şeker veya glikoz fruktoz şurubu
çoğu zaman içtiğimiz meşrubatların içeriğinde şeker veya glikoz fruktoz şurubu ibaresi yazar. bununla ne demek istendiğini anlayamayız ve kafamız karışır. bunu anlayabilmek için meşrubatların teneke kutu olanlarının arka kısmında veya şişe olanlarının kapağındaki kod numarasının sonunda ( f) harfi varsa içeriğinde glikoz fruktoz, (ş) harfi varsa içeriğinde şeker var demektir.
aşağıdaki fotoğraftaki meşrubat kutusu içeriğinde şeker olduğunu gösteriyor.
aşağıdaki fotoğraftaki meşrubat kutusu içeriğinde şeker olduğunu gösteriyor.
devamını gör...
plasebo etkisi
tedavi ve farmakolojik etkisi olmayan ilacın, telkin yoluyla etki oluşturmasına deniyor.
ilaç diye veriliyor ama aslında ilaç değil. sadece tedavi algısı oluşturup beyni aldatıyor. iyileştiğimize ikna etmeye çalışıyor.
ilaç diye veriliyor ama aslında ilaç değil. sadece tedavi algısı oluşturup beyni aldatıyor. iyileştiğimize ikna etmeye çalışıyor.
devamını gör...
18 şubat 2021 apartman boşluğu yayın
benim şöyle bir sorum olacak. daddy için de geçerli, hatta sevgili sek ve thekirps de cevap verebilir bu soruya.
sanatsal filmlerle aranız nasıl? nuri bilge ceylan, zeki demirkubuz, ömer kavur gibi yönetmenlerin sakin, hafif sessiz ve hatta kimine göre sıkıcı olan filmlerini sıkılmadan sonuna kadar izleyebilir misiniz?
sanatsal filmlerle aranız nasıl? nuri bilge ceylan, zeki demirkubuz, ömer kavur gibi yönetmenlerin sakin, hafif sessiz ve hatta kimine göre sıkıcı olan filmlerini sıkılmadan sonuna kadar izleyebilir misiniz?
devamını gör...
mebus paltosu
kendisine zirve boyunca 8 kez falan nickini sordum bir kere de dönüp "senin iq'un mu düşük ablacım" demedi. hayır bi' de bu kadar yaratıcı bir nicki nasıl unutursun yani. yeni pp önerimi de dikkate almadı ama bırakayım yine de buraya. bence yeterince bastırırsak değerlendirebilir. canı sağolsun. takipteyiz.
devamını gör...
yks 2021
sevgili gençler, tam olarak 10 yıl önce sınava girip bu yollardan geçmiş bir ablanız olarak inşallah emeklerinizin karşılığını alırsınız. ben 9 binle tıp yazdım okudum. hayatımın her anını hâlâ ders çalışarak hastanede fiziksel olarak çalışarak geçiriyorum. aldığım para emeğimin karşılığı asla değil. mental olarak çoğu meslektaşım bitik. bir daha o günlere dönsem aynı yolu seçer miyim? asla. kafası basmayan ipe sapa gelmez ne kadar tip varsa belediyeye müdür filan oldu. hepsi benden kat kat iyi hayat yaşıyor. o yüzden kendinizi fazla hırpalamayın, elinizden geleni yapın yeter. sınav her şey değil hatta hiçbir şey. hepinize başarılar, siz bizim geleceğimizsiniz.
devamını gör...
yazarların evden işe gitme süreleri
eskiden * 2 saatti, bu tempoya 3 sene dayanabildim, sonra yatak odasından çalışma odasına gidilme süresi yani yaklaşık 1 dakika oldu *.
devamını gör...
yazarların yaptığı en büyük dalgınlık
ösym sınavlarından biriydi sanırım veya aöf sınavları da olabilir. (o kadar çok sınava girdim ki sene kaç, hangi sınav hatırlamıyorum) * o dönem sınavlarda sınıflara duvar saati asılmıyordu ve kol saatiyle sınava girmek serbestti. sınava girdiğimde duvarda bir saat vardı ama bozuk. * kaç dakikam kaldı, ne durumdayım bir fikrim yok. sinirden ve sınav sorularının zorlamasından stres olmuş neden kol saati takmadım diye kendime kızıyorum. sınav bitti. gözetmen kağıtları topladı. neyse ne yapalım, öyle böyle atlattım diye kendimi teselli edip üzerimdeki giysinin kollarını sıvayıp şöyle sıraya sırtımı yasladığımda sol kolumda 2 tane kol saati gördüğüm an içine doğru kahkaha atmanın nasıl bir şey olduğunu tecrübe etmiş oldum. ortam o kadar gergin ki sınıfta nasıl güleyim. eve gidene kadar deli gibi kendime gülmüştüm.
meğer kol saatimin biri kolumdaymış sabah uyandığımda o saati takmak için aramış, bulamamıştım. diğer saatimi koluma takmışım tabi o sınav stresinden ne onu hatırlıyorum, ne görüyorum, ne de kolumdaki iki saatin fiziksel ağırlığını hissedebiliyorum. *
meğer kol saatimin biri kolumdaymış sabah uyandığımda o saati takmak için aramış, bulamamıştım. diğer saatimi koluma takmışım tabi o sınav stresinden ne onu hatırlıyorum, ne görüyorum, ne de kolumdaki iki saatin fiziksel ağırlığını hissedebiliyorum. *
devamını gör...
bir idam mahkumunun son günü
kafa sözlük kitap edebiyat kulübü ile birlikte okuyup, tartışmasını gerçekleştirdiğimiz ikinci eser.
fransız yazar victor hugo’nun, ilerleyen yıllarda eserlerinde sıkça karşılaşacağımız o “sefil” kelimesinin ilk kez kullandığı romanı olduğu söylenmektedir. 1800’lerin başında doğmuş olan victor hugo, o yıllar arasında devam etmekte olan “romantizm” akımından etkilenmekte ve bu kitabı da romantizm akımı çerçevesinde yazmaktadır. peki, nedir bu romantizm akımı? kısaca değinelim o hâlde. romantizm akımı, fransız ihtilali, eşitlik ve özgürlük ilkelerinden beslenmektedir. 18. yüzyılın sonlarında doğmuş ve 19. yüzyılın başlarında tüm avrupa’ya yayılmıştır. fransız ihtilali ile gündeme oturan bu akım, edebiyata da yansımıştır bağlı olarak. romantizm akımı, klasisizm akımına karşı çıkmakta olan bir felsefeye sahiptir.
kitabın adına baktığımızda, bir idam mahkûmunun son gününü okuyacağımızı düşünüyoruz normal olarak ancak bu düşünceye tezat olarak nefes alabileceği son 6 günü kalmış olan bir idam mahkûmunun düşüncelerini, umutlarını, acılarını, pişmanlıklarını, haykırışlarını, başkaldırışını okuyoruz. hugo, bu idam mahkûmunun hislerini, düşüncelerini öyle muazzam bir biçimde anlatmaktadır ki, sanki o mahkûm sizsiniz ya da olaylara tanıklık eden bir kimsesiniz. mahkûmun her hareketini, her düşüncesini zihninizde canlandırabiliyorsunuz. empati yapabilmenin gerçek örneklerinden sadece birisi bu eser.
öyle bir dönem düşünün ki, “idam” adeta zevkle izlenilmekte, bir törenmiş gibi kutlanılmakta. kitabın ön sözünü okuduğunuzda, o dönemin yaşantısı, fikirleri hakkında birçok bilgi ediniyorsunuz. victor hugo bu kitabı yazdığı yıllarda kendi ismiyle yayınlamıyor çünkü halkın bu kitabı okumaya, anlamaya hazır olmadığını düşünmektedir ve bu düşüncesinde haksız da değildir.
victor hugo’nun kitabı yazarken -üstüme vazife olmayarak- ne kadar zekice bir davranışta bulunduğunu belirtmek isterim. bu mahkûmun ne ismini, ne mesleğini, ne de suçunu bilmekteyiz. kitabı okurken yazarın, “objektif” bir açıdan empati yapmamızı, kendisini gerçekten anlamamızı düşündüğünü belirterek bu şekilde yazdığını düşünmekteyim. victor hugo’nun gerçekten ne kadar zeki bir insan, yazar olduğunun kanıtıdır bu da.
ayrıca idam cezasının fransa’da 1900’lerin sonlarına doğru kaldırılması da ayrı acıdır. kaç yüzyıllardır insanlar, filozoflar, şairler ve niceleri ölüm cezası karşıtlığını savunsalar dahi pek de uzak olmayan bir zamanda kazanmışlardır bu savaşı. ve ne yazık ki hâlâ bu ölüm cezası birçok ülkede devam etmektedir.
1700’lerin ortasında doğmuş ve yaşamış italyan hukukçu, filozof ve edebiyatçı olan cesare beccaria’nın izinden gitmektedir hugo. beccaria, aydınlanma çağının en önemli isimlerinden ve ölüm cezası karşıtlığının ilk savunucularından birisidir. yazarın, ön sözde beccaria’ya değindiğini zaten okuyacaksınız.
ek olarak değinmek istediğim bir diğer şey ise kitabın çevirisi. ben, volkan yalçıntoklu çevirisi ile okudum bu kitabı ve özellikle ön sözün çevirisinde, çevirmenin bilgi vermesi gereken birçok yer hakkında herhangi bir bilgiye değinmemiş olduğunu düşünmekteyim. fakat önemli değil, benim yaptığım gibi araştırabilirsiniz.
bu kitabı okurken aklıma takılan bir diğer düşünce ise, idam cezasını destekleyen insanların hâlâ var olması. belki çoğumuza mantıklı geliyordur bu ölüm cezası fakat bana gelmiyor, neden peki? din-inanç gibi ideolojiler nasıl çıkarlar için kullanılabiliyor ve insanlar tarafından çok farklı yönlere çekilebiliyorsa, idam da pekâlâ çok farklı yönlere çekilebilir, “para ve mevki” gibi birçok çıkar için kullanılabilir. masum bir insanın idam edilmesine sebep olduğunuzu düşünebiliyor musunuz? bir suçluyu ortadan kaldırarak, o bir suçu tamamıyla ortadan kaldıramayız.
fransa’da bir dönem kürek cezası almış olan suçlular tekrar hayatlarına kavuşturulduklarında “sarı kart” denilen bir karta sahipti, günümüzde bu kartı bir kimlik, sicil olarak düşünebilirsiniz. yani suçlular, cezasını çektikten sonra bu karta sahip oluyor ve bu kişinin zamanında hapis yatmış ve bir suçlu olduğu anlaşılmaktadır. bu yüzden bu suçlu çalışabilecek herhangi bir kapı bulamıyor kendisine, çünkü toplum tarafından ötekileştirilmekte ve fazlasıyla dışlanmaktadır. bir zamanlar suçlu olan bu kişi, şimdi karnını doyurabilecek bir ekmek dahi bulamamakta ve tekrardan suç işlemek durumunda kalmakta.
hugo, aslında burada suçluların topluma kazandırılmasını düşünmektedir. her suçlu topluma kazandırılabilir mi? bu tartışılır.
kitabı bitirmeme son 7 sayfam kala mola verdim. bir bardak suyumu doldurdum, elimi yüzümü yıkadım ve o son 7 sayfayı okumaya devam ettim. ben bu son sayfaları okurken, “o idam mahkûmu birkaç dakika sonrasında son nefesini verecek ve ben kitabı bitirdiğimde ölmüş olacak” düşüncesi beni o kadar etkiledi ki…
ve kitap hakkındaki düşüncelerimi toparlayacak olursam kesinlikle okunulması, okutturulması gereken bir eser olduğu düşüncesindeyim. dönemin düşüncesine, işleyişine, mevkiden dolayı oluşan bir çok haksızlığa ve insanlarına büyük bir başkaldırı olarak kabul etmekteyim ben bu kitabı. aslında düşüncelerimin çoğunu başka yazar arkadaşlarımız da tanımlarında belirtmiş fakat benim de çorbada bir tuzum olsun istedim.*buraya kadar okuduysanız eğer teşekkür ederim.
kitapla, düşünmekle ve sorgulamakla kalmanız dileğiyle.
ön sözde yer alan, altını çizdiğim bazı satırlar:
“olayların kaynağını binlerce fersah ötede aramak ve caddenizi yıkayan bir suyun nil’den geldiğini varsaymak ilginç bir saplantı!”
“darağacının devrimlerin yok edemediği tek anıt olduğunu söylemiştik. gerçekten de toplumu budamak, dallarını koparmak, kellesini uçurmak için gelen devrimlerin insan kanına doyduklarına nadir rastlanır, ölüm cezası ellerinden kolay bırakamadıkları bir bıçaktır.”
“çünkü toplumsal kriz esnasında bütün giyotin sehpalarının en iğrenci, en lanetlisi, en uğurusuzu olan ve kökünden kazınması en çok gerekenin siyasi giyotin sehpası olduğunu söylemek zorundayız.”
“intikam almak bireyseldir, cezalandırmak tanrı’nın işidir.”
“şu an ölüm cezası paris’in dışına çıkıyor. paris’ten dışarı çıkmanın uygarlığın da dışına çıkmak anlamına geldiğimi belirtelim.”
“tanrılar için üzülenlere: tanrı kalıyor, denebilir. krallar için üzülenlere: vatan kalıyor, denebilir. cellat için üzülenlere söylenecek bir şey yok.”
“insanların hepsi belirsiz bir süre için ertelenen ölüm cezasına mahkûmdurlar.”
-sayfa 7.
“geride bir anne, bir kadın ve bir çocuk bırakıyorum.”
-sayfa 13.
“birkaç saniye boyunca gözlerimi kapamadan, hiçbir şey düşünmeden ve hiçbir şey hatırlamadan bir yatakta olmanın keyfini çıkardım.”
-sayfa 25.
“yırtık pırtık giysilerimin altında bir rahip cübbesinin altındakinden daha güzel duygular vardı.”
-sayfa 43.
“ah! evet, merhamet! içim saldırgan duygularla doluydu.”
-sayfa 46.
“güzel çocukluğum! neşeli gençliğim! ucu kana bulanan yaldızlı kumaş. o zamanla şu an arasında bir başkasının benim kanımın oluşturduğu bir ırmak var.”
-sayfa 58.
“beynimin kıvrımlarını sarsan o çan sesini duyar gibiyim ve benim terk ettiğim, diğer insanların ise yollarına hâlâ devam ettikleri o dingin ve tekdüze hayatı ancak uzaktan ve bir uçurumun yarıklarının arasından görebiliyorum.”
-sayfa 60.
“ne yazık! dünyada sadece tek bir varlığı sevmek, onu bütün kalbiyle sevmek ve karşınızda durup size bakar, cevap verir, konuşurken, sizi tanımadığını fark etmek! sadece onun tesellisine ihtiyaç duymak ve bunu yapması gerektiğinden habersiz olan tek kişi olduğunu anlamak!”
-sayfa 67.
“bugün benim için gelenlerin birçoğu bir gün buraya kendisi için gelecek.”
-sayfa 69.
alıntıları yaptığım yayınevi: hasan ali yücel klasikler dizisi, türkiye iş bankası yayınları.
fransız yazar victor hugo’nun, ilerleyen yıllarda eserlerinde sıkça karşılaşacağımız o “sefil” kelimesinin ilk kez kullandığı romanı olduğu söylenmektedir. 1800’lerin başında doğmuş olan victor hugo, o yıllar arasında devam etmekte olan “romantizm” akımından etkilenmekte ve bu kitabı da romantizm akımı çerçevesinde yazmaktadır. peki, nedir bu romantizm akımı? kısaca değinelim o hâlde. romantizm akımı, fransız ihtilali, eşitlik ve özgürlük ilkelerinden beslenmektedir. 18. yüzyılın sonlarında doğmuş ve 19. yüzyılın başlarında tüm avrupa’ya yayılmıştır. fransız ihtilali ile gündeme oturan bu akım, edebiyata da yansımıştır bağlı olarak. romantizm akımı, klasisizm akımına karşı çıkmakta olan bir felsefeye sahiptir.
kitabın adına baktığımızda, bir idam mahkûmunun son gününü okuyacağımızı düşünüyoruz normal olarak ancak bu düşünceye tezat olarak nefes alabileceği son 6 günü kalmış olan bir idam mahkûmunun düşüncelerini, umutlarını, acılarını, pişmanlıklarını, haykırışlarını, başkaldırışını okuyoruz. hugo, bu idam mahkûmunun hislerini, düşüncelerini öyle muazzam bir biçimde anlatmaktadır ki, sanki o mahkûm sizsiniz ya da olaylara tanıklık eden bir kimsesiniz. mahkûmun her hareketini, her düşüncesini zihninizde canlandırabiliyorsunuz. empati yapabilmenin gerçek örneklerinden sadece birisi bu eser.
öyle bir dönem düşünün ki, “idam” adeta zevkle izlenilmekte, bir törenmiş gibi kutlanılmakta. kitabın ön sözünü okuduğunuzda, o dönemin yaşantısı, fikirleri hakkında birçok bilgi ediniyorsunuz. victor hugo bu kitabı yazdığı yıllarda kendi ismiyle yayınlamıyor çünkü halkın bu kitabı okumaya, anlamaya hazır olmadığını düşünmektedir ve bu düşüncesinde haksız da değildir.
victor hugo’nun kitabı yazarken -üstüme vazife olmayarak- ne kadar zekice bir davranışta bulunduğunu belirtmek isterim. bu mahkûmun ne ismini, ne mesleğini, ne de suçunu bilmekteyiz. kitabı okurken yazarın, “objektif” bir açıdan empati yapmamızı, kendisini gerçekten anlamamızı düşündüğünü belirterek bu şekilde yazdığını düşünmekteyim. victor hugo’nun gerçekten ne kadar zeki bir insan, yazar olduğunun kanıtıdır bu da.
ayrıca idam cezasının fransa’da 1900’lerin sonlarına doğru kaldırılması da ayrı acıdır. kaç yüzyıllardır insanlar, filozoflar, şairler ve niceleri ölüm cezası karşıtlığını savunsalar dahi pek de uzak olmayan bir zamanda kazanmışlardır bu savaşı. ve ne yazık ki hâlâ bu ölüm cezası birçok ülkede devam etmektedir.
1700’lerin ortasında doğmuş ve yaşamış italyan hukukçu, filozof ve edebiyatçı olan cesare beccaria’nın izinden gitmektedir hugo. beccaria, aydınlanma çağının en önemli isimlerinden ve ölüm cezası karşıtlığının ilk savunucularından birisidir. yazarın, ön sözde beccaria’ya değindiğini zaten okuyacaksınız.
ek olarak değinmek istediğim bir diğer şey ise kitabın çevirisi. ben, volkan yalçıntoklu çevirisi ile okudum bu kitabı ve özellikle ön sözün çevirisinde, çevirmenin bilgi vermesi gereken birçok yer hakkında herhangi bir bilgiye değinmemiş olduğunu düşünmekteyim. fakat önemli değil, benim yaptığım gibi araştırabilirsiniz.
bu kitabı okurken aklıma takılan bir diğer düşünce ise, idam cezasını destekleyen insanların hâlâ var olması. belki çoğumuza mantıklı geliyordur bu ölüm cezası fakat bana gelmiyor, neden peki? din-inanç gibi ideolojiler nasıl çıkarlar için kullanılabiliyor ve insanlar tarafından çok farklı yönlere çekilebiliyorsa, idam da pekâlâ çok farklı yönlere çekilebilir, “para ve mevki” gibi birçok çıkar için kullanılabilir. masum bir insanın idam edilmesine sebep olduğunuzu düşünebiliyor musunuz? bir suçluyu ortadan kaldırarak, o bir suçu tamamıyla ortadan kaldıramayız.
fransa’da bir dönem kürek cezası almış olan suçlular tekrar hayatlarına kavuşturulduklarında “sarı kart” denilen bir karta sahipti, günümüzde bu kartı bir kimlik, sicil olarak düşünebilirsiniz. yani suçlular, cezasını çektikten sonra bu karta sahip oluyor ve bu kişinin zamanında hapis yatmış ve bir suçlu olduğu anlaşılmaktadır. bu yüzden bu suçlu çalışabilecek herhangi bir kapı bulamıyor kendisine, çünkü toplum tarafından ötekileştirilmekte ve fazlasıyla dışlanmaktadır. bir zamanlar suçlu olan bu kişi, şimdi karnını doyurabilecek bir ekmek dahi bulamamakta ve tekrardan suç işlemek durumunda kalmakta.
hugo, aslında burada suçluların topluma kazandırılmasını düşünmektedir. her suçlu topluma kazandırılabilir mi? bu tartışılır.
kitabı bitirmeme son 7 sayfam kala mola verdim. bir bardak suyumu doldurdum, elimi yüzümü yıkadım ve o son 7 sayfayı okumaya devam ettim. ben bu son sayfaları okurken, “o idam mahkûmu birkaç dakika sonrasında son nefesini verecek ve ben kitabı bitirdiğimde ölmüş olacak” düşüncesi beni o kadar etkiledi ki…
ve kitap hakkındaki düşüncelerimi toparlayacak olursam kesinlikle okunulması, okutturulması gereken bir eser olduğu düşüncesindeyim. dönemin düşüncesine, işleyişine, mevkiden dolayı oluşan bir çok haksızlığa ve insanlarına büyük bir başkaldırı olarak kabul etmekteyim ben bu kitabı. aslında düşüncelerimin çoğunu başka yazar arkadaşlarımız da tanımlarında belirtmiş fakat benim de çorbada bir tuzum olsun istedim.*buraya kadar okuduysanız eğer teşekkür ederim.
kitapla, düşünmekle ve sorgulamakla kalmanız dileğiyle.
ön sözde yer alan, altını çizdiğim bazı satırlar:
“olayların kaynağını binlerce fersah ötede aramak ve caddenizi yıkayan bir suyun nil’den geldiğini varsaymak ilginç bir saplantı!”
“darağacının devrimlerin yok edemediği tek anıt olduğunu söylemiştik. gerçekten de toplumu budamak, dallarını koparmak, kellesini uçurmak için gelen devrimlerin insan kanına doyduklarına nadir rastlanır, ölüm cezası ellerinden kolay bırakamadıkları bir bıçaktır.”
“çünkü toplumsal kriz esnasında bütün giyotin sehpalarının en iğrenci, en lanetlisi, en uğurusuzu olan ve kökünden kazınması en çok gerekenin siyasi giyotin sehpası olduğunu söylemek zorundayız.”
“intikam almak bireyseldir, cezalandırmak tanrı’nın işidir.”
“şu an ölüm cezası paris’in dışına çıkıyor. paris’ten dışarı çıkmanın uygarlığın da dışına çıkmak anlamına geldiğimi belirtelim.”
“tanrılar için üzülenlere: tanrı kalıyor, denebilir. krallar için üzülenlere: vatan kalıyor, denebilir. cellat için üzülenlere söylenecek bir şey yok.”
“insanların hepsi belirsiz bir süre için ertelenen ölüm cezasına mahkûmdurlar.”
-sayfa 7.
“geride bir anne, bir kadın ve bir çocuk bırakıyorum.”
-sayfa 13.
“birkaç saniye boyunca gözlerimi kapamadan, hiçbir şey düşünmeden ve hiçbir şey hatırlamadan bir yatakta olmanın keyfini çıkardım.”
-sayfa 25.
“yırtık pırtık giysilerimin altında bir rahip cübbesinin altındakinden daha güzel duygular vardı.”
-sayfa 43.
“ah! evet, merhamet! içim saldırgan duygularla doluydu.”
-sayfa 46.
“güzel çocukluğum! neşeli gençliğim! ucu kana bulanan yaldızlı kumaş. o zamanla şu an arasında bir başkasının benim kanımın oluşturduğu bir ırmak var.”
-sayfa 58.
“beynimin kıvrımlarını sarsan o çan sesini duyar gibiyim ve benim terk ettiğim, diğer insanların ise yollarına hâlâ devam ettikleri o dingin ve tekdüze hayatı ancak uzaktan ve bir uçurumun yarıklarının arasından görebiliyorum.”
-sayfa 60.
“ne yazık! dünyada sadece tek bir varlığı sevmek, onu bütün kalbiyle sevmek ve karşınızda durup size bakar, cevap verir, konuşurken, sizi tanımadığını fark etmek! sadece onun tesellisine ihtiyaç duymak ve bunu yapması gerektiğinden habersiz olan tek kişi olduğunu anlamak!”
-sayfa 67.
“bugün benim için gelenlerin birçoğu bir gün buraya kendisi için gelecek.”
-sayfa 69.
alıntıları yaptığım yayınevi: hasan ali yücel klasikler dizisi, türkiye iş bankası yayınları.
devamını gör...
yanlış telaffuz etmekten hoşlanılan kelimeler
kanavoz * ve brokilo.
anneannemden alıştım, bırakamıyorum. bazen brokolinin doğrusunu söylemiyorum hatta.
anneannemden alıştım, bırakamıyorum. bazen brokolinin doğrusunu söylemiyorum hatta.
devamını gör...
diş dolgusu
düşebilen bir şeydir.
edit: dolgu sadece çürük varlığında yapılmaz. çürüksüz lezyonlar dediğimiz; abrazyon, erozyon, abfraksiyon veya kırık durumlarında yaşanan form kaybında da dolgu bir tedavi seçeneğidir.
edit: dolgu sadece çürük varlığında yapılmaz. çürüksüz lezyonlar dediğimiz; abrazyon, erozyon, abfraksiyon veya kırık durumlarında yaşanan form kaybında da dolgu bir tedavi seçeneğidir.
devamını gör...
her kötü geceden sonra
bir baran güzel öykü kitabıdır.
bu zamana kadar okuduğum en iyi öykü kitabı diyemem elbette ama okuduğum öykü kitapları arasında beni en çok etkileyenlerden biri olduğu kesin. bazı öykülerde gözlerimin dolmasına engel olamadım. ya yaşlandığım için çok sulu göz birine dönüşmeye başladım ya da yazar gerçekten çok etkileyici bir anlatımla aktarmış yaralarını.
ben zaten kitabın ithaf sayfasına bu kitabı okurken başıma gelecekleri anlamıştım. daha ilk öyküye başlamadan içimde bir acı baş gösterdi ama daha önce de bu acıyı duyduğum için önemsemedim başta. bu sahte aldırmazlıkla kitaba başladığımda aslında kartondan bir kahramanlık yapmaya çalıştığımı anladım. unutmadan yazayım baran güzel kitabımın ithaf cümlesi olarak “ babamın ciğerlerine” yazmış.
dokuz farklı öyküde dokuz farklı dünyaya girip çıkıyoruz kitabı okurken ama ciğerlerinden hırıltılar çıkaran ve eski ihtişamını, görkemini kaybetmiş bir babanın sesi, kokusu ve gölgesi peşimizi bir türlü bırakmıyor.
her kötü geceden sonra aynı özgürlük duygusunun sahte ferahlığını yaşarken korkunç döngümüze kapılacağımız anın tedirginliğini hissediyoruz domates, salatalık ektiğimiz taze bir mezarın başında.
bu zamana kadar okuduğum en iyi öykü kitabı diyemem elbette ama okuduğum öykü kitapları arasında beni en çok etkileyenlerden biri olduğu kesin. bazı öykülerde gözlerimin dolmasına engel olamadım. ya yaşlandığım için çok sulu göz birine dönüşmeye başladım ya da yazar gerçekten çok etkileyici bir anlatımla aktarmış yaralarını.
ben zaten kitabın ithaf sayfasına bu kitabı okurken başıma gelecekleri anlamıştım. daha ilk öyküye başlamadan içimde bir acı baş gösterdi ama daha önce de bu acıyı duyduğum için önemsemedim başta. bu sahte aldırmazlıkla kitaba başladığımda aslında kartondan bir kahramanlık yapmaya çalıştığımı anladım. unutmadan yazayım baran güzel kitabımın ithaf cümlesi olarak “ babamın ciğerlerine” yazmış.
dokuz farklı öyküde dokuz farklı dünyaya girip çıkıyoruz kitabı okurken ama ciğerlerinden hırıltılar çıkaran ve eski ihtişamını, görkemini kaybetmiş bir babanın sesi, kokusu ve gölgesi peşimizi bir türlü bırakmıyor.
her kötü geceden sonra aynı özgürlük duygusunun sahte ferahlığını yaşarken korkunç döngümüze kapılacağımız anın tedirginliğini hissediyoruz domates, salatalık ektiğimiz taze bir mezarın başında.
devamını gör...
hicri takvim
ay yılına göre hazırlanmıştır. bir yıl 354 gündür. başlangıç hz. muhammed’in mekke’den medine’ye hicreti (622) başlangıç yılı olarak esas alınmıştır. dini günler hâlâ bu takvime göre belirlenir. hz. ömer döneminde düzenlenmiştir.
(kaynak: tarih defterim.)
(kaynak: tarih defterim.)
devamını gör...
tayyip erdoğan'ın üniversite arkadaşları
hangi üniversitenin arkadaşları ?
devamını gör...
gelen mesajı zihinde cevaplayıp karşılık vermemek
karşı tarafı ibneye bak yazıyoruz cevap vermiyor düşüncesine sevk eder.
halbuki ilgisi yok, ben o mesaja çoktan cevap verdim ama zihnimde.
sadece yazıya dökmeyi unutmuşum, lütfen kızma güzel kardeşim benim kafa going to going bu aralar.
halbuki ilgisi yok, ben o mesaja çoktan cevap verdim ama zihnimde.
sadece yazıya dökmeyi unutmuşum, lütfen kızma güzel kardeşim benim kafa going to going bu aralar.
devamını gör...
necmettin erbakan
%25 zam isteyen öğretmenlere "o kadar zam olur mu ya aç kalırsınız" deyip %87 zam vermiş ve okul çıkışı ek iş arayan öğretmenleri refaha erdirmiş refah partisi kurucusu ve genel başkanı.
o iyi insanlar o güzel atlara binip gittiler
şuradan biraz kendisi hakkında fikir sahibi olabilirsiniz
o iyi insanlar o güzel atlara binip gittiler
şuradan biraz kendisi hakkında fikir sahibi olabilirsiniz
devamını gör...
naomi
cuniçiro tanizaki romanıdır.
birçok nitelikli okur nabokov’un lolita’sına aşinadır. kitap olarak aşina değilseniz bile en azından kubrick tarafından 1962’de sinemaya uyarlanmış halini izlemişsinizdir. o kadar eski filmler izleme alışkanlığınız yoksa adrian lyne’nın 1997 uyarlamasını mutlaka izlemiş en azından görmüşsünüzdür. bu yapacağım incelemenin lolita ile bir ilgisi yok aslında, ben bambaşka birinden bahsedeceğim: na-o-mi. tanizaki’nin naomi’si nabokov’un lolita’sından aşağı yukarı 20 sene önce yazılmış. ama bu iki kitap derin benzerlikler taşıyor. bununla birlikte çok büyük farklılıkları da yok değil.
lolita 13 yaşında bir kız çocuğudur ve yazar humbert humbert bu kız çocuğuna derin bir cinsel istek duymaktadır. lafı dolandırmadan, doğrudan söylemek de fayda var açık net bir pedofili vakasıdır kitapta anlatılan. ancak naomi 15 yaşındadır ve joji onu fiziksel olarak beğense de olay asla pedofiliye dönmez çünkü joji’nin aklında bambaşka bir plan vardır.
lolita kıyaslamalarına burda bir virgül koyuyorum ama bu incelemenin sonunda son bir kez daha değinmek üzere. kitap bana - belki size gülünç gelecek ama - manga grubunun “ bir kadın çizeceksin” şarkısını anımsattı çünkü joji 15 yaşındaki naomi’yi yanına onu batılı tarzda bir eş olarak yetiştirmek için alıyor.
köylü kızı naomi fiziksel olarak serpilip güzelleşse de git gide joji’nin asıl beklentisi bu değil. onun isteği naomi’nin batılı tavırları, batılı giyim tarzı, batılı konuşmasıyla hayranlık uyandıracak bir genç kadın olması, tabii ki sonra da naomi’ylr evlenip yanına yakışır bir kadınla “boy” göstermek.
naomi’nin joji’nin istediği bir kadın olup olmadığını yazmayacağım elbette burda ama kitapta sağlam bir japonya eleştirisi olduğuna değinmeden de geçemeyeceğim. biraz “ araba sevdası” tadı da yok değil kitapta. japonların batı hayranlığının bizimkinden geri kalır yanı olmadığını görüyoruz roman boyunca.
gelelim lolita ile naomi arasındaki son kıyaslamamıza. naomi’nin alt başlığı “ bir budalanın aşkı”. lolita’nın alt başlığı ise “ beyaz ırktan dul bir adamın itirafları”. yani iki roman da sonunda vaat ettiği hikayeyi anlatıyor.
birçok nitelikli okur nabokov’un lolita’sına aşinadır. kitap olarak aşina değilseniz bile en azından kubrick tarafından 1962’de sinemaya uyarlanmış halini izlemişsinizdir. o kadar eski filmler izleme alışkanlığınız yoksa adrian lyne’nın 1997 uyarlamasını mutlaka izlemiş en azından görmüşsünüzdür. bu yapacağım incelemenin lolita ile bir ilgisi yok aslında, ben bambaşka birinden bahsedeceğim: na-o-mi. tanizaki’nin naomi’si nabokov’un lolita’sından aşağı yukarı 20 sene önce yazılmış. ama bu iki kitap derin benzerlikler taşıyor. bununla birlikte çok büyük farklılıkları da yok değil.
lolita 13 yaşında bir kız çocuğudur ve yazar humbert humbert bu kız çocuğuna derin bir cinsel istek duymaktadır. lafı dolandırmadan, doğrudan söylemek de fayda var açık net bir pedofili vakasıdır kitapta anlatılan. ancak naomi 15 yaşındadır ve joji onu fiziksel olarak beğense de olay asla pedofiliye dönmez çünkü joji’nin aklında bambaşka bir plan vardır.
lolita kıyaslamalarına burda bir virgül koyuyorum ama bu incelemenin sonunda son bir kez daha değinmek üzere. kitap bana - belki size gülünç gelecek ama - manga grubunun “ bir kadın çizeceksin” şarkısını anımsattı çünkü joji 15 yaşındaki naomi’yi yanına onu batılı tarzda bir eş olarak yetiştirmek için alıyor.
köylü kızı naomi fiziksel olarak serpilip güzelleşse de git gide joji’nin asıl beklentisi bu değil. onun isteği naomi’nin batılı tavırları, batılı giyim tarzı, batılı konuşmasıyla hayranlık uyandıracak bir genç kadın olması, tabii ki sonra da naomi’ylr evlenip yanına yakışır bir kadınla “boy” göstermek.
naomi’nin joji’nin istediği bir kadın olup olmadığını yazmayacağım elbette burda ama kitapta sağlam bir japonya eleştirisi olduğuna değinmeden de geçemeyeceğim. biraz “ araba sevdası” tadı da yok değil kitapta. japonların batı hayranlığının bizimkinden geri kalır yanı olmadığını görüyoruz roman boyunca.
gelelim lolita ile naomi arasındaki son kıyaslamamıza. naomi’nin alt başlığı “ bir budalanın aşkı”. lolita’nın alt başlığı ise “ beyaz ırktan dul bir adamın itirafları”. yani iki roman da sonunda vaat ettiği hikayeyi anlatıyor.
devamını gör...
hafızada yer kaplayan gereksiz bilgiler
akbank'ın açılımının adana-kayseri bankası olması.
tanım: aklımızda kalan gereksiz bilgileri paylaştığımız başlık.
tanım: aklımızda kalan gereksiz bilgileri paylaştığımız başlık.
devamını gör...
normal sözlük'e veda
şimdi sen sektirip gidiyorsun. git.
tanımların durur mu onlar da gidiyorlar. gitsinler.
oysa biz senin tanımlarınsız edemeyiz bilirsin.
tanımların durur mu onlar da gidiyorlar. gitsinler.
oysa biz senin tanımlarınsız edemeyiz bilirsin.
devamını gör...
fıskiye mi fışkiye mi
açıklaması yapılmış ve modlar düzeltmemiş şaşırttı beni.
doğru yazılışı fıskiyedir.
doğru yazılışı fıskiyedir.
devamını gör...
