normal sözlük - koruncuk vakfı yılbaşı hediye ve yardım etkinliği
harika bi etkinlik aferin size. *
bağışçıların dc'da modlarla sohbet etmesi ve benjaminle mum ışığında santranç davetine çok güldüm*.
bağışçıların dc'da modlarla sohbet etmesi ve benjaminle mum ışığında santranç davetine çok güldüm*.
devamını gör...
devlet bahçeli bir tutarlılık örneğidir
"erdoğan, yasama organı meclis’in kendi kontrolüne sokulduğu, denge, denetim ve fren sistemi olmayan, tek adam diktatörlüğü, tahtsız ve taçsız sultanlık peşinde koşmaktadır"
"recep tayyip erdoğan tipi başkanlık sistemi türkiye'nin bölünme reçetesidir"
"milliyetçiliği ayaklar altına alan inkarcıdan cumhurbaşkanı olmayacaktır"
"bizi en çok rahatsız eden ise erdoğan'ın yeminin sayısız çiğnemesidir. tekrar hatırlatıyorum. tbmm'de yaptığı tarafsızlık yeminini namus ve şerefi üzerine etmişti. şu sorunun cevabını bilen söylesin. namus ve şeref üzerine yemin ederken namus ve şereften ne anlamaktadır? şeref gibi derdi olmayanın türkiye'nin şerefini savunması beyhudedir."
"bugün adaletsiz, ahlaksız ve maneviyatsız yönetim işsizliği çözmek için en ufak çaba göstermemektedir. başbakan için varsın türk gençliği kahvehaneleri doldursun. bunlar önemsizdir. önemli olan bakan çocuklarının çalıntı paralarla geleceklerinin garantiye alınmasıdır. bilal'in karun kadar zenginleşmesi, soygunlarla küpünü taşırması ve bilo ağa seviyesine terfi etmesidir"
bahçeli bunların hepsini cumhurbaşkanı'na söylemiştir zamanında. şimdilerde cumhurbaşkanı'nın neresine gireceğini şaşırmış durumda. eğer bahçeli tutarlıysa, ben de amerika başkanıyım.
"recep tayyip erdoğan tipi başkanlık sistemi türkiye'nin bölünme reçetesidir"
"milliyetçiliği ayaklar altına alan inkarcıdan cumhurbaşkanı olmayacaktır"
"bizi en çok rahatsız eden ise erdoğan'ın yeminin sayısız çiğnemesidir. tekrar hatırlatıyorum. tbmm'de yaptığı tarafsızlık yeminini namus ve şerefi üzerine etmişti. şu sorunun cevabını bilen söylesin. namus ve şeref üzerine yemin ederken namus ve şereften ne anlamaktadır? şeref gibi derdi olmayanın türkiye'nin şerefini savunması beyhudedir."
"bugün adaletsiz, ahlaksız ve maneviyatsız yönetim işsizliği çözmek için en ufak çaba göstermemektedir. başbakan için varsın türk gençliği kahvehaneleri doldursun. bunlar önemsizdir. önemli olan bakan çocuklarının çalıntı paralarla geleceklerinin garantiye alınmasıdır. bilal'in karun kadar zenginleşmesi, soygunlarla küpünü taşırması ve bilo ağa seviyesine terfi etmesidir"
bahçeli bunların hepsini cumhurbaşkanı'na söylemiştir zamanında. şimdilerde cumhurbaşkanı'nın neresine gireceğini şaşırmış durumda. eğer bahçeli tutarlıysa, ben de amerika başkanıyım.
devamını gör...
en yakın arkadaşın ihaneti
arkadaşın ihaneti,zaman ile unutulur ama akrabanın ihaneti asla unutulmuyor, ve o kişiyi görmek zorunda kalıyorsunuz yara kabuk bağlamıyor.
üzülüyorsun için açıyor, o acı hep orda kalıyor, arkadaş ile ilişkini kestin mi olay orda kalır.
üzülüyorsun için açıyor, o acı hep orda kalıyor, arkadaş ile ilişkini kestin mi olay orda kalır.
devamını gör...
karpuz kabuğundan gemiler yapmak
kütahya'nın tavşanlı ilçesinde geçen,iki yakın arkadaşın sinemaya olan tutkularına hayran kaldığım,yer yer güldüren ahmet uluçay filmi.
hayatın en acımasız taraflarından biri de,tutku denen şeyin herkeste olmayışı.
ne zaman birinin gözlerinde görsem o ateşi,dünyanın en ayrıcalıklı insanına dönüşüyor.
hayatın en acımasız taraflarından biri de,tutku denen şeyin herkeste olmayışı.
ne zaman birinin gözlerinde görsem o ateşi,dünyanın en ayrıcalıklı insanına dönüşüyor.
devamını gör...
ikinci el araba piyasası
bütün araçların serdar bey'e opsiyonlanmış olduğu piyasa.
devamını gör...
han duvarları
şiiri henüz hiç okumamış yazarlar için amme hizmeti olsun.
han duvarları
-osmanzade hamdi bey'e-
yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
bir dakika araba yerinde durakladı.
neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,
gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...
gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,
ulukışla yolundan orta anadolu'ya.
ilk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!
yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,
gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı...
arkada zincirlenen yüksek toros dağları,
önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,
sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler...
ellerim takılırken rüzgârların saçına
asıldı arabamız bir dağın yamacına.
her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,
yalnız arabacının dudağında bir ıslık!
bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar,
uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.
gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.
serpilmeye başladı bir yağmur ince ince.
son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince
nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi.
yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.
gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine.
yol, hep yol, daima yol... bitmiyor düzlük yine.
ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali,
sonunda ademdir diyor insana yolun hali,
arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan.
bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan
tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,
uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor...
kendimi kaptırarak tekerleğin sesine
uzanmış kalmışım yaylının şiltesine.
bir sarsıntı... uyandım uzun süren uykudan;
geçiyordu araba yola benzer bir sudan.
karşıda hisar gibi niğde yükseliyordu,
sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu:
ağır ağır önümden geçti deve kervanı,
bir kenarda göründü beldenin viran hanı.
alaca bir karanlık sarmadayken her yeri
atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.
bir deva bulmak için bağrındaki yaraya
toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.
bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı,
gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı.
bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,
göğüsler çekilerek nefesler daralıyor.
şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı
her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı.
gitgide birer ayet gibi derinleştiler
yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki cizgiler...
yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,
üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;
fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,
aygın baygın maniler, açık saçık resimler...
uykuya varmak için bu hazin günde, erken,
kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken
birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;
bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı.
ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa
raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa;
"on yıl var ayrıyım kınadağı'ndan
baba ocağından yar kucağından
bir çiçek dermeden sevgi bağından
huduttan hududa atılmışım ben"
altında da bir tarih: sekiz mart otuz yedi...
gözüm imza yerinde başka ad görmedi.
artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş!
ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;
araya gitti diye içlenme baharına,
huduttan götürdüğün şan yetişir yârına!...
ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk,
soğuk bir mart sabahı... buz tutuyor her soluk.
ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri
arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri.
bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,
höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor...
yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,
bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar.
biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide,
iki dağ ortasında boğulan bir geçide.
sıkı bir poyraz beni titretirken içimden
geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden:
ardımda kalan yerler anlaşırken baharla,
önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla.
bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu,
burada son fırtına son dalı kırıyordu...
yaylımız tüketirken yolları aynı hızla,
savrulmaya başladı karlar etrafımızda.
karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;
kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü...
gönlümde can verirken köye varmak emeli
arabacı haykırdı "işte araplıbeli!"
tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana
biz menzile vararak atları çektik hana.
bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş
kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş.
çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor,
kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor...
gözlerime çökerken ağır uyku sisleri,
çiçekliyor duvarı ocağın akisleri.
bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,
kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor;
"gönlümü çekse de yârin hayali
aşmaya kudretim yetmez cibali
yolcuyum bir kuru yaprak misali
rüzgârın önüne katılmışım ben"
sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı,
güneşli bir havada yaylımız yola çıktı...
bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde
ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde.
uzun bir yolculuktan sonra incesu'daydık,
bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.
gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım,
başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!
"garibim namıma kerem diyorlar
aslı'mı el almış haram diyorlar
hastayım derdime verem diyorlar
maraşlı şeyhoğlu satılmış'ım ben"
bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,
korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.
ey maraşlı şeyhoğlu, evliyalar adağı!
bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!
az değildir, varmadan senin gibi yurduna,
post verenler yabanın hayduduna kurduna!..
arabamız tutarken erciyes'in yolunu:
"hancı dedim, bildin mi maraşlı şeyhoğlu'nu?"
gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
dedi:
"hana sağ indi, ölü çıktı geçende!"
yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,
bizim garip şeyhoğlu buradan geçmemişti...
gönlümü maraşlı'nın yaktı kara haberi.
aradan yıllar geçti işte o günden beri
ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,
çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.
ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,
dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!..
faruk nafiz çamlıbel
han duvarları
-osmanzade hamdi bey'e-
yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
bir dakika araba yerinde durakladı.
neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,
gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...
gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,
ulukışla yolundan orta anadolu'ya.
ilk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!
yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,
gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı...
arkada zincirlenen yüksek toros dağları,
önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,
sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler...
ellerim takılırken rüzgârların saçına
asıldı arabamız bir dağın yamacına.
her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,
yalnız arabacının dudağında bir ıslık!
bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar,
uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.
gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.
serpilmeye başladı bir yağmur ince ince.
son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince
nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi.
yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.
gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine.
yol, hep yol, daima yol... bitmiyor düzlük yine.
ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali,
sonunda ademdir diyor insana yolun hali,
arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan.
bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan
tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,
uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor...
kendimi kaptırarak tekerleğin sesine
uzanmış kalmışım yaylının şiltesine.
bir sarsıntı... uyandım uzun süren uykudan;
geçiyordu araba yola benzer bir sudan.
karşıda hisar gibi niğde yükseliyordu,
sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu:
ağır ağır önümden geçti deve kervanı,
bir kenarda göründü beldenin viran hanı.
alaca bir karanlık sarmadayken her yeri
atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.
bir deva bulmak için bağrındaki yaraya
toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.
bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı,
gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı.
bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,
göğüsler çekilerek nefesler daralıyor.
şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı
her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı.
gitgide birer ayet gibi derinleştiler
yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki cizgiler...
yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,
üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;
fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,
aygın baygın maniler, açık saçık resimler...
uykuya varmak için bu hazin günde, erken,
kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken
birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;
bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı.
ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa
raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa;
"on yıl var ayrıyım kınadağı'ndan
baba ocağından yar kucağından
bir çiçek dermeden sevgi bağından
huduttan hududa atılmışım ben"
altında da bir tarih: sekiz mart otuz yedi...
gözüm imza yerinde başka ad görmedi.
artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş!
ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;
araya gitti diye içlenme baharına,
huduttan götürdüğün şan yetişir yârına!...
ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk,
soğuk bir mart sabahı... buz tutuyor her soluk.
ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri
arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri.
bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,
höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor...
yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,
bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar.
biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide,
iki dağ ortasında boğulan bir geçide.
sıkı bir poyraz beni titretirken içimden
geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden:
ardımda kalan yerler anlaşırken baharla,
önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla.
bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu,
burada son fırtına son dalı kırıyordu...
yaylımız tüketirken yolları aynı hızla,
savrulmaya başladı karlar etrafımızda.
karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;
kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü...
gönlümde can verirken köye varmak emeli
arabacı haykırdı "işte araplıbeli!"
tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana
biz menzile vararak atları çektik hana.
bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş
kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş.
çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor,
kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor...
gözlerime çökerken ağır uyku sisleri,
çiçekliyor duvarı ocağın akisleri.
bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,
kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor;
"gönlümü çekse de yârin hayali
aşmaya kudretim yetmez cibali
yolcuyum bir kuru yaprak misali
rüzgârın önüne katılmışım ben"
sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı,
güneşli bir havada yaylımız yola çıktı...
bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde
ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde.
uzun bir yolculuktan sonra incesu'daydık,
bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.
gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım,
başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!
"garibim namıma kerem diyorlar
aslı'mı el almış haram diyorlar
hastayım derdime verem diyorlar
maraşlı şeyhoğlu satılmış'ım ben"
bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,
korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.
ey maraşlı şeyhoğlu, evliyalar adağı!
bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!
az değildir, varmadan senin gibi yurduna,
post verenler yabanın hayduduna kurduna!..
arabamız tutarken erciyes'in yolunu:
"hancı dedim, bildin mi maraşlı şeyhoğlu'nu?"
gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
dedi:
"hana sağ indi, ölü çıktı geçende!"
yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,
bizim garip şeyhoğlu buradan geçmemişti...
gönlümü maraşlı'nın yaktı kara haberi.
aradan yıllar geçti işte o günden beri
ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,
çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.
ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,
dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!..
faruk nafiz çamlıbel
devamını gör...
z kuşağı
çok geniş bir kuşak olduğumuz için sınırlandırması kabul etmeyen, etmediğimiz kuşaktır. lise mezunu olup aldığınız memurluklara bile kan ter ölerek giriyoruz. at gibi sınavdan sınava koşuyor dünyada yaşıtlarımız rahatlık içindeyken maddi manevi savaşıyoruz. sorguluyor ve yanlışları görüyoruz. sadece eleştirinin üzerine gidip düzeltme yolunda daha gayretli olmamız gerek. daha çok devlet millet için çalışma gayreti toplamak ve pes etmemek gerek. bu nesil farklı nesil ve çok daha farklısı peşimizden koşup gelmekte.
devamını gör...
bir dizi repliği bırak
devamını gör...
mamak
ankara'nın doğusunda kalan samsun yolu kenarında kalan ilçe. türközü, akdere, misket, natoyolu, tuzluçayır, abidinpaşa gibi semtleri vardır. eskiden gecekondu ilçesi iken şu anda hızlı bir yükseliş içindedir. özellikle doğukent tarafları gelişim açısından baya iyi durumda.
devamını gör...
yös'e girmeden eczacı olup atanan suriyeli
bu suriyelilere özgü bir durum değil. balkan ülkelerinden gelen kişiler de yös sınavına girmiyorlar, herhangi bir sınava girmiyorlar. sistem tamamen yanlış. ayrıca yös de başlı başına bir ayrımcılık. 12 yıl türkiye'de eğitim görüp sırf 3 kuşak önce bir dedesi farklı ülkede doğmuş diye yks'nin yanında bebek işi olan bir sınav.
devamını gör...
catherine wheel
çok uzak olmayan zamanlara kadar kullanılmaya devam eden insan ırkının hayal gücünü en iğrenç şekilde nasıl kullanabileceğini gösteren bir işkence ile öldürme aletidir.

bu işkence aleti iskenderiyeli azize catherine’den alır ismini. bu aletle öldürülmesine hükmedilen azize işkence aletine dokunduğu an alet kırılır ve zavallı kadın kafası kesilerek idam edilir.
aslında alet öyle çok da teknolojik bir şey değildir. at arabalarında kullanılan tekerleklere benzer bir tekerleğin üzerine bağlanan suçlu çeşitli işkenceler ile öldürülür. bu işlem üç güne kadar sürebilir. tekerleğe bağlanan kişinin kemikleri kırılır çoğunlukla.
bu işlem aynı zamanda suçlu bulunan kişiyi onursuzlaştırmak için de yapılır. suçlu ölene kadar ve öldükten sonra tekerleğin üzerinde sergilenir. ölü bedeni ise kurda kuşa yem olur ya da çürümeye terk edilir. böylelikle de öldükten sonra ruhunun huzura ermesinin engellemediğine inanılır.

bu işkence aleti bana kafka’nın cezalılar kolonisi öyküsünde anlattığı işkence aletini hatırlatır hep. bu aletin nasıl bir şey olduğunu daha önce kafkaesk başlığında anlatmıştım. aynı işkence mantığı ile iki alet de suçlunun uzun süre acı çekmesi için tasarlanmıştır.
ama insanoğlu acılardan ders alacağına onları ticari metalara çevirmeyi sevdiği için daha sonraki zamanlarda havai fişekler için kullanılan bir düzeneğe de bu isim verilmiştir.
insanoğlu acımasızdır ve içinde barındırmadığı merhameti başkalarından beklemeye hakkı yoktur.

bu işkence aleti iskenderiyeli azize catherine’den alır ismini. bu aletle öldürülmesine hükmedilen azize işkence aletine dokunduğu an alet kırılır ve zavallı kadın kafası kesilerek idam edilir.
aslında alet öyle çok da teknolojik bir şey değildir. at arabalarında kullanılan tekerleklere benzer bir tekerleğin üzerine bağlanan suçlu çeşitli işkenceler ile öldürülür. bu işlem üç güne kadar sürebilir. tekerleğe bağlanan kişinin kemikleri kırılır çoğunlukla.
bu işlem aynı zamanda suçlu bulunan kişiyi onursuzlaştırmak için de yapılır. suçlu ölene kadar ve öldükten sonra tekerleğin üzerinde sergilenir. ölü bedeni ise kurda kuşa yem olur ya da çürümeye terk edilir. böylelikle de öldükten sonra ruhunun huzura ermesinin engellemediğine inanılır.

bu işkence aleti bana kafka’nın cezalılar kolonisi öyküsünde anlattığı işkence aletini hatırlatır hep. bu aletin nasıl bir şey olduğunu daha önce kafkaesk başlığında anlatmıştım. aynı işkence mantığı ile iki alet de suçlunun uzun süre acı çekmesi için tasarlanmıştır.
ama insanoğlu acılardan ders alacağına onları ticari metalara çevirmeyi sevdiği için daha sonraki zamanlarda havai fişekler için kullanılan bir düzeneğe de bu isim verilmiştir.
insanoğlu acımasızdır ve içinde barındırmadığı merhameti başkalarından beklemeye hakkı yoktur.
devamını gör...
normal sözlük yazarlarının nicklerinin hikayesi
tribe diye bir site bulunca kendiliğinden gelişti.
devamını gör...
kızıl veba
jack london'ın muhteşem ileri görüşlülüğüyle yazılmış bir çırpıda okunan kitabı. yazıldığı döneme göre zamanın çok çok ötesinde olduğu aşikar. insanlığın kızıl veba salgını sonrası neredeyse yok olmasını anlatan, dünyanın düzenin nasıl da altüst olabileceğini anlatan bir kitap.
devamını gör...
manuel vites
aklıma bu videoyu getiren başlıktır.
devamını gör...
normal sözlük'te tüm yazarların evli olması
allah mutlu mesut etsin hepsini dediğim durumdur. bir de zahmet olmazsa ilişkilerini evlilik yoluna sokabilmek için hangi duayı ettiklerini sorabilir miyim.
devamını gör...
günaydın sözlük
günaydın sözlük.
size günaydın tabi, bana iyi geceler bile olmadı daha *
size günaydın tabi, bana iyi geceler bile olmadı daha *
devamını gör...
yoldaş benjamin franklin
mekanın sahibi.
#1136204 yanlış yerdesin bro daha sonra tekrar deneyiniz hatlar karışmış o öteki yazarlık şeysi. mail at mail benim ki yatmış çatır çatır harcadım bugün.
peki bundan yoldaş'a ne? biz şimdi niye buradayız? sen şimdi niye maaş falan dedin? ne yoksa benden gizli kedi maması mı yiyorsunuz? babam pasta yapmayı nereden öğrenmiş?
bu konuda aydınlatın beni yoksam grev yaparım. whatsapp' a gelsene az bir şey deniycem. ama daha sonra değil hemen şimdi deniycem.
#1136204 yanlış yerdesin bro daha sonra tekrar deneyiniz hatlar karışmış o öteki yazarlık şeysi. mail at mail benim ki yatmış çatır çatır harcadım bugün.
peki bundan yoldaş'a ne? biz şimdi niye buradayız? sen şimdi niye maaş falan dedin? ne yoksa benden gizli kedi maması mı yiyorsunuz? babam pasta yapmayı nereden öğrenmiş?
bu konuda aydınlatın beni yoksam grev yaparım. whatsapp' a gelsene az bir şey deniycem. ama daha sonra değil hemen şimdi deniycem.
devamını gör...
z kuşağı
türkiye'de hayata 3-0 geriden başlayan, bir önceki kuşaklar tarafından sürekli eleştirilen , zannedildiği gibi büyük bir çoğunluğu tiktok'a mahkum olmamış pırıl pırıl insanları bünyesinde barındıran kuşak.
devamını gör...
türkleşmiş sovyet kizi
çok güzel tanımları olan yazar arkadaşımızdır. takibe aldım kendilerini.
nickaltını açmak da bana nasip olmuştur.
nickaltını açmak da bana nasip olmuştur.
devamını gör...
mauna loa gözlemevleri
amerikanın hawaii eyaletinin büyük hawaii adasındaki mauna kea dağının zirvesinde bulunan, evrenin geri kalanına dünyanın bağlantısı olarak görülen ve on bir ülkenden gök bilimciler tarafından işletilen teleskoplarla dünyanın en büyük gözlemevi tesisidir.
tesisteki teleskopların ışık toplama gücü, 1948-1993 yılları arasında dünya'nın en büyük teleskobu sayılan palomar rasathanesinden 15 kat, hubble uzay teleskobunundan ise 60 kat daha fazladır.
tesis, karanlık gökyüzü, atmosferdeki düşük nem, berrak hava, iyi astronomik görüş alanı gibi özellikleri ile ideal bir konumdadır. tesiste, 9'u dünyadaki en büyük optik / kızılötesi astronomi teleskopları, 3'ü dünyanın en büyük milimetre altı dalga boyu astronomisi teleskopları ve 1'i radyo astronomisi teleskobu olmak üzere 13 aktif teleskop bulunmaktadır.
burası önemli arkadaşlar;
350 ppm co² seviyesinin aşılması halinde, ortalama sıcaklıktaki artışın kritik eşiğin üzerine çıkması anlamına geldiğini söyleyen mauna loa bilim adamları, yaptıkları araştırmalar ve ölçümler sonucunda son 5 yıl içerisinde atmosferde ölçtükleri co² oranlarının endişe verici boyuta ulaştığını bildirdiler. 1965 yılından bu yana 415.5 ppm ile dünya üzerinde görülen en yüksek co² seviyesinin ölçüldüğünü söyleyerek korkuttular ve ' bu bizim bildiğimiz gezegen değil ' yorumunda bulundular.
bu bilgiler ışığında kyoto protokolü, küresel ısınma ve iklim değişikliğinin önemini göz ardı etmememiz gerektiğini düşünmekteyim..
edit1
#401749
edit2
arkadaşın vermiş olduğu (bkz: manua kea) değil (bkz: mauna kea) olmalıydı demem üzerine olanlar :)
bu bir icazet değildir. bunu icazet olarak tanımlayan bu gibi tipler ilgili fakat bilgisizdir.
tesisteki teleskopların ışık toplama gücü, 1948-1993 yılları arasında dünya'nın en büyük teleskobu sayılan palomar rasathanesinden 15 kat, hubble uzay teleskobunundan ise 60 kat daha fazladır.
tesis, karanlık gökyüzü, atmosferdeki düşük nem, berrak hava, iyi astronomik görüş alanı gibi özellikleri ile ideal bir konumdadır. tesiste, 9'u dünyadaki en büyük optik / kızılötesi astronomi teleskopları, 3'ü dünyanın en büyük milimetre altı dalga boyu astronomisi teleskopları ve 1'i radyo astronomisi teleskobu olmak üzere 13 aktif teleskop bulunmaktadır.
burası önemli arkadaşlar;
350 ppm co² seviyesinin aşılması halinde, ortalama sıcaklıktaki artışın kritik eşiğin üzerine çıkması anlamına geldiğini söyleyen mauna loa bilim adamları, yaptıkları araştırmalar ve ölçümler sonucunda son 5 yıl içerisinde atmosferde ölçtükleri co² oranlarının endişe verici boyuta ulaştığını bildirdiler. 1965 yılından bu yana 415.5 ppm ile dünya üzerinde görülen en yüksek co² seviyesinin ölçüldüğünü söyleyerek korkuttular ve ' bu bizim bildiğimiz gezegen değil ' yorumunda bulundular.
bu bilgiler ışığında kyoto protokolü, küresel ısınma ve iklim değişikliğinin önemini göz ardı etmememiz gerektiğini düşünmekteyim..

edit1
#401749

arkadaşın vermiş olduğu (bkz: manua kea) değil (bkz: mauna kea) olmalıydı demem üzerine olanlar :)
bu bir icazet değildir. bunu icazet olarak tanımlayan bu gibi tipler ilgili fakat bilgisizdir.
devamını gör...