hayat değiştiren tavsiyeler
gereksiz her şeyi kendinden uzaklaştır. gerekirse gölgeni bile.
devamını gör...
bloodborne
h.p. lovecraft'tan yoğun şekilde etkilenmiş bir from software oyunu. genel olarak oldukça kasvetli bir havası bulunmakta ve karanlık mekanlarda geçmekte.
inanılmaz derin bir hikayesi olmakla birlikte bunu hiçbir zaman size direkt olarak anlatmaz. eğer anlamak istiyorsanız oyunda bulununan her notu, her eşya açıklamasını, her npc sözünü, her cutscene'de yaşananları didik didik edip aralarında bir ilişki kurarak kendiniz çözmek zorundasınız, sembolizmi çok ağır bir oyun. ya da internette bulunan sayısız anlatımdan birini de okuyabilirsiniz. ama hikayesini araştırmadan oynamayanların çok şey kaybettiğini rahatlıkla söyleyebilirim.
oynanışı çıldırtıcı düzeyde zor olabilse de, saç baş yoldurtsa da, kendisinden aldığım tadı başka hiçbir oyundan alamadım. ps4'ün en iyi exclusivelerinden biri bana göre, belki de en iyisi bile olabilir.
inanılmaz derin bir hikayesi olmakla birlikte bunu hiçbir zaman size direkt olarak anlatmaz. eğer anlamak istiyorsanız oyunda bulununan her notu, her eşya açıklamasını, her npc sözünü, her cutscene'de yaşananları didik didik edip aralarında bir ilişki kurarak kendiniz çözmek zorundasınız, sembolizmi çok ağır bir oyun. ya da internette bulunan sayısız anlatımdan birini de okuyabilirsiniz. ama hikayesini araştırmadan oynamayanların çok şey kaybettiğini rahatlıkla söyleyebilirim.
oynanışı çıldırtıcı düzeyde zor olabilse de, saç baş yoldurtsa da, kendisinden aldığım tadı başka hiçbir oyundan alamadım. ps4'ün en iyi exclusivelerinden biri bana göre, belki de en iyisi bile olabilir.
devamını gör...
friedrich nietzsche
nietzsche'ye dair bir şeyler yazacağım...
15 ekim 1844’te prusya’da doğan friedrich wilhelm nietzsche, sanıyorum ki bu kadar popüler olmasına karşın hakkında çok az şey bilinen ya da çoğunlukla yanlış anlaşılan ender insanlardan biri. sistematik bir öğretisi yok; metaforlarla bezeli edebi metinlerinde tekrar eden güç istenci, üst insan ve bengi dönüş gibi özgün kavramlarından yola çıkarak bir nietzsche felsefesi oluşturuyoruz. annesi, kız kardeşi, anneannesi ve iki teyzesi olmak üzere büyük ölçüde psikolojik sorunları olan beş kadınla birlikte büyüyen nietzsche, 18 yaşında inancından şüphe etmeye başlayana kadar dindar bir protestandı. 20’li yaşlarının hemen başlangıcında tanıştığı arthur schopenhauer’ın “isteme ve tasarım olarak dünya” adlı kitabında insan için istencin yadsınamaz varlığını ve varoluşsal karamsarlığı; wagner’in bestelerinde ise yıkıcı ve yaratıcı gücü buldu. etikten estetiğe eski değerlerin ve uygarlığın çöküşüne şahitlik eden nietzsche metafizik problemleri değil, yaşamı konu edinerek “nasıl yaşanmalı?” sorusunu yanıtlamaya girişti. yıkım ve yaratımın birlikteliği konusu nietzsche’yi nihilist olarak etiketleyenlerin genellikle gözden kaçırdığı bir detay. nietzche, wagner, hatta bu felsefe ve müzikten beslenen adolf hitler dahi var olan her şeyi yıkıp yeni bir ideal sunan kişilerdi. bu idealin doğruluğu her ne kadar tartışmalı olsa da, bu kişiler tarafından özellikle sanatın kudretinin vurgulanması tesadüf değildir; nitekim kendilerini yeni dünyanın yaratıcı sanatçısı olarak görürler. bu yüzden yaşamının son yıllarındaki nietzsche’den oldukça farklı olan onun felsefi insanı, yani üst insan, intihara meyilli veya melankolik değildir. aksine yaşam tutkusuyla doludur, eyleyicidir. peki üst insan kimdir?
1870’de almanya ve fransa arasındaki savaşa gönüllü olarak katılan nietzsche’ye cephedeki deneyimleri, tüm vahşi sonuçlarına rağmen güç ve iktidar arzusunun varlığını göstererek insanın en temel arzusunun sadece yaşamda kalmak olmadığını düşündürdü. bu yüzden geleneksel hıristiyan ahlakın öğütlediği sevgi, merhamet, kanaatkârlık, ölçülülük gibi değerlerin aslında sahte olduğunu, dahası bir çeşit köle ahlakını temsil ettiğini savundu. hıristiyanlık insanın doğasını anlayamamıştı. zayıf olanlar insanın özü olan tutku ve taşkın çoşkunun bastırılmasını bir erdemmiş gibi sunuyordu.
bu yüzden 1872 yılında yayımladığı tragedya’nın doğuşu’nda hıristiyanlık öncesi antik yunan toplumuna değin geri giderek hıristiyanlığın üzerini örtmediği gerçek insan ve doğal yaşam pratiklerini aradı. kitapta kurguladığı apollon ve dionysos ikilemi, akıl, düzen ve uyumun karşısına taşkınlık, çoşku ve tutkuyu koyarak insan yaşamının özü olan gerilimi gösterir. nietzsche’de tanrı, ontolojik bir problemden ziyade hıristiyan ahlakını temsil eder. bu açıdan tanrının ölümü, yeni dünyanın şafağında geleneksel değerlerin ölümüdür. eski iyi ve kötünün ötesinde hayatının sorumluluğunu alarak kendi değerlerini yaratma gücüne sahip üst insanı müjdeler. tanrının ölümüyle, insan kendi dünyasının yasa koyucusu yani tanrısı olur. bu açıdan ironik bir biçimde nietzsche’nin bir ahlak filozofu olduğu bile söylenebilir, tabii tersine-ahlak filozofu olarak… nitekim bengi dönüş kavramıyla davranışlarımızı sınayabileceğimiz hipotetik bir test dahi sunar: hayatın sonsuza dek tekrarlanacak bir döngü olsaydı, her bir günü sonsuza dek tekrar tekrar yaşayacak olsaydın, sen nasıl davranırdın?
15 ekim 1844’te prusya’da doğan friedrich wilhelm nietzsche, sanıyorum ki bu kadar popüler olmasına karşın hakkında çok az şey bilinen ya da çoğunlukla yanlış anlaşılan ender insanlardan biri. sistematik bir öğretisi yok; metaforlarla bezeli edebi metinlerinde tekrar eden güç istenci, üst insan ve bengi dönüş gibi özgün kavramlarından yola çıkarak bir nietzsche felsefesi oluşturuyoruz. annesi, kız kardeşi, anneannesi ve iki teyzesi olmak üzere büyük ölçüde psikolojik sorunları olan beş kadınla birlikte büyüyen nietzsche, 18 yaşında inancından şüphe etmeye başlayana kadar dindar bir protestandı. 20’li yaşlarının hemen başlangıcında tanıştığı arthur schopenhauer’ın “isteme ve tasarım olarak dünya” adlı kitabında insan için istencin yadsınamaz varlığını ve varoluşsal karamsarlığı; wagner’in bestelerinde ise yıkıcı ve yaratıcı gücü buldu. etikten estetiğe eski değerlerin ve uygarlığın çöküşüne şahitlik eden nietzsche metafizik problemleri değil, yaşamı konu edinerek “nasıl yaşanmalı?” sorusunu yanıtlamaya girişti. yıkım ve yaratımın birlikteliği konusu nietzsche’yi nihilist olarak etiketleyenlerin genellikle gözden kaçırdığı bir detay. nietzche, wagner, hatta bu felsefe ve müzikten beslenen adolf hitler dahi var olan her şeyi yıkıp yeni bir ideal sunan kişilerdi. bu idealin doğruluğu her ne kadar tartışmalı olsa da, bu kişiler tarafından özellikle sanatın kudretinin vurgulanması tesadüf değildir; nitekim kendilerini yeni dünyanın yaratıcı sanatçısı olarak görürler. bu yüzden yaşamının son yıllarındaki nietzsche’den oldukça farklı olan onun felsefi insanı, yani üst insan, intihara meyilli veya melankolik değildir. aksine yaşam tutkusuyla doludur, eyleyicidir. peki üst insan kimdir?
1870’de almanya ve fransa arasındaki savaşa gönüllü olarak katılan nietzsche’ye cephedeki deneyimleri, tüm vahşi sonuçlarına rağmen güç ve iktidar arzusunun varlığını göstererek insanın en temel arzusunun sadece yaşamda kalmak olmadığını düşündürdü. bu yüzden geleneksel hıristiyan ahlakın öğütlediği sevgi, merhamet, kanaatkârlık, ölçülülük gibi değerlerin aslında sahte olduğunu, dahası bir çeşit köle ahlakını temsil ettiğini savundu. hıristiyanlık insanın doğasını anlayamamıştı. zayıf olanlar insanın özü olan tutku ve taşkın çoşkunun bastırılmasını bir erdemmiş gibi sunuyordu.
bu yüzden 1872 yılında yayımladığı tragedya’nın doğuşu’nda hıristiyanlık öncesi antik yunan toplumuna değin geri giderek hıristiyanlığın üzerini örtmediği gerçek insan ve doğal yaşam pratiklerini aradı. kitapta kurguladığı apollon ve dionysos ikilemi, akıl, düzen ve uyumun karşısına taşkınlık, çoşku ve tutkuyu koyarak insan yaşamının özü olan gerilimi gösterir. nietzsche’de tanrı, ontolojik bir problemden ziyade hıristiyan ahlakını temsil eder. bu açıdan tanrının ölümü, yeni dünyanın şafağında geleneksel değerlerin ölümüdür. eski iyi ve kötünün ötesinde hayatının sorumluluğunu alarak kendi değerlerini yaratma gücüne sahip üst insanı müjdeler. tanrının ölümüyle, insan kendi dünyasının yasa koyucusu yani tanrısı olur. bu açıdan ironik bir biçimde nietzsche’nin bir ahlak filozofu olduğu bile söylenebilir, tabii tersine-ahlak filozofu olarak… nitekim bengi dönüş kavramıyla davranışlarımızı sınayabileceğimiz hipotetik bir test dahi sunar: hayatın sonsuza dek tekrarlanacak bir döngü olsaydı, her bir günü sonsuza dek tekrar tekrar yaşayacak olsaydın, sen nasıl davranırdın?
devamını gör...
sami kanı
sameblod (sami blood), amanda kernell’in yazıp yönettiği, 2016 yapımı bir film. filmde sami halkının isveç’te yaşadıkları ve maruz kaldıkları ayrımcı davranışlar genç bir kız özelinde anlatılıyor. film, kendisine “christina” olarak seslenilen yaşlı bir kadının, kızkardeşinin cenaze töreni dolayısıyla, çocukluğunun geçtiği yere oğlu ve torunu ile birlikte dönmesiyle başlıyor. buradan sonrasını biraz spoiler'lı anlatacağım.
--! spoiler !--
christina orada olmayı pek istemiyor, yolculuk esnasında oğluna samileri sevmediğini, onların hırsız ve yalancı olduklarını söylüyor. dillerini konuşmayı reddediyor ve anlamadığını söylüyor, kızkardeşinin ailesinin olduğu yerde kalmak yerine otelde kalmayı tercih ediyor. sonrasında geriye dönüşlerle kadının gençlik yıllarına tanık oluyoruz.
elle marja, 14 yaşında bir sami kızı ve 1930’lu yıllarda küçük kızkardeşi njenna’yla yatılı bir okulda okumaya yollanıyor. burası, katı sınırları olan ve kurallara uymadıklarında dövülerek cezalandırıldıkları bir yer. isveççe öğrenmek zorundalar ve onların kültürüne uyum sağlamalılar, ancak yine de bir “lapon” olduklarını da unutmamalılar. hatta biyoloji araştırmaları için kafataslarının ölçülerinin alınmasına ve çırılçıplak fotoğraflarının çekilmesine de ses çıkarmamaları bekleniyor. ayrıca mahalledeki erkek çocukların ırkçı hakaretlerle onlara laf atmaları da katlanmaları gereken başka bir konu. ama bir gün elle marja daha fazla dayanamayıp babasından kalan bıçağını çekerek sözlerini geri almalarını istediğinde, gruptakiler onun elinden bıçağını alarak onu kulağından yaralıyorlar (samiler geyikleri damgalamak için onların kulağına kesik atıyorlar, erkek çocuklar da bu törenin bir taklidini yapıyor).
elle marja yoldan geçen genç isveçli askerlerin onu dansa davet etmesinden sonra, öğretmenin kıyafetlerini çalarak gizlice dansa gidiyor ve orada onu oraya çağıran niklas’la tanışıyor, ama çok geçmeden yakalanıp okula geri götürülüyor ve dövülerek cezalandırılıyor. danstayken onu aramaya gelen kardeşi njenna’yı tanımamazlıktan gelmesi ve aşağılaması, kardeşinin ve okuldaki diğer çocukların ona soğuk davranmasına neden oluyor. elle marja, yaşadığı tüm olumsuzlukların sebebinin “lapon” olması olduğunu düşünerek, ailesi ve geçmişiyle bağlarını koparmak ve öğretmen olmak için uppsala şehrine kaçıyor. orada kendini “christina” olarak tanıttığı niklas’ın evinde bir gece kaldıktan sonra niklas’ın ailesi nedeniyle oradan ayrılıyor ve geceyi parkta geçirip oradaki okula kaydoluyor. biraz zor da olsa okula kabul edilmesi ve kendine yeni bir arkadaş çevresi edinmesinin ardından ise, eline 200 kronluk okul faturası tutuşturuluyor.
yeni adıyla “christina”, faturayı ödeyebilmek için niklas’tan yardım istemek üzere onun evine gidiyor. ancak niklas’ın doğum günü partisi için orada bulunan arkadaşları onun sami olduğundan haberdarlar ve onu türlü aşağılamalara maruz bırakıyorlar. christina, niklas’tan da istediği yardımı alamayınca, parayı bulabilmek için ailesinin yanına dönmek zorunda kalıyor. annesine durumu anlatıp babasından kalan gümüş kuşağı satmak istediğini söylüyor, annesi izin vermediğinde de onlarla yaşamak istemediğini anlatıyor ve annesi de bunun üzerine onu kovuyor. ancak ertesi sabah yine de istediği gümüş kuşağı ona verip tek kelime etmeden yanından ayrılıyor.
tüm bu yaşadıklarını düşünen yaşlı kadın, otelde eğlenen kalabalığın yanından ayrılarak kız kardeşinin tabutunun yanına gidiyor ve ondan kendisini affetmesini istiyor, ardından bir tepeye çıkarak samilerin yaşadığı yere gittiğinde film sona eriyor.
filmde beni en çok etkileyen sahnelerden ilki, araştırma için okula gelen biyologların olduğu sahneydi. elle maria, isveççe okumada başarılı olduğu için gelen ekibi okulun önünde karşılama sözlerini söyleme ve hediyelerini takdim etme görevine seçilmişti. biraz utangaçtı, ama biraz da mutluluk duyuyordu; fakat daha sonra neler olacağından habersizdi. içeriye geçmeleri söylendikten sonra kafasının çeşitli yerleri ölçüldü, ancak onun tüm bunların ne için olduğu sorusuna kimse cevap vermeye bile tenezzül etmedi. daha sonra kıyafetlerini çıkarmalarını istediklerinde de ondan örnek bir öğrenci olmasını bekliyorlardı, o da istemeye istemeye sustu ve dediklerini yapmak zorunda kaldı. sıra diğer öğrencilere ve kardeşine geldiğinde, artık her flaş patlayışında irkiliyordu.
benim için bir diğer etkileyici sahne, isveçli öğretmenin elle maria’yla olan konuşmasıydı. genç kız, uppsala’daki okula geçmek istediğini söyleyip ne yapması gerektiğini sormuştu. öğretmeni de orada okumasının zor olduğunu, sertifika ve evrak gerektiğini, ona referans olamayacağını söyleyip başından savmak için cevaplar sıralarken elle maria’nın ısrar etmesiyle şu cevabı vermişti: “zekan sadece buraya yeterli. bilimsel raporlara göre şehre uygun insanlar değilsiniz. beyniniz… gerekli donanıma sahip değilsiniz. ya burada kalırsın ya da ölürsün.”
son olarak, elle maria’nın gördüğü rüya sahnesinden etkilendim. annesine onlarla yaşamak istemediğini söyledikten sonra çadırdan kovulmuş, dışarıda uyuyordu. rüyasında ise sisler içerisinde, etrafında bir ren geyiği sürüsüyle birlikteydi. elindeki ipi öfkeyle sağa sola savurduktan sonra ren geyiklerinden birini boynuzundan yakalamış, ardından büyük bir çaba sarf ederek onu yanına çekip öldürmüştü. öldürdükten sonra nefes nefese yerdeki kan birikintisine bakıyordu. sabah, annesi yanına gelip gümüş kemeri ona verdiğinde o da tek kelime etmemişti, artık onun da damarlarında sami kanı yoktu.
--! spoiler !--
--! spoiler !--
christina orada olmayı pek istemiyor, yolculuk esnasında oğluna samileri sevmediğini, onların hırsız ve yalancı olduklarını söylüyor. dillerini konuşmayı reddediyor ve anlamadığını söylüyor, kızkardeşinin ailesinin olduğu yerde kalmak yerine otelde kalmayı tercih ediyor. sonrasında geriye dönüşlerle kadının gençlik yıllarına tanık oluyoruz.
elle marja, 14 yaşında bir sami kızı ve 1930’lu yıllarda küçük kızkardeşi njenna’yla yatılı bir okulda okumaya yollanıyor. burası, katı sınırları olan ve kurallara uymadıklarında dövülerek cezalandırıldıkları bir yer. isveççe öğrenmek zorundalar ve onların kültürüne uyum sağlamalılar, ancak yine de bir “lapon” olduklarını da unutmamalılar. hatta biyoloji araştırmaları için kafataslarının ölçülerinin alınmasına ve çırılçıplak fotoğraflarının çekilmesine de ses çıkarmamaları bekleniyor. ayrıca mahalledeki erkek çocukların ırkçı hakaretlerle onlara laf atmaları da katlanmaları gereken başka bir konu. ama bir gün elle marja daha fazla dayanamayıp babasından kalan bıçağını çekerek sözlerini geri almalarını istediğinde, gruptakiler onun elinden bıçağını alarak onu kulağından yaralıyorlar (samiler geyikleri damgalamak için onların kulağına kesik atıyorlar, erkek çocuklar da bu törenin bir taklidini yapıyor).
elle marja yoldan geçen genç isveçli askerlerin onu dansa davet etmesinden sonra, öğretmenin kıyafetlerini çalarak gizlice dansa gidiyor ve orada onu oraya çağıran niklas’la tanışıyor, ama çok geçmeden yakalanıp okula geri götürülüyor ve dövülerek cezalandırılıyor. danstayken onu aramaya gelen kardeşi njenna’yı tanımamazlıktan gelmesi ve aşağılaması, kardeşinin ve okuldaki diğer çocukların ona soğuk davranmasına neden oluyor. elle marja, yaşadığı tüm olumsuzlukların sebebinin “lapon” olması olduğunu düşünerek, ailesi ve geçmişiyle bağlarını koparmak ve öğretmen olmak için uppsala şehrine kaçıyor. orada kendini “christina” olarak tanıttığı niklas’ın evinde bir gece kaldıktan sonra niklas’ın ailesi nedeniyle oradan ayrılıyor ve geceyi parkta geçirip oradaki okula kaydoluyor. biraz zor da olsa okula kabul edilmesi ve kendine yeni bir arkadaş çevresi edinmesinin ardından ise, eline 200 kronluk okul faturası tutuşturuluyor.
yeni adıyla “christina”, faturayı ödeyebilmek için niklas’tan yardım istemek üzere onun evine gidiyor. ancak niklas’ın doğum günü partisi için orada bulunan arkadaşları onun sami olduğundan haberdarlar ve onu türlü aşağılamalara maruz bırakıyorlar. christina, niklas’tan da istediği yardımı alamayınca, parayı bulabilmek için ailesinin yanına dönmek zorunda kalıyor. annesine durumu anlatıp babasından kalan gümüş kuşağı satmak istediğini söylüyor, annesi izin vermediğinde de onlarla yaşamak istemediğini anlatıyor ve annesi de bunun üzerine onu kovuyor. ancak ertesi sabah yine de istediği gümüş kuşağı ona verip tek kelime etmeden yanından ayrılıyor.
tüm bu yaşadıklarını düşünen yaşlı kadın, otelde eğlenen kalabalığın yanından ayrılarak kız kardeşinin tabutunun yanına gidiyor ve ondan kendisini affetmesini istiyor, ardından bir tepeye çıkarak samilerin yaşadığı yere gittiğinde film sona eriyor.
filmde beni en çok etkileyen sahnelerden ilki, araştırma için okula gelen biyologların olduğu sahneydi. elle maria, isveççe okumada başarılı olduğu için gelen ekibi okulun önünde karşılama sözlerini söyleme ve hediyelerini takdim etme görevine seçilmişti. biraz utangaçtı, ama biraz da mutluluk duyuyordu; fakat daha sonra neler olacağından habersizdi. içeriye geçmeleri söylendikten sonra kafasının çeşitli yerleri ölçüldü, ancak onun tüm bunların ne için olduğu sorusuna kimse cevap vermeye bile tenezzül etmedi. daha sonra kıyafetlerini çıkarmalarını istediklerinde de ondan örnek bir öğrenci olmasını bekliyorlardı, o da istemeye istemeye sustu ve dediklerini yapmak zorunda kaldı. sıra diğer öğrencilere ve kardeşine geldiğinde, artık her flaş patlayışında irkiliyordu.
benim için bir diğer etkileyici sahne, isveçli öğretmenin elle maria’yla olan konuşmasıydı. genç kız, uppsala’daki okula geçmek istediğini söyleyip ne yapması gerektiğini sormuştu. öğretmeni de orada okumasının zor olduğunu, sertifika ve evrak gerektiğini, ona referans olamayacağını söyleyip başından savmak için cevaplar sıralarken elle maria’nın ısrar etmesiyle şu cevabı vermişti: “zekan sadece buraya yeterli. bilimsel raporlara göre şehre uygun insanlar değilsiniz. beyniniz… gerekli donanıma sahip değilsiniz. ya burada kalırsın ya da ölürsün.”
son olarak, elle maria’nın gördüğü rüya sahnesinden etkilendim. annesine onlarla yaşamak istemediğini söyledikten sonra çadırdan kovulmuş, dışarıda uyuyordu. rüyasında ise sisler içerisinde, etrafında bir ren geyiği sürüsüyle birlikteydi. elindeki ipi öfkeyle sağa sola savurduktan sonra ren geyiklerinden birini boynuzundan yakalamış, ardından büyük bir çaba sarf ederek onu yanına çekip öldürmüştü. öldürdükten sonra nefes nefese yerdeki kan birikintisine bakıyordu. sabah, annesi yanına gelip gümüş kemeri ona verdiğinde o da tek kelime etmemişti, artık onun da damarlarında sami kanı yoktu.
--! spoiler !--
devamını gör...
yazarların koleksiyonunu yaptığı şeyler
gittiğim birkaç ülkeden, ülkemdeki farklı şişelerden topladığım bira/gazoz kapakları.
devamını gör...
kanser hastası çocuklara yardım etkinliği
can evinden vurmak tabiri durumu özetliyor. çocuklar geleceğimiz, çocuklar bizim her şeyimiz. emeklerinize sağlık. maddi durumu yeten tüm yazarlarımızdan destek bekliyorum. o çocukların yüzündeki gülümsemenin sebebi olmak... işte bunu dünyada satın alabilecek para yok.
kısacası; pamuk eller cebe millet.
kısacası; pamuk eller cebe millet.
devamını gör...
tarihi bir görsel bırak
“gürültü huzur bozar, sinir dimağı yorar.”
1970 ankara, ulus meydanı

fotoğrafın tamamı

görsel kaynağı
1970 ankara, ulus meydanı

fotoğrafın tamamı

görsel kaynağı
devamını gör...
yaşar kemal
“demir olsam çürürdüm toprak oldum da dayandım.”
gerçek adı kemal sadık göçeli olan yazar hakkında entry’ler girilmiş ancak hayatı hakkında detaylı bilgi göremedim. ben yazayım dedim ama kelime sınırına takılırdı.
hayatı hakkında evrensel gazatesinde çok iyi bir derleme var okumanızı öneririm. linki aşağıya bırakıyorum. edebiyat tarihimizin önemli isimlerinden olan yaşar kemal’i okumak yetmez, tanımak lazım.
“çıkarsın bir dağ başına,
bir ağaç bulursun
tellersin pullarsın
gelin eylersin.
bir de bulutları görürsün,
bir de bulutları görürsün
bir de bulutları görürsün
köpürmüş gelen bulutları
başka ne gelir elden?”
edebiyatagider
gerçek adı kemal sadık göçeli olan yazar hakkında entry’ler girilmiş ancak hayatı hakkında detaylı bilgi göremedim. ben yazayım dedim ama kelime sınırına takılırdı.
hayatı hakkında evrensel gazatesinde çok iyi bir derleme var okumanızı öneririm. linki aşağıya bırakıyorum. edebiyat tarihimizin önemli isimlerinden olan yaşar kemal’i okumak yetmez, tanımak lazım.
“çıkarsın bir dağ başına,
bir ağaç bulursun
tellersin pullarsın
gelin eylersin.
bir de bulutları görürsün,
bir de bulutları görürsün
bir de bulutları görürsün
köpürmüş gelen bulutları
başka ne gelir elden?”
edebiyatagider
devamını gör...
edinilmiş en kıymetli hayat tecrübesi
acıma acınacak hale gelirsin.
devamını gör...
fallot tetralojisi
kalpte bulunabilecek defektlerden dördünün bir araya gelmesine verilen özel isimdir. bu defektler:
-pulmoner stenoz
-sağ ventrikül hipertrofisi
-ventriküler septal defekt
-aortanın sağa pozisyonu
hatta bazı çocuklarda beşinci defekt bile olabilir.
-pulmoner stenoz
-sağ ventrikül hipertrofisi
-ventriküler septal defekt
-aortanın sağa pozisyonu
hatta bazı çocuklarda beşinci defekt bile olabilir.
devamını gör...
tembel hayvan
bilimsel adı "folivora" olan atalet timsali hayvan.
devamını gör...
erkeklerin sürekli fotoğraf istemesi
inanılmaz itici bir durumdur. kadınlar erkekler gibi değildir, her an güzel ve bakımlı görünmek isterler. içlerinden gelmiyorsa fotoğraf çekmek istemezler.
bu yüzden de sürekli:
- foto atsana
- boydan foto atsana
- yandan foto atsana
- anlık foto atsana
gibi talepler sinir eder.
bırakın içinden geldiği zaman kendisi atsın. böyle çok darlanıyor kadınlar.
bu yüzden de sürekli:
- foto atsana
- boydan foto atsana
- yandan foto atsana
- anlık foto atsana
gibi talepler sinir eder.
bırakın içinden geldiği zaman kendisi atsın. böyle çok darlanıyor kadınlar.
devamını gör...
dipole repeller
gözlemlenebilir evrende, shapley çekicisi'nin tam tersi istikamette görülen ve tüm galaksilerin kendisinden hızla uzaklaştığı yapı. türkçeye çevirince çift kutuplu itici gibi bir anlamı oluyor.
shapley çekicisi, galaksilerin süratle kendisine doğru çekildiği dev bir yapı. dipole repeller ise bunun tam tersi bir özellik gösteriyor ve gözlemlenen galaksilerin kendisinden uzaklaştığını görüyoruz. bu iki yapı birlikte düşünüldüğünde dev bir mıknatısın iki kutbuna benziyorlar.
bir mıknatısta manyetik alan çizgileri kuzey kutuptan güney kutba doğru yönlenir. evrende de, en azından evrenin bizim görebildiğimiz kadarında galaksiler dipole repeller'dan shapley çekicisi'ne doğru yönleniyor gibi görünüyor. bunun neden gerçekleştiğine dair henüz bir bilgimiz yok. yani shapley çekicisi büyük bir kütleye sahip ve galaksileri kütle çekim kuvveti nedeniyle çekiyor, o kısmını biliyoruz ama neden dipole repeller bölgesinin boş olduğunu ve bu iki zıt özellikli bölgenin nasıl oluştuğunu henüz bilmiyoruz.
mıknatıs kutupları ve bahsi geçen uzay bölgeleri arasındaki benzerliği kendiniz de görebilirsiniz şu görsellerle;

görselin kaynağı
aşağıdaki görselde mavi renk yüksek yoğunluğu, kırmızı ise düşük yoğunluğu temsil ediyor:

görselin kaynağı
shapley çekicisi, galaksilerin süratle kendisine doğru çekildiği dev bir yapı. dipole repeller ise bunun tam tersi bir özellik gösteriyor ve gözlemlenen galaksilerin kendisinden uzaklaştığını görüyoruz. bu iki yapı birlikte düşünüldüğünde dev bir mıknatısın iki kutbuna benziyorlar.
bir mıknatısta manyetik alan çizgileri kuzey kutuptan güney kutba doğru yönlenir. evrende de, en azından evrenin bizim görebildiğimiz kadarında galaksiler dipole repeller'dan shapley çekicisi'ne doğru yönleniyor gibi görünüyor. bunun neden gerçekleştiğine dair henüz bir bilgimiz yok. yani shapley çekicisi büyük bir kütleye sahip ve galaksileri kütle çekim kuvveti nedeniyle çekiyor, o kısmını biliyoruz ama neden dipole repeller bölgesinin boş olduğunu ve bu iki zıt özellikli bölgenin nasıl oluştuğunu henüz bilmiyoruz.
mıknatıs kutupları ve bahsi geçen uzay bölgeleri arasındaki benzerliği kendiniz de görebilirsiniz şu görsellerle;
görselin kaynağı
aşağıdaki görselde mavi renk yüksek yoğunluğu, kırmızı ise düşük yoğunluğu temsil ediyor:
görselin kaynağı
devamını gör...
ingilizce espriler
sınıfta öğrencilere catch up phrasal verb’ü öğretmek için alıntısını yaptığım ve quentin tarantino’nun pulp fiction filminde mia wallace rolünü oynayan uma thurman’ın yaptığı espiridir.
three tomatoes are walkin' down the street. papa tomato, mama tomato and baby tomato. baby tomato starts lagging behind, and papa tomato gets really angry. goes back and squishes him and says: "ketchup."
three tomatoes are walkin' down the street. papa tomato, mama tomato and baby tomato. baby tomato starts lagging behind, and papa tomato gets really angry. goes back and squishes him and says: "ketchup."
devamını gör...
ülkemizde matematiğin sevilmeme nedeni
insan başarısız olduğu, çabasının takdir edilmediği, varlığının önemsenmediği alandan veya insanlardan uzak duracaktır. bu sorunun o kadar çok sebebi var ki, o kadar.
-matematiği sevmeyen, bilmeyen ve matematikten anlamayan öğretmenlerin matematik öğretmeni olması (bunu söyleyip buna neyin sebep olabileceği konusunda düşünmemek çok acımasızca lütfen yapmayın). insanların ilgileri, yetenekleri doğrultusunda meslek seçimi yapabilmelerine izin vermeyen ekonomik, sosyal, kültürel bir sistemin varlığından söz edilebilir diye düşünüyorum. matematik bilen, seven, ilgi duyan insanlar neden matematik öğretmenliğini tercih etmiyorlar bu önemli bir soru bana kalırsa.
-mezun olup da atanma şerefine nail olan (çünkü güzel ülkemizde bu da deveye hendek atlatmaktan daha zor olabiliyor) bir öğretmenin mesleğine dair heyecan duymaması, duyamaması. bir yığın derdi var insanın. bir öğretmeni, diğer kimliklerinden sıyırıp sadece öğretmen olarak düşünmek doğru değil. her şeyden önce bahsedilen kişi bir insan ve her insan üzerinde ülkenin refah düzeyinin etkisi var.
-eleştirmeye çoğu zaman izin verilmemesi. dolayısıyla eleştirinin öğretilmemesi, sözel becerilerin gelişmemesi. kitap okumuyor oluşumuz. okuyan adama da madalya takılmıyor zaten son 10 yıldır. okumak elbette içsel motivasyon gerektiren bir eylemdir ancak bir çocuğa bu alışkanlığı kazandırabilmeniz için zaman zaman takdir etmeniz, ödüllendirmeniz yani öncelikle dışsal motivasyon sunmanız gerekebilir.
-matematiği neden öğrendiğimizi bilmememiz, bunun anlatılamaması
-öğretmenin kullandığı öğretim yöntemleri, bir canlının nasıl öğrenebileceğinin anlaşılamamış olması
-kalabalık sınıflar
-teknolojik yetersizlikler
-ilgisiz ebeveyn. "hocam benim çocuğum matematiği bir türlü yapamıyor" genellikle bu cümleyi anne kurar (çünkü çocuktan kadın sorumludur). o da dönemde bir kez geldiği (yani geliyorsa) veli toplantısında.
çoğunlukla edilgen cümleler kurduğumun farkındayım ama bazı şeyleri bireysel çabaların insafına bırakmak bana doğru gelmiyor. "ülkemizde matematiğin sevilmemesi" bir sistem sorunudur. bu sadece matematiğin sevilmemesi değildir. fiziğin sevilmemesi, tarihin sevilmemesi, geometrinin sevilmemesi, türkçenin sevilmemesi şeklinde listelenip uzatılabilir ancak hepsinin kaynağı aynıdır.
bireysel çabalar için bir öneri; çocuğun yapabilirim hissiyatını geliştirmek fayda sağlayabilir. her insanın farklı bir becerisi olduğu fikrinden yola çıkarak, kişinin bir alandaki yetkinliğini geliştirirseniz diğer alanlarda da başarılı olabileceğine dair kendisine güven duymasını sağlayabilirsiniz ve bu inancı yıkmadığınız sürece, ilgi ve destekle matematikte başarılı olacak ve başarılı olduğunu hissettiği alanı sevecektir.
-matematiği sevmeyen, bilmeyen ve matematikten anlamayan öğretmenlerin matematik öğretmeni olması (bunu söyleyip buna neyin sebep olabileceği konusunda düşünmemek çok acımasızca lütfen yapmayın). insanların ilgileri, yetenekleri doğrultusunda meslek seçimi yapabilmelerine izin vermeyen ekonomik, sosyal, kültürel bir sistemin varlığından söz edilebilir diye düşünüyorum. matematik bilen, seven, ilgi duyan insanlar neden matematik öğretmenliğini tercih etmiyorlar bu önemli bir soru bana kalırsa.
-mezun olup da atanma şerefine nail olan (çünkü güzel ülkemizde bu da deveye hendek atlatmaktan daha zor olabiliyor) bir öğretmenin mesleğine dair heyecan duymaması, duyamaması. bir yığın derdi var insanın. bir öğretmeni, diğer kimliklerinden sıyırıp sadece öğretmen olarak düşünmek doğru değil. her şeyden önce bahsedilen kişi bir insan ve her insan üzerinde ülkenin refah düzeyinin etkisi var.
-eleştirmeye çoğu zaman izin verilmemesi. dolayısıyla eleştirinin öğretilmemesi, sözel becerilerin gelişmemesi. kitap okumuyor oluşumuz. okuyan adama da madalya takılmıyor zaten son 10 yıldır. okumak elbette içsel motivasyon gerektiren bir eylemdir ancak bir çocuğa bu alışkanlığı kazandırabilmeniz için zaman zaman takdir etmeniz, ödüllendirmeniz yani öncelikle dışsal motivasyon sunmanız gerekebilir.
-matematiği neden öğrendiğimizi bilmememiz, bunun anlatılamaması
-öğretmenin kullandığı öğretim yöntemleri, bir canlının nasıl öğrenebileceğinin anlaşılamamış olması
-kalabalık sınıflar
-teknolojik yetersizlikler
-ilgisiz ebeveyn. "hocam benim çocuğum matematiği bir türlü yapamıyor" genellikle bu cümleyi anne kurar (çünkü çocuktan kadın sorumludur). o da dönemde bir kez geldiği (yani geliyorsa) veli toplantısında.
çoğunlukla edilgen cümleler kurduğumun farkındayım ama bazı şeyleri bireysel çabaların insafına bırakmak bana doğru gelmiyor. "ülkemizde matematiğin sevilmemesi" bir sistem sorunudur. bu sadece matematiğin sevilmemesi değildir. fiziğin sevilmemesi, tarihin sevilmemesi, geometrinin sevilmemesi, türkçenin sevilmemesi şeklinde listelenip uzatılabilir ancak hepsinin kaynağı aynıdır.
bireysel çabalar için bir öneri; çocuğun yapabilirim hissiyatını geliştirmek fayda sağlayabilir. her insanın farklı bir becerisi olduğu fikrinden yola çıkarak, kişinin bir alandaki yetkinliğini geliştirirseniz diğer alanlarda da başarılı olabileceğine dair kendisine güven duymasını sağlayabilirsiniz ve bu inancı yıkmadığınız sürece, ilgi ve destekle matematikte başarılı olacak ve başarılı olduğunu hissettiği alanı sevecektir.
devamını gör...
unutulmayan aşk-ı memnu replikleri
unutulmayan final sahnesi olabilir. "beni beni..bihter'ini".
devamını gör...
normal sözlük aşık atışması
entel dantel bilmeyiz biz
verilen selamı boş geçmeyiz biz
mesele yazarlıksa güler geçeriz
yazmasını elbet biliriz biz
verilen selamı boş geçmeyiz biz
mesele yazarlıksa güler geçeriz
yazmasını elbet biliriz biz
devamını gör...
sedat peker'in internet sitesine erişimin engellenmesi
hahahaha peki ya youtube?
komiksiniz be sahiden komik.*
komiksiniz be sahiden komik.*
devamını gör...

