ağrı kesici içmeyen insan
''en çok sen yaşayacaksın tamam, en çok sen'' dediğim pimpirikli kişi.
devamını gör...
milan kundera
bana öyle geliyor ki milen kundera'nın, kadın ruhundan anlama konusunda tanrı vergisi bir yeteneği var. avuçları içinde çaresizce yatan biz kadınların ruhunu kalemiyle didik didik ediyor, içimizdeki derin arzuları, ümitsizliği, yaşama ya da yaşamama isteğini görüyor. çoğu erkek için kadınlar hep aynıdır, aynı şekilde düşünür , aynı şeyleri ister vs... ama o bunun doğru olmadığını romanlarında o kadar güzel inceliyor ki , üstelik kadınlara düşman ya da kadınlardan kaçan bir yazar değil, aksine romanlarında kadın karakter sayısı daha fazla, onlar üzerinden kadına ve insana dair düşüncelerini aktarması daha yoğun. bir yazının ona ait olup olmadığını anlamak ise hiç güç değil, tema hep aynı, mekan ve zaman bile değişmiyor. zaten amacının da bir olayı anlatmak olduğunu düşünmüyorum. normal,sıradan ve kısa olaylar üzerinden hayata ve insana dair evrensel gerçekler. onun kitaplarını okumak, sanki senden daha olgun olan iç sesinle sohbet etmek gibi bir duygu.
devamını gör...
soner günday
pişmiş kelle, leman, l-manyak ve lombak dergilerinde yazmış, çizmiş über yazar. bir dönem l-manyak dergisinde editörlük de yapmıştır. türk mizahına orçun kunek gibi bir efsaneyi kazandırmıştır. ayrıca (bkz: yüzbaşı albırt).
devamını gör...
normal sözlük yazarlarının çektiği fotoğraflar
devamını gör...
yarı iletken
şarj makinelerinde, bilgisayarlarda, televizyonlarda... yani kısacası bir çok teknolojide yarı iletkenlik kullanılır. bu iletkenlerin ham maddesi denilince akla ilk silisyum ve germanyum gelir. bunların yanında bor da yarı iletkenin çok değerli ham maddelerindendir. yarı iletken deyince akla bor gelmemesi belki de türkiye'nin boru deterjan olarak kullanmayı tercih etmesinden dolayıdır.
elimizde bir hazine var aslında ve biz bunu sadece deterjan yapabiliyoruz.
silikon adasını herkes bilir. silikon adasına adını veren silisyumdur. bir adaya isim verecek kadar önemli hale gelebilecek bir madde bizim elimizde ancak deterjan mı oluyor yani? bazı şeyler için uğraş gerekir. biz elimizdeki hazineyi bile işleyemiyoruz.
elimizde bir hazine var aslında ve biz bunu sadece deterjan yapabiliyoruz.
silikon adasını herkes bilir. silikon adasına adını veren silisyumdur. bir adaya isim verecek kadar önemli hale gelebilecek bir madde bizim elimizde ancak deterjan mı oluyor yani? bazı şeyler için uğraş gerekir. biz elimizdeki hazineyi bile işleyemiyoruz.
devamını gör...
çocukken aşık olunca yapılanlar
çocukken hiç aşık olmadım. hiçbir ünlüye de hayran değildim. büyüdüm. yine aşık olmadım. aşka da inanmıyorum o ayrı. ben gerçekten narsist biri olabilir miyim sözlük?
devamını gör...
üşümemek için öneriler
bazen bir tebessümdür. içini sımsıkı sarar.
devamını gör...
eski sevgili ile günah dolu bir gece yaşamak
ayine mi katılacağız? kan mı akıtacağız? nasıl bir günah?
devamını gör...
fyodor mihayloviç dostoyevski
sosyalist devrimci olarak tutuklanıp dört yıl için omsk'ta cezaevine gönderildi. hapishane deneyimlerini anlatan ölüler evinden anılar'ı yayımlandı.
devamını gör...
zenginlik belirtileri
cüzdanında kaç para olduğunu, cüzdanın içine bakmadan söyleyememektir.
zira benim gibi fakirler 3'ün 5in hesabını yaptığı için asla cüzdanın içine bakma gereği duymaz.
hangi banknottan kaç tane olduğunu bile ezbere söyleyebilirim.
zira benim gibi fakirler 3'ün 5in hesabını yaptığı için asla cüzdanın içine bakma gereği duymaz.
hangi banknottan kaç tane olduğunu bile ezbere söyleyebilirim.
devamını gör...
parmaklıklar arasında
sinema tarihinin en iyi anti-kahramanlarından birini barındıran filmdir. luke film boyunca tanrı, iktidar ve karşısına çıkan her otoriteye kendi tarzında başkaldırır. kısa sürede luke'un diğer mahkumların idolü haline gelmesinin sebebi de onun bu karşısına çıkan her otoriteye karşı takındığı kayıtsızlıktır. her seferinde kaçmaya çalışması, yönetimin ona bir türlü boyun eğdirememesi bir şekilde onu özgürlüğün sembolü haline getirir. filmin başlarında dragline ile olan dövüş sahnesindeki tutumunu filmin sonuna kadar sürdürür.
kaçma girişiminden sonra hapishane müdürünün luke'a söylediği "what we've got here is failure to communicate" sinema tarihinin en iyi repliklerinden biri olmuştur. ayrıca guns n' roses - civil war'ın girişinde bu konuşma yer alır.
--- alıntı ---
luke: i can eat fifty eggs.
dragline: nobody can eat fifty eggs.
convict: you just said he could eat anything.
dragline: did you ever eat fifty eggs?
luke: nobody ever eat fifty eggs.
--- alıntı ---
kaçma girişiminden sonra hapishane müdürünün luke'a söylediği "what we've got here is failure to communicate" sinema tarihinin en iyi repliklerinden biri olmuştur. ayrıca guns n' roses - civil war'ın girişinde bu konuşma yer alır.
--- alıntı ---
luke: i can eat fifty eggs.
dragline: nobody can eat fifty eggs.
convict: you just said he could eat anything.
dragline: did you ever eat fifty eggs?
luke: nobody ever eat fifty eggs.
--- alıntı ---
devamını gör...
kulaklıkla müzik dinlerken yaşananlar
soundtrack’teki şarkılar tek tek çalarken kendi filminde başrol oynamak gibidir.
bazen spotify listemi açıp yürürüm. kulağımda kulaklık varsa o artık sıradan bir yürüyüş değildir, kendi filmimin kareleri akmaya başlar. otuz iki kısım tekmili birden. bazen iki süper film birden. müziğin türüne göre filmimin türü de değişir.
o zaman kulaklıkla müzik dinlerken yaşadıklarımı anlattığım sıradan bir gün:
the exorcist
çok büyük bir kafka hayranı olduğum için sabah kahvaltımı kargalarla birlikte yapıp ( bence çok iyi bir gönderme oldu) evden çıktığımda sözlük yazarlarının benden hoşlanmayacağını düşünüp yürürken kitap okumaktan vazgeçip kulaklığımı taktım. şansıma sabah sabah the exorcist theme song gelince ilk macera hemen hemen netleşti. şarkı başladıktan on beş yirmi saniye sonra karşıma dev bir köpek çıktı. üç başı olan köpek cehennemden fırlamış gibi üzerime atladı. yeşil pembe salyaları her yerime bulaşırken bir anda köpeği kaptığım gibi hancock’un çocuğu kapıp göğe uçtuğu gibi havalandım. ve yere inişte köpeği asfalta vurdum. köpek parçalara ayrılınca o parçalardan yüzlerce sıçan etrafa yayıldı. tam sıçanlarla savaşmak için bir yol ararken müzik yavaş yavaş azaldı ve bitti. korkunç bir andı. dev bir köpek. aslında dev değildi, normal bir köpekti. ama saldırdı bana, yani saldırmadı ama hırladı. burnumun dibinde hırlayan bir köpek. yani aslında o kadar yakın değildi ama köpek köpektir. fakat müzik bittiğine göre doğruyu söyleyebilirim. büyük siyah bir çöp poşeti idi gördüğüm ve korktuğum şey. yeni bir şarkı başlayana kadar etrafa saçtığım çöpleri toplamak zorunda kaldım.
unchained melody
ikinci şarkı unchained melody olunca film de bir anda yön değiştirdi. hafiften puslu böyle bir günde bu kadar güzel bir kadınla karşılaşmak çok büyük bir talihti benim için. kadının yemyeşil gözleri vardı. o kadar yeşildi ki gözleri daha önce yeşil gözlü kimseyle bakışmadığım için benzetme bile yapamıyorum. uzun uzun bakıştık, ben durak levhasına yaslanıp bir sigara yaktım. gözlerimi kısıp kadına bakmaya devam ettim. hayrettir ki o da gözlerini hiç ayırmıyordu benden. ama başka şeyler de oluyordu. bir iki adam daha bana bakmaya başlamıştı. dar siyah bir tişört giymiş, boynunda devasa bir zincir olan, pantolonu derisine nüfus etmiş gibi duran bir adam elinde makasla bana bakıyordu. yanında da yandaki nalbur ve çırağı. tam o anda müzik bitti ve adamların bana doğru koşmaya başlaması ile ben de seri depara kalktım. görseniz onyekuru’dan koşu var derdiniz. iki şarkı ile filmi yarılayıp bu arada posterdeki bir kadınla kısa süreli bir aşka yaşadıktan sonra telefonum çalınca filme on dakika ara vermek zorunda kaldım.
10 dakika ara
nothing’s gonna hurt you baby
aradan sonra ben de kaçmanın verdiği heyecan ve paniği atlatınca yeni bir şarkı açtım. cigarettes after sex’ten nothing’s gonna hurt you baby. bence duruma çok uygun bir şarkı idi. sonuçta poster de olsa bir seks imkanı yaşamıştım ve bu da bir sigarayı hak ediyordu ve beni kovalayan adamlara yakalanmadığım için de kimse beni incitmemişti. bu saçma düşüncelerden sıyrılıp şarkının içine girince kendimi bir pubda otururken buldum ve hemen kendime gelip etrafa öfkeli ama anlayışlı, hayattan vazgeçmiş ama mücadele etmeye hazır, umursamaz ama cinsel gücü yüksek bir şekilde baktım. müzik yükseldi. barmen elinde bir bezle bardağın içini yarınlar yokmuş gibi kurularken bana bakıp ne istediğimi sordu. ben de viskiden çatallaşmış sesimle her zamankinden dediğim an şarkı bitti. büfeci ile göz göze geldim. bana her zamanki nedir oğlum der gibi baktığını anlayınca hemen bir winston blue bir de clipper çakmak aldım ama sanırım yeterli olmayacaktı. o yüzden iki winston blue almaya karar verdim. parayı da tam verdim iki yirmilik. belki bu hatırlamasına yardımcı olur.
too close
günün son şarkısı alex clare’den too close oldu. ve şarkının başlaması ile etrafımı silahlı iki adamın sarması bir oldu. adamların yabancı olduğu çok belliydi, ağır bir italyan aksanı ile konuşuyorlardı ve benim düşünecek zamanım yoktu, hemen silahımı çektim ve benzer bir aksanla “ say hello to my little friend” dedim. adamların gözündeki korkuyu okudum ya da ben korku sandım. elim tetikte beklerken en ufak bir hamlede yakmaya niyetliydim adamları ve o hamle gelince hiç tereddüt etmedim. parmağımın bir hareketi ile şarkı bitti ve çakmağın alevli sesi parladı. yüzüme şaşkın şaşkın bakan adamlara iki de sigara ikram ettim bunun üzerine. ve başka bir şehirden çalışmak için geldiklerini ve geri dönmek için paraya ihtiyaçları olduğunu söyleyen bu iki sahtekarı dumanlı bir kalpazanlıkla bırakıp yoluma devam ettim.
kulaklıkla şarkı dinlerken ben ben değilim. and the oscar goes to…
bazen spotify listemi açıp yürürüm. kulağımda kulaklık varsa o artık sıradan bir yürüyüş değildir, kendi filmimin kareleri akmaya başlar. otuz iki kısım tekmili birden. bazen iki süper film birden. müziğin türüne göre filmimin türü de değişir.
o zaman kulaklıkla müzik dinlerken yaşadıklarımı anlattığım sıradan bir gün:
the exorcist
çok büyük bir kafka hayranı olduğum için sabah kahvaltımı kargalarla birlikte yapıp ( bence çok iyi bir gönderme oldu) evden çıktığımda sözlük yazarlarının benden hoşlanmayacağını düşünüp yürürken kitap okumaktan vazgeçip kulaklığımı taktım. şansıma sabah sabah the exorcist theme song gelince ilk macera hemen hemen netleşti. şarkı başladıktan on beş yirmi saniye sonra karşıma dev bir köpek çıktı. üç başı olan köpek cehennemden fırlamış gibi üzerime atladı. yeşil pembe salyaları her yerime bulaşırken bir anda köpeği kaptığım gibi hancock’un çocuğu kapıp göğe uçtuğu gibi havalandım. ve yere inişte köpeği asfalta vurdum. köpek parçalara ayrılınca o parçalardan yüzlerce sıçan etrafa yayıldı. tam sıçanlarla savaşmak için bir yol ararken müzik yavaş yavaş azaldı ve bitti. korkunç bir andı. dev bir köpek. aslında dev değildi, normal bir köpekti. ama saldırdı bana, yani saldırmadı ama hırladı. burnumun dibinde hırlayan bir köpek. yani aslında o kadar yakın değildi ama köpek köpektir. fakat müzik bittiğine göre doğruyu söyleyebilirim. büyük siyah bir çöp poşeti idi gördüğüm ve korktuğum şey. yeni bir şarkı başlayana kadar etrafa saçtığım çöpleri toplamak zorunda kaldım.
unchained melody
ikinci şarkı unchained melody olunca film de bir anda yön değiştirdi. hafiften puslu böyle bir günde bu kadar güzel bir kadınla karşılaşmak çok büyük bir talihti benim için. kadının yemyeşil gözleri vardı. o kadar yeşildi ki gözleri daha önce yeşil gözlü kimseyle bakışmadığım için benzetme bile yapamıyorum. uzun uzun bakıştık, ben durak levhasına yaslanıp bir sigara yaktım. gözlerimi kısıp kadına bakmaya devam ettim. hayrettir ki o da gözlerini hiç ayırmıyordu benden. ama başka şeyler de oluyordu. bir iki adam daha bana bakmaya başlamıştı. dar siyah bir tişört giymiş, boynunda devasa bir zincir olan, pantolonu derisine nüfus etmiş gibi duran bir adam elinde makasla bana bakıyordu. yanında da yandaki nalbur ve çırağı. tam o anda müzik bitti ve adamların bana doğru koşmaya başlaması ile ben de seri depara kalktım. görseniz onyekuru’dan koşu var derdiniz. iki şarkı ile filmi yarılayıp bu arada posterdeki bir kadınla kısa süreli bir aşka yaşadıktan sonra telefonum çalınca filme on dakika ara vermek zorunda kaldım.
10 dakika ara
nothing’s gonna hurt you baby
aradan sonra ben de kaçmanın verdiği heyecan ve paniği atlatınca yeni bir şarkı açtım. cigarettes after sex’ten nothing’s gonna hurt you baby. bence duruma çok uygun bir şarkı idi. sonuçta poster de olsa bir seks imkanı yaşamıştım ve bu da bir sigarayı hak ediyordu ve beni kovalayan adamlara yakalanmadığım için de kimse beni incitmemişti. bu saçma düşüncelerden sıyrılıp şarkının içine girince kendimi bir pubda otururken buldum ve hemen kendime gelip etrafa öfkeli ama anlayışlı, hayattan vazgeçmiş ama mücadele etmeye hazır, umursamaz ama cinsel gücü yüksek bir şekilde baktım. müzik yükseldi. barmen elinde bir bezle bardağın içini yarınlar yokmuş gibi kurularken bana bakıp ne istediğimi sordu. ben de viskiden çatallaşmış sesimle her zamankinden dediğim an şarkı bitti. büfeci ile göz göze geldim. bana her zamanki nedir oğlum der gibi baktığını anlayınca hemen bir winston blue bir de clipper çakmak aldım ama sanırım yeterli olmayacaktı. o yüzden iki winston blue almaya karar verdim. parayı da tam verdim iki yirmilik. belki bu hatırlamasına yardımcı olur.
too close
günün son şarkısı alex clare’den too close oldu. ve şarkının başlaması ile etrafımı silahlı iki adamın sarması bir oldu. adamların yabancı olduğu çok belliydi, ağır bir italyan aksanı ile konuşuyorlardı ve benim düşünecek zamanım yoktu, hemen silahımı çektim ve benzer bir aksanla “ say hello to my little friend” dedim. adamların gözündeki korkuyu okudum ya da ben korku sandım. elim tetikte beklerken en ufak bir hamlede yakmaya niyetliydim adamları ve o hamle gelince hiç tereddüt etmedim. parmağımın bir hareketi ile şarkı bitti ve çakmağın alevli sesi parladı. yüzüme şaşkın şaşkın bakan adamlara iki de sigara ikram ettim bunun üzerine. ve başka bir şehirden çalışmak için geldiklerini ve geri dönmek için paraya ihtiyaçları olduğunu söyleyen bu iki sahtekarı dumanlı bir kalpazanlıkla bırakıp yoluma devam ettim.
kulaklıkla şarkı dinlerken ben ben değilim. and the oscar goes to…
devamını gör...
okuduğun kitaptan bir alıntı bırak
"ıstırap çekmeyi severim fakat bu ıstırabın sevimli hiçbir tarafı yok; çünkü bu bir felaketin mahsulü değildir. bu rezil olmuş bir adamın ıstırabıdır. utanç bir yarasa gibi yüze yapışır ve alnımızın ortasından kanımızı emmeye başlar. vücut o kadar zaafa düşer ki adeta bir posa halini alır. pespaye ve sefil bir şey olur. onun için utanmak kendi kendinden nefret etmenin eşitidir."
yakup kadri karaosmanoğlu - yaban
yakup kadri karaosmanoğlu - yaban
devamını gör...
geceye bir bilgi bırak
osmanlı devleti'nde resmini ilk defa yaptıran kişi fatih sultan mehmet'tir. ondan önce gördüğümüz padişahların portreleri ise birebir aynı değildir. tarihi kaynaklardan yola çıkılarak başka bir padişah döneminde çizilmiştir. yani o portlerde görüğümüz osman gazi, sultan orhan ve fatih sultan mehmet'e kadar olan diğer padişahların birebir aynılarına bakmıyoruz.
devamını gör...
insanların oynadıkları oyunlar
başlıyorum yazmaya.
insanlar oyun oynamayı bırakınca yaşlanmaya başlarlar demiş bir bilge.
karşı tarafa tat veren, yapanı mutlu eden oyunlar bitmemeli.
bence kafa sözlük böylesi oyunlardan.
hem kül oluyoruz, kültür oluyoruz
hem komik olan tanımlarla neşemizi buluyoruz.
arada aksi şirinler çıkıyor hadi ordan diyoruz onlara.
+15 - - - sonsuz +
aralığında,
oyun gurubu resmen.
ben de sonsuzun artı ucuna yakın olabilirim.
ama hep artı sonsuz değildim.
bende +15 civarı oldum.
o günlerde de oyunun dibine vururdum.
en sevdiğim oyun böcekler ile oynanan oyundu.
uğur böceği,
ateş böceği,
yavru kurbağa,
karasinek,
güve,
kelebek, ağustos böceği toplardık.
sonra onları yemek yedirmeye çalışırdık.
başaranı yüzdürürdük.
sağ kalanla oynamaya devam ederdik.
temaslı oyun seviyorum ben yani.
o yüzden bir tane bile bilgisayar oyunu oynayamadım.
tek sanal eğlencem kafa sözlük.
en sevdiğim sanal dostum kuzguncuktaki vişne
ezcümle oyun gibisi yok.
oyun arkadaşı gibisi yok.
insanlar oyun oynamayı bırakınca yaşlanmaya başlarlar demiş bir bilge.
karşı tarafa tat veren, yapanı mutlu eden oyunlar bitmemeli.
bence kafa sözlük böylesi oyunlardan.
hem kül oluyoruz, kültür oluyoruz
hem komik olan tanımlarla neşemizi buluyoruz.
arada aksi şirinler çıkıyor hadi ordan diyoruz onlara.
+15 - - - sonsuz +
aralığında,
oyun gurubu resmen.
ben de sonsuzun artı ucuna yakın olabilirim.
ama hep artı sonsuz değildim.
bende +15 civarı oldum.
o günlerde de oyunun dibine vururdum.
en sevdiğim oyun böcekler ile oynanan oyundu.
uğur böceği,
ateş böceği,
yavru kurbağa,
karasinek,
güve,
kelebek, ağustos böceği toplardık.
sonra onları yemek yedirmeye çalışırdık.
başaranı yüzdürürdük.
sağ kalanla oynamaya devam ederdik.
temaslı oyun seviyorum ben yani.
o yüzden bir tane bile bilgisayar oyunu oynayamadım.
tek sanal eğlencem kafa sözlük.
en sevdiğim sanal dostum kuzguncuktaki vişne
ezcümle oyun gibisi yok.
oyun arkadaşı gibisi yok.
devamını gör...
martin eden
hikayesinde emek, idealler, hayaller ve sınıf farkı arasında aşka tutulan, ulaştığı hayallerinin sonunda; işçi sınıfından yazarlığa geçen martin'in romanıdır. tesadüfen bir kavganın ortasında kardeşini kurtardığı ruth denen lanet kadına olan aşkının onu sürüklediği bunalım ve aslında ulaşabileceği her şeye sahip olmanın verdiği o mutsuzluk, daha doğrusu karşısına çıkan iki yüzlülüğü hazmedememe hali, sevgili martin'in sonuna neden olmuştur, halen okumadıysanız mutlaka okuyunuz.
devamını gör...
aşık olduğunuzu fark ettiğiniz ilk an
aşık olduğumu yakın geçmişte, 6 sene sonra fark ettim ben. yana döne kendisine çöpçatanlık yaptıktan, kırıklıklarına şahit olup onu toparlayamadıktan ve onu sarmak isterken bir anda kendimi uzay boşluğunda bulduktan sonra.
fakat tanıştıklığımızın ilk günlerinde şöyle demişti bana; "sen kırılmaktan korktuğun için sevmekten de korkuyorsun. oysa deli gibi de sevmek istiyorsun birini. saçmalığın daniskası. en fazla ne kaybedersin ki? tuzlu su! aman ne büyük kayıp! sen güzelsin. gerçekten güzelsin. neden kaçıyorsun ki böyle köşe bucak?" o an ona cevap olarak hiç bir şey söyleyememiştim ama hayatımda ilk defa birinin sözüne bu kadar inanmış, güvenmiş, içimden "ben bu adama aşık olsam bile bunu kesinlikle söylemem" demiştim. 6 yıl sonra aynı adama "öyle olunca ilk aklıma gelen 'onun yerinde o olsaydı bana bunu yapmazdı.' oldu. sen gittikten sonra yokluğunla sıkılan canım, daha da acı vermeye başladı işte." dedim.
fakat tanıştıklığımızın ilk günlerinde şöyle demişti bana; "sen kırılmaktan korktuğun için sevmekten de korkuyorsun. oysa deli gibi de sevmek istiyorsun birini. saçmalığın daniskası. en fazla ne kaybedersin ki? tuzlu su! aman ne büyük kayıp! sen güzelsin. gerçekten güzelsin. neden kaçıyorsun ki böyle köşe bucak?" o an ona cevap olarak hiç bir şey söyleyememiştim ama hayatımda ilk defa birinin sözüne bu kadar inanmış, güvenmiş, içimden "ben bu adama aşık olsam bile bunu kesinlikle söylemem" demiştim. 6 yıl sonra aynı adama "öyle olunca ilk aklıma gelen 'onun yerinde o olsaydı bana bunu yapmazdı.' oldu. sen gittikten sonra yokluğunla sıkılan canım, daha da acı vermeye başladı işte." dedim.
devamını gör...
erkekler kadınları neden zor anlıyor sorunsalı
erkekler net olmayı seviyor, kadınlar da çözülmeyi bekliyor.
devamını gör...
alevler arasından gelen hayvan çığlıkları
insanın canını acıtan feryatlardan. sosyal medyada bir kaç videoya denk geldim ve canım çok yandı. suçsuz günahsız hayvanların yanarak can vermesini kaldıramıyorum artık.
onların evi doğa ve doğa mahvoluyor.
onların evi doğa ve doğa mahvoluyor.
devamını gör...
koku hassasiyeti yüksek olan insan
bazen bu duruma sevinen bazen bu duruma üzülen insandır.
avantajları kadar dezavantajları vardır. vallahi 100 metre ötenizden geçen insanın kokusunu duyarsınız ve parfümünün eski sevgilinizle aynı olduğunu anlarsınız. köşeye geçer sigara yakarsınız sonra.
avantajları kadar dezavantajları vardır. vallahi 100 metre ötenizden geçen insanın kokusunu duyarsınız ve parfümünün eski sevgilinizle aynı olduğunu anlarsınız. köşeye geçer sigara yakarsınız sonra.
devamını gör...