hayvan sahiplenmek
sahiplenme, bir şeye sahip çıkmak.
"sevdasını, bidayette kıyısından köşesinden paylaşırken, zamanla tamamen sahiplenmiş." - attila ilhan
acım çok tazeyken, dilimde bu kelime mühür olmuşken size bir hikaye anlatmak istiyorum.
serseri bir sokak köpeğinin sevgi dolu ancak başına buyruk hayatının hikayesi.
2016 yılının kasım ayında izmir sahil şeridinde yolculuk yaparken edremit çıkışında ramiz köftede bir mola verelim, dedik. içeriye girdik. kaskları, ekipmanı çıkartırken bir bey yaklaştı, eski motorcuymuş sohbete başladı. o esnada bir kutunun içinde mini minnacık iki yavru köpek gördüm. biraz sevdim. sohbet de ilerleyince yanımızdaki beyin işletme sahibi olduğunu, arka tarafta da terk edilmiş sokak hayvanlarına destek olduğunu öğrendim. bu, iki yaramaz da daha yeni gelmişler, annelerini kaybettikleri için sahiplendirmeye çalıştıklarını söyledi. biri de hastaymış bir süre evde kalması, iyi bir bakım görmesi gerekiyormuş. dedi bak bağınız oldu sana vereyim, sen de onun hayatını kurtarmış olursun. tamam da, dedim, motorda gidemez nasıl olacak?
ben size yollarım tedarikçilerim var oraya sık gidip gelen, dedi. numaraları aldık, iki gün sonra 'paşa' evimizdeydi.
bu arada o sıralarda anacaddede apartmanda yaşıyorum ve evde hayvanları kapalı tutmanın pek de vicdan işi olduğunu düşünmüyorum. bu köpeği sahiplenirken asıl niyetim ailemin bahçesinde bakmaktı. babamın dileğiydi. en azından yardıma ihtiyacı olan bir hayvanı iyileştirmek ve yetiştirmek.
ama ufaklık için dışarıda yaşayabilecek gücü toplaması, aşılarının yapılması, bacağındaki eğriliğin düzelmesi için iki ay kadar evde kalmalı dedi veteriner.
yavru köpüş gerçekten bebek gibi oluyormuş. geceleri ağlıyordu kucağımda uyutuyordum. kucağımdan uzaklaşınca hüzünlü bir hale bürünüyordu. sabahları gözümü açana dek sessizce bekliyor ama o andan sonra çılgın gibi havlıyor, oyun istiyordu. bir de patisinin içi yumuşacık kadifemsi bir dokuya sahip olduğu için kucağımdayken hep elim patisinde oluyordu, okşuyordum. el ele dizi izliyorduk. o, eşim yanıma yaklaşınca hafiften hırlıyor, burnunun ucu ile itiyordu. ailemin yanına göndereceğim zaman yaklaşıyor ama ben kopmak istemiyordum. bu esnada taşındık güzel bir siteye geçtik; bahçeli, şehir gürültüsünden uzak bir yer. içten içe köpeğimi vermek zorunda kalmayacağımı düşünürken bir gün yönetici ile karşılaştım. elimde tasma, paşa'yı bahçeye bırakmışım özgürce sağa sola koşuyor. uzaktaki köpeği gösterip şu sizin mi dedi, evet dedim. sitede evcil hayvan yasak, geçen de birini mahkemeye verdiler vs.... konuştu, konuştu... eşim de evde olsun, pek istemediği için mecbur evladı bıraktım aileme , ağlaya ağlaya...
ailem 70 km uzakta bir ilçede yaşıyor. ayda bir, iki ayda bir geldiğimde bir kavuşmalarımız var sormayın. ben uzaktan seslenirim o bağrış çığrış kucağıma atlar. üstelik artık benden de büyük. eskisi gibi hemen elini uzatır patisinin altını seveyim diye. bahçeye girene dek üç ayağının üzerinde yürür asla bırakmaz, el ele yürümenin yolunu bulduk resmen. o hafif bana yaslanır, ben eğilirim iyice yavaşta olsa beraber alırız o yolu.
bana biri yaklaşınca, en ufak tehdit hissetsin çıldırır. uzak durmakta fayda olur. bizim serseri, sahipli sokak köpeği gibi özgür istediği gibi gezer tozar gelir.
pandemi sebebiyle aileme pek sık gelmiyorum. tatil vesilesi ile geldim. içeri girdim yarım saat sonra annem dedi ki, sana bir haberim var. paşa 15 gündür yok. sen üzülme diye söylemedim. belki de gelir diye ümit ettim ama yok.
tahmin ettiği gibi çok üzüldüm. gözlerim dolu dolu sokağa bakıyorum, belki çıkıp gelir diye. birileri zarar vermemiştir diye de dua ediyorum.
"sevdasını, bidayette kıyısından köşesinden paylaşırken, zamanla tamamen sahiplenmiş." - attila ilhan
acım çok tazeyken, dilimde bu kelime mühür olmuşken size bir hikaye anlatmak istiyorum.
serseri bir sokak köpeğinin sevgi dolu ancak başına buyruk hayatının hikayesi.
2016 yılının kasım ayında izmir sahil şeridinde yolculuk yaparken edremit çıkışında ramiz köftede bir mola verelim, dedik. içeriye girdik. kaskları, ekipmanı çıkartırken bir bey yaklaştı, eski motorcuymuş sohbete başladı. o esnada bir kutunun içinde mini minnacık iki yavru köpek gördüm. biraz sevdim. sohbet de ilerleyince yanımızdaki beyin işletme sahibi olduğunu, arka tarafta da terk edilmiş sokak hayvanlarına destek olduğunu öğrendim. bu, iki yaramaz da daha yeni gelmişler, annelerini kaybettikleri için sahiplendirmeye çalıştıklarını söyledi. biri de hastaymış bir süre evde kalması, iyi bir bakım görmesi gerekiyormuş. dedi bak bağınız oldu sana vereyim, sen de onun hayatını kurtarmış olursun. tamam da, dedim, motorda gidemez nasıl olacak?
ben size yollarım tedarikçilerim var oraya sık gidip gelen, dedi. numaraları aldık, iki gün sonra 'paşa' evimizdeydi.
bu arada o sıralarda anacaddede apartmanda yaşıyorum ve evde hayvanları kapalı tutmanın pek de vicdan işi olduğunu düşünmüyorum. bu köpeği sahiplenirken asıl niyetim ailemin bahçesinde bakmaktı. babamın dileğiydi. en azından yardıma ihtiyacı olan bir hayvanı iyileştirmek ve yetiştirmek.
ama ufaklık için dışarıda yaşayabilecek gücü toplaması, aşılarının yapılması, bacağındaki eğriliğin düzelmesi için iki ay kadar evde kalmalı dedi veteriner.
yavru köpüş gerçekten bebek gibi oluyormuş. geceleri ağlıyordu kucağımda uyutuyordum. kucağımdan uzaklaşınca hüzünlü bir hale bürünüyordu. sabahları gözümü açana dek sessizce bekliyor ama o andan sonra çılgın gibi havlıyor, oyun istiyordu. bir de patisinin içi yumuşacık kadifemsi bir dokuya sahip olduğu için kucağımdayken hep elim patisinde oluyordu, okşuyordum. el ele dizi izliyorduk. o, eşim yanıma yaklaşınca hafiften hırlıyor, burnunun ucu ile itiyordu. ailemin yanına göndereceğim zaman yaklaşıyor ama ben kopmak istemiyordum. bu esnada taşındık güzel bir siteye geçtik; bahçeli, şehir gürültüsünden uzak bir yer. içten içe köpeğimi vermek zorunda kalmayacağımı düşünürken bir gün yönetici ile karşılaştım. elimde tasma, paşa'yı bahçeye bırakmışım özgürce sağa sola koşuyor. uzaktaki köpeği gösterip şu sizin mi dedi, evet dedim. sitede evcil hayvan yasak, geçen de birini mahkemeye verdiler vs.... konuştu, konuştu... eşim de evde olsun, pek istemediği için mecbur evladı bıraktım aileme , ağlaya ağlaya...
ailem 70 km uzakta bir ilçede yaşıyor. ayda bir, iki ayda bir geldiğimde bir kavuşmalarımız var sormayın. ben uzaktan seslenirim o bağrış çığrış kucağıma atlar. üstelik artık benden de büyük. eskisi gibi hemen elini uzatır patisinin altını seveyim diye. bahçeye girene dek üç ayağının üzerinde yürür asla bırakmaz, el ele yürümenin yolunu bulduk resmen. o hafif bana yaslanır, ben eğilirim iyice yavaşta olsa beraber alırız o yolu.
bana biri yaklaşınca, en ufak tehdit hissetsin çıldırır. uzak durmakta fayda olur. bizim serseri, sahipli sokak köpeği gibi özgür istediği gibi gezer tozar gelir.
pandemi sebebiyle aileme pek sık gelmiyorum. tatil vesilesi ile geldim. içeri girdim yarım saat sonra annem dedi ki, sana bir haberim var. paşa 15 gündür yok. sen üzülme diye söylemedim. belki de gelir diye ümit ettim ama yok.
tahmin ettiği gibi çok üzüldüm. gözlerim dolu dolu sokağa bakıyorum, belki çıkıp gelir diye. birileri zarar vermemiştir diye de dua ediyorum.
devamını gör...
çocuk sahibi olmamak için sebepler
(bkz: küresel ısınma)
umarım çocuğum olursa gelecekte böyle şeyler görmez, yoksa beni neden dünyaya getirdiniz diye bana çok sövecek biliyorum.
umarım çocuğum olursa gelecekte böyle şeyler görmez, yoksa beni neden dünyaya getirdiniz diye bana çok sövecek biliyorum.
devamını gör...
islam
tarre vizsla yazarımız değişik bir açıdan bakmış ama hicri takvim kullandığı için yıkıldığını söylediği osmanlı devleti 600 yıl yaşadı.
yazar, hristiyanlığın yayılmasını güneş takvimine bağlamış ama roma imparatoru konstantin hristiyanlığı resmi din ilan etmese, avrupa'da bu kadar yayılırmıydı. avrupa'nın yarısı öldürülerek hristiyan yapılmış.
bugün en çok hristiyan yaşayan latin amerika ise, ispanyol sömürgesinin hristiyan olmayan kızılderilileri öldürmesi yüzünden bu dine girmiş.
sahraaltı afrika bile avrupalı sömürge devletlerin baskısıyla hristiyan olmuştur. afrika'da gönüllü hristiyanlar mısır ve etiyopya'dadır.
yazar, hristiyanlığın yayılmasını güneş takvimine bağlamış ama roma imparatoru konstantin hristiyanlığı resmi din ilan etmese, avrupa'da bu kadar yayılırmıydı. avrupa'nın yarısı öldürülerek hristiyan yapılmış.
bugün en çok hristiyan yaşayan latin amerika ise, ispanyol sömürgesinin hristiyan olmayan kızılderilileri öldürmesi yüzünden bu dine girmiş.
sahraaltı afrika bile avrupalı sömürge devletlerin baskısıyla hristiyan olmuştur. afrika'da gönüllü hristiyanlar mısır ve etiyopya'dadır.
devamını gör...
eyluling kalkışması
an itibariyle (bkz: yoldaş benjamin franklin)'in katıldığı, hattaaaaa biricik kodcumuz (bkz: iko)'nun da katıldığı programdır.
üstelik iko'dan tehdit de gelmiştir, sözlüğün fişini çekeceğine dair... etme, eyleme kurucu abimiz.
bir tanım yazdırmadınız. eyluling darbesine benjamin darbesi; benjamin darbesine iko darbesi, iko darbesine pavlov darbesi yapıldı. severek ve heyecanla dinliyoruz.
üstelik iko'dan tehdit de gelmiştir, sözlüğün fişini çekeceğine dair... etme, eyleme kurucu abimiz.
bir tanım yazdırmadınız. eyluling darbesine benjamin darbesi; benjamin darbesine iko darbesi, iko darbesine pavlov darbesi yapıldı. severek ve heyecanla dinliyoruz.
devamını gör...
dünya kupası
o gece hiç uyuyamadım. maçı kafamda oynuyor, türlü türlü skorlar eşliğinde kaldığım otel odasında bir ileri bir geri volta atıyordum. içtiğim daha doğrusu yediğim sigaranın haddi hesabı yoktu. brezilya'yı yenebilir miydik? mevcut şartlarda böyle bir ihtimal olasılık dahilinde değildi. futbol tanrıları ile konuşmak, onları bu konuda ikna etmek lazımdı. benim ise böyle bir işe ayıracak vaktim yoktu. beynim köstebek yuvasına dönmüş, açılan fikir dehlizleri içerisinde yolumu bulmaya çalışıyordum. labirent maymununa dönmüştüm. son sigarımı telaşla söndürdüm ve banyoya doğru yol aldım. buz gibi suyun altına girerek beynimi kemiren düşüncelerden kurtulmak niyetindeyim. duştan sonra biraz daha rahatladım. sakince elbiselerimin bulunduğu dolaba doğru ilerledim. bir anda kendimi boy aynasının önünde buluvermiştim. fötr şapkamı takmış, takım elbisemi giymiş, kravatımı bile doğru bağlamıştım. hay bin kunduz! bu bir işaret olabilir miydi? keşke diye geçirdim içimden. saate baktım ama maçın başlama saatine daha çok vardı. kendimi dışarı attım. rio de janeiro sokaklarında sabahın ilk saatleriyle birlikte şuursuzca gezmeye başladım. brezilyalılar her yere takımlarının fotoğraflarını asmıştı. şehirde sinir bozucu bir şampiyonluk havası vardı. benim gibi uruguay'a gönül vermiş insanlar için şehir, dante'nin ilahi komedyası gibi bir hale bürünmüştü. cesaretimi toplayıp bir tane gazete aldım. manşete bakmamla birlikte yine haleti ruhiyem kendisini londra köprüsünden aşağı doğru bıraktı. manşette ''kazan yada berabere kal!'' yazıyordu. işimiz gerçekten zordu. hitler manyağının ortalığı kasıp kavurduğu yıllarda dünya futbol şampiyonlarından mahrum kalmıştık, futbola olan özlemimiz iyice artmıştı. ve biz bu heyecanı iliklerimize kadar yaşıyorduk. işin daha kötüsü bizimkilerin maçı mutlaka kazanması gerekiyordu ki bu durum nabzımızın atış hızını bir kaç kat arttırıyordu.
gençler bilmezler. o dönemlerde dünya kupası sistematiği farklı işliyordu. bu maç hasbelkader final maçı olmuştu. zira hem brezilya hem de bizim çocuklar puan olarak şanslarını son maça taşımış, bu yüzden maç bir anda dünya kupası finali haline dönüşmüştü. adamlar sırf bu şampiyona için ''maracana stadyumu''nu inşa etmişlerdi. stat mabet gibi bir şeydi. 200 bin kişiyi ağırlayabilecek bir kapasitesi vardı. stadın önüne geldiğimde farklı duygular içerisindeydim. gözlerimi stadın heybetinden ve büyüklüğünden alamıyordum. adamlar işimizi, kafada bitirmiş gibiydiler. eski roma kolezyumlarından birinin önündeymişim gibi gerginliğim iyice artmıştı. sanki bir yakınım hakkında damnatio ad bestias * cezası verilmiş ve ben infazı bekliyordum. bizi resmen aslanların önüne atmışlardı ve bu mücadeleden sağ salim çıkmamız imkansıza yakındı.
brezilyalı taraftarların tezahüratları ve samba dansları eşliğinde stada girdim. bakın tek tek saydım abartmıyorum; statta tamı tamına 199.854 kişi vardı. bunların toplasanız 100/150 tanesini bahtsız bedeviler olarak adlandırabileceğiniz şanlı uruguay'ımıza gönül vermiş insanlardı. perişan bir haldeydik. tezahüratlar, bağırışlar, samba ritimleri arasında bir sigara daha yaktım. elbette rengimi belli etmiyordum. bu kalabalık arasında kim vurduya gitmek niyetinde değildim. hakemin başlama düdüğüyle birlikte brezilya üzerimize kabus gibi çöktü. sağdan soldan yükleniyorlar, bizimkiler sürekli müdafaa yapmak zorunda kalıyorlardı. sarı/yeşil iblisler bizi kendi yarı alanımızdan çıkarmıyordu. ademir denen futbol cambazı bizimkilerle kedinin fare ile oynadığı gibi oynuyordu. allah'tan maspoli günündeydi ve ilk 10 dakika içinde 3 tane yüzde yüzlük gol pozisyonunu engelledi de, alnımdan süzülen terleri ipek mendilim ile silme fırsatını buldum. sonrasında bir mucize oldu ve bizimkiler şut attı. o an, işte öyle bir bağırmak geldi ki içimden anlatamam. schiaffino'nun bu şutu, spartaküs'ün roma imparatorluğuna baş kaldırması ile eş değerdi benim için. ancak ender gelişen osasuna atakları bile bu kadar çabuk küllenmemiştir. hevesimiz kursağımızda kaldı. brezilya başladı yine samba yapmaya. al gülüm ver gülüm. taakk bir şut, yine maspoli devrede. maç ademir ile maspoli arasında geçmeye başlamıştı ve bu benim için hiç de iyiye işaret değildi. sigara yakıp söndürmekten bazı pozisyonları kaçırıyor, bu arada etrafımdakilere de renk vermemeye çalışıyordum. kuvvetle muhtemel brezilya gol atamadıkça stresten sigara yaktığımı düşünüyorlardı. oysa benim içimde ne fırtınalar kopuyordu. kimse durumun farkında değildi. bu haleti ruhiye içerisinde ilk yarıyı 0-0 bitirmenin verdiği rahatlama ile olduğum yerde çöktüm kaldım. bu şekilde bu maç nasıl bitecekti? ömür törpüsünün törpülenmiş hali gibi öyle boş gözlerle sahaya bakıyordum.
sonra biz yine diken üzerinde 66. dakikaya kadar geldik. sigaralardan ve nabız yükselmelerinden bahsetmeye bile gerek yok. işte o dakika, dünya bambaşka bir hale büründü. kaptanımız varela topu aldığı gibi sağ kanatta ghiggia'ya verdi. ghiggia nasıl oldu, nasıl yaptı anlamadığımız bir şekilde ceza alanına dalıverdi. onun topu schiaffino'nun önüne yuvarlamasıyla birlikte bizim aslan parçası topa öyle bir vurdu ki, dar açıdan o topun ağlarla buluşmasıyla birlikte dünya benim için o anda durdu. bağırmak istiyorum, bağıramıyorum. etrafımdaki brezilya'lılar şaşkına dönmüşler, kimi ellerini başının üzerine götürmüş, kimi ağlamaklı, kimi düşünceli gözlerle etrafındakileri süzüyor. işte o anda yaktım gerçek keyif sigaramı. zira olmayacak duaya amin demek üzereydik. tabi sonrasında brezilya yine freni boşalmış kamyon gibi üzerimize gelmeye başladı. ama bizim çocukların maçı kazanacaklarına dair inancı artmıştı. maspoli atlas'ın dünya'yı sırtında taşıdığı gibi takımı sırtında taşıyor ve brezilya'ya gol şansı vermiyordu. dakikalar 79'u gösterdiğinde, futbol tanrıları ikinci mucizelerini yer yüzüne gönderdiler. ghiggia yine bir fırsatını bulup ceza alanına girip cılız bir şut çıkardı, brezilya kalecisi barbosa fahiş bir hata ile resmen topu içeri aldı. işte o an dünyanın mucizevi bir yer olduğuna inanıveriyorsunuz. içim kıpır kıpır, havai fişekler eşliğinde tüm organlarım raks ediyor. lakin etrafımdaki yıkılmış, bitmiş ve tükenmiş brezilya taraftarını gördükçe kendimi tutmayı başarıyorum. maçın sonraki bölümleri çok stresli geçmedi. bir gol yedik ama o da bize nazar boncuğu oldu. o gün takriben 198.800 kişi gözyaşlarına hakim olamadı. kaptanımız valera, jules rimet kupasını havaya kaldırdığında cennet bizim için yeryüzüne inmiş gibiydi. her ne kadar göz yaşlarına boğulmuş olsa da bizim cennetimiz tertemiz ve pir-ü paktı.
o maçtan sonra brezilya kalecisi barbosa resmen istenmeyen adam ve vatan haini ilan edildi. yıllar sonra kendisi ile bir barda karşılaştık. yaşadıklarını ilk ağızdan dinleme fırsatı bulmuş oldum ama bu başka bir başlığın konusu. *
işte bizim aslan parçaları; sizler için ne söylesek az çocuklar!

bu hüzünlü ve boş bakışlar ise barbosa'nın bakışları. buna yorum dahi yapmak istemiyorum. o günlerden bana kalan tek keyifsiz an bu adamcağızın çektikleridir.
gençler bilmezler. o dönemlerde dünya kupası sistematiği farklı işliyordu. bu maç hasbelkader final maçı olmuştu. zira hem brezilya hem de bizim çocuklar puan olarak şanslarını son maça taşımış, bu yüzden maç bir anda dünya kupası finali haline dönüşmüştü. adamlar sırf bu şampiyona için ''maracana stadyumu''nu inşa etmişlerdi. stat mabet gibi bir şeydi. 200 bin kişiyi ağırlayabilecek bir kapasitesi vardı. stadın önüne geldiğimde farklı duygular içerisindeydim. gözlerimi stadın heybetinden ve büyüklüğünden alamıyordum. adamlar işimizi, kafada bitirmiş gibiydiler. eski roma kolezyumlarından birinin önündeymişim gibi gerginliğim iyice artmıştı. sanki bir yakınım hakkında damnatio ad bestias * cezası verilmiş ve ben infazı bekliyordum. bizi resmen aslanların önüne atmışlardı ve bu mücadeleden sağ salim çıkmamız imkansıza yakındı.
brezilyalı taraftarların tezahüratları ve samba dansları eşliğinde stada girdim. bakın tek tek saydım abartmıyorum; statta tamı tamına 199.854 kişi vardı. bunların toplasanız 100/150 tanesini bahtsız bedeviler olarak adlandırabileceğiniz şanlı uruguay'ımıza gönül vermiş insanlardı. perişan bir haldeydik. tezahüratlar, bağırışlar, samba ritimleri arasında bir sigara daha yaktım. elbette rengimi belli etmiyordum. bu kalabalık arasında kim vurduya gitmek niyetinde değildim. hakemin başlama düdüğüyle birlikte brezilya üzerimize kabus gibi çöktü. sağdan soldan yükleniyorlar, bizimkiler sürekli müdafaa yapmak zorunda kalıyorlardı. sarı/yeşil iblisler bizi kendi yarı alanımızdan çıkarmıyordu. ademir denen futbol cambazı bizimkilerle kedinin fare ile oynadığı gibi oynuyordu. allah'tan maspoli günündeydi ve ilk 10 dakika içinde 3 tane yüzde yüzlük gol pozisyonunu engelledi de, alnımdan süzülen terleri ipek mendilim ile silme fırsatını buldum. sonrasında bir mucize oldu ve bizimkiler şut attı. o an, işte öyle bir bağırmak geldi ki içimden anlatamam. schiaffino'nun bu şutu, spartaküs'ün roma imparatorluğuna baş kaldırması ile eş değerdi benim için. ancak ender gelişen osasuna atakları bile bu kadar çabuk küllenmemiştir. hevesimiz kursağımızda kaldı. brezilya başladı yine samba yapmaya. al gülüm ver gülüm. taakk bir şut, yine maspoli devrede. maç ademir ile maspoli arasında geçmeye başlamıştı ve bu benim için hiç de iyiye işaret değildi. sigara yakıp söndürmekten bazı pozisyonları kaçırıyor, bu arada etrafımdakilere de renk vermemeye çalışıyordum. kuvvetle muhtemel brezilya gol atamadıkça stresten sigara yaktığımı düşünüyorlardı. oysa benim içimde ne fırtınalar kopuyordu. kimse durumun farkında değildi. bu haleti ruhiye içerisinde ilk yarıyı 0-0 bitirmenin verdiği rahatlama ile olduğum yerde çöktüm kaldım. bu şekilde bu maç nasıl bitecekti? ömür törpüsünün törpülenmiş hali gibi öyle boş gözlerle sahaya bakıyordum.
sonra biz yine diken üzerinde 66. dakikaya kadar geldik. sigaralardan ve nabız yükselmelerinden bahsetmeye bile gerek yok. işte o dakika, dünya bambaşka bir hale büründü. kaptanımız varela topu aldığı gibi sağ kanatta ghiggia'ya verdi. ghiggia nasıl oldu, nasıl yaptı anlamadığımız bir şekilde ceza alanına dalıverdi. onun topu schiaffino'nun önüne yuvarlamasıyla birlikte bizim aslan parçası topa öyle bir vurdu ki, dar açıdan o topun ağlarla buluşmasıyla birlikte dünya benim için o anda durdu. bağırmak istiyorum, bağıramıyorum. etrafımdaki brezilya'lılar şaşkına dönmüşler, kimi ellerini başının üzerine götürmüş, kimi ağlamaklı, kimi düşünceli gözlerle etrafındakileri süzüyor. işte o anda yaktım gerçek keyif sigaramı. zira olmayacak duaya amin demek üzereydik. tabi sonrasında brezilya yine freni boşalmış kamyon gibi üzerimize gelmeye başladı. ama bizim çocukların maçı kazanacaklarına dair inancı artmıştı. maspoli atlas'ın dünya'yı sırtında taşıdığı gibi takımı sırtında taşıyor ve brezilya'ya gol şansı vermiyordu. dakikalar 79'u gösterdiğinde, futbol tanrıları ikinci mucizelerini yer yüzüne gönderdiler. ghiggia yine bir fırsatını bulup ceza alanına girip cılız bir şut çıkardı, brezilya kalecisi barbosa fahiş bir hata ile resmen topu içeri aldı. işte o an dünyanın mucizevi bir yer olduğuna inanıveriyorsunuz. içim kıpır kıpır, havai fişekler eşliğinde tüm organlarım raks ediyor. lakin etrafımdaki yıkılmış, bitmiş ve tükenmiş brezilya taraftarını gördükçe kendimi tutmayı başarıyorum. maçın sonraki bölümleri çok stresli geçmedi. bir gol yedik ama o da bize nazar boncuğu oldu. o gün takriben 198.800 kişi gözyaşlarına hakim olamadı. kaptanımız valera, jules rimet kupasını havaya kaldırdığında cennet bizim için yeryüzüne inmiş gibiydi. her ne kadar göz yaşlarına boğulmuş olsa da bizim cennetimiz tertemiz ve pir-ü paktı.
o maçtan sonra brezilya kalecisi barbosa resmen istenmeyen adam ve vatan haini ilan edildi. yıllar sonra kendisi ile bir barda karşılaştık. yaşadıklarını ilk ağızdan dinleme fırsatı bulmuş oldum ama bu başka bir başlığın konusu. *
işte bizim aslan parçaları; sizler için ne söylesek az çocuklar!

bu hüzünlü ve boş bakışlar ise barbosa'nın bakışları. buna yorum dahi yapmak istemiyorum. o günlerden bana kalan tek keyifsiz an bu adamcağızın çektikleridir.
devamını gör...
aksiyon potansiyeli
bir hücrenin (özellikle nöronlar ve kas hücrelerinin, gelin biz buna excitable hücreler diyelim genel olarak) gelen uyarıya cevap verebilmeleri için aşmaları gereken eşik değer.
nöron üzerinden konuyu anlatacağım. altındaki fizyolojik mekanizmayı bilirseniz patofizyolojisini de anlamak daha kolay olur. nöron (ya da halk arasındaki ismiyle sinir hücresi) bir uyartıyı alıp ileten hücrelerdir, saçaklı bir sürü kolun yanında uzun bir tane daha özel bir kola daha sahiptir (multipolar nöron şeklini çiziyorum şu an size). şöyle bir şey

somaya (hücre gövdesi) bitişik olan kısa ve çok sayıda olan hücre çıkıntılarının her biri dendrit olarak isimlendirilirken uzun olan tek kol akson olarak isimlendirilir, bu da bizim konuyu öğreneceğimiz olayların geçtiği yer olacak.
bir nörona elektriksel sinyal ulaştığı zaman dendritten hücreye giriş yapar, hücre gövdesini geçer, daha sonra aksondan geçerek akson ucundan hücreyi terk eder. elektriksel sinyalden kastımız şehirlerarası enerji nakil hatları gibi elektrik taşınımı değil, membran depolarizasyonu denen olaydan bahsediyoruz. şurada görsel olarak görebilirsiniz ama teknik detaylarına gireceğim birazdan.

resting fazda hücrelerin membran potansiyeli -70mv değerdedir. membran çift tabakalı bir yapıda olduğu için hücrenin içi ve dışındaki iyon konsantrasyonu birbirinden farklıdır. resting faz için konuşursak hücre içinde k+ (potasyum) iyonları fazlayken dışarıda na+ (sodyum) iyonları fazladır. bunun baş sorumlusu membranda yerleşik olan na+/k+ voltage-gated iyon kanallarıdır. bu pompalar, içeri aldığı her 2 potasyum başına 3 sodyumu dışarı atar. 10 potasyumu içeri aldığında içerideki net yük +10 olacakken dışarıya attığı 15 sodyumdan dolayı dışarısı +15 olacaktır değil mi, işte bu sebeple hücre içi dışından daha negatif yüklüdür (ayrıca bu pozitif yüklerin negatif counterpart iyonları falan da var), bu yüzden -70mv olarak resting membran potansiyeli bulunur (ki biz bu voltaj farklılığının bulunmasına polarizasyon diyoruz). siz "neden sıfır değil, hadi sıfır değilse neden negatif?" sorusunu sormadan bunu cevaplamış oldum böylece.
konumuza geri dönelim. membranda bulunan bu na+ pompaları, ilgili hücreye bir uyartı (stimulus) geldiği zaman aktifleşir, voltaja bağlı olarak açılır ve içeri küçük bir miktar na+ iyonu girmesine sebep olur. her bir pompa açılıp içeri iyon girişini sağladığında bölgesel olarak membran potansiyeli artar (-70mv resting fazından yukarı doğru çıkar. örneğin -60mv olsun) (ki biz buna depolarizasyon diyoruz).
uyartının soldan geldiğini düşünelim, en önce en soldaki voltage-gated kanalımız açılacak, bölgesel olarak bir voltaj değişikliği olacak ve sağındaki 2. pompa aktifleşecek, o da içeri aldığı iyonlar sayesinde ortamı daha yüksek voltaja sebep olacak, 3. olarak yine sağındaki kanal açılacak. neden, çünkü bir süre boyunca bu açılan kanallar açık kalmaya devam eder, o yüzden zaten açık olan kanalı bir daha açamazsınız. bu da bize iletimin tek yönlü olmasını sağlar. "neden tek yöne gidiyor, ya ulaşacağı yöne gitmez de hücrenin içinde yolunu kaybederse sinyal?" sorusunu da böylece cevapladık. ilk iki adımı şu şekilde çizdim (evet bunu ben çizdim), devamını anladınız varsayıyorum.

bu iletilen sinyal sonunda ne olacağını anlatmayacağım fakat hücrenin binbir emekle oluşturduğu bu voltaj gradiyenti görüldüğü üzre yok oldu. hücre içi na+ doluşmasıyla hücrenin iç yükü negatiften pozitife kadar çıkar, bu da fizyolojik dengenin (homeostasis) yeniden kurulmasını gerektirir. bu durumda devreye k+ pompaları girer, hücre dışına bütün k+ iyonlarını pompalar. hücrenin başlangıçtaki halinin tam tersini oluşturur gibi düşünün (na+ dışarıda k+ içerideydi, hatırlayın). dışarıdaki fazla potasyum iyonlarını hücre içine yine bu en başta bahsettiğim na+/k+ voltage-gated kanalları alır, her aldığı 2 k+ başına da 3 na+ dışarı atar. böylece başlangıçtaki denge tekrar sağlanmış olur (ki biz buna repolarizasyon diyoruz).
şimdi olayların en en en başına dönelim. uyartı hücremize geldi (bir molekülün hücre membranındaki ilgili bölgeyle etkileşmesine binaen başlayan değişiklikler silsilesi, daha doğrusu bu silsileyi başlatan ilk taş bizim uyartı dediğimiz), bir membran potansiyeli değişimi başlattı, dendritten akson başına kadar geldi. eğer eşik değeri geçerse bu sinyal akson boyunca iletilir (bu yukarıda anlattığım iyon değişimi mekanizmasıyla), eğer eşik değerin altında kalırsa iletim gerçekleşmez. görsel olarak göstermek gerekirse şöyle bir durumdan bahsediyorum.

şekilde gördüğünüz "trigger zone" bölgesinde belli bir membran depolarizasyonu gerçekleşmiş olmalı, membran yükü belirli bir değerin üstüne çıkmalı. eğer o değeri aşamıyorsa gelen uyartı hücre içinde sönümlenir ve bütün olay orada biter, değeri aşıyorsa nöron ateşlenir ve akson boyunca iletim gerçekleşir. işte saatlerdir dil döktüğüm aksiyon potansiyeli bu eşik değerdir.
elim değmişken bir minik örnek vereyim patofizyolojiye dair. ms ya da multipl skleroz hastalığını duymayan kalmamıştır artık sanıyorum. en başta verdiğim nöron figürüne tekrar bakalım,

dikkatinizi çekmek istediğim nokta aksonu saran "myelin sheath" yazan kapsüller. her kapsül aslında bir hücre, isimleri de "(gbkzl: schwann hücresi)". kendileri aldığınız kesite bağlı olarak şöyle görünür.

fark edeceğiniz üzre bir aksonu çubuk gibi düşünürsek etrafını tamamen saran bir hücreden bahsediyoruz. schwann ve akson arasındaki boşluk (ve bu boşluğun içeriği) iyon değişimine izin vermediği için aksonal iletimde sinyal iletimi bu bölgeleri pas geçer. ne zaman ki bu schwann hücrelerinin başına bir iş gelir, parçalanır ya da ölürlerse altlarındaki akson açığa çıkar, bu da aksonun elektrik iletimini düzgün yapamayacağı anlamına gelir. sonucunda da çeşitli klinik tablolar ortaya çıkar.
kindred ile tıp101 dersimizin ilkini tamamladınız. sertifika için 1'e, ana menü için 0'a basınız, operatöre bağlanmak için lütfen bekleyiniz.
nöron üzerinden konuyu anlatacağım. altındaki fizyolojik mekanizmayı bilirseniz patofizyolojisini de anlamak daha kolay olur. nöron (ya da halk arasındaki ismiyle sinir hücresi) bir uyartıyı alıp ileten hücrelerdir, saçaklı bir sürü kolun yanında uzun bir tane daha özel bir kola daha sahiptir (multipolar nöron şeklini çiziyorum şu an size). şöyle bir şey

somaya (hücre gövdesi) bitişik olan kısa ve çok sayıda olan hücre çıkıntılarının her biri dendrit olarak isimlendirilirken uzun olan tek kol akson olarak isimlendirilir, bu da bizim konuyu öğreneceğimiz olayların geçtiği yer olacak.
bir nörona elektriksel sinyal ulaştığı zaman dendritten hücreye giriş yapar, hücre gövdesini geçer, daha sonra aksondan geçerek akson ucundan hücreyi terk eder. elektriksel sinyalden kastımız şehirlerarası enerji nakil hatları gibi elektrik taşınımı değil, membran depolarizasyonu denen olaydan bahsediyoruz. şurada görsel olarak görebilirsiniz ama teknik detaylarına gireceğim birazdan.

resting fazda hücrelerin membran potansiyeli -70mv değerdedir. membran çift tabakalı bir yapıda olduğu için hücrenin içi ve dışındaki iyon konsantrasyonu birbirinden farklıdır. resting faz için konuşursak hücre içinde k+ (potasyum) iyonları fazlayken dışarıda na+ (sodyum) iyonları fazladır. bunun baş sorumlusu membranda yerleşik olan na+/k+ voltage-gated iyon kanallarıdır. bu pompalar, içeri aldığı her 2 potasyum başına 3 sodyumu dışarı atar. 10 potasyumu içeri aldığında içerideki net yük +10 olacakken dışarıya attığı 15 sodyumdan dolayı dışarısı +15 olacaktır değil mi, işte bu sebeple hücre içi dışından daha negatif yüklüdür (ayrıca bu pozitif yüklerin negatif counterpart iyonları falan da var), bu yüzden -70mv olarak resting membran potansiyeli bulunur (ki biz bu voltaj farklılığının bulunmasına polarizasyon diyoruz). siz "neden sıfır değil, hadi sıfır değilse neden negatif?" sorusunu sormadan bunu cevaplamış oldum böylece.
konumuza geri dönelim. membranda bulunan bu na+ pompaları, ilgili hücreye bir uyartı (stimulus) geldiği zaman aktifleşir, voltaja bağlı olarak açılır ve içeri küçük bir miktar na+ iyonu girmesine sebep olur. her bir pompa açılıp içeri iyon girişini sağladığında bölgesel olarak membran potansiyeli artar (-70mv resting fazından yukarı doğru çıkar. örneğin -60mv olsun) (ki biz buna depolarizasyon diyoruz).
uyartının soldan geldiğini düşünelim, en önce en soldaki voltage-gated kanalımız açılacak, bölgesel olarak bir voltaj değişikliği olacak ve sağındaki 2. pompa aktifleşecek, o da içeri aldığı iyonlar sayesinde ortamı daha yüksek voltaja sebep olacak, 3. olarak yine sağındaki kanal açılacak. neden, çünkü bir süre boyunca bu açılan kanallar açık kalmaya devam eder, o yüzden zaten açık olan kanalı bir daha açamazsınız. bu da bize iletimin tek yönlü olmasını sağlar. "neden tek yöne gidiyor, ya ulaşacağı yöne gitmez de hücrenin içinde yolunu kaybederse sinyal?" sorusunu da böylece cevapladık. ilk iki adımı şu şekilde çizdim (evet bunu ben çizdim), devamını anladınız varsayıyorum.

bu iletilen sinyal sonunda ne olacağını anlatmayacağım fakat hücrenin binbir emekle oluşturduğu bu voltaj gradiyenti görüldüğü üzre yok oldu. hücre içi na+ doluşmasıyla hücrenin iç yükü negatiften pozitife kadar çıkar, bu da fizyolojik dengenin (homeostasis) yeniden kurulmasını gerektirir. bu durumda devreye k+ pompaları girer, hücre dışına bütün k+ iyonlarını pompalar. hücrenin başlangıçtaki halinin tam tersini oluşturur gibi düşünün (na+ dışarıda k+ içerideydi, hatırlayın). dışarıdaki fazla potasyum iyonlarını hücre içine yine bu en başta bahsettiğim na+/k+ voltage-gated kanalları alır, her aldığı 2 k+ başına da 3 na+ dışarı atar. böylece başlangıçtaki denge tekrar sağlanmış olur (ki biz buna repolarizasyon diyoruz).
şimdi olayların en en en başına dönelim. uyartı hücremize geldi (bir molekülün hücre membranındaki ilgili bölgeyle etkileşmesine binaen başlayan değişiklikler silsilesi, daha doğrusu bu silsileyi başlatan ilk taş bizim uyartı dediğimiz), bir membran potansiyeli değişimi başlattı, dendritten akson başına kadar geldi. eğer eşik değeri geçerse bu sinyal akson boyunca iletilir (bu yukarıda anlattığım iyon değişimi mekanizmasıyla), eğer eşik değerin altında kalırsa iletim gerçekleşmez. görsel olarak göstermek gerekirse şöyle bir durumdan bahsediyorum.

şekilde gördüğünüz "trigger zone" bölgesinde belli bir membran depolarizasyonu gerçekleşmiş olmalı, membran yükü belirli bir değerin üstüne çıkmalı. eğer o değeri aşamıyorsa gelen uyartı hücre içinde sönümlenir ve bütün olay orada biter, değeri aşıyorsa nöron ateşlenir ve akson boyunca iletim gerçekleşir. işte saatlerdir dil döktüğüm aksiyon potansiyeli bu eşik değerdir.
elim değmişken bir minik örnek vereyim patofizyolojiye dair. ms ya da multipl skleroz hastalığını duymayan kalmamıştır artık sanıyorum. en başta verdiğim nöron figürüne tekrar bakalım,

dikkatinizi çekmek istediğim nokta aksonu saran "myelin sheath" yazan kapsüller. her kapsül aslında bir hücre, isimleri de "(gbkzl: schwann hücresi)". kendileri aldığınız kesite bağlı olarak şöyle görünür.

fark edeceğiniz üzre bir aksonu çubuk gibi düşünürsek etrafını tamamen saran bir hücreden bahsediyoruz. schwann ve akson arasındaki boşluk (ve bu boşluğun içeriği) iyon değişimine izin vermediği için aksonal iletimde sinyal iletimi bu bölgeleri pas geçer. ne zaman ki bu schwann hücrelerinin başına bir iş gelir, parçalanır ya da ölürlerse altlarındaki akson açığa çıkar, bu da aksonun elektrik iletimini düzgün yapamayacağı anlamına gelir. sonucunda da çeşitli klinik tablolar ortaya çıkar.
kindred ile tıp101 dersimizin ilkini tamamladınız. sertifika için 1'e, ana menü için 0'a basınız, operatöre bağlanmak için lütfen bekleyiniz.
devamını gör...
kafanın içinde konuşan bir düzine ses
kendi aralarında sohbet o kadar koyu ki konudan konuya atlıyorlar, asla da bitmiyor. konuşacak ne buluyorsunuz bu kadar ya.
devamını gör...
spagettileşme
sevgili meja’nın bilgi dolu tanımına teşekkürlerimi sunarım. ama espri olarak kullanılabilecek bir tabirmiş. okuyunca istemsiz gülümsedim.
devamını gör...
ülkenin refah seviyesini artırmak için yapılacaklar
eğitime ve öğretime önem verilmesi, üretimin arttırılması ve yapılacak olan herhangi bir projenin dine uygunluğuna bakılmaksızın yapılması.. yani gerçekten de laik bir ulkeymiş gibi davranılması.
devamını gör...
16 haziran 2021 türkiye galler maçı
eşek bile , düştüğü yoldan tekrar geçmez ,ama bizim futbolcular aynı pozisyonun ellinci tekrarından golu yedi, ne diyeyim, kanalı değiştirin belgesel seyredin hurda avcıları başlamış.
devamını gör...
olmak istenen cansız varlık
sulu boya fırçası olmak isterdim. ressamın hayal dünyası sonucu çıkan sanat eserinin bir parçası haline gelmek, her bir renkle bütünleştiğimi ve de ressamın ahenkli vuruşlarla kağıdı şenlendirdiğini hissetmek...
devamını gör...
uykusu kaçan sözlük yazarları
keyfim kaçmıştır, canım sıkılmıştır, üzüntü halindeyimdir.
devamını gör...
kaderin cilvesi
magomaev diyor ki:
efsanevi yılbaşı gecesi filmi. daha önce parçalar halinde izledim çünkü film yaklaşık üç saat sürüyor. ve bugün, karısıyla sonuna kadar bitirdik. ne kadar sıcak bir film. bu harika. herkese tavsiye ederim izleyin.
vanderwalls diyor ki:
o benim erkek kardeşim.
pluviophile diyor ki:
abi, geç oldu. yatağa git, istersen uyu.
magomaev 2. tanımında diyor ki:
yarın işe geldiğim için üzgünüm. hepinize sağlıklı, mutlu ve iyi bir yeni yıl diliyorum çocuklar! ben uyuyorum. her güle, güle!
merdivenaltı_müzisyen diyor ki:
evala kardeşim, evala, evala pelvis kadındı.
*
efsanevi yılbaşı gecesi filmi. daha önce parçalar halinde izledim çünkü film yaklaşık üç saat sürüyor. ve bugün, karısıyla sonuna kadar bitirdik. ne kadar sıcak bir film. bu harika. herkese tavsiye ederim izleyin.
vanderwalls diyor ki:
o benim erkek kardeşim.
pluviophile diyor ki:
abi, geç oldu. yatağa git, istersen uyu.
magomaev 2. tanımında diyor ki:
yarın işe geldiğim için üzgünüm. hepinize sağlıklı, mutlu ve iyi bir yeni yıl diliyorum çocuklar! ben uyuyorum. her güle, güle!
merdivenaltı_müzisyen diyor ki:
evala kardeşim, evala, evala pelvis kadındı.
*
devamını gör...
kişilik doğuştan mı gelir çevreden mi edinilir sorunsalı
ikisinin karışımı olup talihi de es geçmemek lazım.
devamını gör...
dunning kruger etkisi
aynı anlamda olmasa da benzer anlamı veren ıknas diye bir kelimeye rastlamıştım zamanında. anlamı, "adi ve rezil bir kimse iken asaletlilik iddiasında bulunma." tabii bu daha ağır :) (:
devamını gör...
fahrenheit 451
‘klasikler on beş dakikalık radyo programlarına uyacak şekilde kısaltılıyor. sonra iki dakikada okunacak bir kitap eleştirisi olarak tekrar kısaltılıyor. sonunda da bir sözlükte on oniki satır alıntı yapılıyordu’
hayal ürünü değilmiş gibi, ne dersiniz ?
devamını gör...
timus bezi
vücudumuzda iman tahtasının üzerinde, tiroid bezinin altında ve soluk borusunun önünde bulunan timus bezi insanın bağışıklık sisteminin ana merkezidir ve tüm sistem buradan yönetilir. tiroid bezi tarafından salgılanan t hücreleri yani lenfositlerin; vücut hücreleri ile vücuda zararlı olabilecek yabancı hücreleri ayırt etmeyi öğrendikleri yerdir timus. büyüklüğü yaşla beraber değişkenlik göstermektedir. çocukluk döneminde 15 gr kadar olan timus ergenlik döneminde ceviz büyüklüğüne * ulaşır fakat ilerleyen yaş ile küçülmeye başlar.*
avustralyalı nobel ödüllü kanser araştırmacısı sir macfarlane burnet, timus bezinin aktif hale getirilmesiyle, insan bedeninin kendisini kanserden koruyabilme yeteneğine sahip olacağını savunuyordu. yani timus bezimiz ne kadar iyi çalışırsa bağışıklık sistemimiz o kadar güçlü olur ve bu sayede biz de hem hastalıklardan korunur hem de mutlu oluruz.
fazla heyecan, fazla stres yaparsak timus bezi ne olduğunu şaşırıyor ve görevini yapamaz hale geliyormuş. bazı insanlarda da doğuştan çalışmıyormuş. huysuz, sevgisiz, nemrut insanlar olur ya hani hepimizin çevresinde hep şikayet eder, hep olumsuzdur, işte onların timus bezi ya düzensiz çalışıyor ya da hiç çalışmıyor.
kaygı seviyesi düşük ve stresten uzak olan yaşlılarda yapılan çalışmalarda timüs büyüklüğünün erişkin dönemdeki boyutunda olduğu tespit edilmiş. hayattan zevk almama, aşırı sinirlilik, duygu durumunda ani değişiklikler, olaylar karşısında aşırı alınganlık ve hassasiyet ise maalesef timusun aktivitesindeki bozulmaların habercisi.
çok üzüntülü olunan zamanlarda özellikle de kadınların göğüslerine vurduklarını hepimiz görmüşüzdür. bu tamamen beyin tarafından yapılan yani refleks kaynaklı bir hareketmiş. yani kişi göğsüne vururken timüs bezini titreştiriyor ve bağışıklıkta üzüntü kaynaklı olacak olan direnç kaybının önüne geçiyor.
peki bize bu kadar faydası olan timus bezimizi nasıl çalıştıracağız ve aktif tutacağız?
1. gülmek. ama gerçekten gülmek.
her güldüğümüzde timus bezi hemen aktive oluyor ve kendimizi daha iyi hissetmemizi sağlıyor.
2.iki parmakla timusun üzerine gelen noktaya hafif hafif vurmak, yani elle uyarmak. bu sırada bir kaç derin nefes almak.
3.dilin üst dişlerin arkasında damağa ve ağzın tavanına değdirmek.
bence denemeye değer. timus için ayrıca nefes egzersizler videoları da mevcut.
dip ama önemli not:
ben ilgimi çektiği ve faydalı bir bilgi olduğunu düşündüğüm için bu konuda başlık açmaya karar verdim, yazarken de bir çok kaynak okuyup öyle yazdım bu bilgileri. olmamasını umuyorum fakat tabi ki eksik kaldığım yerler ya da yanlış bilgi verdiğim noktalar olabilir. bilgilendirirse daha bilgili olan yazar arkadaşlarım hemen düzeltirim. keyifli bir okuma olur umarım bu tanımı okuyanlar için.
sevgiler herkese *
avustralyalı nobel ödüllü kanser araştırmacısı sir macfarlane burnet, timus bezinin aktif hale getirilmesiyle, insan bedeninin kendisini kanserden koruyabilme yeteneğine sahip olacağını savunuyordu. yani timus bezimiz ne kadar iyi çalışırsa bağışıklık sistemimiz o kadar güçlü olur ve bu sayede biz de hem hastalıklardan korunur hem de mutlu oluruz.
fazla heyecan, fazla stres yaparsak timus bezi ne olduğunu şaşırıyor ve görevini yapamaz hale geliyormuş. bazı insanlarda da doğuştan çalışmıyormuş. huysuz, sevgisiz, nemrut insanlar olur ya hani hepimizin çevresinde hep şikayet eder, hep olumsuzdur, işte onların timus bezi ya düzensiz çalışıyor ya da hiç çalışmıyor.
kaygı seviyesi düşük ve stresten uzak olan yaşlılarda yapılan çalışmalarda timüs büyüklüğünün erişkin dönemdeki boyutunda olduğu tespit edilmiş. hayattan zevk almama, aşırı sinirlilik, duygu durumunda ani değişiklikler, olaylar karşısında aşırı alınganlık ve hassasiyet ise maalesef timusun aktivitesindeki bozulmaların habercisi.
çok üzüntülü olunan zamanlarda özellikle de kadınların göğüslerine vurduklarını hepimiz görmüşüzdür. bu tamamen beyin tarafından yapılan yani refleks kaynaklı bir hareketmiş. yani kişi göğsüne vururken timüs bezini titreştiriyor ve bağışıklıkta üzüntü kaynaklı olacak olan direnç kaybının önüne geçiyor.
peki bize bu kadar faydası olan timus bezimizi nasıl çalıştıracağız ve aktif tutacağız?
1. gülmek. ama gerçekten gülmek.
her güldüğümüzde timus bezi hemen aktive oluyor ve kendimizi daha iyi hissetmemizi sağlıyor.
2.iki parmakla timusun üzerine gelen noktaya hafif hafif vurmak, yani elle uyarmak. bu sırada bir kaç derin nefes almak.
3.dilin üst dişlerin arkasında damağa ve ağzın tavanına değdirmek.
bence denemeye değer. timus için ayrıca nefes egzersizler videoları da mevcut.
dip ama önemli not:
ben ilgimi çektiği ve faydalı bir bilgi olduğunu düşündüğüm için bu konuda başlık açmaya karar verdim, yazarken de bir çok kaynak okuyup öyle yazdım bu bilgileri. olmamasını umuyorum fakat tabi ki eksik kaldığım yerler ya da yanlış bilgi verdiğim noktalar olabilir. bilgilendirirse daha bilgili olan yazar arkadaşlarım hemen düzeltirim. keyifli bir okuma olur umarım bu tanımı okuyanlar için.
sevgiler herkese *
devamını gör...


