iklimin insan karakteri üzerindeki etkisi
          aristoteles'e göre iklim, insanlara birtakım erdemler kazandırır. bunu gözlemlemenin en iyi yolunun dünya edebiyatından geçtiğini düşünüyorum. 
akla gelen ilk örnekle başlayayım. "ruslar da iklimleri gibi pek soğuk insanlar canım!" deyip geçmeyeceğim tabi.
soğuk iklimler, zor hava şartları; o iklimin insanlarını daha mücadeleci kılıyor. bu mücadeleye alıştıkları hatta bu mücadeleye doğdukları için daha cesaretli ve sorumluluk sahibi olduklarını ama duygu yönünden az geliştiklerini söyleyebiliriz.
eserlerinde kasvetli havadan, güçlüklerle dolu yaşamlardan, açlıktan, sefaletten, sürgünden bahsettiklerinde hep bir şikayet havası, yenilmişlik görüyoruz ilk bakışta. oysa tüm kavgalarını, kendi insanlarının kavgalarını, nasıl baş ettiklerini/edemediklerini anlatırlar.
duygularından arınmış sanıyoruz onları. oysa duyguyu en katı, en soğuk haliyle yüzümüze vuruyorlar. sanki tüm bunları yaşarken hissetmeye fırsat bulamamış da birileri bu mücadeleye tanık olsun, hissedilmemiş her şeyi hissetsin istemişler gibi.
sıcak iklimler ise duygusal yönü gelişmiş, kültürel gelişime açık ama daha az cesur insanlar yetiştirir. elbette bu insanların da yaşam boyu süren savaşları vardır. ancak doğayla değil kendileri gibi kanlı canlı insanlarla. işte bu noktada duyguların ne denli baskın olduğunu görürüz. insanla olan kavga en fazla insan ömrü kadardır. üstelik insan sayısı kadar değişkendir.
bir kere hepsini geçtim, bu mücadele denktir. insanın insanı yenme umudu vardır. mücadelenin kazanılması umudu vardır. oysa insan iklimini yenebilir mi? mücadelenin bitişini umabilir mi?
sıcak iklim demişken yine akla ilk gelen örneği vereyim. anlaşılan sizi pek şaşırtmak istemiyorum bugün.
sıcaksa sıcak! latin edebiyatı. marquez.
yüzyıllık yalnızlık'ta isimlerin birbirine nasıl karıştığını hatırlayın. aurelianoları birbirinden ayırt etmek için nasıl zorlanırız okurken. işte gördünüz mü? nasıl da insan dolu bir anlatım.
not: bahsettiğim "cesur" kavramını lütfen genel bir değerlendirme olarak algılamayın. yalnızca iklim etkisini göz önüne alarak değerlendirdim.
  akla gelen ilk örnekle başlayayım. "ruslar da iklimleri gibi pek soğuk insanlar canım!" deyip geçmeyeceğim tabi.
soğuk iklimler, zor hava şartları; o iklimin insanlarını daha mücadeleci kılıyor. bu mücadeleye alıştıkları hatta bu mücadeleye doğdukları için daha cesaretli ve sorumluluk sahibi olduklarını ama duygu yönünden az geliştiklerini söyleyebiliriz.
eserlerinde kasvetli havadan, güçlüklerle dolu yaşamlardan, açlıktan, sefaletten, sürgünden bahsettiklerinde hep bir şikayet havası, yenilmişlik görüyoruz ilk bakışta. oysa tüm kavgalarını, kendi insanlarının kavgalarını, nasıl baş ettiklerini/edemediklerini anlatırlar.
duygularından arınmış sanıyoruz onları. oysa duyguyu en katı, en soğuk haliyle yüzümüze vuruyorlar. sanki tüm bunları yaşarken hissetmeye fırsat bulamamış da birileri bu mücadeleye tanık olsun, hissedilmemiş her şeyi hissetsin istemişler gibi.
sıcak iklimler ise duygusal yönü gelişmiş, kültürel gelişime açık ama daha az cesur insanlar yetiştirir. elbette bu insanların da yaşam boyu süren savaşları vardır. ancak doğayla değil kendileri gibi kanlı canlı insanlarla. işte bu noktada duyguların ne denli baskın olduğunu görürüz. insanla olan kavga en fazla insan ömrü kadardır. üstelik insan sayısı kadar değişkendir.
bir kere hepsini geçtim, bu mücadele denktir. insanın insanı yenme umudu vardır. mücadelenin kazanılması umudu vardır. oysa insan iklimini yenebilir mi? mücadelenin bitişini umabilir mi?
sıcak iklim demişken yine akla ilk gelen örneği vereyim. anlaşılan sizi pek şaşırtmak istemiyorum bugün.
sıcaksa sıcak! latin edebiyatı. marquez.
yüzyıllık yalnızlık'ta isimlerin birbirine nasıl karıştığını hatırlayın. aurelianoları birbirinden ayırt etmek için nasıl zorlanırız okurken. işte gördünüz mü? nasıl da insan dolu bir anlatım.
not: bahsettiğim "cesur" kavramını lütfen genel bir değerlendirme olarak algılamayın. yalnızca iklim etkisini göz önüne alarak değerlendirdim.
devamını gör...
yürürken konuşmanın oturup konuşmaktan daha iyi olması
          yönetmen richard linklater de bu durumun farkında varmış olmalı ki before sunset başta olmak üzere before trilogy'deki sahneleri bu yöntemle çekerek, serinin saatlik filmlerini hafızalarda 15 dakikalık tatlı sohbetler şeklinde hatırlamamıza imkan tanımıştır, iyi de yapmıştır.


 
      
  

 
      devamını gör...
güne bir söz bırak
          "baharda kışı, kışın da baharı özler insan. ne uzaksa onu özler... kavuşmak şart mı?
boş ver! bazı şeyler yokken güzel"
özdemir asaf
  boş ver! bazı şeyler yokken güzel"
özdemir asaf
devamını gör...
boy yüzünden reddedilmek
          boy işin bahanesi olur bazen.
      
  devamını gör...
dile takılan şarkı sözleri
          tatlı gülüş pek yaraşır, gözleri ömre bedel
ah ne güzel ne güzel seni sevmek,
ah ne güzel ne güzel
gözleri aşka gülen
  ah ne güzel ne güzel seni sevmek,
ah ne güzel ne güzel
gözleri aşka gülen
devamını gör...
inanmak başarmanın yarısıdır
          tek başına inanmak yetmez dediğim düşünce. 
başarmanın yarısı; mantıklı bir plan yapmak, yol haritası çizmek, ve bu plana uyulduğunda başarıya ulaşılacağına inanmaktır.
kalan yarısı da bu planı düzgünce uygulamaktan ibaret.
  başarmanın yarısı; mantıklı bir plan yapmak, yol haritası çizmek, ve bu plana uyulduğunda başarıya ulaşılacağına inanmaktır.
kalan yarısı da bu planı düzgünce uygulamaktan ibaret.
devamını gör...
havuç
          gözlere sanıldığı gibi ekstra iyi gelmeyen sebze. 
bahsedilen bilgi, aslında 2. dünya savaşı esnasında radar teknolojisini almanlardan gizlemek isteyen ingiliz ordusunun bir propagandasıydı.
propaganda o kadar başarılı olmuştu ki; çocuklara dondurma yerine havuç yenilmesi öğretiliyor, çubuk havuçlar satılıyordu.
anlayacağınız üzere, havuç bir zamanlar aşırı popüler bir sebzeydi.
o dönemlere ait fotooğraflar:


havuç sadece a vitamini ekslikliği olduğu durumlarda göze iyi gelir ama mucizeler yaratmaz. daha iyi göreceğim diye abartıya kaçılmaması gerekir. ciddi miktarlarda alındığında ciltte sarı-turuncu renkler bırakabilir.
  bahsedilen bilgi, aslında 2. dünya savaşı esnasında radar teknolojisini almanlardan gizlemek isteyen ingiliz ordusunun bir propagandasıydı.
propaganda o kadar başarılı olmuştu ki; çocuklara dondurma yerine havuç yenilmesi öğretiliyor, çubuk havuçlar satılıyordu.
anlayacağınız üzere, havuç bir zamanlar aşırı popüler bir sebzeydi.
o dönemlere ait fotooğraflar:


havuç sadece a vitamini ekslikliği olduğu durumlarda göze iyi gelir ama mucizeler yaratmaz. daha iyi göreceğim diye abartıya kaçılmaması gerekir. ciddi miktarlarda alındığında ciltte sarı-turuncu renkler bırakabilir.
devamını gör...
sürekli akp'yi ve akp’lileri aşağılamaya çalışmak
          oğlum size emanet edilen çocukları kameraların karşısında ifşa eden zavallılarsınız.. yol yaptık deyip her gün geçmediğimiz yolun parasını bizden çalansınız.. bizden olmadık vergiler kesip yandaşın milyarlarca vergi borcunu sıfırlayansınız.. çocuklara tecavüz edip bir kereden bir şey olmaz diyensiniz.. daha sayayım mı ?
      
  devamını gör...
makale aranıyor duyuruları
          bir üstteki yazar arkadaşımın yazdığı siteler yararlı olabilmektedir. bunun dışında önerebileceğim facebook'ta yer alan bir grup var. kuralları doğrultusunda doğru bilgiler vererek günde 2 tane makale talep edebiliyorsunuz.
erişimi olanlar paylaşımlar yaparak yardımcı oluyorlar.
linki buradan.
  erişimi olanlar paylaşımlar yaparak yardımcı oluyorlar.
linki buradan.
devamını gör...
necati şaşmaz'ın kendisini mehdi olarak görmesi
          necati şaşmış, dediğim iddia.
      
  devamını gör...
tersi ve yüzü
          (bkz: tersi ve yüzü) 
camusun yirmi iki yaşında yazdığı denemesidir. tersi ve yüzünün anlatıcısı, susar susmaz yaşlılığını düşünen geveze bir yaşlı adamın duygularını belirtmek için " yarın her şey değişecek, yarın." der, hemen arkasından da ekler : " birdenbire yarının da böyle olacağını anlıyor, öbür günün de, tüm öteki günlerin de. bu çaresiz buluş eziyor onu. işte bu türlü düşünceler öldürür adamı.
  camusun yirmi iki yaşında yazdığı denemesidir. tersi ve yüzünün anlatıcısı, susar susmaz yaşlılığını düşünen geveze bir yaşlı adamın duygularını belirtmek için " yarın her şey değişecek, yarın." der, hemen arkasından da ekler : " birdenbire yarının da böyle olacağını anlıyor, öbür günün de, tüm öteki günlerin de. bu çaresiz buluş eziyor onu. işte bu türlü düşünceler öldürür adamı.
devamını gör...
kur'an-ı kerim
          incil ve tevratla birlikte en sevdiğim fantastik kitap :)
üçü de aynı, 1001 gece arap masalları.
  üçü de aynı, 1001 gece arap masalları.
devamını gör...
günde 4 saat uyuyan insan
          farzet ömrüm 60 sene. 
ömür boyunca günde;
8 saat uyku ile 20 sene.
4 saat uyku ile 10 sene uyumuş oluyorum.
fazladan 10 sene yaşamış oluyorum.
değmez mi?
  ömür boyunca günde;
8 saat uyku ile 20 sene.
4 saat uyku ile 10 sene uyumuş oluyorum.
fazladan 10 sene yaşamış oluyorum.
değmez mi?
devamını gör...
günaydın sözlük
          günaydın gönül dostları, günaydın sevgi kelebekleri, günaydın bakkal hüseyin amca, günaydın taksici dayı...günaydın kızlar...size de günaydın kıl yumakları.
      
  devamını gör...
iftiraya uğramak
          insanın başına gelebilecek en kötü şeylerdendir.
hele ki tanık yok ise,
hele ki adınız dokuza çıkmış ise,
hele ki kara koyun aranıyor ise,
hele ki kimse sizi duymuyor ise,
acıtır iftiraya uğramak.
  hele ki tanık yok ise,
hele ki adınız dokuza çıkmış ise,
hele ki kara koyun aranıyor ise,
hele ki kimse sizi duymuyor ise,
acıtır iftiraya uğramak.
devamını gör...
az
          ''çünkü oğuz atay'ı da okudum, seni de tanıdım..''
az'ı 3 yıl önce okudum, hatta geçen yıl sunumunu da yaptım. sunum yapmadan önce düşündüm, sabahattin ali'nin bir kitabını sunmak isterdim fakat ne kadar sevsem de kendimde o yeterliliği göremedim çünkü kitabın hakkını verememekten korktum ve pek bilinmeyen fakat hak ettiği değeri görmesi gerektiğini düşündüğüm bir kitabı sunmak istedim. o kitap hakan günday'ın az'ıydı.
hakan günday'la tanışma kitabım bu kitap oldu. beni kendisine çeken ise kitabın arka kapağındaki, mektuptan alıntı olarak seçilen yazıydı:
''diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? haklısın. belki de çok az.. o zaman şöyle demeliyim: seni az tanıyorum, az.''
hayatta tanıdığımı sandığım fakat ismini bilmekten öteye gidemediğim ne çok insan vardı. öyle sosyal medyada bir kişinin fotoğraflarını görüp günümüz diliyle like atmakla olmuyordu ki tanımak. kendisini bana anlatmasıyla tanıyamazdım ki bir kişiyi, hatta itiraf edeyim, kendimi de tanıyamazdım. zaten tam manasıyla tanıyabildiğimi de hiç düşünmedim. işte beni bu düşüncelere sürüklediği için kitabı alıp hemen okumak istedim.
kitabın başında, yazarımızın yazmış olduğu kitabı nevzat çelik'e, nevzat çelik'in itirazın iki şartı adlı şiirinden alıntı yaparak ithaf ettiğini gördüm. meraklı benliğim elbet bunun da nedenini sorguladı ve araştırma yoluna gitti. öğrendim ki, hakan günday'ın ilk romanı kinyas ve kayra (kitap)'nın basılması gereken bir eser olduğunu söyleyen ilk kişi nevzat çelik olmuş, ve hakan günday, kendisinden yazı dünyasına dair çok şey öğrenmiş.

kitabı okurken iki ana karakterimizin isminin de derda olduğunu gördüm, sadece birinin sonundaki a harfinde şapka vardı. yaşları da aynıydı. 11 yaşında, biri kız diğeri erkek çocuğu olan, iki derda! fakat sadece ''iki çocuk'' demek çok basit kaçıyor, 11 yaşında iki çocuk demek çok kolay. çocuk deyince insanlar şöyle sanıyor; okula giden, arkadaşlarıyla oynayan, belki yeri gelince kavga eden, düşüp bacağını kanatınca ağlayan iki çocuk. ama hayır, bu çocuklar ''iki çocuk'' diyerek genellenemeyecek çocuklar. bu çocuklar 11 yaşına gelene kadar birçok zorluk çekip bir de yıllar geçtikçe yanlış karar vermek zorunda bırakılmış çocuklar. bu çocuklar, o zorlukların arasında oğuz atay'ın tutunamayanlar (kitap)'ı sayesinde belki de hayata tutunmaya çalışmış ve yolları kesişmiş çocuklar.
bundan sonrası, ayrıntılı incelemeye girecek, sıkılan olursa burada okumayı kesebilir (tabii buraya kadar okuduysa) ama meraklıları elbet olacaktır, öyleyse iyi okumalar.
kişiler:
derdâ: güneydoğu'da babasının annesini terk ettiği bir köy ortamında doğan çocuk. ayrıca, annesinin kendisine bakamadığı için başta yatılı okula gönderse de sonra 11 yaşında tarikat şeyhinin oğluna sattığı kız çocuğu. satmak kelimesi çok çirkin fakat bir annenin 11 yaşındaki kızını satması kadar değil.
saniye: derdâ'nın ''sözde'' annesi. 11 yaşındaki kızını birkaç havyan parası karşılığında satan kişi.
bezir: derdâ'nın tarikatçı kocası. derdâ'ya fiziksel ve cinsel şiddet uygulayan kişi.
derda: göz kanseri annesiyle, hapisteki babasının mezarlığın bitişiğine ördüğü evde yaşayan erkek çocuk. tüm dünyası mezarlık olan ve geçimini de mezar temizliğinden yapan çocuk ayrıca. ''çocuk dediğin ölümü öğrenince büyür... eğer ölümü öğrenince büyüyorsa, mezar temizleyip para kazanınca ne oluyordu?''
mekân:
yatırca: derdâ'nın doğup büyüyemediği yer. büyüyemediği diyorum çünkü annesinin zoruyla 11 yaşında bir tarikatçıyla evlendirilip londra'ya gönderiliyor.
londra
derdâ’nın londra’da yaşadığı apartman
rehabilitasyon merkezi
edirnekapı mezarlığı: kitabın ikinci karakteri derda'nın yaşadığı yer. ''mezarlıkta mı yaşıyor?'' diye sormayın. evet, mezarlıkta yaşıyor. derda'nın babası yoksul olduğundan, ''zaten mezarlığın duvarı var, çevresine 3 duvar daha örüp orada yaşayalım.'' diye düşünmüş.
kitabın konusundan bahsetmeyeceğim, iki çocuğun onlarca zorluktan geçip yollarının kesişmesi demek yeterli olacaktır çünkü ne desem tat kaçıran bir bilgi vermiş olacağım. bu kitap hayatınıza güzel şeyler katmayacak onu da belirteyim. kitabı elinizden bir an önce atmak isteyeceksiniz fakat asla yarım bırakamayacaksınız. elinizden atmak isteseniz de bir kere başladığınız taktirde atamazsınız. çünkü bu kitap size az değil, ''çok'' şey katacak.
  az'ı 3 yıl önce okudum, hatta geçen yıl sunumunu da yaptım. sunum yapmadan önce düşündüm, sabahattin ali'nin bir kitabını sunmak isterdim fakat ne kadar sevsem de kendimde o yeterliliği göremedim çünkü kitabın hakkını verememekten korktum ve pek bilinmeyen fakat hak ettiği değeri görmesi gerektiğini düşündüğüm bir kitabı sunmak istedim. o kitap hakan günday'ın az'ıydı.
hakan günday'la tanışma kitabım bu kitap oldu. beni kendisine çeken ise kitabın arka kapağındaki, mektuptan alıntı olarak seçilen yazıydı:
''diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? haklısın. belki de çok az.. o zaman şöyle demeliyim: seni az tanıyorum, az.''
hayatta tanıdığımı sandığım fakat ismini bilmekten öteye gidemediğim ne çok insan vardı. öyle sosyal medyada bir kişinin fotoğraflarını görüp günümüz diliyle like atmakla olmuyordu ki tanımak. kendisini bana anlatmasıyla tanıyamazdım ki bir kişiyi, hatta itiraf edeyim, kendimi de tanıyamazdım. zaten tam manasıyla tanıyabildiğimi de hiç düşünmedim. işte beni bu düşüncelere sürüklediği için kitabı alıp hemen okumak istedim.
kitabın başında, yazarımızın yazmış olduğu kitabı nevzat çelik'e, nevzat çelik'in itirazın iki şartı adlı şiirinden alıntı yaparak ithaf ettiğini gördüm. meraklı benliğim elbet bunun da nedenini sorguladı ve araştırma yoluna gitti. öğrendim ki, hakan günday'ın ilk romanı kinyas ve kayra (kitap)'nın basılması gereken bir eser olduğunu söyleyen ilk kişi nevzat çelik olmuş, ve hakan günday, kendisinden yazı dünyasına dair çok şey öğrenmiş.

kitabı okurken iki ana karakterimizin isminin de derda olduğunu gördüm, sadece birinin sonundaki a harfinde şapka vardı. yaşları da aynıydı. 11 yaşında, biri kız diğeri erkek çocuğu olan, iki derda! fakat sadece ''iki çocuk'' demek çok basit kaçıyor, 11 yaşında iki çocuk demek çok kolay. çocuk deyince insanlar şöyle sanıyor; okula giden, arkadaşlarıyla oynayan, belki yeri gelince kavga eden, düşüp bacağını kanatınca ağlayan iki çocuk. ama hayır, bu çocuklar ''iki çocuk'' diyerek genellenemeyecek çocuklar. bu çocuklar 11 yaşına gelene kadar birçok zorluk çekip bir de yıllar geçtikçe yanlış karar vermek zorunda bırakılmış çocuklar. bu çocuklar, o zorlukların arasında oğuz atay'ın tutunamayanlar (kitap)'ı sayesinde belki de hayata tutunmaya çalışmış ve yolları kesişmiş çocuklar.
bundan sonrası, ayrıntılı incelemeye girecek, sıkılan olursa burada okumayı kesebilir (tabii buraya kadar okuduysa) ama meraklıları elbet olacaktır, öyleyse iyi okumalar.
kişiler:
derdâ: güneydoğu'da babasının annesini terk ettiği bir köy ortamında doğan çocuk. ayrıca, annesinin kendisine bakamadığı için başta yatılı okula gönderse de sonra 11 yaşında tarikat şeyhinin oğluna sattığı kız çocuğu. satmak kelimesi çok çirkin fakat bir annenin 11 yaşındaki kızını satması kadar değil.
saniye: derdâ'nın ''sözde'' annesi. 11 yaşındaki kızını birkaç havyan parası karşılığında satan kişi.
bezir: derdâ'nın tarikatçı kocası. derdâ'ya fiziksel ve cinsel şiddet uygulayan kişi.
derda: göz kanseri annesiyle, hapisteki babasının mezarlığın bitişiğine ördüğü evde yaşayan erkek çocuk. tüm dünyası mezarlık olan ve geçimini de mezar temizliğinden yapan çocuk ayrıca. ''çocuk dediğin ölümü öğrenince büyür... eğer ölümü öğrenince büyüyorsa, mezar temizleyip para kazanınca ne oluyordu?''
mekân:
yatırca: derdâ'nın doğup büyüyemediği yer. büyüyemediği diyorum çünkü annesinin zoruyla 11 yaşında bir tarikatçıyla evlendirilip londra'ya gönderiliyor.
londra
derdâ’nın londra’da yaşadığı apartman
rehabilitasyon merkezi
edirnekapı mezarlığı: kitabın ikinci karakteri derda'nın yaşadığı yer. ''mezarlıkta mı yaşıyor?'' diye sormayın. evet, mezarlıkta yaşıyor. derda'nın babası yoksul olduğundan, ''zaten mezarlığın duvarı var, çevresine 3 duvar daha örüp orada yaşayalım.'' diye düşünmüş.
kitabın konusundan bahsetmeyeceğim, iki çocuğun onlarca zorluktan geçip yollarının kesişmesi demek yeterli olacaktır çünkü ne desem tat kaçıran bir bilgi vermiş olacağım. bu kitap hayatınıza güzel şeyler katmayacak onu da belirteyim. kitabı elinizden bir an önce atmak isteyeceksiniz fakat asla yarım bırakamayacaksınız. elinizden atmak isteseniz de bir kere başladığınız taktirde atamazsınız. çünkü bu kitap size az değil, ''çok'' şey katacak.
devamını gör...
perfect blue
          satoshi kon abimizin bütün filmleri önerimdir özellikle animasyon yapmaya meraklı olanlar, manga ve çizgi romancılık ile uğraşanlar ve psikolojik filmlere bayılanlar için. kendisi eşsiz bir kurgu ustasıdır iç içe geçen olay örgüleri ve klasik anime anlayışının dışında sahne geçişleriyle apayrı bir çizgi tutturan satoshi kon yapımları ders olarak okutulacak niteliktedir. tüm filmlerinin yanı sıra perfect blue filminin yeri bir başkadır. bu film (satoshi kon’un bütün filmlerinde olduğu gibi) anlaşılması biraz güçtür. film bittikten sonra biraz durup düşünmeyi ve analiz etmeyi gerektirir.* film genel olarak kişilik bozukluğunu satoshi kon tarzıyla ele alır. bu da perfect blue filmini ayıran özelliktir. psikolojik ve gerilim filmleri seven arkadaşlar bu filmi atlamasınlar derim.
      
  devamını gör...
iskenderiye kütüphanesi
          günümüzde internet ortamının ileri seviyeye yükselmesiyle birlikte, bilgiye çabuk erişim sağlandığından dolayı kütüphanelere olan ilgi ve merak azalmış durumda. eski dönemlerde kütüphane demek, ilim irfan deryası demekti. insanlar kütüphanelerdeki kaynaklara ulaşabilmek için yıllarını veriyor, bunun için binlerce kilometre öteden dahi geliyorlardı. bu sebeple iskenderiye kütüphanesi  de, döneminin ihtişamı ile birer tarih olarak kalmıştır. milattan önce 300 yıllarında mısır'ın iskenderiye  şehrinde kurulmuş, bu isimle bilinmiş. 150 bine yakın cildi dolduracak kitaplara ev sahipliği yapan bu kütüphane pagan inanışına  karşı olan hıristiyanlar tarafından yıkılmıştır.
      
  devamını gör...
kültürlenme
          farklı toplumlar arasındaki etkileşime denir efem... bu kültürler bir araya gelerek, başka topluluklara özgü öğeleri 
kendi kültürlerinde birleştirir..işte buna kültürlenme diyoruz.
çıkar göster derseniz gösteremeyeceğim lakin, başka kültürlerle etkileşim japonlar için olmazsa olmazmış.
ilerlemenin yegane yolu olarak gördüklerini okumuştum özellikle de teknolojik işlerde.
  kendi kültürlerinde birleştirir..işte buna kültürlenme diyoruz.
çıkar göster derseniz gösteremeyeceğim lakin, başka kültürlerle etkileşim japonlar için olmazsa olmazmış.
ilerlemenin yegane yolu olarak gördüklerini okumuştum özellikle de teknolojik işlerde.
devamını gör...
