mahlas (yazar)
mekanı center oldu.
devamını gör...
yazarların bugünkü mutluluk sebebi
t: yazarların bugünkü mutluluk sebebi.
yeni bir güne uyanabilmek.
yeni bir güne uyanabilmek.
devamını gör...
vozvrashchenie
2003 rusya yapımı andrey zvyagintsev filmi.
bana göre yönetmenin en iyi eseri; içinde bolca mistik öğeler barındıran psikanalitik bir film. bir aile içinde güç sahibi fert babayı, rus otoriter devletiyle simgelemiş. çok güzel fotoğraflar görmek isteyenlere, rusya'nın doğasını, karanlık sabahlarını, çocukların dünyasını merak edenlere tavsiye olunur.
not: sözlükteki ilk entrymi yönetmenin çok sevdiğim diğer filmi nelyubov başlığına yazacaktım ancak ilk entrysini nelyubov'a yazmak isteyen bir başka yazar benden önce davranmış.
bana göre yönetmenin en iyi eseri; içinde bolca mistik öğeler barındıran psikanalitik bir film. bir aile içinde güç sahibi fert babayı, rus otoriter devletiyle simgelemiş. çok güzel fotoğraflar görmek isteyenlere, rusya'nın doğasını, karanlık sabahlarını, çocukların dünyasını merak edenlere tavsiye olunur.
not: sözlükteki ilk entrymi yönetmenin çok sevdiğim diğer filmi nelyubov başlığına yazacaktım ancak ilk entrysini nelyubov'a yazmak isteyen bir başka yazar benden önce davranmış.
devamını gör...
çamaşır suyu ile tuz ruhunu karıştırmak
bir an önce allah'ına kavuşmak isteyen arkadaşların tercih ettiği ölüm yöntemi.
çamaşır suyu çok kuvvetli bir baz, tuzruhu ise çok kuvvetli bir asittir. lise kimya derslerinden de hatırlayacağınız üzere asit ve bazların tepkimeye girmesiyle tuz ve su oluşuyor. çamaşır suyu ve tuzruhunu karıştırarak hem su elde edersiniz hem de kimyasal silah olarak kullanılan klor gazını. hatırladınız mı? suriye'de kullanılan ve savaş suçu olarak değerlendirilen klor gazı...
uzun lafın kısası, bu acayip karışım, sonunda suya dönüştüğü için hem iyi temizlik yapmaz hem de klor gazı gibi oldukça zehirli bir kimyasalın oluşmasına yol açar. ayrı ayrı kullanın, hem adam gibi temizlik yapın hem de ölüme koşmayın.
çamaşır suyu çok kuvvetli bir baz, tuzruhu ise çok kuvvetli bir asittir. lise kimya derslerinden de hatırlayacağınız üzere asit ve bazların tepkimeye girmesiyle tuz ve su oluşuyor. çamaşır suyu ve tuzruhunu karıştırarak hem su elde edersiniz hem de kimyasal silah olarak kullanılan klor gazını. hatırladınız mı? suriye'de kullanılan ve savaş suçu olarak değerlendirilen klor gazı...
uzun lafın kısası, bu acayip karışım, sonunda suya dönüştüğü için hem iyi temizlik yapmaz hem de klor gazı gibi oldukça zehirli bir kimyasalın oluşmasına yol açar. ayrı ayrı kullanın, hem adam gibi temizlik yapın hem de ölüme koşmayın.
devamını gör...
oruç aruoba'nın rte'ye yazdığı açık mektup
gezi olayları sırasında (bkz: oruç aruoba) tarafından rte'ye yazılan açık mektuptur.
sayın erdoğan,
izmir, 17 haziran 2013
son iki gündür, ama aslında bu son iki haftadır, sizi düşündüm nedense, aklım hep üniversite hocalığı yaptığım yıllardaki (1973-1983) eski anılarıma geri dönüp durdu. ilk birkaç gün içinde de bunun nedenini kavradım: siz o yıllarda üniversite öğrencisiydiniz; benim de, kafaları sizinkine benzer biçimde çalışan birkaç öğrencim olmuştu. -yani, o islami “kafa”nın çalışma biçimini düşündüm, aslında- kendimi de sizinle birlikte bir üniversite amfisine geri dönmüş buldum... birçok nokta da, aradan geçmiş 30 yılın ardından, yerli yerine oturdu. bu noktaları size anlatmaya çalışmak için yazıyorum.
o yıllarda, size benzer, “islamcı” denilen öğrenciler de geliyordu üniversiteye. biz, hocalar olarak öteki; “devrimci” ve “ülkücü” olarak gelen öğrencilerin arasında, bunları kayırmaya eğilimliydik, çünkü o ötekiler arasında bir tür kıskaç içine düşüyorlardı.
eyleme yatkındılar
“mağdur” ve “mazlum” oluyorlardı, sizin deyimlerinizle. aslında, ideolojik olarak, en az ötekiler kadar “sıkı” bir “kafa yapıları” vardı - üstelik, eyleme de yatkındılar; ama bazen kendilerine “akıncı” ya da “mücahit” deseler de, ötekiler kadar şiddet yanlısı değillerdi. gerçi ötekilerin “tek yol devrim”, “tek vatan, tek millet” gibi graffitilerine karşılık “tek yol islam” yazıyorlardı duvarlara; ama ötekiler yazarken yakalamasınlar diye dikkat de ediyorlardı - ne de olsa ötekilerin çoğunlukla bıçakları, hatta tabancaları vardı; onlarınsa (galiba?) yoktu. ötekiler silahları aslında birbirlerine ve “polis”e karşı kullanıyorlardı; onları ise, arada öylesine bir pataklıyorlardı ama, olsun, ne olur ne olmaz...
siz de böylesi cenderelerden geçtiniz, tahmin ediyorum: hem de, “tek yol” sayarak içinde yetiştiğiniz islam ve kafanızdaki ezber kuran karşısında, “kâfirlik” olmasa bile “zındıklık” saydığınız bu ideolojilerin arasında; üstelik, en büyük kâfirler saydığınız “iki ayyaş”ın izleyicileri olma iddiasındaki “silah sahipleri”nin tehdidi altında, yapabileceğiniz pek bir şey yoktu. o “silah sahipleri”nin en sonuncuları, bereket versin (!) o iki ideoloji sahiplerini doğradılar, astılar. siz de imam hatip sonrası (bir lyceé’nin de kâğıdını alarak) zar-zor girdiğiniz iktisadi ve ticari ilimler akademisi’nden devşirme, bir işe yaramaz diplomayla, kendinizi kasımpaşa kaldırımlarında buldunuz. gerçi, herhalde, genç bir yaşta girdiğiniz gençlik örgütleri ve bağınız olan “düşünsel”, yani islami örgütler size göz kulak oluyordu; ama “lümpen proleter”diniz artık: kısa bir süre ayak topunu denediniz ama buna da yeteneğiniz olmadığını anladınız. hayatınız boyunca, “politikacılık” (“resmi” biyografinize göre limonata ve simit satmak) dışında, görünür bir “iş” tutmadınız; bilgi sahibi olmak anlamında bir “meslek erbabı” olmadınız.
o yıllarda, sizin dilinizden konuşur gibi görünen badem bıyıklı, rengârenk kravatlı bir makine profesörü, “din-iman” diye bağırıp çağırmaya başlamıştı; siz de onun yanına gidip “divan durup el bağlayarak” rahlei tedrisine çömeldiniz. (mekanik falan değil, politika tedrisatı görmek için tabii...) bu “kadayıf pişirici” iyiydi hoştu da, her şeyi yüzüne gözüne bulaştırıyordu; ama sizi de belediye başkanı yaptırdı. gene de işte, partinizin oyları yüzde 20’nin üstüne çıkmıyordu bir türlü; boyuna da kapatılıp duruyordu. siz de başka yolların denenmesi gerektiğine karar verip, “hoca”nızı da yüzüstü bırakarak, kendi “yol”unuzu yürümeye başladınız. yaptıklarınıza, kendi ilkeleri açısından, muarızlarınızdan hiçbirinin (tutarlı olarak) karşı çıkamayacağı yollar tuttunuz: insan hakları ve kişi özgürlüğü’ne dayanmak, “demokrat” olmak, avrupa birliği’ne girmek, çağdaş hukuk (“muasır medeniyet”-maazallah) normlarını yasalara sokmak...
islami takıntılar
bu yollar işe yarıyordu; hem demokratikleşiyormuşsunuz gibi bir görünüm veriyordu yaptıklarınıza hem de popülaritenizi, dolayısıyla aldığınız oyları artırıyordu. böylece, o üniversite yıllarında sizi ezip duran “solcu” ve “sağcı”ları (ve 12 eylül’den arta kalan herkesi) “sandık”ta alt ettikten sonra, asıl “muarız”ınız olan “silah sahipleri”ne yöneldiniz; tabii tamamen hukuklu ve demokratik görünen yollar kullanarak... gerçi arada bir islami takıntılarınız ortaya çıkıp sırıtıveriyordu (“zina”, “idam” gibi); ama bunları hemen düzeltiyordunuz ya da es geçiyordunuz.
böylece on yıl içinde “güçlü başbakan” oldunuz. artık önünüzde duracak hiçbir güç kalmamıştı ortada; ne sandıklı, ne tokmaklı, ne de silahlı... o zaman “fayrap” ettiniz: haydi bakalım; yok osmanlı’ydı, yok altı minareli “selatin” taklidi camiydi, yok “men-i mezkûrat”tı, yok “sünnilik-alevilik” idi, yok “dindar-kindar” gençlikti... “yürüdünüz bu yollarda”; ne de olsa “istatistik” sizden yanaydı.
derken, birden bir şey oldu: “küffar”a karşı “cihat” anıtı olacak (“iki ayyaş”tan ikincisinin yıktırdığı) bir garabeti “ihya” edip, kenarına “ilk ayyaş”ın ve ayyaşların hepsinin kurduğu cumhuriyetin de anıtının karşısına bir cami konduracağınız; solcuların da 1 mayıs meydanı olan yeri, “kafa”nıza göre düzenleyeceğiniz sırada, birkaç “çapulcu” (yoksa “kemirgen” mi?) ortaya çıkıp, atacağınız ilk adımla ezmeye çalıştığınız ağaçlara sarılıp, “yeter artık” dedi size. siz hemen “urun kellesin!” diye ünlediniz; ama, heyhat, birdenbire, nereden çıktıklarını anlamadığınız yüz binlerce ilave çapulcu çıkıverdi aynı alana, alanlara, bütün ülkeye...
emanete sahip çıkmak
anlamadınız: kendinizi, o eski çapulcu kâfir-zındıkların kapıştığı geçmişteki akademi amfisine geri dönmüş buldunuz. temizlediğinizden emin olduğunuz “silah sahipleri” de sanki kapıyı yeniden zorluyorlardı bile... hiç anlam veremediniz olup bitene: “feshüpanallah bunlar elhamdülillah yok olmamışlar mıydı inşallah?”
olmamışlardı. o “baş ayyaş”ın “emanet”iyle yetişmişlerdi ve şimdi emanetlerine sahip çıkıyorlardı bunlar; sizin de bol bol kullandığınız “hak” ve “özgürlük” söylemiyle, hiç anlayamadığınız tümceler kuruyorlardı bunlar, hem de... bunlarla nasıl baş edebileceğinizi bilemiyordunuz artık. bir de, üstüne üstlük, bir “şaklaban” çıkmıştı ortaya, kocaman amfinin en ortasında, “baş ayyaş”ın resminin önünde dikelip, size karşı duran. ardından binlercesi... ne yapmalıydınız bu amfiden çıkıp kurtulmak için; bu otuz yıllık kâbus bir bitse... ama çıkamıyordunuz, çünkü anlamamıştınız. üstelik amfiden çıkmak da istemiyordunuz ki...
artık tek bir yol kalmıştı: sandığa ve istatistiğe geri dönmek. o yol güvenliydi, kimsenin itiraz edemeyeceği bir yoldu, şimdiye dek de sizi hiç gücendirmemişti. bunu anladınız; en azından, tek çıkış olduğunu. ama gerisini hiç anlamadınız. şimdilerde de, o sandık için bağırıp duruyorsunuz. eh...
umarım burada yazdıklarım, size de benim gibi, otuz yıl öncesinin anılarını geri getirir de bugün yaşadıklarınıza anlam vermenizi ve kâbustan kurtulmanızı sağlar. ama, doğrusu, son günlerdeki tutumunuzdan, başlangıçta “iman” ettiğiniz yolunuzdan başka bir yol tutacağınız konusunda, pek bir umut görmüyorum.
her bir insan özgürdür
gene de, son bir şeyler söyleyeyim: sandık ve istatistik makbul bilgi edinme yollarıdır; ama görüyorsunuz buna rağmen, oradan çıkan sonuçlara aldırmayan birtakım “çapulcu”lar ortaya çıkarak, o “baş ayyaş”a uyup, özgürlükten (“istiklal”den ve tabii “gaflet, dalalet ve hıyanet”ten...) falan dem vurabiliyorlar. boş verin hepsine; nasıl olsa bunları sandıkla birlikte gömersiniz... onlar da birer “kul” olduklarını anlarlar; sizin kendinizin bir “hizmetkâr” olduğunuzu anladığınız (söylediğiniz) gibi...
ama şunu, hiçbir sandıkla ya da sandıkta, gömemezsiniz: her bir insan, özgür bir kişidir; her bir yurttaş da, eşit hak sahibi, geçerli söz sahibi, bir bireydir. bunu -bunları- da, hiçbir istatistik değiştiremez.
size saygılar sunuyorum, gene de.
25 haziran 2013
not: bu mektup verilen tarihlerde yazılmış; ancak gönderilmesi için, “belki umut vardır” kuşkusuyla sizin, “şiddete karşı şiddet” sözünü sarf etmenize dek bekletilmiştir.
size artık “saygılar” bile sunmuyorum…
o. a.
24 temmuz 2013
sayın erdoğan,
izmir, 17 haziran 2013
son iki gündür, ama aslında bu son iki haftadır, sizi düşündüm nedense, aklım hep üniversite hocalığı yaptığım yıllardaki (1973-1983) eski anılarıma geri dönüp durdu. ilk birkaç gün içinde de bunun nedenini kavradım: siz o yıllarda üniversite öğrencisiydiniz; benim de, kafaları sizinkine benzer biçimde çalışan birkaç öğrencim olmuştu. -yani, o islami “kafa”nın çalışma biçimini düşündüm, aslında- kendimi de sizinle birlikte bir üniversite amfisine geri dönmüş buldum... birçok nokta da, aradan geçmiş 30 yılın ardından, yerli yerine oturdu. bu noktaları size anlatmaya çalışmak için yazıyorum.
o yıllarda, size benzer, “islamcı” denilen öğrenciler de geliyordu üniversiteye. biz, hocalar olarak öteki; “devrimci” ve “ülkücü” olarak gelen öğrencilerin arasında, bunları kayırmaya eğilimliydik, çünkü o ötekiler arasında bir tür kıskaç içine düşüyorlardı.
eyleme yatkındılar
“mağdur” ve “mazlum” oluyorlardı, sizin deyimlerinizle. aslında, ideolojik olarak, en az ötekiler kadar “sıkı” bir “kafa yapıları” vardı - üstelik, eyleme de yatkındılar; ama bazen kendilerine “akıncı” ya da “mücahit” deseler de, ötekiler kadar şiddet yanlısı değillerdi. gerçi ötekilerin “tek yol devrim”, “tek vatan, tek millet” gibi graffitilerine karşılık “tek yol islam” yazıyorlardı duvarlara; ama ötekiler yazarken yakalamasınlar diye dikkat de ediyorlardı - ne de olsa ötekilerin çoğunlukla bıçakları, hatta tabancaları vardı; onlarınsa (galiba?) yoktu. ötekiler silahları aslında birbirlerine ve “polis”e karşı kullanıyorlardı; onları ise, arada öylesine bir pataklıyorlardı ama, olsun, ne olur ne olmaz...
siz de böylesi cenderelerden geçtiniz, tahmin ediyorum: hem de, “tek yol” sayarak içinde yetiştiğiniz islam ve kafanızdaki ezber kuran karşısında, “kâfirlik” olmasa bile “zındıklık” saydığınız bu ideolojilerin arasında; üstelik, en büyük kâfirler saydığınız “iki ayyaş”ın izleyicileri olma iddiasındaki “silah sahipleri”nin tehdidi altında, yapabileceğiniz pek bir şey yoktu. o “silah sahipleri”nin en sonuncuları, bereket versin (!) o iki ideoloji sahiplerini doğradılar, astılar. siz de imam hatip sonrası (bir lyceé’nin de kâğıdını alarak) zar-zor girdiğiniz iktisadi ve ticari ilimler akademisi’nden devşirme, bir işe yaramaz diplomayla, kendinizi kasımpaşa kaldırımlarında buldunuz. gerçi, herhalde, genç bir yaşta girdiğiniz gençlik örgütleri ve bağınız olan “düşünsel”, yani islami örgütler size göz kulak oluyordu; ama “lümpen proleter”diniz artık: kısa bir süre ayak topunu denediniz ama buna da yeteneğiniz olmadığını anladınız. hayatınız boyunca, “politikacılık” (“resmi” biyografinize göre limonata ve simit satmak) dışında, görünür bir “iş” tutmadınız; bilgi sahibi olmak anlamında bir “meslek erbabı” olmadınız.
o yıllarda, sizin dilinizden konuşur gibi görünen badem bıyıklı, rengârenk kravatlı bir makine profesörü, “din-iman” diye bağırıp çağırmaya başlamıştı; siz de onun yanına gidip “divan durup el bağlayarak” rahlei tedrisine çömeldiniz. (mekanik falan değil, politika tedrisatı görmek için tabii...) bu “kadayıf pişirici” iyiydi hoştu da, her şeyi yüzüne gözüne bulaştırıyordu; ama sizi de belediye başkanı yaptırdı. gene de işte, partinizin oyları yüzde 20’nin üstüne çıkmıyordu bir türlü; boyuna da kapatılıp duruyordu. siz de başka yolların denenmesi gerektiğine karar verip, “hoca”nızı da yüzüstü bırakarak, kendi “yol”unuzu yürümeye başladınız. yaptıklarınıza, kendi ilkeleri açısından, muarızlarınızdan hiçbirinin (tutarlı olarak) karşı çıkamayacağı yollar tuttunuz: insan hakları ve kişi özgürlüğü’ne dayanmak, “demokrat” olmak, avrupa birliği’ne girmek, çağdaş hukuk (“muasır medeniyet”-maazallah) normlarını yasalara sokmak...
islami takıntılar
bu yollar işe yarıyordu; hem demokratikleşiyormuşsunuz gibi bir görünüm veriyordu yaptıklarınıza hem de popülaritenizi, dolayısıyla aldığınız oyları artırıyordu. böylece, o üniversite yıllarında sizi ezip duran “solcu” ve “sağcı”ları (ve 12 eylül’den arta kalan herkesi) “sandık”ta alt ettikten sonra, asıl “muarız”ınız olan “silah sahipleri”ne yöneldiniz; tabii tamamen hukuklu ve demokratik görünen yollar kullanarak... gerçi arada bir islami takıntılarınız ortaya çıkıp sırıtıveriyordu (“zina”, “idam” gibi); ama bunları hemen düzeltiyordunuz ya da es geçiyordunuz.
böylece on yıl içinde “güçlü başbakan” oldunuz. artık önünüzde duracak hiçbir güç kalmamıştı ortada; ne sandıklı, ne tokmaklı, ne de silahlı... o zaman “fayrap” ettiniz: haydi bakalım; yok osmanlı’ydı, yok altı minareli “selatin” taklidi camiydi, yok “men-i mezkûrat”tı, yok “sünnilik-alevilik” idi, yok “dindar-kindar” gençlikti... “yürüdünüz bu yollarda”; ne de olsa “istatistik” sizden yanaydı.
derken, birden bir şey oldu: “küffar”a karşı “cihat” anıtı olacak (“iki ayyaş”tan ikincisinin yıktırdığı) bir garabeti “ihya” edip, kenarına “ilk ayyaş”ın ve ayyaşların hepsinin kurduğu cumhuriyetin de anıtının karşısına bir cami konduracağınız; solcuların da 1 mayıs meydanı olan yeri, “kafa”nıza göre düzenleyeceğiniz sırada, birkaç “çapulcu” (yoksa “kemirgen” mi?) ortaya çıkıp, atacağınız ilk adımla ezmeye çalıştığınız ağaçlara sarılıp, “yeter artık” dedi size. siz hemen “urun kellesin!” diye ünlediniz; ama, heyhat, birdenbire, nereden çıktıklarını anlamadığınız yüz binlerce ilave çapulcu çıkıverdi aynı alana, alanlara, bütün ülkeye...
emanete sahip çıkmak
anlamadınız: kendinizi, o eski çapulcu kâfir-zındıkların kapıştığı geçmişteki akademi amfisine geri dönmüş buldunuz. temizlediğinizden emin olduğunuz “silah sahipleri” de sanki kapıyı yeniden zorluyorlardı bile... hiç anlam veremediniz olup bitene: “feshüpanallah bunlar elhamdülillah yok olmamışlar mıydı inşallah?”
olmamışlardı. o “baş ayyaş”ın “emanet”iyle yetişmişlerdi ve şimdi emanetlerine sahip çıkıyorlardı bunlar; sizin de bol bol kullandığınız “hak” ve “özgürlük” söylemiyle, hiç anlayamadığınız tümceler kuruyorlardı bunlar, hem de... bunlarla nasıl baş edebileceğinizi bilemiyordunuz artık. bir de, üstüne üstlük, bir “şaklaban” çıkmıştı ortaya, kocaman amfinin en ortasında, “baş ayyaş”ın resminin önünde dikelip, size karşı duran. ardından binlercesi... ne yapmalıydınız bu amfiden çıkıp kurtulmak için; bu otuz yıllık kâbus bir bitse... ama çıkamıyordunuz, çünkü anlamamıştınız. üstelik amfiden çıkmak da istemiyordunuz ki...
artık tek bir yol kalmıştı: sandığa ve istatistiğe geri dönmek. o yol güvenliydi, kimsenin itiraz edemeyeceği bir yoldu, şimdiye dek de sizi hiç gücendirmemişti. bunu anladınız; en azından, tek çıkış olduğunu. ama gerisini hiç anlamadınız. şimdilerde de, o sandık için bağırıp duruyorsunuz. eh...
umarım burada yazdıklarım, size de benim gibi, otuz yıl öncesinin anılarını geri getirir de bugün yaşadıklarınıza anlam vermenizi ve kâbustan kurtulmanızı sağlar. ama, doğrusu, son günlerdeki tutumunuzdan, başlangıçta “iman” ettiğiniz yolunuzdan başka bir yol tutacağınız konusunda, pek bir umut görmüyorum.
her bir insan özgürdür
gene de, son bir şeyler söyleyeyim: sandık ve istatistik makbul bilgi edinme yollarıdır; ama görüyorsunuz buna rağmen, oradan çıkan sonuçlara aldırmayan birtakım “çapulcu”lar ortaya çıkarak, o “baş ayyaş”a uyup, özgürlükten (“istiklal”den ve tabii “gaflet, dalalet ve hıyanet”ten...) falan dem vurabiliyorlar. boş verin hepsine; nasıl olsa bunları sandıkla birlikte gömersiniz... onlar da birer “kul” olduklarını anlarlar; sizin kendinizin bir “hizmetkâr” olduğunuzu anladığınız (söylediğiniz) gibi...
ama şunu, hiçbir sandıkla ya da sandıkta, gömemezsiniz: her bir insan, özgür bir kişidir; her bir yurttaş da, eşit hak sahibi, geçerli söz sahibi, bir bireydir. bunu -bunları- da, hiçbir istatistik değiştiremez.
size saygılar sunuyorum, gene de.
25 haziran 2013
not: bu mektup verilen tarihlerde yazılmış; ancak gönderilmesi için, “belki umut vardır” kuşkusuyla sizin, “şiddete karşı şiddet” sözünü sarf etmenize dek bekletilmiştir.
size artık “saygılar” bile sunmuyorum…
o. a.
24 temmuz 2013
devamını gör...
normal sözlük moderatörlerinin whatsapp grubu
(bkz: çok fena olaylar döndüğü düşünülen yerler)
aslında hiç tahmin ettiğimiz şeyler yok sanırım. daha önce bu gruplardan birine dahil olmuş biri olarak söylüyorum; sözlükteki geyiğin üçte biri dönmüyor orada. mesela şöyle;
- şu yazarı uçurun.
- ok.
ya da şöyle;
+ bunun hakkında bir bilginiz var mı?
- yok
- öğreniriz
+ ok
başka bir şey olmadığına yemin edebilirim. *
aslında hiç tahmin ettiğimiz şeyler yok sanırım. daha önce bu gruplardan birine dahil olmuş biri olarak söylüyorum; sözlükteki geyiğin üçte biri dönmüyor orada. mesela şöyle;
- şu yazarı uçurun.
- ok.
ya da şöyle;
+ bunun hakkında bir bilginiz var mı?
- yok
- öğreniriz
+ ok
başka bir şey olmadığına yemin edebilirim. *
devamını gör...
duymaya tahammül edilemeyen sesler
çakal sesi...
doğanın kucağına atmışsın kendini, keyfin yerinde, karanlıkta basmış, ateş yakılmış, tam ateşi harlayacaksın, bünyeni darlayan o ses duyulmaya başlıyor.
bebek ağlaması desem değil, kahkaha gibi desen o da değil...
sanki ikisinin karışımı illet bir ses! tamam birader topu topu iki üç gün kalacağız, bölge yine senin bölgen, bir şey dediğimiz yok...
ne diye kulaklarımızı tırmalıyorsun.
birde ilk sesten sonra koro halinde kıkırdamaları yok mu mahvediyor insanı.
bir süre sonra alışıyor olsanız dahi gıcık olma süreci asla bitmiyor. ayıdır, kurttur, tilkidir, geyiktir bunlar saygılı hayvanlar. domuz bile anlayışlı. ama bu çakallardaki bölgecilik kimsede yok. umay ana ıslah etsin bunları.
doğanın kucağına atmışsın kendini, keyfin yerinde, karanlıkta basmış, ateş yakılmış, tam ateşi harlayacaksın, bünyeni darlayan o ses duyulmaya başlıyor.
bebek ağlaması desem değil, kahkaha gibi desen o da değil...
sanki ikisinin karışımı illet bir ses! tamam birader topu topu iki üç gün kalacağız, bölge yine senin bölgen, bir şey dediğimiz yok...
ne diye kulaklarımızı tırmalıyorsun.
birde ilk sesten sonra koro halinde kıkırdamaları yok mu mahvediyor insanı.
bir süre sonra alışıyor olsanız dahi gıcık olma süreci asla bitmiyor. ayıdır, kurttur, tilkidir, geyiktir bunlar saygılı hayvanlar. domuz bile anlayışlı. ama bu çakallardaki bölgecilik kimsede yok. umay ana ıslah etsin bunları.
devamını gör...
ilk öğretmenim
bazı zamanlar, olaylar, insanlar, kitaplar, şiirler olur ki, iyi bir insan olma isteğinizi canlandırır yüreğinizin en derinliklerinde.
''ilk öğretmenim'' öyle bir eser oldu benim için.
nereden başlanır, bu büyülü eserin hangi yönü anlatılır bilmiyorum. tamam çok beğendim, çok etkilendim de, bu beni, bu kitap hakkında kitap incelemesi yazabilecek yeterliliğe eriştirir mi?
gençlik için hüzün duydunuz mu hiç? elimde olsa sonsuza kadar genç olmak isterim ben. henüz ellerimden kayıp gitmese de, bir gün kaybedecek olma düşüncesi üzüyor beni. bir şeyi unutmadan hatırlamak gibi... kaybetmeden hüzün duyuyorum.
''çocuklar okuyup ne yapacak, bizim izimizden gidecek zaten. okumaları zaman kaybı'' diye düşünen köyün onlara karşı çıkan ilk öğretmeninin, bir kız çocuğunun ''en yüksek dağın tepesinden seslensen de geri gelmeyecek gençlik çağı''nı nasıl değiştirdiğini aktarıyor bize değerli yazar cengiz aytmatov. saygı duyduğum ve fazlaca hayranlık beslediğim karakterler arasına girdi o genç, biraz yaramaz fakat okuma aşkıyla yanan hatta eve eli boş döndüğünde azar yiyeceğini bilmesine rağmen elindeki bir çuval tezeği, okul demekten çok uzak yere bağışlayan kız çocuğunun asla unutamayacağı ilk öğretmeni!
kitabı okurken elbet aklıma başöğretmenimiz mustafa kemal atatürk geldi. zaten böyle değil midir, tüm zorluklar arasında çocuklara ve gençlere güven duyan, onların gelişimi ve eğitimi için elinden geleni yapan kişi, gerçek ışık kaynağı, yol göstericidir. o ışık kaynaklarının hiçbir zaman solmaması dileklerimle...
''ilk öğretmenim'' öyle bir eser oldu benim için.
nereden başlanır, bu büyülü eserin hangi yönü anlatılır bilmiyorum. tamam çok beğendim, çok etkilendim de, bu beni, bu kitap hakkında kitap incelemesi yazabilecek yeterliliğe eriştirir mi?
gençlik için hüzün duydunuz mu hiç? elimde olsa sonsuza kadar genç olmak isterim ben. henüz ellerimden kayıp gitmese de, bir gün kaybedecek olma düşüncesi üzüyor beni. bir şeyi unutmadan hatırlamak gibi... kaybetmeden hüzün duyuyorum.
''çocuklar okuyup ne yapacak, bizim izimizden gidecek zaten. okumaları zaman kaybı'' diye düşünen köyün onlara karşı çıkan ilk öğretmeninin, bir kız çocuğunun ''en yüksek dağın tepesinden seslensen de geri gelmeyecek gençlik çağı''nı nasıl değiştirdiğini aktarıyor bize değerli yazar cengiz aytmatov. saygı duyduğum ve fazlaca hayranlık beslediğim karakterler arasına girdi o genç, biraz yaramaz fakat okuma aşkıyla yanan hatta eve eli boş döndüğünde azar yiyeceğini bilmesine rağmen elindeki bir çuval tezeği, okul demekten çok uzak yere bağışlayan kız çocuğunun asla unutamayacağı ilk öğretmeni!
kitabı okurken elbet aklıma başöğretmenimiz mustafa kemal atatürk geldi. zaten böyle değil midir, tüm zorluklar arasında çocuklara ve gençlere güven duyan, onların gelişimi ve eğitimi için elinden geleni yapan kişi, gerçek ışık kaynağı, yol göstericidir. o ışık kaynaklarının hiçbir zaman solmaması dileklerimle...
devamını gör...
normal sözlük - koruncuk vakfı yılbaşı hediye ve yardım etkinliği
kafa sözlük ailesi olarak, yeni yılda çocuklarımızı bir nebze de olsa mutlu etme şansımız varsa, ne mutlu bize.
devamını gör...
düşünerek yorulmak
sirf bu yuzden ruhen ve zihnen o kadar yorgunum ki kendimi dogru duzgun bi seye veremiyorum bile. onemsenilmeyecek meseleleri bile dert edinip duruyorum. kimsenin umrunda olmayacagi seyleri bile dusunup duruyorum. keske bi an icin bile olsa kafamin icindekileri susturabilmek mumkun olsaydi..
devamını gör...
erol mütercimler
kendisi türkiye'nin kara kutusudur. biliyoruz ki münci inci'nin evinde, tayyip erdoğan'ın başbakan olacağı kararının canlı şahitlerindendir. ve ayrıca ingilizce bilmeyen ve üniversite mezunu olmayan birinin ülke yöneticisi olamayacağını savunmuştur.
kendisi, giyim tarzı ve hitabetiyle gönlümün adamıdır. lise çağlarımda kitaplarıyla tanışmış her mecrada takipçisi olmuştum.
ahde vefa kendisinin en önemli özelliğidir, neden mi?
zaman zaman sorgulardım bu adam meltem tv'de neden program yapar?
kendisi sağolsun bütün youtube yorumlarını okur ve cevap verir, anlattı tabi neden meltem tvvvvv...
profesör doktor haydar baş, erol hocanın annesinin cenazesine gittiği için haydar baş beye ömrü boyunca borçlu hissedeceğini dile getirdi.
erol hoca, yakın zamanda mehmet ağar'ın çirkin suçlardan aklanması gerektiğini söyledi, konu yine ve yeniden ahde vefa....
erol hocamızın kardeşi zamanında bir sıkıntı yaşamış ve mehmet ağar beyfendi kendisine yardımcı olmuş ve türkiye'de eğitim sıkıntısı olduğundan dem vurmuştur.
ahde vefa hassasiyetini bilmeyen kimi aktrollerin hedefi olmaya açık söylemleri ne yazık ki zaman zaman olmaktadır.
uluslararası politika öğrenmek için muazzam bir kaynaktır.
tarih öğrenmek için de ayrıca muazzam bir kaynaktır.
askeri okul terbiyesi ve akademi etiğini yalamış yutmuş, bugünün türkiyesinde az bulunan muazzam bir adamdır.
size hitap eder veya etmez fakat yazarken yansız ve alıntılarla, kanıtlarla yazar.
kendisi, giyim tarzı ve hitabetiyle gönlümün adamıdır. lise çağlarımda kitaplarıyla tanışmış her mecrada takipçisi olmuştum.
ahde vefa kendisinin en önemli özelliğidir, neden mi?
zaman zaman sorgulardım bu adam meltem tv'de neden program yapar?
kendisi sağolsun bütün youtube yorumlarını okur ve cevap verir, anlattı tabi neden meltem tvvvvv...
profesör doktor haydar baş, erol hocanın annesinin cenazesine gittiği için haydar baş beye ömrü boyunca borçlu hissedeceğini dile getirdi.
erol hoca, yakın zamanda mehmet ağar'ın çirkin suçlardan aklanması gerektiğini söyledi, konu yine ve yeniden ahde vefa....
erol hocamızın kardeşi zamanında bir sıkıntı yaşamış ve mehmet ağar beyfendi kendisine yardımcı olmuş ve türkiye'de eğitim sıkıntısı olduğundan dem vurmuştur.
ahde vefa hassasiyetini bilmeyen kimi aktrollerin hedefi olmaya açık söylemleri ne yazık ki zaman zaman olmaktadır.
uluslararası politika öğrenmek için muazzam bir kaynaktır.
tarih öğrenmek için de ayrıca muazzam bir kaynaktır.
askeri okul terbiyesi ve akademi etiğini yalamış yutmuş, bugünün türkiyesinde az bulunan muazzam bir adamdır.
size hitap eder veya etmez fakat yazarken yansız ve alıntılarla, kanıtlarla yazar.
devamını gör...
orbital
lisede orbital dizilimini ezberletmişlerdi. 1s, 2s, 2p, 3s, 3p, 4s, 3d, 4p, 5s, 4d, 5p, 6s, 4f, 5d bide tuhaf bir kodlaması vardı pisili bir şeydi. ezberlediğimle kaldım, hayatımın hiçbir alanında kullanamadım henüz.
devamını gör...
türkiye'den umudunu kesmek
hem haklı hem haksız isyandır. evet çok yanlış şeyler oluyor. yurtdisinda yaşıtlarımiz hem çalışıyor hem de kalan vakitlerinde geziyorlar, eğleniyorlar. ben bunu görüyorum. biz çalışamıyoruz, çalışsak şartlar çok iyi değil. çalıştığımızda da bırak gezmeyi ancak hayatımızı minimal düzeyde idame ettirebiliyoruz. ancak durum kötü diye sadece buradan hayiflanmak neyi değiştirir? bu durumu düzeltmek için bilim üretiyor musun? sanat üretiyor musun? kendini ve ülkeni bir şekilde tanınır hale getirecek işlerin var mı ya da bu yolda misin? kendimize bu soruları sormamız gerek. evet belki almanya'da, singapur'da yaşayan gençler 1 adim atarken biz 10 adım atacağız. ama çare buysa buna odaklanacagiz. başka ülkemiz yok. başka türkiye yok.
ümidim gençliktedir demedi mi?
ümidim gençliktedir demedi mi?
devamını gör...
flawsome
kusurlarını sahiplenip yine de müthiş olduğunu bilen kimse.
devamını gör...
duyunca mutlu olunan sesler
deniz ve martı sesi.
devamını gör...
kray ikizleri
50'ler ve 60'larda londra çevresinde işlenmiş organize suçların en önde gelen isimleri. bir kardeş ronald "ronnie" kray diğeri ise reginald "reggie" kray'dır. george cornell (ingiliz suçlu) ve jack mcvitie (jack the hat olarak bilinen ingiliz suçlu) cinayetlerine de karışmış, şantaj, saldırı gibi suçlar işlemişlerdir. 1969 yılında ömür boyu hapis cezası almışlardır.
ronald kray, aklî dengesinin yerinde olmaması sebebiyle 10 yıl sonra yani 1979 senesinde bir hastaneye yatırılmış ve kalp krizinden ölene kadar yani 1995 senesine kadar orda kalmıştır.
reginald kray ise 2000 yılında serbest bırakılmıştır. çünkü artık yeteri kadar hapiste kaldığı düşünülmüştür. aslında kendisine kanser teşhisi konduğu için serbest bırakılmıştır. fakat 8 hafta sonra kanserden dolayı ölmüştür.
kray kardeşler zengin birileri olmak istiyorlardı, istedikleri şey bitip tükenmeyen eğlenceydi. çocukluk dönemlerinde boksa başladılar ve ikisi de amatör şampiyon oldular. reggie daha sakin ve ciddi biriydi, ama ronald sürekli kazanmak istiyordu. sokak kavgalarına başladılar, yeraltı alemine girdiler ve gangster oldular.
16-18'li yaşlarında hapisle tanıştılar, çete savaşları falan yüzünden hapse girdiler. silahlı soyguna başladılar, gece kulübü işine girdiler. ve londra'nın esrarengiz yeraltı dünyasında ün kazandılar. suç işleyip kazandıkları parayla işlerini halletiler. ve zengin oldular, artık 1 tane değil daha fazla gece kulübü işletiyorlardı. kendi impatorluklarını kurmuşlardı.
fakat polisler kendilerinden şüphelenmesin diye paralarını hayır kurumlarına da bağışlıyorlardı. fakat ronnie yani ronald zihinsel olarak dengesizdi. yani aklî dengesi yerinde değildi. bir adamı bıçaklayıp sonra da onu bilinçsizce dövmüştü ve bu sebepten 3 yıl hapis cezası almıştı. bu ikiz kardeşlerin saygınlığına zarar veriyordu.
ronald hapisteyken, reggie yani reginald işleri daha da büyüttü, geliştirdi. çeteler kurmaya başladı. daha sonra ronald uyuşturucu bağımlılığı sebebiyle tekrar hapse girdi. çıktığında değişmişti, tipi falan. ikiz gibi değillerdi. ronald hapisten çıktıktan sonra ikizler artık 30 gece kulübüne sahip oldular. artık ünlü bir suçluydular.
ronald kendi yazmış olduğu "my story" yani hikayem adlı otobiyografik kitabında şöyle der:
o dönem hayatımızın en güzel yıllarıydı. o döneme, "sallanan altmışlar" dendi. beatles ve rolling stones pop müzik yöneticileriydi, carnaby street de moda dünyasını yönetti. ama ben ve kardeşim londra'yı yönettik. evet, biz dokunulmazdık.
kray ikizleri, hapiste bile planlarından vazgeçmediler, tekrar zirveye çıkma hayaliyle yaşadılar. fakat her şey istedikleri gibi gitmedi, biri kalp krizinden diğeri de kanserden öldü ve kray ikizlerinin hikayesi sona erdi.
bir zamanlar gangster aleminin imparatoru olan bu kardeşler artık yaşamıyor. ve londra, şimdi rahat bir şekilde nefes almakta.. *
(resimlerde herhalde gözlüklü olanı ronald diğeri de reginald, ben öyle tahmin ediyorum).






ronald kray, aklî dengesinin yerinde olmaması sebebiyle 10 yıl sonra yani 1979 senesinde bir hastaneye yatırılmış ve kalp krizinden ölene kadar yani 1995 senesine kadar orda kalmıştır.
reginald kray ise 2000 yılında serbest bırakılmıştır. çünkü artık yeteri kadar hapiste kaldığı düşünülmüştür. aslında kendisine kanser teşhisi konduğu için serbest bırakılmıştır. fakat 8 hafta sonra kanserden dolayı ölmüştür.
kray kardeşler zengin birileri olmak istiyorlardı, istedikleri şey bitip tükenmeyen eğlenceydi. çocukluk dönemlerinde boksa başladılar ve ikisi de amatör şampiyon oldular. reggie daha sakin ve ciddi biriydi, ama ronald sürekli kazanmak istiyordu. sokak kavgalarına başladılar, yeraltı alemine girdiler ve gangster oldular.
16-18'li yaşlarında hapisle tanıştılar, çete savaşları falan yüzünden hapse girdiler. silahlı soyguna başladılar, gece kulübü işine girdiler. ve londra'nın esrarengiz yeraltı dünyasında ün kazandılar. suç işleyip kazandıkları parayla işlerini halletiler. ve zengin oldular, artık 1 tane değil daha fazla gece kulübü işletiyorlardı. kendi impatorluklarını kurmuşlardı.
fakat polisler kendilerinden şüphelenmesin diye paralarını hayır kurumlarına da bağışlıyorlardı. fakat ronnie yani ronald zihinsel olarak dengesizdi. yani aklî dengesi yerinde değildi. bir adamı bıçaklayıp sonra da onu bilinçsizce dövmüştü ve bu sebepten 3 yıl hapis cezası almıştı. bu ikiz kardeşlerin saygınlığına zarar veriyordu.
ronald hapisteyken, reggie yani reginald işleri daha da büyüttü, geliştirdi. çeteler kurmaya başladı. daha sonra ronald uyuşturucu bağımlılığı sebebiyle tekrar hapse girdi. çıktığında değişmişti, tipi falan. ikiz gibi değillerdi. ronald hapisten çıktıktan sonra ikizler artık 30 gece kulübüne sahip oldular. artık ünlü bir suçluydular.
ronald kendi yazmış olduğu "my story" yani hikayem adlı otobiyografik kitabında şöyle der:
o dönem hayatımızın en güzel yıllarıydı. o döneme, "sallanan altmışlar" dendi. beatles ve rolling stones pop müzik yöneticileriydi, carnaby street de moda dünyasını yönetti. ama ben ve kardeşim londra'yı yönettik. evet, biz dokunulmazdık.
kray ikizleri, hapiste bile planlarından vazgeçmediler, tekrar zirveye çıkma hayaliyle yaşadılar. fakat her şey istedikleri gibi gitmedi, biri kalp krizinden diğeri de kanserden öldü ve kray ikizlerinin hikayesi sona erdi.
bir zamanlar gangster aleminin imparatoru olan bu kardeşler artık yaşamıyor. ve londra, şimdi rahat bir şekilde nefes almakta.. *
(resimlerde herhalde gözlüklü olanı ronald diğeri de reginald, ben öyle tahmin ediyorum).







devamını gör...
mesajı kelime kelime gönderen arkadaş
mesaj atma şekline göre karakter analizinde genelde eğlenceli hayat dolu kişi olarak tanımlanıyorlar. sevimli ve sosyal kişilikler yani. bir an önce mesajı gitsin diye heyecanla yazıyorlar bekletme yapmayı sevmiyorlar bir de bu açıdan bakalım...
devamını gör...
knockin' on heaven's door
yönetmen sam peckinpah' ın son western filmi olan pat garrett & billy the kid (1973) filminin müziklerini bob dylan yapmıştır.
filmde şerifin vurulduğu sahnede bu şarkı çalmaya başlar. şarkıda ölmek üzere olan şerifi, kendi ağzından sözlerle dinleriz:
mama, take this badge off of me
i can't use it anymore
it's gettin' dark, too dark for me to see
i feel like i'm knockin' on heaven's door
anne, bu rozeti üzerimden çıkar,
artık kullanamıyorum,
hava kararıyor, çok karanlık göremiyorum,
cennetin kapısını çalıyormuş gibi hissediyorum.
filmin original soundtrackine göre ilk mısra bilinenden farklıdır . "....badge off of me" der.
daha sonra guns n 'roses bunu 1991 albümleri use your illusion 2 albümlerine koyunca, şarkıda patlayıp gitmiştir.
filmde şerifin vurulduğu sahnede bu şarkı çalmaya başlar. şarkıda ölmek üzere olan şerifi, kendi ağzından sözlerle dinleriz:
mama, take this badge off of me
i can't use it anymore
it's gettin' dark, too dark for me to see
i feel like i'm knockin' on heaven's door
anne, bu rozeti üzerimden çıkar,
artık kullanamıyorum,
hava kararıyor, çok karanlık göremiyorum,
cennetin kapısını çalıyormuş gibi hissediyorum.
filmin original soundtrackine göre ilk mısra bilinenden farklıdır . "....badge off of me" der.
daha sonra guns n 'roses bunu 1991 albümleri use your illusion 2 albümlerine koyunca, şarkıda patlayıp gitmiştir.
devamını gör...
witness for the prosecution
agatha christie'in 1925 yılında yazdığı aynı adlı kısa hikayesinden uyarlanmış 1957 yapımı mahkeme filmi. primal fear veya 12 angry man gibi filmleri beğendiyseniz bu filmi de beğenmeniz mümkün.
filmin sonundaki not ise oldukça ilgi çekici. daha önce başka bir filmde böyle bir not görmemiştim.
not: "bu filmin yapımcıları henüz izlememiş dostlarınızın da zevk alabilmeleri için filmin sonundaki sırrı kimseye açıklamamanızı önerir."
filmin sonundaki not ise oldukça ilgi çekici. daha önce başka bir filmde böyle bir not görmemiştim.
not: "bu filmin yapımcıları henüz izlememiş dostlarınızın da zevk alabilmeleri için filmin sonundaki sırrı kimseye açıklamamanızı önerir."
devamını gör...
diyot
yangın kapısı gibi tek yönde çalışır. devrede simgesi ok şeklinde gösterilir.
devamını gör...