stoğuna parası olmayan, maaşı patronunun insafına kalan insanları nasıl hiç düşünmüyorsunuz aklım almıyor. iş yeri kapanan garsonlar, günlük boyaya temizliğe hamallığa giden insanlar, nüfusun hiç de azımsanamayacak bir kısmı 20 gün hiç para almayıp içerden yiyerek geçirecek. kirasını faturasını, varsa kredisini falan geçtim, gıdadayım daha bak, düşün, 20 günlük gıda stoklayamayacak insanlar. gerçekten bu düşüncesizliğe hayret ediyorum. aç insanın virüs falan umrunda olmaz ihtiyaç hiyerarşisi mi anlatayım size burada?
bu kapanma virüsü bitirmeyecek, yaratabileceği maksimum etki sağlık sisteminde bir nebze rahatlamadır. bu süreçte insanlara maddi destekte bulunup aşılamayı hızlandırır, aşılanmadık yaş grubu bırakmazsın, belki o zaman hayat bir parça normale döner. o da yok? sağlık sistemi de max. 1 ay rahatlar zaten, sonra tatil sezonu açılınca eskisinden beter oluruz, insanını ekonomik ve psikolojik buhrana sürükleyen devlet politikası olarak da tarihe geçer, buna yarar ancak. kör dövüşü yaa şu hale bak, rezillik.
bu süreçte hiçbir kaybım olmayacak, ben zaten evdeydim. günlük kazanıp yaşayan, kenarda 20 günlük gıda stoğuna parası olmayan, maaşı patronunun insafına kalan insanları nasıl hiç düşünmüyorsunuz aklım almıyor. iş yeri kapanan garsonlar, günlük boyaya temizliğe hamallığa giden insanlar, nüfusun hiç de azımsanamayacak bir kısmı 20 gün hiç para almayıp içerden yiyerek geçirecek. kirasını faturasını, varsa kredisini falan geçtim, gıdadayım daha bak, düşün, 20 günlük gıda stoklayamayacak insanlar. gerçekten bu düşüncesizliğe hayret ediyorum. aç insanın virüs falan umrunda olmaz ihtiyaç hiyerarşisi mi anlatayım size burada?
bu kapanma virüsü bitirmeyecek, yaratabileceği maksimum etki sağlık sisteminde bir nebze rahatlamadır. bu süreçte insanlara maddi destekte bulunup aşılamayı hızlandırır, aşılanmadık yaş grubu bırakmazsın, belki o zaman hayat bir parça normale döner. o da yok? sağlık sistemi de max. 1 ay rahatlar zaten, sonra tatil sezonu açılınca eskisinden beter oluruz, insanını ekonomik ve psikolojik buhrana sürükleyen devlet politikası olarak da tarihe geçer, buna yarar ancak. kör dövüşü yaa şu hale bak, rezillik.
devamını gör...