yaz dizisi
bu diziler, hafif melodram ama romantik ve komedi karışımı olarak ortaya çıkan yapımlardır. şablon bellidir, tutarsa ne güzel, tutmazsa da "yazı geçirdik" hesabı.
devamını gör...
ibretlik hikayeler
idam sehpasına ilk papaz çıkarılır.
– son sözün nedir?
der ki:
– ben allah’a inanıyorum, o beni kurtaracaktır.
allah... allah...diye bağırır
giyotini indirdiklerinde boynuna birkaç santim kala giyotin durur. halk şaşırır ve hep bir ağızdan bağırır:
– onu serbest bırakın; allah sözünü söylemiş ve onu korumuştur.
böylece papaz idam edilmekten kurtulur...
sıra hakime gelir, ona da sorarlar:
– demek istediğin en son söz nedir?
– ben papaz gibi allah’a inanmıyorum. ama adalete güveniyorum.
adalet... adalet... adalet... diye bağırır
giyotini indirirler, giyotin hakimin de boynuna birkaç santim kala durur...
bunun üzerine insanlar tekrar şaşırır ve bağırırlar:
– adalet sözünü söyledi, onu serbest bırakın.
böylece hakim de boynunun kesilmesinden kurtulur...
sıra fizikçiye gelir. ona da
– son sözünü söyle derler
– ben ne allah’a inanan bir papazım, ne de adalete güvenen bir hakim..
bildiğim tek şey şudur:
giyotinin ipinde bir düğüm var ve o düğüm giyotinin tam inmesine engel oluyor.
görevliler giyotini kontrol edince gerçekten de bir düğüm olduğunu görürler. düğümü açıp tekrar bırakırlar, böylece fizikçinin başı bedeninden kopar...
toplumdaki "düğümler" ve sorunlara işaret edip gerçekleri söylemenin acı sonuçları olabilir!..
gerçekleri kimler ve neden söyler/söylemelidir?..
papaz, bilimsel eğitim almadığı için ilahi adaleti bekliyor ve allah'ın (ilahi) adaleti dağıtacağına inandığı için beşeri adalete güvenmiyor
hakim, allah'a inanmıyor, neden orada olduğu ile neyle yargılandığını da sorgulamıyor.kendilerinin karar verdiği adalete güveniyor bilimin ispatlanabilir gerçek olduğunu , bilimsel eğitim almayanların yanlış karar verebileceği gerçeğinden uzak düşünüyor..
fizikçi ise ne allah'a inanıyor, ne adalete güveniyor her şeyin bilimsel akılla ve mantıkla olacağına ve bilimin doğruları söylemek olduğu inancıyla,
"giyotinin ipinde bir düğüm var ve o düğüm giyotinin tam inmesine engel oluyor." diyerek doğruları söylüyor..
bilim adamları,aydınlar ve devrimciler doğruları söyler /söylemek zorundalar, giyotinle idamı göze alabilecek kadar gerçektirler.
önemlisi,
papaz gibi , herşeyi allah'a havale ederek hiç bir sorumluluk almadan yaşamak mı?..
ya da,
hakim gibi, egemenlerin kendi çıkaraları için yaptığı kanunlardan, doğru adalet bekleyerek mi?
yoksa
fizikçi gibi, geleceği aydınlatmak, çocuklara yaşanabilir bir dünya bırakabilmek için doğruları söyleyerek onurlu ölmek mi?...
anadolu topraklarında doğruları söyleyenler ve aydınlık yarınların özgürlüğü için savaşanlar hep olmuştur/olacaktır..
devamını gör...
sevim gözay
1972 doğumlu gazeteci. bir yayıncı. kültür, yaşam ve medya alanlarında içerikler üretti. kanal d, tv8, cnn türk, atv, show tv, habertürk, sky 360, trt kanallarında yönetmenlik, sunuculuk, moderatörlük ve jüri üyeliği yaptı. asistan olarak ‘dr. stress’, ‘canlan biraz’, yardımcı yönetmen ve yönetmen olarak ‘sabah şekerleri’, ‘hi-fi’, ‘netiket’, yönetmen-seslendiren olarak ‘istanbulart’, sunucu-editör olarak ‘şehrin rengi’, ‘dizikolik’, ‘bazıları sıcak sever’ ve ‘artist’ programlarını ekrana taşıdı.
ne yazık ki bugün vefat etmiş allah rahmet eylesin ruhu şad olsun. ölümü ile birlikte tanıdığım güzel bir insan. twitter'da gündem şuan da.
ne yazık ki bugün vefat etmiş allah rahmet eylesin ruhu şad olsun. ölümü ile birlikte tanıdığım güzel bir insan. twitter'da gündem şuan da.
devamını gör...
vahdet-i vücud
tasavvufta yaratan ile yaratılanın tek olduğu görüşüdür. bakalım mevlana hz, rubai'lerinde bundan nasıl bahsetmiş:
gönlümün içinde ve dışında var olan hep o'dur. tenimdeki can, kan ve damar hep o'dur.
buraya nasıl olur da şirk ve iman sığar?
varlığımın nedeni ve niçini kalmadı; çünkü vücudum da ondandır ve hep o'dur.
çok farklı bir boyut ve bakış açısı bu.
gönlümün içinde ve dışında var olan hep o'dur. tenimdeki can, kan ve damar hep o'dur.
buraya nasıl olur da şirk ve iman sığar?
varlığımın nedeni ve niçini kalmadı; çünkü vücudum da ondandır ve hep o'dur.
çok farklı bir boyut ve bakış açısı bu.
devamını gör...
deniz üstü köpürür
devamını gör...
yolda yürürken yapılmaması gerekenler
yemek yemek, su içmek, sigara içmek, tükürmek vs. uzar gider.
devamını gör...
boğaziçi öğrencilerinin videosu vs tgb öğrencilerinin videosu
ülkesini hem sevip, hem de ülkenin geldiği son noktaya üzülen bir kişi olarak, iki videoyu da aynı tepkiyle izledim. "ülkem adına üzgünüm" sözünün karşılığı "ülkemi seviyorum" olamaz bana göre. aklı başında bir insan hem sevip, hem üzülür. zaten üzülmek, sevgi barındıran bir tabirdir. sevmesen, "amaan banane" dersin ve sadece kendi hayatına bakarsın. ama ülkesi adına üzülen insan, ülkesini daha iyi yerlerde, daha farklı koşullarda görmek istiyor demektir.
ben de üzülüyorum. üzüldüğüm çok şey var. onları sıralamıycam şimdi ama bu başlığın konusu olduğu için söyleyim, üzüldüğüm şeylerden biri de; gençlerin bu şekilde kutuplaştırılıp, ayrıştırılması.
65 yaşında bir adam bu ülkenin geleceği değil, bu gençler ülkenin geleceği. zihinlerini, zekalarını sadece bilime yormaları gereken yaşta uğraştıkları, uğraştırıldıkları şeylere bak.
ben de üzülüyorum. üzüldüğüm çok şey var. onları sıralamıycam şimdi ama bu başlığın konusu olduğu için söyleyim, üzüldüğüm şeylerden biri de; gençlerin bu şekilde kutuplaştırılıp, ayrıştırılması.
65 yaşında bir adam bu ülkenin geleceği değil, bu gençler ülkenin geleceği. zihinlerini, zekalarını sadece bilime yormaları gereken yaşta uğraştıkları, uğraştırıldıkları şeylere bak.
devamını gör...
verdikten sonra pişman olunan şeyler
kitaplarımdır. öyle çok arkadaşıma, eşe dosta kitap verdim ki keşke zamanı geri alabilsem dedirtiyor bu durum bana. o kitapların bir iki tanesi iade edildi, geri kalanı kayıp. zaten kime ne verdiğimi bile anımsamıyorum. lise yıllarımda kitap alacak param olmadığında -ki o yıllarda kitap alacak param yoksa hiç param yok demekti- sahaflarda değiş tokuş ettiğim onca kitabı özlüyorum. pişmanım sözlük.
devamını gör...
genç werther'in acıları
türkçeye "genç werther'in acıları (kitap) olarak çevrilmiştir. johann wolfgang von goethe bu kısacık mektup romanı 25 yaşında, 2 haftada yazmıştır. o yaşta bu denli yoğun yazıyor oluşu, aslında içine attığı yoğun aşkın bir dışavurumuydu da. (umarım ben de kitabımı tutkulu bir şekilde yazıp bitirebilirim.) ayrıca belki de werther dünya tarihinde en çok atıf yapılan roman karakterleri arasında ilk 5'tedir. (belki 10'da...) ilki zaten raskolnikov... muhtemelen ikincisi sherlock holmes'tur. fakat werther... edebiyatta bahsedilmesi gereken kilit karakterlerdendir. hele de yazarı goethe olunca. hele de goethe, edebiyatta miguel de cervantes'in don quijote (kitap)'undan ve william shakespeare'in hamlet (kitap)'inden sonra ve fyodor mihayloviç dostoyevski'nin ise yeraltından notlar (kitap)'ından önce yazmış olduğu faust (kitap)'a yönelik önemli ayrıntılar taşımaktaysa. (ki dostoyevski'nin goethe'den etkilendiğini söylemeye gerek yoktur, sanıyorum.) edebiyatın kaderini değiştiren bu dört yazarın bu dört kitabını göz önüne alırsak, goethe'nin dehasının ne denli görkemli olduğunu görebiliriz! hem goethe'nin yaşamına bakıldığında sadece edebiyatta "buluş"lara imza atmamıştır. doğayla haşır neşir bir isim ve bir hukukçu olan goethe, belki reform denilebilecek önemli işlere imza atmıştır.
elbette goethe'nin uzun ve deyim yerindeyse tutkulu yaşamını burada anlatmaya dilim yetmez. konumuz ise genç werther. werther salgını'na neden olan werther... onun yüreciğinden geçen her bir ayrıntıyı biz insanlar olarak benliğimizde taşırız. belki bir yeraltı adamı değildir ama onun da bildiği ayrıntıları bütün varlığıyla özümser. acı çeker! hanımlar, beyler! acı çeker! bizler gibi!.. o yüzden okuduğumuzda bu denli iyi anlayabiliriz onu. tabii arthur schopenhauer olsak muhtemelen werther'e kızıp "ne kadar da zavallı! aşkın kendisini böylesine yakmasına izin verebiliyor!" derdik. ama konu aşk olunca bizim ihtiyara bakmamak lazım. freudyen yaklaşmak her türlü daha doğru olur, diye düşünmekteyim. her neyse. kısa kesip alıntıları paylaşayım. benim anlatmamdansa werther kendini anlatsın. kayda değer gördüğüm her cümleyi yazmak istedim. hem nihat ülner çevirisi güzeldir, her ne kadar orijinal dilinde okumak ile kıyaslanamasa da.
--- alıntı ---
"evet wilhelm, bazen bir an için kalkıp gitme, bağları koparma cesareti buluyorum kendimde, keşke nereye gideceğimi bilsem! herhalde giderdim."
"efkarlı olduğu halde mutsuzluğunu gizleyebilecek, yakınlarının neşesini yok etmeden onu kendi başına üstlenebilecek kadar kişilik sahibi olan tek bir insan gösterin bana."
"kendime, "sen, bulamayacağı şeyleri arayan bir ahmaksın," diyorum."
"boşuna uzatır kollarını ona, sabahları, ağır rüyalardan ağarırken, beyhude arar onu geceleri yatağında, mutlu safiyane bir düş onu aldatınca, çayırda onun yanında oturup, binlerce öpücükle onu örtüyormuşçasına. ah, uyku sersemi sendeleyerek el yordamıyla ona, sabah yatağındaki bütün güzelliğine yürüyüp, kendine gelince basınç altındaki kalbinden gözyaşı selleri akar ve karanlık bir geleceğe bakarak umarsız boşluğa dalar."
"bazen aklım almıyor; onu yalnızca ben, hem de öylesine içten, öylesine dolu dolu severken, ondan başka hiçbir şey görmez, bilmezken, ondan başka hiçbir varlığım yokken, nasıl olur da onu bir başkası da sever, sevebilir?"
"insan aslında karmaşık bir varlık değil. çoğunluğu zamanının büyük bir bölümünü yaşamak için kullanıyor, geriye kalanı ise, özgür oldukları küçük zaman diliminden öyle korkuyor ki, ondan kurtulmanın her türlü yolunu deniyor. işte insanın değişmez yazgısı!"
"yetişkinler de çocuklar gibi bu dünyada oradan oraya sürükleniyorlar ve onlar gibi nereden gelip nereye gittiklerini bilmiyorlar..."
"sonsuz olan yalnızca doğanın zenginliği ve büyük sanatçıyı yalnızca o yetiştiriyor."
"sevgili wilhelm, insanda hem uzaklara gitmek, yeni keşifler yapmak, gezip dolaşmak, hem de sınırlamalara gönüllü olarak boyun eğmek, alışkanlıkların açtığı yolda ilerlerken sağa sola sapmamakla ilgili dürtüler konusunda çok kafa yordum."
"bahçeden kopardığı bir baş lahanayı sofraya koyan insanın basit ve saf mutluluğunu kalbim hissedebiliyorsa, keyfime diyecek yoktur, çünkü o yalnızca lahanayı değil, bütün güzel günleri, onu ektiği o tatlı sabahı, suladığı o tatlı akşamları da sofraya koymuş olur, lahananın günbegün büyümesi ona haz verdiği için her şeyin tadına bir anda yeniden varır."
"biz insanlar güzel günlerin azlığından, kötü günlerinse çokluğundan sık sık yakınırız, bana kalırsa bu doğru bir bakış açısı değil. tanrı'nın bize her gün sunduğu güzel şeylerin tadını çıkaracak kadar kalbimizin kapıları açık olursa, başımıza gelen kötü şeylere katlanacak gücümüz olur."
"kesin olan şu ki, mutluluğumuzdan yalnızca kalbimiz sorumlu."
"yalnızca empati kurduğumuzda bir konuyla ilgili olarak konuşabilme onuruna sahip oluruz."
"ilk anlatılana hazırızdır, insan aşırı serüven kokan bir şeye bile ikna edilebilir durumdadır; bu çok çabuk öyle kalıcı olur ki, bunu silip yok etmek isteyenin vay haline!"
"her şeyi kendimizle, kendimizi de herkesle karşılaştıracak şekilde yaratılmışız bir kere, bundan dolayı mutluluk ve hüznümüz bağlı olduğumuz şeylerden etkileniyor kuşkusuz."
"oysa bütün zafiyetlerimiz ve dertlerimizle yolumuzdan sapmadan çalışmaya devam etsek, başkalarının yelkenleri ve kürekleriyle ilerlediği yolda biz dolaşıp zikzaklar çizdiğimiz halde öne geçtiğimizi sıklıkla göreceğiz."
"ruh sükûneti muhteşem bir şey, kendinden hoşnut olmak da aynı şekilde. sevgili dostum, keşke çok değerli bir mücevher olan bu duygu, güzel ve paha biçilmez olduğu kadar kırılgan olmasa."
"ben şimdi okula giden her çocuğun bildiği bir şeyi, yani dünyanın yuvarlak olduğunu tekrarlasam, bunun bana bir yararı olur mu? üzerinde zevkle yaşamak için insanın sadece biraz toprak parçasına, altında huzurla yatmak için de bundan daha azına ihtiyacı var."
"bu aşk, bu sadakat, bu tutku edebi bir kurmaca değil. yaşanan, eğitimsiz, kaba dediğimiz insanların arasında tüm saflığıyla var olan bir şey. ya biz eğitimliler- çarpık eğitilmişliler!"
"ah, insan öyle fani ki, yaşadığından gerçekten emin olduğu bu dünyada bile, varlığının tek bir gerçek iz bıraktığı bu dünyada bile, sevdiklerinin ruhunda ve hatıralarında o da sönüp kaybolacak, hem de çok çabuk!"
"engellerle dolu yolda topuklarını parçalayan her adım endişeli ruhunu rahatlatan bir damladır, sınırlarını zorlayan her günkü yolculuktan sonra bu yürek birçok bunalımdan kurtulmuş halde yatağına uzanır."
"kaderin bize zaman zaman bağışladığı sevinci de birbirimizden esirgiyoruz!"
"bütün dünya, benim için yalnızca seninle ilintili olduğu ölçüde varlık kazandı."
"bildiklerimi herkes bilebilir; yüreğimdir, yalnızca bana ait olan."
--- alıntı ---
elbette goethe'nin uzun ve deyim yerindeyse tutkulu yaşamını burada anlatmaya dilim yetmez. konumuz ise genç werther. werther salgını'na neden olan werther... onun yüreciğinden geçen her bir ayrıntıyı biz insanlar olarak benliğimizde taşırız. belki bir yeraltı adamı değildir ama onun da bildiği ayrıntıları bütün varlığıyla özümser. acı çeker! hanımlar, beyler! acı çeker! bizler gibi!.. o yüzden okuduğumuzda bu denli iyi anlayabiliriz onu. tabii arthur schopenhauer olsak muhtemelen werther'e kızıp "ne kadar da zavallı! aşkın kendisini böylesine yakmasına izin verebiliyor!" derdik. ama konu aşk olunca bizim ihtiyara bakmamak lazım. freudyen yaklaşmak her türlü daha doğru olur, diye düşünmekteyim. her neyse. kısa kesip alıntıları paylaşayım. benim anlatmamdansa werther kendini anlatsın. kayda değer gördüğüm her cümleyi yazmak istedim. hem nihat ülner çevirisi güzeldir, her ne kadar orijinal dilinde okumak ile kıyaslanamasa da.
--- alıntı ---
"evet wilhelm, bazen bir an için kalkıp gitme, bağları koparma cesareti buluyorum kendimde, keşke nereye gideceğimi bilsem! herhalde giderdim."
"efkarlı olduğu halde mutsuzluğunu gizleyebilecek, yakınlarının neşesini yok etmeden onu kendi başına üstlenebilecek kadar kişilik sahibi olan tek bir insan gösterin bana."
"kendime, "sen, bulamayacağı şeyleri arayan bir ahmaksın," diyorum."
"boşuna uzatır kollarını ona, sabahları, ağır rüyalardan ağarırken, beyhude arar onu geceleri yatağında, mutlu safiyane bir düş onu aldatınca, çayırda onun yanında oturup, binlerce öpücükle onu örtüyormuşçasına. ah, uyku sersemi sendeleyerek el yordamıyla ona, sabah yatağındaki bütün güzelliğine yürüyüp, kendine gelince basınç altındaki kalbinden gözyaşı selleri akar ve karanlık bir geleceğe bakarak umarsız boşluğa dalar."
"bazen aklım almıyor; onu yalnızca ben, hem de öylesine içten, öylesine dolu dolu severken, ondan başka hiçbir şey görmez, bilmezken, ondan başka hiçbir varlığım yokken, nasıl olur da onu bir başkası da sever, sevebilir?"
"insan aslında karmaşık bir varlık değil. çoğunluğu zamanının büyük bir bölümünü yaşamak için kullanıyor, geriye kalanı ise, özgür oldukları küçük zaman diliminden öyle korkuyor ki, ondan kurtulmanın her türlü yolunu deniyor. işte insanın değişmez yazgısı!"
"yetişkinler de çocuklar gibi bu dünyada oradan oraya sürükleniyorlar ve onlar gibi nereden gelip nereye gittiklerini bilmiyorlar..."
"sonsuz olan yalnızca doğanın zenginliği ve büyük sanatçıyı yalnızca o yetiştiriyor."
"sevgili wilhelm, insanda hem uzaklara gitmek, yeni keşifler yapmak, gezip dolaşmak, hem de sınırlamalara gönüllü olarak boyun eğmek, alışkanlıkların açtığı yolda ilerlerken sağa sola sapmamakla ilgili dürtüler konusunda çok kafa yordum."
"bahçeden kopardığı bir baş lahanayı sofraya koyan insanın basit ve saf mutluluğunu kalbim hissedebiliyorsa, keyfime diyecek yoktur, çünkü o yalnızca lahanayı değil, bütün güzel günleri, onu ektiği o tatlı sabahı, suladığı o tatlı akşamları da sofraya koymuş olur, lahananın günbegün büyümesi ona haz verdiği için her şeyin tadına bir anda yeniden varır."
"biz insanlar güzel günlerin azlığından, kötü günlerinse çokluğundan sık sık yakınırız, bana kalırsa bu doğru bir bakış açısı değil. tanrı'nın bize her gün sunduğu güzel şeylerin tadını çıkaracak kadar kalbimizin kapıları açık olursa, başımıza gelen kötü şeylere katlanacak gücümüz olur."
"kesin olan şu ki, mutluluğumuzdan yalnızca kalbimiz sorumlu."
"yalnızca empati kurduğumuzda bir konuyla ilgili olarak konuşabilme onuruna sahip oluruz."
"ilk anlatılana hazırızdır, insan aşırı serüven kokan bir şeye bile ikna edilebilir durumdadır; bu çok çabuk öyle kalıcı olur ki, bunu silip yok etmek isteyenin vay haline!"
"her şeyi kendimizle, kendimizi de herkesle karşılaştıracak şekilde yaratılmışız bir kere, bundan dolayı mutluluk ve hüznümüz bağlı olduğumuz şeylerden etkileniyor kuşkusuz."
"oysa bütün zafiyetlerimiz ve dertlerimizle yolumuzdan sapmadan çalışmaya devam etsek, başkalarının yelkenleri ve kürekleriyle ilerlediği yolda biz dolaşıp zikzaklar çizdiğimiz halde öne geçtiğimizi sıklıkla göreceğiz."
"ruh sükûneti muhteşem bir şey, kendinden hoşnut olmak da aynı şekilde. sevgili dostum, keşke çok değerli bir mücevher olan bu duygu, güzel ve paha biçilmez olduğu kadar kırılgan olmasa."
"ben şimdi okula giden her çocuğun bildiği bir şeyi, yani dünyanın yuvarlak olduğunu tekrarlasam, bunun bana bir yararı olur mu? üzerinde zevkle yaşamak için insanın sadece biraz toprak parçasına, altında huzurla yatmak için de bundan daha azına ihtiyacı var."
"bu aşk, bu sadakat, bu tutku edebi bir kurmaca değil. yaşanan, eğitimsiz, kaba dediğimiz insanların arasında tüm saflığıyla var olan bir şey. ya biz eğitimliler- çarpık eğitilmişliler!"
"ah, insan öyle fani ki, yaşadığından gerçekten emin olduğu bu dünyada bile, varlığının tek bir gerçek iz bıraktığı bu dünyada bile, sevdiklerinin ruhunda ve hatıralarında o da sönüp kaybolacak, hem de çok çabuk!"
"engellerle dolu yolda topuklarını parçalayan her adım endişeli ruhunu rahatlatan bir damladır, sınırlarını zorlayan her günkü yolculuktan sonra bu yürek birçok bunalımdan kurtulmuş halde yatağına uzanır."
"kaderin bize zaman zaman bağışladığı sevinci de birbirimizden esirgiyoruz!"
"bütün dünya, benim için yalnızca seninle ilintili olduğu ölçüde varlık kazandı."
"bildiklerimi herkes bilebilir; yüreğimdir, yalnızca bana ait olan."
--- alıntı ---
devamını gör...
bakire olmayan kadınla evlenilir mi sorunsalı
abi yıl 2020, 2020 lan yıl. biriyle iki gün çıktı diye reddettiğim kız oldu diyen var. seviyorsan geçmişe sünger çekersin, geçmişe bakmazsın. kendimce, evlenilecek kızda aranacak son şeydir bakirelik.
devamını gör...
mark eliyahu
journey parçasını her sefer en az iki kere dinlediğim müzisyen kişidir.
devamını gör...
sadece türkiye'de karşılaşılabileceği düşünülen şeyler
film izler gibi inşaat çalışması izlemek.
devamını gör...
normal sözlük dertleşecek yazarlar veri tabanı
karşı cinsle konuşmak isteyenler veritabanı olarak düzeltilirse daha makbul olur. oğlum yemeyin bizi. kıllı tüylü hemcinsinle mesajlaşacaksın he mi hehehe.
devamını gör...
sevilen filmlerin sevilen replikleri
"nasıl bir plan hiç başarısız olmaz biliyor musun ki-woo? plansız olmak. plan yapmamak. neden biliyor musun peki? bir plan yaparsan, hayat o planı hep bozar. plan olmadığı sürece hiçbir şey ters gitmez."
(bkz: parazit)
(bkz: parazit)
devamını gör...
doktora tezinde intihal çıkan bakanın istifa etmesi
hahahahaahaha intihal mi? buradakiler vatandaşın hayallerini çalıyor umurları değil!
devamını gör...
alexandre dumas
tanınan iki alexander dumas vardır. biri monte kristo kontu (kitap) isimli eserin yazarı olarak ünlenmişken diğeri kamelyalı kadın (kitap) eserinin yazarıdır. kamelyalı kadın'ın yazarı olan alexander, monte cristo kontu'nun yazarı olan alexander dumas'nın gayrı meşru çocuklarından biridir ve kendisine babasının ismi verilmiştir. oğul alexander'ın tiyatro eserleriyle bilinirliği artmıştır.
bu iki isim genellikle ya aynı kişi sanılmakta ya da birbirine karıştırılmakta fakat oğul alexander'ın genellikle tiyatro eserleri vermiş olmasının yanında türkçeye çevrilmiş tek eseri de kamelyalı kadın'dır.
bu iki isim genellikle ya aynı kişi sanılmakta ya da birbirine karıştırılmakta fakat oğul alexander'ın genellikle tiyatro eserleri vermiş olmasının yanında türkçeye çevrilmiş tek eseri de kamelyalı kadın'dır.
devamını gör...
yazarların çocukluk anıları
hepimizin yaşamı roman olmayı hak eder. hangisinin best seller olacağı, hangisinin klasikler arasında yer alacağı ise anlatıcının hünerine bağlıdır. aslında yazmak en iyi yaptığım şeylerden birisi. herkes böyle söyler. ben de buna inanırım. amma velâkin iyi yaptığım başka bir şey ise, hünerlerimi çeşitli bahanelerle sergilemekten kaçınma istikrarım.
bugüne kadar bunu yaptığım için hayatımı bir roman haline getirebilme becerisini gösteremedim.
kâh göstermeye pek niyetim olduğunu da sanmıyorum.
aslında benim için işler tıkırında başlamış. çocukken dâhiymişim. deham 1500, havam 3500 imiş.
neden sonra aptallaşma sürecine girmişim. içinde bulunduğunuz toplumun da bunda önemli etkisi var.
düşünün, gayet kıvrak bir zekâya sahipsiniz. yaşıtlarınızdan hep bir adım öndesiniz ama çevrenizde size sürekli pipinizi amcalarınıza ve teyzelerinize göstermeniz gerektiğini salık veren bir kitle var.
bu nasıl bir manyaklıktır arkadaş! teşhire, teşrifinizin bunalımsal iz düşümü…
ulan şimdi bunlar neden benden böyle bir şey istiyor?
bu pipi denen şey çok önemli bir şey olsa gerek.
o andan itibaren pipinin kutsallığına inanmaya başlıyorsunuz. onu takip eden süreç sizin kızlardan daha uzağa işeyebileceğiniz gerçeğini kavramanızla şekilleniyor. erkek egemen yapının kutsallığına da böylece mazhar oluyorsunuz.
hayır, yani daha uzağa işseniz ne olacak? başınız göğe mi erecek?
eriyor olmalı ki, o yaş grubundaki herkes bunu övünç kaynağı olarak görüyor.
ve sonraki yaşamlarında hep daha uzağa işeyebilmek için uğraşıyorlar.
ben bu pipi işinde keramet olmadığını erken fark edenlerdenim. o yüzden aptallaşma sürecim kısa bir süre içinde olsa kesintiye uğramıştır.
neyse…
anlatacaklarımı dinleyecekseniz evvela nerede doğduğumu, nasıl bir çocukluk geçirdiğimi, benden önce ailemin ne durumunda olduğunu falan merak ediyor olmalısınız. ama ben bu zırvaların hiç birisini sizlere anlatmak istemiyorum. esasen bunları niye merak ettiğinizi de bugüne kadar anlamış değilim.
her şeye burnunuzu sokmak gibi bir huyunuz var. yani bunları bilseniz ne olacak ki? başınız göğe mi erecek? ( yine baş ve gök metaforunu kullandığımı fark etmişsinizdir. seviyorum arkadaş ne yapayım yani? )çoğunuz yaşamlarınızı bir fanusun içerisinde size sunulan şeylerle idame ettiriyorsunuz. size öğretilenler dışında hiçbir şeye ilgi duymuyorsunuz. aslında tamamen ön koşullanma dumuru sizinki, ama bundan haberiniz dahi yok. hayatlarınızın sınırını başka insanlar çiziyor. olaylara, kişilere bakışınızı, içerisinde yetiştiğiniz çevre belirliyor.
hepinizin bir cv’si var. hep başkaları tarafından belirlenmiş. iyi bir evlatsınız, iyi bir eşsiniz, sadık bir çalışansınız falan filan. kaçınız gerçekten kendinizsiniz merak etmiyor değilim. ama çoğunuzun olmadığını biliyorum.
bu ön koşullanma meselesinin sırrına mazhar olmam 5-6 yaşlarında yaşadığım bir olayla ilintilidir. tam da ilginizi çekebilecek şekilde bir giriş yaparsam fena olmaz. en azından şu ana kadar yazdıklarım hoşunuza gitmemişken bu kısımdan sonra, merak ivmeniz yükselip, biraz olsun yatışabilirsiniz diye düşünüyorum.
efendim o sıralar babamın görevi dolayısıyla bilecik denen şirin ilimizde ikamet ediyoruz. aslında oraya şehir demek için 80 bin şahit lazım. şimdide bilecikliler kızacak ama yapabileceğim bir şey yok. olanı yazmak zorundayım. gerçekler acıtır derler ama ben acıttığı kısmına katılmıyorum. genelde kızdırıyor. bu kalpsiz dünya da, acıyan tek yeriniz, güvende olduğunu düşündüğünüz koca popolarınız. zaten tek derdiniz de, popolarınızı kurtarmak değil mi?
neyse sadede geleyim; o dönemler mahalle kültürü denen bir şey var. şimdilerde ruhuna el fatiha dedik. itinayla gömdük. rahmetli, aslında kültürel açıdan bir zenginlikti. ammavelâkin bize fazla geldi.
herkesin birbirini tanıdığı bir sokakta yaşıyorduk. ilişkiler o kadar sıcak ve candan gözüküyordu ki, matrix’in bu yanıltıcı gerçekliğine bende aldanmıştım. herkes birbirini koruyor, kolluyor, çocuklar kardeş gibi yetişiyordu.
o zamanlar insanları sevmek için elimde yığınla materyal vardı. örneğin hayriye teyzenin börekleri, cemil amca’nın şekerlemeleri bende dünyanın muhteşem bir yer olduğu algısı yaratmıştı. iki katlı ahşap bir evimiz vardı. biraz eski olsa da, bugüne kadar oturduğumuz en muhteşem ev oymuş gibi hissederim.
benim mesaim babam evden çıktıktan yarım saat sonra başlardı. hemen kendimi sokağa atar, arkadaşlarımı örgütler ve çeşitli oyunların oynanmasına öncülük ederdim. mahallemiz çok güvenli bir yer olduğu içinde kimse bize karışmazdı.
yalnız bu güvenli sokağın bir defosu vardı. mahallemizin delisinin geçiş saati. bizim delimiz çok dakik bir adamdı. her gün aynı vakitlerde sokaktan geçer, mahalleyi felce uğratırdı. anneler çocuklarını o gelmeden biraz önce evlerine çağırır, güvenliği tesis ederlerdi.
deli nedir? nasıl olunur? şartları nelerdir? bunların hiç birisini bilmiyorduk. bildiğimiz tek şey o sokağa girdiğinde bizim orada olmamamız gerektiğiydi. zira tehlikeli biri olmalıydı. yoksa o kadar insan neden çocuklarını ondan korumaya çalışsındı ki?
aslında ne annem, ne de babam mahallemizin kadrolu delisi hakkında beni uyarmamıştı. benimkisi kendiliğinden oluşan bir reaksiyondu. mahalleyi boşalt kararı alındı. boşaltılacak. tüm çocuklar evlerine doğru koşarken, ben de istemsizce, içgüdüsel olarak aynı ritüeli gerçekleştiriyordum. o gün de aynısı olmuştu. oyun oynarken bir anda çil yavruları gibi dağılmıştık. eve doğru koşmaya başladım. nefes nefese kalmış bir vaziyette kapıyı çaldım. annem olanca sakinliğiyle kapıyı açtı.
- anne deli geliyor.
- öyle söyleme evladım.
- ama deli
annem o adama deli denmesine kızıyordu. ‘’garip’’ derdi. bunu söylerken, ses tonunda hafiften bir sızı hissederdim. lakin umurumda olmazdı. zira o tehlikeli biriydi. içeri girer girmez üst kata doğru yöneldim. merdivenleri hızlıca çıktım. ve pencerenin kenarına geldim. sokağı gözlüyordum. deli’nin geçişini izlemek tüm çocuklar için rutin bir durum halini almıştı.
uzun saçları vardı. saçı ve sakalı birbirine karışmıştı. boylu poslu bir adamdı. sokaktan geçerken kafasını önüne eğer. kendi kendisine söylenirdi. kadife bir pantolonu ve yeşil bir parkası olduğunu hatırlıyorum. birde o meşhur boğazlı kazağı. üniforma gibi hep aynı şeyleri giyiyordu. parkasının yanından sarkan çantasının içinde neler olduğunu hep merak etmiştik.
başka mahallenin çocuklarına ait eşyaları toplamış olabilirdi. ama biz ona zırnık koklatmamıştık. çünkü işimizi biliyorduk. deli bizi yakalayamıyor, hal böyle olunca da, oyuncuklarımızı ona kaptırmıyorduk. o tam anlamıyla bir çocuk düşmanı olmalıydı. gulyabaninin insana benzeyen versiyonu sokağı terk ettiğinde heyecanla aşağı indim.
- oğlum nereye?
- deli gitti anne. dışarı çıkıyorum.
- geç kalma.
- tamam anne.
sokağın güvenli olduğuna kanaat etmiş olan ben, zafer kazanmış komutan edasıyla sokağa doğru vakur adımlarla ilerliyordum. sahi sizler bu hissi iyi bilirsiniz değil mi? hep kaçarak zafer kazandınız ne de olsa. bana dokunmayan yılan kırk yıl yaşasın mantığı hüküm sürdü yaşamınızda. sakın şimdi yok öyle bir şey, vesaire gibi söylemlerin arkasına sığınmayın. dürüst olun! zira popolarınız halen rahat ve keyifli bir şekilde hüküm sürmekteyse ve oturduğunuz zemin poponuzun altından kaymıyorsa, hep bu sayede… bu arada istisna kardeş, sen bu sözleri üzerine zaten alınmamışsındır.
neyse devam edeyim.
sokak güvenli demiştim. hakikaten de öyle idi. diğer arkadaşlarıma haber vermek için freni boşalmış kamyon gibi koşturuyordum ki, ayağım bir taşa takıldı. yüz üstü yere kapaklandım. başım fena halde acıyor ve debisi çıldırmış bir nehir misali şarıl şarıl kanıyordu. neden sonra birisinin beni kolumdan kavrayarak ayağa kaldırmaya çalıştığını fark ettim.
-haydi, kalk evlat.
canımın yandığına mı üzüleyim yoksa mahallenin delisine yakalandığıma mı bilemiyordum. içimden bir ses kaç kurtul diye böğürüyor, kalbim deli gibi çarpıyordu. bu arada kalbim deli değil. bu bir mecazdır. altını çizmek isterim. ben hayatım da, o ana kadar yaşadığım ilk ve derin ikilemle boğuşurken, kendimi kadrolu delimizin kucaklarında buluveriyorum.
-evin ne tarafta?
ses yok. ağlayamıyorum bile. lakin bir şeyi fark ediyorum, o an benim için mühim bir şey bu. mahallemizin delisi bana bir şey yapmıyor. elimle sokağın köşesindeki evimizi işaret ediyorum. beni eve doğru taşıyor. çektiğim acı üst boyutlarda. ama merakım acımın yerini almış ve onu saf dışı bırakmış durumda. hafifçe başımı okşuyor. kapıya geliyoruz. zili çalıyor. annemin kapıya doğru geldiğini ayak seslerinden anlıyorum.
annem beni o halde mahallemizin delisinin kucağında görünce, panikliyor.
-ne oldu sana, ne oldu?
delimiz cevap veriyor.
-çocuk yere düştü ve başını çarptı hanımefendi. hastaneye götürsek iyi olur.
annem apar topar paltosunu üzerine geçiriyor. ayakkabılarını giyiyor ve dışarı fırlıyor.
annem önde, ben delimizin kucağında arkadan ilerliyoruz. annemin yoldan geçen arabalara el işareti yaptığını görüyorum. ama nafile hiçbir araba durmuyor. korunaklı mahallemizden kimse ortalarda yok. annem panik halde oraya buraya sesleniyor.
sonra nasıl oluyor, ne oluyor kucak değiştirdiğimi fark ediyorum. bir arabanın içerisindeyiz. annemin kucağındayım. az kaldı birazdan hastaneye varacağız diye fısıldıyor bana.
ben o hastaneden başımda altı dikiş ile çıktım. ama asıl mesele bu değil. asıl mesele benim o hastaneden tüm ön yargılardan sıyrılarak çıkmış olmamdır.
sizlerin deli dediğiniz adam yetiştirdi beni o hastaneye. sonra öğrendim. beni annemin kucağına bırakıp, yolun ortasında durmuş. arabanın birini bu şekilde durdurmuş. o araba ile gitmişiz hastaneye.
o olaydan sonra mahallemizin delisi benim için turgut ağabey oldu. onun turgut ağabey olduğu zamanlara da geleceğiz ama önce sizinle aramızdaki meseleyi çözelim.
söylediğim gibi bir fanusun içindesiniz. size garip gelen insanlara farklı etiketler yapıştırıyorsunuz. farklı farklı canavarlar yaratıyor ve bunlardan korkuyorsunuz. oysa asıl canavarlar sizlersiniz. ortalama insan dediğimiz sizler.
sevgisi vasati kırk çöp olan, çakma korkuların hükümdarı, dâhiyane nefretin mucidi hepinizi deliler öpsün…
bana bir şey olmasın...
istisna bey / istisna hanım sizlere de bir şey olmasın.
bugüne kadar bunu yaptığım için hayatımı bir roman haline getirebilme becerisini gösteremedim.
kâh göstermeye pek niyetim olduğunu da sanmıyorum.
aslında benim için işler tıkırında başlamış. çocukken dâhiymişim. deham 1500, havam 3500 imiş.
neden sonra aptallaşma sürecine girmişim. içinde bulunduğunuz toplumun da bunda önemli etkisi var.
düşünün, gayet kıvrak bir zekâya sahipsiniz. yaşıtlarınızdan hep bir adım öndesiniz ama çevrenizde size sürekli pipinizi amcalarınıza ve teyzelerinize göstermeniz gerektiğini salık veren bir kitle var.
bu nasıl bir manyaklıktır arkadaş! teşhire, teşrifinizin bunalımsal iz düşümü…
ulan şimdi bunlar neden benden böyle bir şey istiyor?
bu pipi denen şey çok önemli bir şey olsa gerek.
o andan itibaren pipinin kutsallığına inanmaya başlıyorsunuz. onu takip eden süreç sizin kızlardan daha uzağa işeyebileceğiniz gerçeğini kavramanızla şekilleniyor. erkek egemen yapının kutsallığına da böylece mazhar oluyorsunuz.
hayır, yani daha uzağa işseniz ne olacak? başınız göğe mi erecek?
eriyor olmalı ki, o yaş grubundaki herkes bunu övünç kaynağı olarak görüyor.
ve sonraki yaşamlarında hep daha uzağa işeyebilmek için uğraşıyorlar.
ben bu pipi işinde keramet olmadığını erken fark edenlerdenim. o yüzden aptallaşma sürecim kısa bir süre içinde olsa kesintiye uğramıştır.
neyse…
anlatacaklarımı dinleyecekseniz evvela nerede doğduğumu, nasıl bir çocukluk geçirdiğimi, benden önce ailemin ne durumunda olduğunu falan merak ediyor olmalısınız. ama ben bu zırvaların hiç birisini sizlere anlatmak istemiyorum. esasen bunları niye merak ettiğinizi de bugüne kadar anlamış değilim.
her şeye burnunuzu sokmak gibi bir huyunuz var. yani bunları bilseniz ne olacak ki? başınız göğe mi erecek? ( yine baş ve gök metaforunu kullandığımı fark etmişsinizdir. seviyorum arkadaş ne yapayım yani? )çoğunuz yaşamlarınızı bir fanusun içerisinde size sunulan şeylerle idame ettiriyorsunuz. size öğretilenler dışında hiçbir şeye ilgi duymuyorsunuz. aslında tamamen ön koşullanma dumuru sizinki, ama bundan haberiniz dahi yok. hayatlarınızın sınırını başka insanlar çiziyor. olaylara, kişilere bakışınızı, içerisinde yetiştiğiniz çevre belirliyor.
hepinizin bir cv’si var. hep başkaları tarafından belirlenmiş. iyi bir evlatsınız, iyi bir eşsiniz, sadık bir çalışansınız falan filan. kaçınız gerçekten kendinizsiniz merak etmiyor değilim. ama çoğunuzun olmadığını biliyorum.
bu ön koşullanma meselesinin sırrına mazhar olmam 5-6 yaşlarında yaşadığım bir olayla ilintilidir. tam da ilginizi çekebilecek şekilde bir giriş yaparsam fena olmaz. en azından şu ana kadar yazdıklarım hoşunuza gitmemişken bu kısımdan sonra, merak ivmeniz yükselip, biraz olsun yatışabilirsiniz diye düşünüyorum.
efendim o sıralar babamın görevi dolayısıyla bilecik denen şirin ilimizde ikamet ediyoruz. aslında oraya şehir demek için 80 bin şahit lazım. şimdide bilecikliler kızacak ama yapabileceğim bir şey yok. olanı yazmak zorundayım. gerçekler acıtır derler ama ben acıttığı kısmına katılmıyorum. genelde kızdırıyor. bu kalpsiz dünya da, acıyan tek yeriniz, güvende olduğunu düşündüğünüz koca popolarınız. zaten tek derdiniz de, popolarınızı kurtarmak değil mi?
neyse sadede geleyim; o dönemler mahalle kültürü denen bir şey var. şimdilerde ruhuna el fatiha dedik. itinayla gömdük. rahmetli, aslında kültürel açıdan bir zenginlikti. ammavelâkin bize fazla geldi.
herkesin birbirini tanıdığı bir sokakta yaşıyorduk. ilişkiler o kadar sıcak ve candan gözüküyordu ki, matrix’in bu yanıltıcı gerçekliğine bende aldanmıştım. herkes birbirini koruyor, kolluyor, çocuklar kardeş gibi yetişiyordu.
o zamanlar insanları sevmek için elimde yığınla materyal vardı. örneğin hayriye teyzenin börekleri, cemil amca’nın şekerlemeleri bende dünyanın muhteşem bir yer olduğu algısı yaratmıştı. iki katlı ahşap bir evimiz vardı. biraz eski olsa da, bugüne kadar oturduğumuz en muhteşem ev oymuş gibi hissederim.
benim mesaim babam evden çıktıktan yarım saat sonra başlardı. hemen kendimi sokağa atar, arkadaşlarımı örgütler ve çeşitli oyunların oynanmasına öncülük ederdim. mahallemiz çok güvenli bir yer olduğu içinde kimse bize karışmazdı.
yalnız bu güvenli sokağın bir defosu vardı. mahallemizin delisinin geçiş saati. bizim delimiz çok dakik bir adamdı. her gün aynı vakitlerde sokaktan geçer, mahalleyi felce uğratırdı. anneler çocuklarını o gelmeden biraz önce evlerine çağırır, güvenliği tesis ederlerdi.
deli nedir? nasıl olunur? şartları nelerdir? bunların hiç birisini bilmiyorduk. bildiğimiz tek şey o sokağa girdiğinde bizim orada olmamamız gerektiğiydi. zira tehlikeli biri olmalıydı. yoksa o kadar insan neden çocuklarını ondan korumaya çalışsındı ki?
aslında ne annem, ne de babam mahallemizin kadrolu delisi hakkında beni uyarmamıştı. benimkisi kendiliğinden oluşan bir reaksiyondu. mahalleyi boşalt kararı alındı. boşaltılacak. tüm çocuklar evlerine doğru koşarken, ben de istemsizce, içgüdüsel olarak aynı ritüeli gerçekleştiriyordum. o gün de aynısı olmuştu. oyun oynarken bir anda çil yavruları gibi dağılmıştık. eve doğru koşmaya başladım. nefes nefese kalmış bir vaziyette kapıyı çaldım. annem olanca sakinliğiyle kapıyı açtı.
- anne deli geliyor.
- öyle söyleme evladım.
- ama deli
annem o adama deli denmesine kızıyordu. ‘’garip’’ derdi. bunu söylerken, ses tonunda hafiften bir sızı hissederdim. lakin umurumda olmazdı. zira o tehlikeli biriydi. içeri girer girmez üst kata doğru yöneldim. merdivenleri hızlıca çıktım. ve pencerenin kenarına geldim. sokağı gözlüyordum. deli’nin geçişini izlemek tüm çocuklar için rutin bir durum halini almıştı.
uzun saçları vardı. saçı ve sakalı birbirine karışmıştı. boylu poslu bir adamdı. sokaktan geçerken kafasını önüne eğer. kendi kendisine söylenirdi. kadife bir pantolonu ve yeşil bir parkası olduğunu hatırlıyorum. birde o meşhur boğazlı kazağı. üniforma gibi hep aynı şeyleri giyiyordu. parkasının yanından sarkan çantasının içinde neler olduğunu hep merak etmiştik.
başka mahallenin çocuklarına ait eşyaları toplamış olabilirdi. ama biz ona zırnık koklatmamıştık. çünkü işimizi biliyorduk. deli bizi yakalayamıyor, hal böyle olunca da, oyuncuklarımızı ona kaptırmıyorduk. o tam anlamıyla bir çocuk düşmanı olmalıydı. gulyabaninin insana benzeyen versiyonu sokağı terk ettiğinde heyecanla aşağı indim.
- oğlum nereye?
- deli gitti anne. dışarı çıkıyorum.
- geç kalma.
- tamam anne.
sokağın güvenli olduğuna kanaat etmiş olan ben, zafer kazanmış komutan edasıyla sokağa doğru vakur adımlarla ilerliyordum. sahi sizler bu hissi iyi bilirsiniz değil mi? hep kaçarak zafer kazandınız ne de olsa. bana dokunmayan yılan kırk yıl yaşasın mantığı hüküm sürdü yaşamınızda. sakın şimdi yok öyle bir şey, vesaire gibi söylemlerin arkasına sığınmayın. dürüst olun! zira popolarınız halen rahat ve keyifli bir şekilde hüküm sürmekteyse ve oturduğunuz zemin poponuzun altından kaymıyorsa, hep bu sayede… bu arada istisna kardeş, sen bu sözleri üzerine zaten alınmamışsındır.
neyse devam edeyim.
sokak güvenli demiştim. hakikaten de öyle idi. diğer arkadaşlarıma haber vermek için freni boşalmış kamyon gibi koşturuyordum ki, ayağım bir taşa takıldı. yüz üstü yere kapaklandım. başım fena halde acıyor ve debisi çıldırmış bir nehir misali şarıl şarıl kanıyordu. neden sonra birisinin beni kolumdan kavrayarak ayağa kaldırmaya çalıştığını fark ettim.
-haydi, kalk evlat.
canımın yandığına mı üzüleyim yoksa mahallenin delisine yakalandığıma mı bilemiyordum. içimden bir ses kaç kurtul diye böğürüyor, kalbim deli gibi çarpıyordu. bu arada kalbim deli değil. bu bir mecazdır. altını çizmek isterim. ben hayatım da, o ana kadar yaşadığım ilk ve derin ikilemle boğuşurken, kendimi kadrolu delimizin kucaklarında buluveriyorum.
-evin ne tarafta?
ses yok. ağlayamıyorum bile. lakin bir şeyi fark ediyorum, o an benim için mühim bir şey bu. mahallemizin delisi bana bir şey yapmıyor. elimle sokağın köşesindeki evimizi işaret ediyorum. beni eve doğru taşıyor. çektiğim acı üst boyutlarda. ama merakım acımın yerini almış ve onu saf dışı bırakmış durumda. hafifçe başımı okşuyor. kapıya geliyoruz. zili çalıyor. annemin kapıya doğru geldiğini ayak seslerinden anlıyorum.
annem beni o halde mahallemizin delisinin kucağında görünce, panikliyor.
-ne oldu sana, ne oldu?
delimiz cevap veriyor.
-çocuk yere düştü ve başını çarptı hanımefendi. hastaneye götürsek iyi olur.
annem apar topar paltosunu üzerine geçiriyor. ayakkabılarını giyiyor ve dışarı fırlıyor.
annem önde, ben delimizin kucağında arkadan ilerliyoruz. annemin yoldan geçen arabalara el işareti yaptığını görüyorum. ama nafile hiçbir araba durmuyor. korunaklı mahallemizden kimse ortalarda yok. annem panik halde oraya buraya sesleniyor.
sonra nasıl oluyor, ne oluyor kucak değiştirdiğimi fark ediyorum. bir arabanın içerisindeyiz. annemin kucağındayım. az kaldı birazdan hastaneye varacağız diye fısıldıyor bana.
ben o hastaneden başımda altı dikiş ile çıktım. ama asıl mesele bu değil. asıl mesele benim o hastaneden tüm ön yargılardan sıyrılarak çıkmış olmamdır.
sizlerin deli dediğiniz adam yetiştirdi beni o hastaneye. sonra öğrendim. beni annemin kucağına bırakıp, yolun ortasında durmuş. arabanın birini bu şekilde durdurmuş. o araba ile gitmişiz hastaneye.
o olaydan sonra mahallemizin delisi benim için turgut ağabey oldu. onun turgut ağabey olduğu zamanlara da geleceğiz ama önce sizinle aramızdaki meseleyi çözelim.
söylediğim gibi bir fanusun içindesiniz. size garip gelen insanlara farklı etiketler yapıştırıyorsunuz. farklı farklı canavarlar yaratıyor ve bunlardan korkuyorsunuz. oysa asıl canavarlar sizlersiniz. ortalama insan dediğimiz sizler.
sevgisi vasati kırk çöp olan, çakma korkuların hükümdarı, dâhiyane nefretin mucidi hepinizi deliler öpsün…
bana bir şey olmasın...
istisna bey / istisna hanım sizlere de bir şey olmasın.
devamını gör...
ankara'ya aşık olmak
bir kamçılı orkestra şefi ukdesidir.
bu aşkı deniz kenarı şehirlerden gelen insanların geneli anlayamaz. bu aşkı çocukluğunu, gençliğini, ilk sevgilisini, mutluluklarını, hüzünlerini şehrin baktığı yerlerinde gören insanlar anlar.
sizin o denizi, yeşili olan şehirlerinizi herkes sever. oraları sevmek kolaydır. ankara’yı sevmek ise yürek ister, bu bozkırda bile güzellik görecek derin bir ruh ister.
edit: sen tunalı hilmi ile kennedy’nin kesişiminden dikilip caddeyi yokuş aşağı izlerken asfalttan ve binalarla dolu bir cadde görürsün. ben o caddede ilk elini tuttuğum kızı, konser için ilk gittiğim mekanı, liseliyken yılbaşı gecesi komi olarak ekstra çalıştığım mekanı, oturup ağladığım köşeyi görürüm.
bu aşkı deniz kenarı şehirlerden gelen insanların geneli anlayamaz. bu aşkı çocukluğunu, gençliğini, ilk sevgilisini, mutluluklarını, hüzünlerini şehrin baktığı yerlerinde gören insanlar anlar.
sizin o denizi, yeşili olan şehirlerinizi herkes sever. oraları sevmek kolaydır. ankara’yı sevmek ise yürek ister, bu bozkırda bile güzellik görecek derin bir ruh ister.
edit: sen tunalı hilmi ile kennedy’nin kesişiminden dikilip caddeyi yokuş aşağı izlerken asfalttan ve binalarla dolu bir cadde görürsün. ben o caddede ilk elini tuttuğum kızı, konser için ilk gittiğim mekanı, liseliyken yılbaşı gecesi komi olarak ekstra çalıştığım mekanı, oturup ağladığım köşeyi görürüm.
devamını gör...


