başlıklara desteğin azalması
son zamanlarda fark ettiğim durumdur. tamam akışta sürekli başlıklar güncelleniyor ama biraz da ilginin azaldığı görülüyor. birkaç hafta öncesine kadar hemen hemen her başlığa bir şeyler yazılırdı. akışı takip edin çoğu başlık 1 sayısı ile kaybolup gidiyor.
devamını gör...
the lord of the portakals
fenomenlige dogru yol almis, yazarin on numara montajidir. uc saatlik montaj bile olsaydi gozumu kirpmadan izlerdim, oyle orjinal bir sey olmus. tadi damagimda kalmistir, devami mumkunse gelmelidir...
devamını gör...
warp motoru
ışıktan daha hızlı gidebilmemiz mümkün mü ? aslında bunun cevabını teorik olarak verecek olursak, evet. yani ışıktan daha hızlı gidebilmemiz mümkün. peki bu nasıl mümkün olabilir ? albert einstein ışık hızından gitmenin mümkün olmadığını söylerken yanılıyor muydu ?
warp motoru adı verilen motor ile ışık hızının + katları kadar hızlı gitmemiz mümkün olabilir. önce warp motoru nedir bunu söyleyeyim; warp motoru takılmış bir uzay gemisi veya roketin astronomik uzay mesafelerinde ışık hızı dediğimiz hızın pozitif katlarında yolculuk yapabilmesine izin veren, aslında henüz var olmayan ancak var sayım evreninde bulunan bir teknoloji ürünüdür. bilim-kurguda filmleri, dizileri, kitaplarında çok sık kullanılmakta ve konu olarak gösterilmektedir. günümüzde fizik camiasından bazı profesörler bunun "genel görecelik etkileri" ile gerçekleşebileceğini düşünmektedir. şimdi biraz daha detaylandıracak olursam, en büyük warp sürati ışık hızından tam 10 kat daha hızlıdır. bu da 1 saniye içinde 3 milyon kilometreye tekabül etmektedir. yani siz buna ışık hızında seyahat değil de, ışınlanmak deseniz çok daha doğru olur. peki bu nasıl mümkün ?

esasında herşey uzay-zaman düzlemini bükmekten geçiyor ve bir kez daha albert einstein'nin haklı olduğunu görüyoruz. yani biz ışık hızını geçmiş olmuyoruz, sadece ilerlediğimiz düzlem olan uzay-zaman düzlemi bükülüyor. ve bunun sayesinde ışıktan daha hızlı gitmiş oluyoruz. peki böyle bir motorun yapılması mümkün olabilir mi ? bu sorunun da cevabı tahmin edeceğimiz gibi "evet..." teorik olarak bir warp motoru yapılması mümkün. geçen bir kaç yıl içerisinde nasa'nın bir warp motoru üzerinde çalıştığı da bilinen bir husus. warp motoru yapılmasına yapılır da asıl problem şu; bu motoru çalıştırmaya yetecek kadar yakıt var mıdır ? hesaplamalara göre sadece çalışması için bile jüpiter büyüklüğünde bir yakıt gerekmekte. bu problemi de nasa'nın gelişmiş itki çalışma grubu müdürü dr.harold white ve ekibi çözdü. yeni bir warp motoru tasarlayan bu ekip, yarım tonluk bir yakıtla yakınımızdaki yıldızlara gitmemizin 6 ay kadar zamanımızı alacağını ileri sürmekte. ve bu durum esasında kağıt üzerinde kanıtlanmış durumda. dünyamızdan yollanan ve güneş sistemimizin dışına çıkan voyager-1 isimli uzay mekiğinin doğru yönde gitmiş olsaydı eğer, bize en yakın yıldız sistemine 77 bin yılda ulaşabileceği düşünülüyordu. bu açıdan bakınca 6 aylık süreç çok da uzun değil.

bize en yakın yıldız olan proxima centauri'e gitmemiz aşağı yukarı 4.2 ışık yılında mümkünken, warp motoru ile bu süre sadece ve sadece 4 ay'a düşmüş olacak. çok uç bir nokta üzerinden örnek verecek olursam, gözlemleyebildiğimiz evrenin sonuna varmamızın yaklaşık 93 milyar ışık yılı süreceği tahmin ediliyor. warp motoru ile bu süre 9.3 milyar yıla tekabül ediyor. bu süre elbette çok çok büyük bir süre. kainat o kadar yaşar mı tabii ki de bilmiyoruz ancak 93 milyar yıla göre düşününce 9.3 milyar yıl elbette çok daha kısa bir süre oluyor.
kaynakça:
1- khosann.com/nasadan-isiktan...
2- tr.wikipedia.org/wiki/Warp_...
warp motoru adı verilen motor ile ışık hızının + katları kadar hızlı gitmemiz mümkün olabilir. önce warp motoru nedir bunu söyleyeyim; warp motoru takılmış bir uzay gemisi veya roketin astronomik uzay mesafelerinde ışık hızı dediğimiz hızın pozitif katlarında yolculuk yapabilmesine izin veren, aslında henüz var olmayan ancak var sayım evreninde bulunan bir teknoloji ürünüdür. bilim-kurguda filmleri, dizileri, kitaplarında çok sık kullanılmakta ve konu olarak gösterilmektedir. günümüzde fizik camiasından bazı profesörler bunun "genel görecelik etkileri" ile gerçekleşebileceğini düşünmektedir. şimdi biraz daha detaylandıracak olursam, en büyük warp sürati ışık hızından tam 10 kat daha hızlıdır. bu da 1 saniye içinde 3 milyon kilometreye tekabül etmektedir. yani siz buna ışık hızında seyahat değil de, ışınlanmak deseniz çok daha doğru olur. peki bu nasıl mümkün ?

esasında herşey uzay-zaman düzlemini bükmekten geçiyor ve bir kez daha albert einstein'nin haklı olduğunu görüyoruz. yani biz ışık hızını geçmiş olmuyoruz, sadece ilerlediğimiz düzlem olan uzay-zaman düzlemi bükülüyor. ve bunun sayesinde ışıktan daha hızlı gitmiş oluyoruz. peki böyle bir motorun yapılması mümkün olabilir mi ? bu sorunun da cevabı tahmin edeceğimiz gibi "evet..." teorik olarak bir warp motoru yapılması mümkün. geçen bir kaç yıl içerisinde nasa'nın bir warp motoru üzerinde çalıştığı da bilinen bir husus. warp motoru yapılmasına yapılır da asıl problem şu; bu motoru çalıştırmaya yetecek kadar yakıt var mıdır ? hesaplamalara göre sadece çalışması için bile jüpiter büyüklüğünde bir yakıt gerekmekte. bu problemi de nasa'nın gelişmiş itki çalışma grubu müdürü dr.harold white ve ekibi çözdü. yeni bir warp motoru tasarlayan bu ekip, yarım tonluk bir yakıtla yakınımızdaki yıldızlara gitmemizin 6 ay kadar zamanımızı alacağını ileri sürmekte. ve bu durum esasında kağıt üzerinde kanıtlanmış durumda. dünyamızdan yollanan ve güneş sistemimizin dışına çıkan voyager-1 isimli uzay mekiğinin doğru yönde gitmiş olsaydı eğer, bize en yakın yıldız sistemine 77 bin yılda ulaşabileceği düşünülüyordu. bu açıdan bakınca 6 aylık süreç çok da uzun değil.

bize en yakın yıldız olan proxima centauri'e gitmemiz aşağı yukarı 4.2 ışık yılında mümkünken, warp motoru ile bu süre sadece ve sadece 4 ay'a düşmüş olacak. çok uç bir nokta üzerinden örnek verecek olursam, gözlemleyebildiğimiz evrenin sonuna varmamızın yaklaşık 93 milyar ışık yılı süreceği tahmin ediliyor. warp motoru ile bu süre 9.3 milyar yıla tekabül ediyor. bu süre elbette çok çok büyük bir süre. kainat o kadar yaşar mı tabii ki de bilmiyoruz ancak 93 milyar yıla göre düşününce 9.3 milyar yıl elbette çok daha kısa bir süre oluyor.
kaynakça:
1- khosann.com/nasadan-isiktan...
2- tr.wikipedia.org/wiki/Warp_...
devamını gör...
aynı evde yaşıyormuş gibi entryler
odadan çıkarken odanın kapısını kapatınnn.
devamını gör...
stanley kubrick
filmlerinde bir çok imge, anlam bulunduran inanılmaz yönetmen. belki bu cümle tanımlamaya yetmeyecek, ki öyle. tarihin en iyi yönetmenlerindendir kendisi. her filmi bir sanat eseri değerindedir. filmlerini izledikten sonra sayfalarca analiz okuyup ağzımın açık kalmasına sebebiyet vermiştir.
devamını gör...
güne bir söz bırak
bu sabah hava berrak
bu sabah her şey billurdan gibi.
gök masmavi bu sabah
güzel şeyler düşünelim diye.
cahit sıtkı tarancı
bu sabah her şey billurdan gibi.
gök masmavi bu sabah
güzel şeyler düşünelim diye.
cahit sıtkı tarancı
devamını gör...
pfizer çalışanlarının itiraflarının ifşa edilmesi
bir immünolog adayı olarak size biraz bilgi vereyim konuyla ilgili. malum, "okumuş insan halkın yanındadır". şimdi öncelikle aşı ve monoklonal antikor (mab) teknolojisi üzerine biraz bahsedeyim.
aşı, vücuda bir etkenin birebir canlı halini vererek size bağışıklık kazandırabilir. bağışıklık kazandırmak nedir en son anlatayım. bunu yaparken tabi patojeni (mikrobu yani) direkt alıp zart diye vermiyoruz. daha güçsüz, daha zayıf halini veririz. ama sonuçta canlıdır, bağışıklık sisteminden kaçmaya çalışır, hücreye girer enfekte eder, çoğalır, dikkat çeker, zaten zebellah gibi kocaman bir yapıdır ve bağışıklık sistemi asla gözden kaçırmaz. örnek: kkk aşısı (kızamık/kızamıkçık/kabakulak), oral polio (ağızdan yapılan çocuk felci), tüberküloz (verem).
mesela tbc (tüberküloz) aşısını anlatayım. tüberküloz etkeni (tüberküloza sebep olan) bakterinin adı mycobacterium tuberculosis. biz aşıda mycobacterium bovis diye başka bir bakteri veririz. aynı aileden kuzenler bunlar, ama bovis verem tablosu yapmaz (ya da biz yapmayacağını düşünürüz. bazen işler yolunda gitmez ve yapabilir) (sağlıklıysanız rahatsız olmayın. altta yatan bir bağışıklık yetmezliğiniz yoksa, baskılayıcı ilaç kullanmıyorsanız, kemo/radyoterapi gibi ağır antikanser tedaviniz yoksa, organ nakli geçirmediyseniz, hiv değilseniz, çocuk veya yaşlı değilseniz size birşey olmaz. rahat olun). bu mycobacterium ailesi garip bir bakteri ailesi. yüzeylerinde bağışıklık sistemimizin çok seveceği muhteşem yapılar var, bunları tanıyıp bunlara karşı antikor oluşturmaya bayılır bağışıklık sistemimiz. m. boviste olan şeyler m. tuberculosis'te de var, o yüzden hastalık yapmayan versiyonu verip vücuda bu yapıları tanıtıp m. tuberculosis ile karşılaştığında vücuda neye saldırması gerektiğini öğretmek akıllıca bir yöntem. zira tüberküloz çok bela bir hastalık. tamamen sallıyorum, bakteriyel üsye (üst solunum yolu enfeksiyonu) olduğunuzda aldığınız penisilin grubu antibiyotikleriniz (augmentin veya amoklavin mesela) tüberkülozda kullanılmaz. prospektüs okuyanlarınız için söylüyorum, sadece tüberkülozda kullanılan antibiyotikler var (sadece derken hani genel enfeksiyonlarda kullanılmaz anlamında. linçlemeyin hemen). rifampin mesela. ya da isoniazid gibi tbc enfeksiyonuna özel antibiyotikler var. hani öyle bela bir enfeksiyon, o yüzden diyorum. aşınızı olun, kafanız rahat olsun. akciğerinizi yiyip bitirip oyuk açıp ömür boyu sizi o oyukla yaşatır, her ac grafisinde (röntgen) o oyuk çıkar hekiminizi yerinden hoplatırsınız. gerek yok ne insanlara ne size boşuna acı çektirmeye.
gelelim aşısına. bu m. bovis dediğimiz adam 1901 yılında laboratuvarda kültür edilmeye başlanıyor, 13 yıl ve 231 pasaj sonunda bir bakıyorlar ki bütün virülansını kaybetmiş ve geri kazanamıyor (normalde 1901 yılında ineğin birinden elde edilmiş, inek vereminden izole edilmiş. hastalık etkeniymiş yani). sonra bunu 1921'de bir çocuğa veriyorlar ağızdan, bakıyorlar ki çocuk ölmüyor. diyorlar ki tamam, biz bu işi başardık (eser bilen hatay sandık içi'ne selamlar). sonra zaten patladı gitti (çocuklar duymasın seyyar tayyar'a selamlar).
efendim bakınız bu aşı gördüğünüz üzre yaşayan bir bakteri. herhangi bir hastalık yeteneği kalmamış. 1901'den beri 120 yıl geçmiş, laboratuvarda yaşamaya alışmış bir hede olmuş yani. ama o kadar yıl geçmesine rağmen yüzeyinde bulunan bu bazı şeyler asla kaybolmuyor (hani bizim bağışıklık sistemimizin çok sevdiği şeyler dedim ya, onlar işte. hadi isim verelim, mikolik asit). işte efendim bu yapılar (mikolik asitler) hem m. tuberculosis hem de m. bovis tarafından paylaşıldığı için hastalık yapanı vermek yerine güvenli olanı vermek daha mantıklı. vücudumuz da bu mikolik asit denen naneyi tanıyıp buna karşı antikor oluşturur, gerçek m. tuberculosis bulaştıüı zaman "ben seni tanıyorum lan. gel buraya kaçma, kaçmasana ulan israil dölü" diye üstüne çullanacaktır.
aynı mantıkla yapılan bir diğer aşıdan bu kadar teknik detay vermeden bahsedeyim. vaccinia diye bir virüs var. bunu verip insanı bağışıkladık yıllar boyu, variola diye bir virüse çok benzediği için vaccinia antikorları variola enfeksiyonunda da etkili oldu. yani daha doğrusu biz bunu fark ettik, insanlara variola verip hasta edip bağışıklık kazanmalarını beklemektense güvenli olan yolu seçtik, vaccinia verdik. vaccinia'ya karşı gelişen antikorlar variola'yı da bağladığı için ikisine birden bağışıklık kazanmış oldunuz aslında. halbuki bizim amacımız sadece variola idi, vaccinia şans eseri benzer yapıdaymış, ama iyi ki öyleymiş. m. tuberculosis yerine m. bovis kullanmak gibi. peki bu variola kimdi biliyonuz mu? çiçek hastalığı. biz bunu daha önce de anlatmıştık, açınız okuyunuz lütfen. #1143410
bence canlı aşı nedir anladık. bir sorunumuz kaldığını düşünmüyorum bu konuda. hastalık yapan etken yerine onun benzerini vermek de canlı aşıdır, hastalık yapan adamı alıp laboratuvarda hastalık yapamaz hale sokup vermek de canlı aşıdır. ikinci dediğimin bir riski şu, enterotoksijenik e. coli diye bir bakterimiz var, bunun geliştirilmekte olan da bir aşısı var bu şekilde. ben bunu aldım labda hastalık yapamaz hale soktum kendime enjekte ettim. o bakteri vücuda girince ortamda bulunan diğer bakterilerle konuşacak, onlardan bazı genleri alabilecek, tekrar hastalık yapabilir hale gelebilecek. ama bu riski zaten ortadan kaldırana ya da minimum hale getirene kadar uğraşıyoruz biz laboratuvarlarda. barsaklarda e. coli yok mu, var tabi. aynı tür oldukları için oralardaki e. coli bakterilerinden gen alışverişi yapabilir, aşı yapacağım derken işleri daha kötü hale sokabilirim.
canlı aşının her zaman böyle bir riski var, ama bu şey gibi. türkiye deprem kuşağında bir ülke, her an deprem olabilir. deprem olacak diye ev mi yapmıyoruz, hayır. önlem alıp ona göre yapıyoruz, bazı şanssız binalar yıkılıyor. canlı aşıda da böyle olabilir, ama çok çok çok düşük ihtimaller. zaten yukarıda saydığım insanlardan biri değilseniz (altta yatan bir bağışıklık yetmezliğiniz yoksa, baskılayıcı ilaç kullanmıyorsanız, kemo/radyoterapi gibi ağır antikanser tedaviniz yoksa, organ nakli geçirmediyseniz, hiv değilseniz, çocuk veya yaşlı değilseniz) böyle bir ihtimal yok denecek kadar az, bu saydığım gruba giriyorsanız zaten size canlı aşı yapılmaz. o yüzden organ nakli geçirdiyseniz bu entryden sonra doktora gidip tbc aşısı olmak istiyorum derseniz mutlaka organ naklini de söyleyin. söyleyin ki aşınızı yapmasınlar, ne gittiğiniz hekimin ne benim başım ağrımasın sonra (gerçi siz yalvarsanız da yakarsanız da yapılmaz o aşı da neysssse).
efendim ikinci tür aşımız bu yukarıda anlattığım hastalık yapan adamı alıp direkt öldürmek, vücuda bu şekilde vermek. şimdi bunun canlı aşıdan farkı ve benzerliği ne onu konuşalım. benzerliği, adam aynı adam zaten. mesela covid aşısı sinovac var ya [aslında coronavac o. sinovac şirketin adı hehe], işte o aşı bu aşı. bu tür aşılara inaktive aşı diyoruz kendi aramızda. çünkü bu aşının içinde artık aktif bir etken yok, canlı değil, öldürülmüşler. neyle öldürüldüğü önemli değil, önemli olan ölü olması. canlı aşıyla benzer yanı şu: canlı aşıda verdiğimiz etkenin tıpa tıp aynısını veriyoruz. bağışıklık sistemimiz ona nasıl tepki veriyorsa buna da aynı tepkiyi veriyor. canlı aşıdan farklı yanı şu: canlı aşıdaki etken çoğalabilir, bağışıklıktan kaçmaya uğraşabilir, ben aşıyla 1000 tane virüs enjekte ettiysem o çoğalıp 100.000 tane olup bağışıklık sistemini "lan bak bu adam çok hızlı çoğalıyor, bunu bu şekilde not alın, bi'daha gördüğümüzde kafasına hızlıca çökelim" diye tanıtmak varken inaktive aşıda bu yok mesela (böyle bir kayıt da yok vücutta bu arada. anlayın diye örnek veriyorum). ya da mesela 1000 tane virüs inaktive şekilde vermişken bir kısmı enjeksiyon sırasında parçalanabilir, atıyorum kan akışında sağa sola çarpıp kırılabilir, ne bileyim başına bin türlü bela gelebilir bağışıklık sistemi doğru düzgün tanıyamadan gücü azalabilir (tabi bu da olmaz. onu test edip hesaplayıp dozları veriyoruz). ama temelde canlı adamın öldürülüp verilen hali diyebiliriz. örneklerimiz kimler? sinovac dedik, başka mesela boğmaca aşısı var hepiniz duymuşsunuzdur (whole cell pertussis olan ama. dtap değil), ya da kuduz mesela inaktive aşılara örnektir.
başka ne tür aşımız var, vlp dediğimiz çok harika bir tekniğimiz var mesela. virus-like particle, yani virüse benzeyen parçacık. bunu şu an sadece hpv aşısında kullanıyoruz. gardasil denilen bir aşı var, bu teknolojiyle yapılıyor. bu ne biliyonuz mu, virüsün dışını alıp laboratuvarda birleştiriyoruz, kendisi zaten virüse benziyor, o şekilde veriyoruz vücuda. aslında bunu biz de yapmıyoruz, dış proteinin özelliği o. labda üretiyoruz, o birleşiyo kendi kendine. virüse benzediği için de vücut ona göre tepki veriyor. bu adam ölü (inaktive) aşıdan da güvenli çünkü içinde hiçbir gen yok. boş kabuk yani. zaten bağışık yanıtın gelişmesi için gen olmasına gerek yok, dıştaki proteine karşı yanıt gelişir.
toksoid moksoid şeyler var onları geçiyorum. difteri ve tetanos bakterileri kendileri hastalık yapmaz, toksinleri beladır. toksin üretmeyen bakterinin varlığı tanısal olarak anlam ifade etmez mesela. bakterinin varlığı zaten hastalık değil, toksin üretmesi sorun. o yüzden bunlarda toksine karşı yanıt gelişmesi istenir. toksin dediğimiz şey de protein aslında. direkt toksini verip vücuda "al bunu tanı, buna karşı yanıt geliştir" demek diye bir durum söz konusu değil. öyle bir şey yaparsanız adamı öldürmüş olursunuz hehe. çünkü ha bakteri toksini üretip salmış, ha ben enjekte etmişim. toksini bir şekilde deaktive etmem lazım, bir yol bulup bunu vücuda zararsız hale getirmem lazım. işte bunu da aynı ekteni inaktive eder gibi inaktive ediyoruz, adına da toksoid diyoruz. dtap (difteri tetanos aselüler pertussis) aşısındaki difteri ve tetanos toksoid aşılar diye biliyorum.
şimdi asıl aşı nedir, gerçekten bilimin mucizesi nasıl gerçekleşir size onu anlatacağım noktaya gelelim. rekombinant aşı ya da subunit aşı. bakınız genetik bilimi çok gelişti, artık elimize geçirdiğimiz şeyin genomunu sekanslayıp o genlerden ne proteinler üretiyor onu öğrenebiliyoruz. bu teknoloji sayesinde hepatit b virüsünün yüzeyindeki proteini alıp [hbsag] laboratuvarda üretiyoruz. sonra da bunu bağışıklık sisteminin tanıyacağı elemanlarla birleştirip, çeşitli bişeyler yapıp vücuda veriyoruz. bakınız bağışıklık sistemi öyle her şeye karşı yanıt vermez, vermemelidir de zaten. mesela saldıracağı yapı protein olmalı, öylesi daha güzel. çünkü protein dna'dan gelir. kodlaması vardır, geni vardır, gerçek rakiptir. karmaşıktır aynı zamanda. protein dizisi öyle çok basit bir şey değil. mesela bir nişasta uç uca eklenmiş binlerce glukoz molekülüdür ama 1000 aminoasitlik bir proteinde çeşit çeşit aminoasit vardır. bunlar da katlanır kıvrılır garip gurup şekiller alır, nişasta gibi düz çubuk halinde değildir. işte bağışıklık sistemimiz protein gibi karmaşık ve özgül yapıları sever, bunun için karbonhidrat yapılara karşı çok da açı geliştirilemez (yok değil ama az. mesela pnömokok aşısı var polisakkarit aşı. bakterinin dışındaki kapsüle karşı yapılmış bir aşı kendisi, ama etkisi geçici. birkaç yılda bağışıklık sıfırlanır, tekrar vurdurmak zorunda kalırsınız). protein hedeflere karşı yapılan aşılar o yüzden hem daha uzun süreli yanıt oluşturur, hem de daha güçlü yanıt oluşturur. nişastaya karşı aşı yapacaksanız mesela, o nişastayı protein ya da proteinvari bir şeye tutturmanız gerekir ki t hücreleri de tanısın, bağışıklık kalıcı ve uzun olsun, hafıza oluşsun vs. biliyoruz da anlatıyoruz kardeşim bunları hep *. laf arasında polisakkarit ve konjuge aşıyı da anlatmış oldum aslında. polisakkarit aşı, adı üstünde polisakkarit bir antijene karşı aşı (ki bu durumda zatürre etkeni olan pnömokok kapsülüne karşı oluyor), konjuge aşı ise bağışıklık geliştirmek istediğiniz bir yapının ucuna başka bir eleman daha tutturarak oluyor. conjugate hani, ikisini birbirine bağlamak, hem t hem b yanıtını uyarmak için falan.
rekombinant aşıda bunlar yok. rekombinant aşıda biz zaten bütün genomu bildiğimiz için bir etkenin hangi geni neyi üretiyor onu biliyoruz. o genleri alıp başka bir canlıya klonluyoruz (mesela e. coli). laboratuvarda o canlıyı üretirken kendi klonladığımız proteini de ürettiriyoruz (labda içine hepatit b yüzey antijeni -hbsag- sokulmuş e. coli besliyoruz yani). neden peki hepatit b virüsünü canlı vermiyoruz? çünkü hasta eder. neden peki inaktive edip vermiyoruz? çünkü ne gerek var. neden rekombinant aşı yapıyoruz? çünkü bütün virüsü öldürüp zayıflatıp vermek yerine sadece hedefine bağlanabileceği yeri vücuda tanıtıp buna karşı antikor ürettirmek daha mantıklı. kandaki antikor çorbası içinde uygun antikorun hedefini bulup nötralize etmesi yerine o çorbayı sadece anti-hbsag antikorundan oluşturmak farklı şeyler. şey gibi düşünün, tutmaç çorbası içindeki yeşil mercimekler gibi. nohutu var eriştesi var falan, bunlar hep başka işlere yarayan antikorlar. hatta kimisi hiç işe yaramıyor. o yüzden sadece yeşil mercimek çorbası yapmak daha avantajlı (sadece anti-hbsag ürettirmek yani).
mrna aşılarımız var son olarak. bakın bu seviye artık uzay, allah falan. bunun ötesi dna aşısı, ama o daha hiç yok bildiğim kadarıyla. bakınız bu olay da şöyle (ya çok fazla immünoloji bilmeniz gerekiyor benim size doğru düzgün anlatmam için. üşeniyorum of), rekombinant aşıda biz hani geni alıp e. coli'ye klonlamıştık da orada ürettirmiştik ya. orada e. coli içine soktuğumuz şey dna. kalıcı. o e. coli artık ömrü boyunca hepatit virüsünün yüzey proteinini üretecek. mrna ise öyle değil, hücre içine dna sokmuyoruz. sadece mrna sokuyoruz, ki bu mrna bir süre sonra parçalanır gider. bakın burası çokomelli, parçalanır gider. mrna ne biliyonuz mu, hemen anlatayım.

bakınız bu bir hücre. ortadaki çekirdek diye işaretli kırmızı topçuk hücrenin beyni. içinde dna var ve asla dışarı çıkmaz. sitoplazma dediği sarı alan da hücrenin vücudu. orada da protein sentezi olur. e protein sentezi olması için dna'ya erişim lazım çünkü ne sentezlenecek nasıl yapılacak hepsi dna'da duruyor. bilgi dna'da saklıdır. e dna dışarı çıkamaz, protein sentezleyen adamlar [ribozom] içeri giremez. e nasıl olacak? arada haber uçuran başka bir molekül lazım. işte bu mrna. fotokopi gibi düşünün. dna kitapsa mrna kitabın ilgili sayfasının fotokopisi. tarifi götürür, proteini sentezlettirir, iş bitince kağıt yırtılıp atılır.
mrna aşısında da siz kitap değil ilgili sayfanın fotokopisini veriyorsunuz. iş bitince o sayfa yırtılıp atılıyor. hücrenin kendi ürettiği mrna molekülleri de yırtılıp atılıyor, aşıyla verdikleriniz de atılıyor. o yüzden yok efendim gen verildi, yok efendim kalıcı yerleşiyormuş, genoma bağlanıyormuş, gdo oluyormuşuz falan böyle şeylere inanmayın. bunları söyleyenleri de hayatınızdan ışık hızıyla çıkartın.
mrna aşısı rekombinantın bir adım daha ötesi, şöyle ki burada dışarıda ürettiğimiz şeyi kendi vücudumuzda üretiyoruz. bakın bunun bir adım sonrası mrna'yı da kendi vücudumuzda üretmemiz olacak. onun için de dna aşısı gerekiyor (kitabı vermeniz lazım yani). ama dna aşısında şöyle bir durum var, genoma entegre olur. kalıcıdır yani. hatta dna aşısı yaptığınız her birey genetiği değiştirilmiş organizma [gdo] olur.
şimdi gelelim monoklonal antikor mevzusuna. bakın rekombinant aşıda ve mrna'da siz vücuda neye karşı antikor üretmesini istediğinizi söylüyorsunuz. hbv virüsünün sadece "hbsag antijenine karşı üret" veya "sars-cov-2'nin spike proteinine karşı üret" diye. neden, çünkü bu virüsler bu molekülleri kullanarak giriyorlar hücreye. bu molekülle hücrenin bağlantısını kesersek (virüsün s proteinini antikorla kapatıp bağlanamaz hale getirirsek yani) virüsle hücre bağlanamaz. virüs, hücre içine giremediği sürece işlevsizdir. hastalık yapamaz. o yüzden hücreyle virüs arası bağlantıyı kesen bu tarz antikorlara ihtiyacımız var ve bağışıklık sistemini bu antikorları üretmeye yönlendirmek zararlı bir aktivite değil [bu tarz antikorlara nötralizan antikor diyoruz].
şimdi gelelim bütün bu immünoloji bilgilerinden sonra asıl meramıma. monoklonal antikor dediğiniz şey aşı sürecinin en sonudur. benim yukarıda bin türlü yöntemle sizin vücudunuza verdiğim etkene karşı antikor ürettirdiğim yolun tamamen baypas edilip dışarıdan hazır antikoru vermektir. hatta bu antikorlar öyle antikorlar ki hepsi aynı yere bağlanır. o yüzden bir molekül=bir antikor diyebiliriz. yani atıyorum bir doz monoklonal antikor (mab) enjekte ettiniz diyelim. içinde de bir dozun 1 milyon mab olsun. bir sars-cov-2 yüzeyinde 100 tane spike proteini olsa sizin bu enjekte ettiğiniz mab 10.000 adet virüsü engeller. geri kalanlar başıboş halde dolaşmaya devam eder. hadi diyelim ki öyle olmadı da işe yaradı, bire bir gelecek şekilde mab enjekte ettik (aynı antitoksin tedavisi gibi). e peki sonra? koruyuculuk yok ki? yine açıksın tehlikeye hocam. sürekli ben kendime enjeksiyon mu yaptırcam? antikor dediğim adamın yapısı belli, o da bir protein ve worn-out olma süresi var. kullanılsa da kullanılmasa da bir süre sonra kıyısı köşesi parçalanmaya başlayacak, sağa sola çarğa çarpa kopacak, vadesi dolunca parçalanıp gidecek. e yenisini yapmayı bilmiyor ki vücut? verdin mi sen tarifi, verdin mi etkeni, ya da antijeni? hayır. monoklonal antikor tabanlı tedavi bu yüzden covid için geliştirilebilecek bir şey değil. herhangi bir hastalık için aşısı varsa mümkün olan bir şey değil. insülin dozu gibi sürekli kimse kendine koruyucu antikor yapmaz. öyle bir dünya yok.
videoda bahsi geçen monoklonal antikor mevzusu ise bambaşka bir şey. aşağıda bazı mab temelli ilaç fiyatlarını vereceğim
tecentriq (atezolizumab): 18316.47 tl
mabthera (rituximab): 5372.58 tl
herceptin (trastuzumab): 2423.39 tl
bevax (bevacizumab): 990.78 tl (aynı miktar aynı doz roche isterseniz altuzan var, 1325.40 tl).
yervoy (ipilimumab): 17330.98 tl
bavencio (avelumab): 1325.40 tl
caelyx (durvalumab): 2224.22 tl
opdivo (nivolumab): 3132.50 tl
bakın en ucuzu bile abdi ibrahimin 1000 liralık ilacı, ki ayda 2 kez kullanılması gereken bir ilaç olarak biliyorum. hekim olmadığım için tedavi sürecini bilmem, ne kadar kullanılır kaç gün devam edilir nedir ne değildir bilmiyorum. ama hani ayda 2 kereden 3 ay kullanılsa (hani kanser tedavisi ya, belki 3 aydır kullanım belki daha kısadır belki uzundur) 6000 lira yapar. bakın sadece 3 ayda bu kadar. tek doz bile 1000 lira yahu. mab tabanlı bir tedavinin covid için geliştirilmesini istemek zaten saçma, bir de üstüne bunun bu kadar pahalı bir yöntem olduğunu düşünürseniz daha da saçma. eleştireceğimiz yer "mab tabanlı tedaviler için halihazırda üretilen ilaçların durdurulması ve bütün odağın covide yöneltilmesi" ise kısmen haklısınız. kısmen, çünkü devam eden bir pandemi var. yani hani sağlıklı veya değil bütün insanları etkileyen ve öldüren bir hastalıktan bahsediyoruz. global çapta bir kriz durumu varken öncelikleri değiştirip odak kaydırmak gayet olağan bir şey. şirket bunu tabii ki para için yapacak. kimse jonas salk olmayacak. bkz. ilgili video
şirket böyle yaptı diye de adamları yerin dibine sokmayın. parasız bu işler olmuyor ne yazık ki. aynı teknolojiyi kullanan moderna 25-40 dolara aşıyı satarken pfizer nasıl 20 dolara satıyor onu neden konuşmuyor kimse ben bunu çok merak ediyorum mesela. ayrıca, video aşırı yanlı ve taraflı. bunu sektörün içinden ve bilen biri olarak söylüyorum.
bakınız en başlarda bir bilimadamı diyor ki, "hastalığı geçirmek aşıdan daha fazla antikor ürettirir". bu cümleye binaen sanki aşı olmak sınırlı bağışıklık sağlıyormuş gibi gösterilmiş. tutmaç çorbasına gerek yok. hiv pozitifken de hiv'e karşı antikor gelişiyor, siz antikor olmadığı için mi aids oluyorsunuz sanıyordunuz? o oluşan antikorlar nötralizan değil, virüsün bakterinin saçmasapan yerlerine yapışıp hiç işlev görmeyen antikorlar. e niye bunu ürettirmek için uğraşalım ki? ne gereği var? fazla antikor sizi daha iyi korumaz yani, o yanlgıya düşmeyin.
ayrıca 9. dakika öncesinde bilimadamı diyor ki "elimizde 3000 hastalık örnek var laba yolladık bir parti, haftaya da diğer partiyi yollayacağız. serumlara bakıp troponin miktarını ölçeceğiz, bakalım aşıyla bağlantılı bir miyokardit tablosu var mı yok mu. umarım yoktur, varsa çünkü aşıyı piyasadan geri çekmek gerekebilir", sonra haberin sunucusu adam giriyor görüntüye ve diyor ki "antikorlar madem aşıdan daha iyiyse..."
ulan değil işte? 20.000 karakter yazmışım ne anlatıyorum ben 3 gündür.
yani hani haklarında "grup, ana akım medya kuruluşlarını ve ilerici grupları itibarsızlaştırmak amacıyla gizli kayıtları kullanan gizli operasyonlarının aldatıcı bir şekilde düzenlenmiş videolarını üretiyor. project veritas ayrıca hedefleri için kötü tanıtım yapmak için tuzağa düşmeyi kullanıyor ve videolarında ve operasyonlarında dezenformasyon ve komplo teorileri yayıyor." gibi tanımlar yapılıyor ama tabi siz bilirsiniz. ayrıca ben şu videodaki ismi geçen pfizer elemanlarını aradım ama bulamıyorum? bulan varsa linkedin sayfasını falan atabilir mi, bakalım cidden öyle birileri pfizer bünyesinde çalışıyor muymuş.
tanımcılık: olmayan çalışanların varmış gibi gösterilip sanki birşeyler itiraf etmiş gibi gösterilmesidir. dezenformasyon budur işte.
p.s okumak isteyene aşı neden ve nasıl çalışır hakkında ufak bir makale bırakıyorum. www.sciencedirect.com/scien... akiko iwasaki kaliteli biridir, takipleyin twitterdan falan.
aşı, vücuda bir etkenin birebir canlı halini vererek size bağışıklık kazandırabilir. bağışıklık kazandırmak nedir en son anlatayım. bunu yaparken tabi patojeni (mikrobu yani) direkt alıp zart diye vermiyoruz. daha güçsüz, daha zayıf halini veririz. ama sonuçta canlıdır, bağışıklık sisteminden kaçmaya çalışır, hücreye girer enfekte eder, çoğalır, dikkat çeker, zaten zebellah gibi kocaman bir yapıdır ve bağışıklık sistemi asla gözden kaçırmaz. örnek: kkk aşısı (kızamık/kızamıkçık/kabakulak), oral polio (ağızdan yapılan çocuk felci), tüberküloz (verem).
mesela tbc (tüberküloz) aşısını anlatayım. tüberküloz etkeni (tüberküloza sebep olan) bakterinin adı mycobacterium tuberculosis. biz aşıda mycobacterium bovis diye başka bir bakteri veririz. aynı aileden kuzenler bunlar, ama bovis verem tablosu yapmaz (ya da biz yapmayacağını düşünürüz. bazen işler yolunda gitmez ve yapabilir) (sağlıklıysanız rahatsız olmayın. altta yatan bir bağışıklık yetmezliğiniz yoksa, baskılayıcı ilaç kullanmıyorsanız, kemo/radyoterapi gibi ağır antikanser tedaviniz yoksa, organ nakli geçirmediyseniz, hiv değilseniz, çocuk veya yaşlı değilseniz size birşey olmaz. rahat olun). bu mycobacterium ailesi garip bir bakteri ailesi. yüzeylerinde bağışıklık sistemimizin çok seveceği muhteşem yapılar var, bunları tanıyıp bunlara karşı antikor oluşturmaya bayılır bağışıklık sistemimiz. m. boviste olan şeyler m. tuberculosis'te de var, o yüzden hastalık yapmayan versiyonu verip vücuda bu yapıları tanıtıp m. tuberculosis ile karşılaştığında vücuda neye saldırması gerektiğini öğretmek akıllıca bir yöntem. zira tüberküloz çok bela bir hastalık. tamamen sallıyorum, bakteriyel üsye (üst solunum yolu enfeksiyonu) olduğunuzda aldığınız penisilin grubu antibiyotikleriniz (augmentin veya amoklavin mesela) tüberkülozda kullanılmaz. prospektüs okuyanlarınız için söylüyorum, sadece tüberkülozda kullanılan antibiyotikler var (sadece derken hani genel enfeksiyonlarda kullanılmaz anlamında. linçlemeyin hemen). rifampin mesela. ya da isoniazid gibi tbc enfeksiyonuna özel antibiyotikler var. hani öyle bela bir enfeksiyon, o yüzden diyorum. aşınızı olun, kafanız rahat olsun. akciğerinizi yiyip bitirip oyuk açıp ömür boyu sizi o oyukla yaşatır, her ac grafisinde (röntgen) o oyuk çıkar hekiminizi yerinden hoplatırsınız. gerek yok ne insanlara ne size boşuna acı çektirmeye.
gelelim aşısına. bu m. bovis dediğimiz adam 1901 yılında laboratuvarda kültür edilmeye başlanıyor, 13 yıl ve 231 pasaj sonunda bir bakıyorlar ki bütün virülansını kaybetmiş ve geri kazanamıyor (normalde 1901 yılında ineğin birinden elde edilmiş, inek vereminden izole edilmiş. hastalık etkeniymiş yani). sonra bunu 1921'de bir çocuğa veriyorlar ağızdan, bakıyorlar ki çocuk ölmüyor. diyorlar ki tamam, biz bu işi başardık (eser bilen hatay sandık içi'ne selamlar). sonra zaten patladı gitti (çocuklar duymasın seyyar tayyar'a selamlar).
efendim bakınız bu aşı gördüğünüz üzre yaşayan bir bakteri. herhangi bir hastalık yeteneği kalmamış. 1901'den beri 120 yıl geçmiş, laboratuvarda yaşamaya alışmış bir hede olmuş yani. ama o kadar yıl geçmesine rağmen yüzeyinde bulunan bu bazı şeyler asla kaybolmuyor (hani bizim bağışıklık sistemimizin çok sevdiği şeyler dedim ya, onlar işte. hadi isim verelim, mikolik asit). işte efendim bu yapılar (mikolik asitler) hem m. tuberculosis hem de m. bovis tarafından paylaşıldığı için hastalık yapanı vermek yerine güvenli olanı vermek daha mantıklı. vücudumuz da bu mikolik asit denen naneyi tanıyıp buna karşı antikor oluşturur, gerçek m. tuberculosis bulaştıüı zaman "ben seni tanıyorum lan. gel buraya kaçma, kaçmasana ulan israil dölü" diye üstüne çullanacaktır.
aynı mantıkla yapılan bir diğer aşıdan bu kadar teknik detay vermeden bahsedeyim. vaccinia diye bir virüs var. bunu verip insanı bağışıkladık yıllar boyu, variola diye bir virüse çok benzediği için vaccinia antikorları variola enfeksiyonunda da etkili oldu. yani daha doğrusu biz bunu fark ettik, insanlara variola verip hasta edip bağışıklık kazanmalarını beklemektense güvenli olan yolu seçtik, vaccinia verdik. vaccinia'ya karşı gelişen antikorlar variola'yı da bağladığı için ikisine birden bağışıklık kazanmış oldunuz aslında. halbuki bizim amacımız sadece variola idi, vaccinia şans eseri benzer yapıdaymış, ama iyi ki öyleymiş. m. tuberculosis yerine m. bovis kullanmak gibi. peki bu variola kimdi biliyonuz mu? çiçek hastalığı. biz bunu daha önce de anlatmıştık, açınız okuyunuz lütfen. #1143410
bence canlı aşı nedir anladık. bir sorunumuz kaldığını düşünmüyorum bu konuda. hastalık yapan etken yerine onun benzerini vermek de canlı aşıdır, hastalık yapan adamı alıp laboratuvarda hastalık yapamaz hale sokup vermek de canlı aşıdır. ikinci dediğimin bir riski şu, enterotoksijenik e. coli diye bir bakterimiz var, bunun geliştirilmekte olan da bir aşısı var bu şekilde. ben bunu aldım labda hastalık yapamaz hale soktum kendime enjekte ettim. o bakteri vücuda girince ortamda bulunan diğer bakterilerle konuşacak, onlardan bazı genleri alabilecek, tekrar hastalık yapabilir hale gelebilecek. ama bu riski zaten ortadan kaldırana ya da minimum hale getirene kadar uğraşıyoruz biz laboratuvarlarda. barsaklarda e. coli yok mu, var tabi. aynı tür oldukları için oralardaki e. coli bakterilerinden gen alışverişi yapabilir, aşı yapacağım derken işleri daha kötü hale sokabilirim.
canlı aşının her zaman böyle bir riski var, ama bu şey gibi. türkiye deprem kuşağında bir ülke, her an deprem olabilir. deprem olacak diye ev mi yapmıyoruz, hayır. önlem alıp ona göre yapıyoruz, bazı şanssız binalar yıkılıyor. canlı aşıda da böyle olabilir, ama çok çok çok düşük ihtimaller. zaten yukarıda saydığım insanlardan biri değilseniz (altta yatan bir bağışıklık yetmezliğiniz yoksa, baskılayıcı ilaç kullanmıyorsanız, kemo/radyoterapi gibi ağır antikanser tedaviniz yoksa, organ nakli geçirmediyseniz, hiv değilseniz, çocuk veya yaşlı değilseniz) böyle bir ihtimal yok denecek kadar az, bu saydığım gruba giriyorsanız zaten size canlı aşı yapılmaz. o yüzden organ nakli geçirdiyseniz bu entryden sonra doktora gidip tbc aşısı olmak istiyorum derseniz mutlaka organ naklini de söyleyin. söyleyin ki aşınızı yapmasınlar, ne gittiğiniz hekimin ne benim başım ağrımasın sonra (gerçi siz yalvarsanız da yakarsanız da yapılmaz o aşı da neysssse).
efendim ikinci tür aşımız bu yukarıda anlattığım hastalık yapan adamı alıp direkt öldürmek, vücuda bu şekilde vermek. şimdi bunun canlı aşıdan farkı ve benzerliği ne onu konuşalım. benzerliği, adam aynı adam zaten. mesela covid aşısı sinovac var ya [aslında coronavac o. sinovac şirketin adı hehe], işte o aşı bu aşı. bu tür aşılara inaktive aşı diyoruz kendi aramızda. çünkü bu aşının içinde artık aktif bir etken yok, canlı değil, öldürülmüşler. neyle öldürüldüğü önemli değil, önemli olan ölü olması. canlı aşıyla benzer yanı şu: canlı aşıda verdiğimiz etkenin tıpa tıp aynısını veriyoruz. bağışıklık sistemimiz ona nasıl tepki veriyorsa buna da aynı tepkiyi veriyor. canlı aşıdan farklı yanı şu: canlı aşıdaki etken çoğalabilir, bağışıklıktan kaçmaya uğraşabilir, ben aşıyla 1000 tane virüs enjekte ettiysem o çoğalıp 100.000 tane olup bağışıklık sistemini "lan bak bu adam çok hızlı çoğalıyor, bunu bu şekilde not alın, bi'daha gördüğümüzde kafasına hızlıca çökelim" diye tanıtmak varken inaktive aşıda bu yok mesela (böyle bir kayıt da yok vücutta bu arada. anlayın diye örnek veriyorum). ya da mesela 1000 tane virüs inaktive şekilde vermişken bir kısmı enjeksiyon sırasında parçalanabilir, atıyorum kan akışında sağa sola çarpıp kırılabilir, ne bileyim başına bin türlü bela gelebilir bağışıklık sistemi doğru düzgün tanıyamadan gücü azalabilir (tabi bu da olmaz. onu test edip hesaplayıp dozları veriyoruz). ama temelde canlı adamın öldürülüp verilen hali diyebiliriz. örneklerimiz kimler? sinovac dedik, başka mesela boğmaca aşısı var hepiniz duymuşsunuzdur (whole cell pertussis olan ama. dtap değil), ya da kuduz mesela inaktive aşılara örnektir.
başka ne tür aşımız var, vlp dediğimiz çok harika bir tekniğimiz var mesela. virus-like particle, yani virüse benzeyen parçacık. bunu şu an sadece hpv aşısında kullanıyoruz. gardasil denilen bir aşı var, bu teknolojiyle yapılıyor. bu ne biliyonuz mu, virüsün dışını alıp laboratuvarda birleştiriyoruz, kendisi zaten virüse benziyor, o şekilde veriyoruz vücuda. aslında bunu biz de yapmıyoruz, dış proteinin özelliği o. labda üretiyoruz, o birleşiyo kendi kendine. virüse benzediği için de vücut ona göre tepki veriyor. bu adam ölü (inaktive) aşıdan da güvenli çünkü içinde hiçbir gen yok. boş kabuk yani. zaten bağışık yanıtın gelişmesi için gen olmasına gerek yok, dıştaki proteine karşı yanıt gelişir.
toksoid moksoid şeyler var onları geçiyorum. difteri ve tetanos bakterileri kendileri hastalık yapmaz, toksinleri beladır. toksin üretmeyen bakterinin varlığı tanısal olarak anlam ifade etmez mesela. bakterinin varlığı zaten hastalık değil, toksin üretmesi sorun. o yüzden bunlarda toksine karşı yanıt gelişmesi istenir. toksin dediğimiz şey de protein aslında. direkt toksini verip vücuda "al bunu tanı, buna karşı yanıt geliştir" demek diye bir durum söz konusu değil. öyle bir şey yaparsanız adamı öldürmüş olursunuz hehe. çünkü ha bakteri toksini üretip salmış, ha ben enjekte etmişim. toksini bir şekilde deaktive etmem lazım, bir yol bulup bunu vücuda zararsız hale getirmem lazım. işte bunu da aynı ekteni inaktive eder gibi inaktive ediyoruz, adına da toksoid diyoruz. dtap (difteri tetanos aselüler pertussis) aşısındaki difteri ve tetanos toksoid aşılar diye biliyorum.
şimdi asıl aşı nedir, gerçekten bilimin mucizesi nasıl gerçekleşir size onu anlatacağım noktaya gelelim. rekombinant aşı ya da subunit aşı. bakınız genetik bilimi çok gelişti, artık elimize geçirdiğimiz şeyin genomunu sekanslayıp o genlerden ne proteinler üretiyor onu öğrenebiliyoruz. bu teknoloji sayesinde hepatit b virüsünün yüzeyindeki proteini alıp [hbsag] laboratuvarda üretiyoruz. sonra da bunu bağışıklık sisteminin tanıyacağı elemanlarla birleştirip, çeşitli bişeyler yapıp vücuda veriyoruz. bakınız bağışıklık sistemi öyle her şeye karşı yanıt vermez, vermemelidir de zaten. mesela saldıracağı yapı protein olmalı, öylesi daha güzel. çünkü protein dna'dan gelir. kodlaması vardır, geni vardır, gerçek rakiptir. karmaşıktır aynı zamanda. protein dizisi öyle çok basit bir şey değil. mesela bir nişasta uç uca eklenmiş binlerce glukoz molekülüdür ama 1000 aminoasitlik bir proteinde çeşit çeşit aminoasit vardır. bunlar da katlanır kıvrılır garip gurup şekiller alır, nişasta gibi düz çubuk halinde değildir. işte bağışıklık sistemimiz protein gibi karmaşık ve özgül yapıları sever, bunun için karbonhidrat yapılara karşı çok da açı geliştirilemez (yok değil ama az. mesela pnömokok aşısı var polisakkarit aşı. bakterinin dışındaki kapsüle karşı yapılmış bir aşı kendisi, ama etkisi geçici. birkaç yılda bağışıklık sıfırlanır, tekrar vurdurmak zorunda kalırsınız). protein hedeflere karşı yapılan aşılar o yüzden hem daha uzun süreli yanıt oluşturur, hem de daha güçlü yanıt oluşturur. nişastaya karşı aşı yapacaksanız mesela, o nişastayı protein ya da proteinvari bir şeye tutturmanız gerekir ki t hücreleri de tanısın, bağışıklık kalıcı ve uzun olsun, hafıza oluşsun vs. biliyoruz da anlatıyoruz kardeşim bunları hep *. laf arasında polisakkarit ve konjuge aşıyı da anlatmış oldum aslında. polisakkarit aşı, adı üstünde polisakkarit bir antijene karşı aşı (ki bu durumda zatürre etkeni olan pnömokok kapsülüne karşı oluyor), konjuge aşı ise bağışıklık geliştirmek istediğiniz bir yapının ucuna başka bir eleman daha tutturarak oluyor. conjugate hani, ikisini birbirine bağlamak, hem t hem b yanıtını uyarmak için falan.
rekombinant aşıda bunlar yok. rekombinant aşıda biz zaten bütün genomu bildiğimiz için bir etkenin hangi geni neyi üretiyor onu biliyoruz. o genleri alıp başka bir canlıya klonluyoruz (mesela e. coli). laboratuvarda o canlıyı üretirken kendi klonladığımız proteini de ürettiriyoruz (labda içine hepatit b yüzey antijeni -hbsag- sokulmuş e. coli besliyoruz yani). neden peki hepatit b virüsünü canlı vermiyoruz? çünkü hasta eder. neden peki inaktive edip vermiyoruz? çünkü ne gerek var. neden rekombinant aşı yapıyoruz? çünkü bütün virüsü öldürüp zayıflatıp vermek yerine sadece hedefine bağlanabileceği yeri vücuda tanıtıp buna karşı antikor ürettirmek daha mantıklı. kandaki antikor çorbası içinde uygun antikorun hedefini bulup nötralize etmesi yerine o çorbayı sadece anti-hbsag antikorundan oluşturmak farklı şeyler. şey gibi düşünün, tutmaç çorbası içindeki yeşil mercimekler gibi. nohutu var eriştesi var falan, bunlar hep başka işlere yarayan antikorlar. hatta kimisi hiç işe yaramıyor. o yüzden sadece yeşil mercimek çorbası yapmak daha avantajlı (sadece anti-hbsag ürettirmek yani).
mrna aşılarımız var son olarak. bakın bu seviye artık uzay, allah falan. bunun ötesi dna aşısı, ama o daha hiç yok bildiğim kadarıyla. bakınız bu olay da şöyle (ya çok fazla immünoloji bilmeniz gerekiyor benim size doğru düzgün anlatmam için. üşeniyorum of), rekombinant aşıda biz hani geni alıp e. coli'ye klonlamıştık da orada ürettirmiştik ya. orada e. coli içine soktuğumuz şey dna. kalıcı. o e. coli artık ömrü boyunca hepatit virüsünün yüzey proteinini üretecek. mrna ise öyle değil, hücre içine dna sokmuyoruz. sadece mrna sokuyoruz, ki bu mrna bir süre sonra parçalanır gider. bakın burası çokomelli, parçalanır gider. mrna ne biliyonuz mu, hemen anlatayım.

bakınız bu bir hücre. ortadaki çekirdek diye işaretli kırmızı topçuk hücrenin beyni. içinde dna var ve asla dışarı çıkmaz. sitoplazma dediği sarı alan da hücrenin vücudu. orada da protein sentezi olur. e protein sentezi olması için dna'ya erişim lazım çünkü ne sentezlenecek nasıl yapılacak hepsi dna'da duruyor. bilgi dna'da saklıdır. e dna dışarı çıkamaz, protein sentezleyen adamlar [ribozom] içeri giremez. e nasıl olacak? arada haber uçuran başka bir molekül lazım. işte bu mrna. fotokopi gibi düşünün. dna kitapsa mrna kitabın ilgili sayfasının fotokopisi. tarifi götürür, proteini sentezlettirir, iş bitince kağıt yırtılıp atılır.
mrna aşısında da siz kitap değil ilgili sayfanın fotokopisini veriyorsunuz. iş bitince o sayfa yırtılıp atılıyor. hücrenin kendi ürettiği mrna molekülleri de yırtılıp atılıyor, aşıyla verdikleriniz de atılıyor. o yüzden yok efendim gen verildi, yok efendim kalıcı yerleşiyormuş, genoma bağlanıyormuş, gdo oluyormuşuz falan böyle şeylere inanmayın. bunları söyleyenleri de hayatınızdan ışık hızıyla çıkartın.
mrna aşısı rekombinantın bir adım daha ötesi, şöyle ki burada dışarıda ürettiğimiz şeyi kendi vücudumuzda üretiyoruz. bakın bunun bir adım sonrası mrna'yı da kendi vücudumuzda üretmemiz olacak. onun için de dna aşısı gerekiyor (kitabı vermeniz lazım yani). ama dna aşısında şöyle bir durum var, genoma entegre olur. kalıcıdır yani. hatta dna aşısı yaptığınız her birey genetiği değiştirilmiş organizma [gdo] olur.
şimdi gelelim monoklonal antikor mevzusuna. bakın rekombinant aşıda ve mrna'da siz vücuda neye karşı antikor üretmesini istediğinizi söylüyorsunuz. hbv virüsünün sadece "hbsag antijenine karşı üret" veya "sars-cov-2'nin spike proteinine karşı üret" diye. neden, çünkü bu virüsler bu molekülleri kullanarak giriyorlar hücreye. bu molekülle hücrenin bağlantısını kesersek (virüsün s proteinini antikorla kapatıp bağlanamaz hale getirirsek yani) virüsle hücre bağlanamaz. virüs, hücre içine giremediği sürece işlevsizdir. hastalık yapamaz. o yüzden hücreyle virüs arası bağlantıyı kesen bu tarz antikorlara ihtiyacımız var ve bağışıklık sistemini bu antikorları üretmeye yönlendirmek zararlı bir aktivite değil [bu tarz antikorlara nötralizan antikor diyoruz].
şimdi gelelim bütün bu immünoloji bilgilerinden sonra asıl meramıma. monoklonal antikor dediğiniz şey aşı sürecinin en sonudur. benim yukarıda bin türlü yöntemle sizin vücudunuza verdiğim etkene karşı antikor ürettirdiğim yolun tamamen baypas edilip dışarıdan hazır antikoru vermektir. hatta bu antikorlar öyle antikorlar ki hepsi aynı yere bağlanır. o yüzden bir molekül=bir antikor diyebiliriz. yani atıyorum bir doz monoklonal antikor (mab) enjekte ettiniz diyelim. içinde de bir dozun 1 milyon mab olsun. bir sars-cov-2 yüzeyinde 100 tane spike proteini olsa sizin bu enjekte ettiğiniz mab 10.000 adet virüsü engeller. geri kalanlar başıboş halde dolaşmaya devam eder. hadi diyelim ki öyle olmadı da işe yaradı, bire bir gelecek şekilde mab enjekte ettik (aynı antitoksin tedavisi gibi). e peki sonra? koruyuculuk yok ki? yine açıksın tehlikeye hocam. sürekli ben kendime enjeksiyon mu yaptırcam? antikor dediğim adamın yapısı belli, o da bir protein ve worn-out olma süresi var. kullanılsa da kullanılmasa da bir süre sonra kıyısı köşesi parçalanmaya başlayacak, sağa sola çarğa çarpa kopacak, vadesi dolunca parçalanıp gidecek. e yenisini yapmayı bilmiyor ki vücut? verdin mi sen tarifi, verdin mi etkeni, ya da antijeni? hayır. monoklonal antikor tabanlı tedavi bu yüzden covid için geliştirilebilecek bir şey değil. herhangi bir hastalık için aşısı varsa mümkün olan bir şey değil. insülin dozu gibi sürekli kimse kendine koruyucu antikor yapmaz. öyle bir dünya yok.
videoda bahsi geçen monoklonal antikor mevzusu ise bambaşka bir şey. aşağıda bazı mab temelli ilaç fiyatlarını vereceğim
tecentriq (atezolizumab): 18316.47 tl
mabthera (rituximab): 5372.58 tl
herceptin (trastuzumab): 2423.39 tl
bevax (bevacizumab): 990.78 tl (aynı miktar aynı doz roche isterseniz altuzan var, 1325.40 tl).
yervoy (ipilimumab): 17330.98 tl
bavencio (avelumab): 1325.40 tl
caelyx (durvalumab): 2224.22 tl
opdivo (nivolumab): 3132.50 tl
bakın en ucuzu bile abdi ibrahimin 1000 liralık ilacı, ki ayda 2 kez kullanılması gereken bir ilaç olarak biliyorum. hekim olmadığım için tedavi sürecini bilmem, ne kadar kullanılır kaç gün devam edilir nedir ne değildir bilmiyorum. ama hani ayda 2 kereden 3 ay kullanılsa (hani kanser tedavisi ya, belki 3 aydır kullanım belki daha kısadır belki uzundur) 6000 lira yapar. bakın sadece 3 ayda bu kadar. tek doz bile 1000 lira yahu. mab tabanlı bir tedavinin covid için geliştirilmesini istemek zaten saçma, bir de üstüne bunun bu kadar pahalı bir yöntem olduğunu düşünürseniz daha da saçma. eleştireceğimiz yer "mab tabanlı tedaviler için halihazırda üretilen ilaçların durdurulması ve bütün odağın covide yöneltilmesi" ise kısmen haklısınız. kısmen, çünkü devam eden bir pandemi var. yani hani sağlıklı veya değil bütün insanları etkileyen ve öldüren bir hastalıktan bahsediyoruz. global çapta bir kriz durumu varken öncelikleri değiştirip odak kaydırmak gayet olağan bir şey. şirket bunu tabii ki para için yapacak. kimse jonas salk olmayacak. bkz. ilgili video
şirket böyle yaptı diye de adamları yerin dibine sokmayın. parasız bu işler olmuyor ne yazık ki. aynı teknolojiyi kullanan moderna 25-40 dolara aşıyı satarken pfizer nasıl 20 dolara satıyor onu neden konuşmuyor kimse ben bunu çok merak ediyorum mesela. ayrıca, video aşırı yanlı ve taraflı. bunu sektörün içinden ve bilen biri olarak söylüyorum.
bakınız en başlarda bir bilimadamı diyor ki, "hastalığı geçirmek aşıdan daha fazla antikor ürettirir". bu cümleye binaen sanki aşı olmak sınırlı bağışıklık sağlıyormuş gibi gösterilmiş. tutmaç çorbasına gerek yok. hiv pozitifken de hiv'e karşı antikor gelişiyor, siz antikor olmadığı için mi aids oluyorsunuz sanıyordunuz? o oluşan antikorlar nötralizan değil, virüsün bakterinin saçmasapan yerlerine yapışıp hiç işlev görmeyen antikorlar. e niye bunu ürettirmek için uğraşalım ki? ne gereği var? fazla antikor sizi daha iyi korumaz yani, o yanlgıya düşmeyin.
ayrıca 9. dakika öncesinde bilimadamı diyor ki "elimizde 3000 hastalık örnek var laba yolladık bir parti, haftaya da diğer partiyi yollayacağız. serumlara bakıp troponin miktarını ölçeceğiz, bakalım aşıyla bağlantılı bir miyokardit tablosu var mı yok mu. umarım yoktur, varsa çünkü aşıyı piyasadan geri çekmek gerekebilir", sonra haberin sunucusu adam giriyor görüntüye ve diyor ki "antikorlar madem aşıdan daha iyiyse..."
ulan değil işte? 20.000 karakter yazmışım ne anlatıyorum ben 3 gündür.
yani hani haklarında "grup, ana akım medya kuruluşlarını ve ilerici grupları itibarsızlaştırmak amacıyla gizli kayıtları kullanan gizli operasyonlarının aldatıcı bir şekilde düzenlenmiş videolarını üretiyor. project veritas ayrıca hedefleri için kötü tanıtım yapmak için tuzağa düşmeyi kullanıyor ve videolarında ve operasyonlarında dezenformasyon ve komplo teorileri yayıyor." gibi tanımlar yapılıyor ama tabi siz bilirsiniz. ayrıca ben şu videodaki ismi geçen pfizer elemanlarını aradım ama bulamıyorum? bulan varsa linkedin sayfasını falan atabilir mi, bakalım cidden öyle birileri pfizer bünyesinde çalışıyor muymuş.
tanımcılık: olmayan çalışanların varmış gibi gösterilip sanki birşeyler itiraf etmiş gibi gösterilmesidir. dezenformasyon budur işte.
p.s okumak isteyene aşı neden ve nasıl çalışır hakkında ufak bir makale bırakıyorum. www.sciencedirect.com/scien... akiko iwasaki kaliteli biridir, takipleyin twitterdan falan.
devamını gör...
online listesi aslında bir yalan mı sorunsalı
düşüncelerime tercüman olan sorudur, yazarı tebrik ediyorum öncelikle. ben de son zamanlarda acayip merak etmeye başladım bu durumu. yazanlar gelen beğeniler dahil 30 kişiden fazlasını sayamam yazar olarak. bu olayda bir gariplik var, snowpiercer dizisine dönmeye başladı olay.
devamını gör...
çocuk yapmanın anlamsız olması
soyunu devam ettirme güdüsünü kontrol altında tutup mantık kurabilen her birey için anlamsız bulunması normal olabilecek durumdur. çocuk sahibi olma isteği kişisel bir tercihtir. annelik/babalık duygusunu tatmak istediği için bilinçli birer ebeveyn olan kişiler saygıyı hak ediyor. ama maalesef toplumda çocuk sahibi olmak istemeyen bireylere veya çiftlere karşı bir önyargı söz konusudur. bireyin üremeden de hayatını sürdürmesi (hatta belki daha kaliteli bir yaşam sürmesi) mümkündür ve buna da saygı duyulmalıdır.
devamını gör...
steampunk öğretisi
evren analog bir saat gibi çarklardan oluşur. her şey bir çarktır. insanlar, böcekler, moleküller, soğanlar, develer her şey.
her çark bir başka çarkın hareketiyle döner yani hareket eder, sen bunu kelebek etkisi diyince daha iyi anlarsın ama çark metaforu daha aydınlatıcıdır. özgür iradeden bahsedilemez zaten kimse sana özgürsün demiyor. ben şunu söyleyebilirim ama özgür olmakla bir işin yoktur evrende, evren özgürlükle ilgilenmez.
bütün çarkların uyumlu hareketi evrendeki işlerin dönmesini sağlar. saat gibi tik tak işler her şey. çarklar yok olmaz daha küçük parçalara ayrılıp hareketin devamını sağlar yada birleşip daha büyük çarklara dönüşerek işlemeye devam eder. çarka hareketi veren enerji ise buhardır. kazanda kaynayan suyun basıncıyla sistem işler. buna da çarkıfelek denir.
her çark bir başka çarkın hareketiyle döner yani hareket eder, sen bunu kelebek etkisi diyince daha iyi anlarsın ama çark metaforu daha aydınlatıcıdır. özgür iradeden bahsedilemez zaten kimse sana özgürsün demiyor. ben şunu söyleyebilirim ama özgür olmakla bir işin yoktur evrende, evren özgürlükle ilgilenmez.
bütün çarkların uyumlu hareketi evrendeki işlerin dönmesini sağlar. saat gibi tik tak işler her şey. çarklar yok olmaz daha küçük parçalara ayrılıp hareketin devamını sağlar yada birleşip daha büyük çarklara dönüşerek işlemeye devam eder. çarka hareketi veren enerji ise buhardır. kazanda kaynayan suyun basıncıyla sistem işler. buna da çarkıfelek denir.
devamını gör...
cheiro no cangote
burnunun ucunu sevgilinin boynunda nazikçe gezdirip koklamak anlamına gelen portekizce kelime.
devamını gör...
christian bale
american psycho filminde patrick bateman tiplemesiyle gönlümde taht kurmuş yetenekli aktör.
devamını gör...
günaydın sözlük
günaydın sözlükcüğüm. ışıl ışıl, masmavi, musmutlu bir gün dilemek isterim ancak hava bozmaya meyilli görünüyor. o yüzden bu sabah bu dilek köşede dursun ben de tüm sözlüğe sadece günaydın demiş olayım.
hmm, yok bu içime sinmedi.
güneşten daha parlak, mavinin en güzel tonlarında, mutluluktan yüz kaslarınızın ağrıdığı müthiş bir gün dilerim sözlükcüğüm.
bak bu içime sindi işte. hadi kaçtım ben*.
hmm, yok bu içime sinmedi.
güneşten daha parlak, mavinin en güzel tonlarında, mutluluktan yüz kaslarınızın ağrıdığı müthiş bir gün dilerim sözlükcüğüm.
bak bu içime sindi işte. hadi kaçtım ben*.

devamını gör...
hayranı olunan film müzikleri
devamını gör...
dilek özçelik
kimse konuşmadı dilek’i, halbuki o da çok güzel bir insandı.
konuşmadı derken, yanlış anlaşılmak istemem, hakkında tivitler atıldı elbette, televizyonda haber de oldu ama aslında kimse dilek’ten bahsetmedi.
neden önemliydi dilek? edirne’de dönemin bakanlarından erdoğan bayraktar’a ulaşıp kanser ilaçlarının temini için yardım istemişti dilek. sadece kendi için değil ilaç bulamayan bütün kanser hastaları içindi dilek’in haykırışı.
bakan ise bir devlet adamında bulunması elzem olan merhamet duygusu ile ve de kendini tanımladığı dünya görüşüne uygun olarak elini cebine atıp dilek’e üç kuruş para vermeye kalktı. dilek onurlu kızdı, kabul etmedi elbette. bakan beyimiz de daha ne yapacağını bilemediğini söyleyerek devletin halkını kurtarmakta ne kadar büyük bir acz içinde olduğunu anlattı bize.
sonra dilek hepimizi isyan ettirmesi gereken o cümleyi kurdu:
“ görüyorum ki çaresizliği tatmamışsınız hayatta”
tabii ki bakan beyimiz tatmamıştı çaresizliği, tatmış olsa o el sadaka vermek için cebine girmezdi.
dilek, ingilizce öğretmeni olacaktı. benim meslektaşım, zümre arkadaşım olacaktı. bakanın ilaçların teminine yardımcı olması dilek’i hayatta tutmayacaktı belki ama en azından insanlık adına bir umut olacaktı içimizde.
peki neden konuşulmadı dedim dilek için? çünkü böyle bir merhametsizlik karşısında dağlar yerinden oynamalıydı, herkes avazı çıktığı kadar bağırmalıydı, elini tutmalıydı herkes dilek’in. olmadı.
benim ülkemde olmaz zaten. dilek “ yalnız ve güzel ülkemin” yalnız ve güzel bir öğretmeni olarak ayrıldı aramızdan.
kalbim hala dilek’le.
konuşmadı derken, yanlış anlaşılmak istemem, hakkında tivitler atıldı elbette, televizyonda haber de oldu ama aslında kimse dilek’ten bahsetmedi.
neden önemliydi dilek? edirne’de dönemin bakanlarından erdoğan bayraktar’a ulaşıp kanser ilaçlarının temini için yardım istemişti dilek. sadece kendi için değil ilaç bulamayan bütün kanser hastaları içindi dilek’in haykırışı.
bakan ise bir devlet adamında bulunması elzem olan merhamet duygusu ile ve de kendini tanımladığı dünya görüşüne uygun olarak elini cebine atıp dilek’e üç kuruş para vermeye kalktı. dilek onurlu kızdı, kabul etmedi elbette. bakan beyimiz de daha ne yapacağını bilemediğini söyleyerek devletin halkını kurtarmakta ne kadar büyük bir acz içinde olduğunu anlattı bize.
sonra dilek hepimizi isyan ettirmesi gereken o cümleyi kurdu:
“ görüyorum ki çaresizliği tatmamışsınız hayatta”
tabii ki bakan beyimiz tatmamıştı çaresizliği, tatmış olsa o el sadaka vermek için cebine girmezdi.
dilek, ingilizce öğretmeni olacaktı. benim meslektaşım, zümre arkadaşım olacaktı. bakanın ilaçların teminine yardımcı olması dilek’i hayatta tutmayacaktı belki ama en azından insanlık adına bir umut olacaktı içimizde.
peki neden konuşulmadı dedim dilek için? çünkü böyle bir merhametsizlik karşısında dağlar yerinden oynamalıydı, herkes avazı çıktığı kadar bağırmalıydı, elini tutmalıydı herkes dilek’in. olmadı.
benim ülkemde olmaz zaten. dilek “ yalnız ve güzel ülkemin” yalnız ve güzel bir öğretmeni olarak ayrıldı aramızdan.
kalbim hala dilek’le.
devamını gör...
(tematik)
ölmüş birini özlemek
anneannem mavişimi istisnasiz hergün özlerim.
o benim geç bulup erken kaybettiğim annemdi.( anne sevgisini annemde hic yaşamadım desem yeridir.) anneannem çok sert bir kadındı, yüzü hiç gülmez beton bir duvar kadar güleçti diyeyim siz anlayın. çocukları bile bir metre uzağında dururdu etrafına adeta görünmez bir duvar örmüş gibiydi.
babaannemin hastalığının başlangıcında, sülaledeki hic kimse dedeme tahammul edemeyeceği icin köye gitmek istemedi. 13 yaşındayken bir yıl okulumu dondurup köyde kalmıştım. babamın babası olan dedemin baskısı ve nice zorluk içinde geçen günlerden birinde çok dolmuştu yüreğim, bir soluk alırım belki diye anneannemlere gittim. sırtı kapiya dönük hali tezgahında halı dokuyordu. elindeki bir kiloluk hali tarağıni güm güm indirirken halıya ,kafama vurma ihtimalini göze alıp birden sarıldım arkasından. sımsıkı yumdum gözlerimi, kafama indirecegi tarağı bekledim. nefesim kesildi o an...
- "gel yanıma otur, halı dokumayı belleteyim" dedi.
sesizce yanina oturdum tezgahtaki halıda bana önceleri bir karış, sonra iki karış yer açtı. kalbinin kapılarını açar gibi...
sonrası öyle güzeldi ki, tüm kedere karşı artik benim de sığınacağım bir annem vardı. bildiği ne varsa yillar icerisinde bana öğretti. yaz tatillerim hızlandırılmış bir kurs gibiydi. kah kepçeyi kafama indirdi, kah oklavayı geçirdi. bir kere bile canımı acıtmak icin vurmadığından hic canımı yakmadı. cok sey yaşadık yaz tatillerinde, o suratsız kadin benimle yaşıt gibiydi. neşesi şakası bambaşka biriydi benimleyken...
yıllar içerisinde bize en koyan dönem , benim istanbul'a dönüş haftam olurdu. kendimizi deli gibi işe verirdik. sanki o günü unutmak ister gibi...
o gün gelip çatınca, 5 kızi gelin olurken, 4 oğlu askere giderken ağlamayan anneannem arkamdan hüngür hüngür ağlardı. en son seferde dizlerinin bağı çözülüp ceviz ağacına yaslanıp ağladığı o hali gözümün önünden gitmiyor.
4 yıl evvel onu kaybettim. o gün bugündür köye gidemiyorum. ben köye gelir gelmez saat kac olursa olsun bahçe duvarından mavi mavi bakıp " gıvırcık guzuuuum."diye fısıltıyla seslenip yanina gelince koklaya koklaya bir kere öpünce " hadi ebengil görmesin kızarlar belki, hadi git işlerini gör. sonra deden kızar kötülük eder" diyen kimsem olmayacak.
bu şarkıyı her dinleyişimde o yörük halıları beni anneannemle geçen günlerimize sürükler. koca ömründe evlâdı bile ondaki sıcaklığı çıkarıp, kollarına sarmaya zahmet etmedigi muhteşem kadın.
yırtıldık kağıt gibi ortadan...
o benim geç bulup erken kaybettiğim annemdi.( anne sevgisini annemde hic yaşamadım desem yeridir.) anneannem çok sert bir kadındı, yüzü hiç gülmez beton bir duvar kadar güleçti diyeyim siz anlayın. çocukları bile bir metre uzağında dururdu etrafına adeta görünmez bir duvar örmüş gibiydi.
babaannemin hastalığının başlangıcında, sülaledeki hic kimse dedeme tahammul edemeyeceği icin köye gitmek istemedi. 13 yaşındayken bir yıl okulumu dondurup köyde kalmıştım. babamın babası olan dedemin baskısı ve nice zorluk içinde geçen günlerden birinde çok dolmuştu yüreğim, bir soluk alırım belki diye anneannemlere gittim. sırtı kapiya dönük hali tezgahında halı dokuyordu. elindeki bir kiloluk hali tarağıni güm güm indirirken halıya ,kafama vurma ihtimalini göze alıp birden sarıldım arkasından. sımsıkı yumdum gözlerimi, kafama indirecegi tarağı bekledim. nefesim kesildi o an...
- "gel yanıma otur, halı dokumayı belleteyim" dedi.
sesizce yanina oturdum tezgahtaki halıda bana önceleri bir karış, sonra iki karış yer açtı. kalbinin kapılarını açar gibi...
sonrası öyle güzeldi ki, tüm kedere karşı artik benim de sığınacağım bir annem vardı. bildiği ne varsa yillar icerisinde bana öğretti. yaz tatillerim hızlandırılmış bir kurs gibiydi. kah kepçeyi kafama indirdi, kah oklavayı geçirdi. bir kere bile canımı acıtmak icin vurmadığından hic canımı yakmadı. cok sey yaşadık yaz tatillerinde, o suratsız kadin benimle yaşıt gibiydi. neşesi şakası bambaşka biriydi benimleyken...
yıllar içerisinde bize en koyan dönem , benim istanbul'a dönüş haftam olurdu. kendimizi deli gibi işe verirdik. sanki o günü unutmak ister gibi...
o gün gelip çatınca, 5 kızi gelin olurken, 4 oğlu askere giderken ağlamayan anneannem arkamdan hüngür hüngür ağlardı. en son seferde dizlerinin bağı çözülüp ceviz ağacına yaslanıp ağladığı o hali gözümün önünden gitmiyor.
4 yıl evvel onu kaybettim. o gün bugündür köye gidemiyorum. ben köye gelir gelmez saat kac olursa olsun bahçe duvarından mavi mavi bakıp " gıvırcık guzuuuum."diye fısıltıyla seslenip yanina gelince koklaya koklaya bir kere öpünce " hadi ebengil görmesin kızarlar belki, hadi git işlerini gör. sonra deden kızar kötülük eder" diyen kimsem olmayacak.
bu şarkıyı her dinleyişimde o yörük halıları beni anneannemle geçen günlerimize sürükler. koca ömründe evlâdı bile ondaki sıcaklığı çıkarıp, kollarına sarmaya zahmet etmedigi muhteşem kadın.
yırtıldık kağıt gibi ortadan...
devamını gör...
türkiye bir insan olsaydı nasıl olurdu sorunsalı
(bkz: üstü minare altı kerhane)
devamını gör...
aktif galaksi
normal bir galaksiden farklı olarak, tayfında ekstra ışınım tespit edilen galaksi.
bu tür galaksilerin tayfları incelendiğinde görülür ki, ekstra ışınımın geldiği bölge, galaksinin boyutuyla kıyaslandığında son derece küçük bir alandır. bu alanın galaksi merkezinde olduğu tespit edilmiştir. bu bölgelere aktif galaksi çekirdeği adı verilir.
mekanizma tam olarak anlaşılamamış olsa da, güneş sistemi'nden biraz daha büyük bir bölgenin, güneş'in ürettiğinden yaklaşık 100.000.000.000 kat fazla güç ürettiği ölçülmüştür. bunun kaynağının süper kütleli kara delikler olduğu tahmin edilmektedir.
bu tür galaksilerin tayfları incelendiğinde görülür ki, ekstra ışınımın geldiği bölge, galaksinin boyutuyla kıyaslandığında son derece küçük bir alandır. bu alanın galaksi merkezinde olduğu tespit edilmiştir. bu bölgelere aktif galaksi çekirdeği adı verilir.
mekanizma tam olarak anlaşılamamış olsa da, güneş sistemi'nden biraz daha büyük bir bölgenin, güneş'in ürettiğinden yaklaşık 100.000.000.000 kat fazla güç ürettiği ölçülmüştür. bunun kaynağının süper kütleli kara delikler olduğu tahmin edilmektedir.

devamını gör...
misc radyo yayını
oh kaos dozumu almaya geldim. hadi spawn kaosla bizi.
devamını gör...
okçu
devamını gör...