ömür hanımla güz konuşmaları
          ömür hanımla güz konuşmaları
ve güz geldi ömür hanım. dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul. insanın içini karartan bulutların seferi var göğün maviliğinde. yağmur ha yağdı ha yağacak. in-
cecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin.
hüznün bütün koşulları hazır. nedenini bilmediğim bir keder akıyor damarlarımdan. kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı... ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı,
yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası. yaşamak bir can sıkıntısı mıdır ömür
hanım?
her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, umuttan, sevinçten ne anlar? göğü görmeden, denizi görmeden maviyi anlamaya benzemez mi bu? bir güz düşünün ki ömür hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış, böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? başlamanın bir
anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa başlangıcı olmak değil midir? yaşamı düz bir çizgide tutmak tükenmektir. yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik olur tükenmek değil de?
yağmur yağıyor ömür hanım...gökten değil, yüreğimin boşluğundan ömrümün ıssız toprağına... ve ben sonsuz
bir düzlükte bir küçücük, bir silik nokta gibi eriyip gidiyorum. seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar katından?
dönelim...dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü kabuklarına sığınmaktır... olsun dönelim biz yine de. bilincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın
görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dönelim.
ölçüsüz yaşamak bize göre değil ömür hanım.
büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. küçücük avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın binlerce engeli yığıldı önümüze. hangi birini yenebilirdik
bunca olanaksızlık içinde. umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi öğrendik böylece.
yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı ömür hanım.
bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden.
sahi nedir yaşamın anlamı? geriye dönüyorum sık sık yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır yükler aldığı zamanın derin denizlerine. bakıyorum umut
karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka ne ki? yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi içine alan kocaman bir yanılsama... değil mi yoksa?
öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. koşullarım beni oluşturdu ben acılarımı buldum. herkes gibi yaşasaydım
eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi avutmaya beni. bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise; biryemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, varolmaya, dar çevre yitiklerinde önem kazanmaya...
oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerine, yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. öyle bir tüketmek ki, sonucu yepyeni bir "ben"e ulaştırırdı beni, kederli dalgınlığımdan her döndüğümde...bir ben ki tüm ilişkilerin perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay yakınlıklarına insanların. kim kimi ne kadar anlayabilir ömür hanım?
susmak yalnızlığın ana dilidir, ömür hanım, şiiridir, beni konuşmaya zorlama ne olur. sözün sularını tükettim ben, kaynağını kuruttum. geriye bir büyük sessizlik kaldı yü-
reğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük... yalnızım ömür hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi karanlıklar içre, öyle yitik, öyle üzgün, yalnızım... sularım toprağa sızıyor bak. yüzümü geceler örtüyor. binlerce taş saklanıyor içimde. kim kimin derinliğini görebilir, hem hangi gözle?
kendilerinin olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok konuşuyorlar ki... bir söz insanın neresinden doğar dersiniz?
dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? düşlerinden mi yoksa gerçeğinden mi? ve kaç kapıdan geçip yerini bulur bir başka insanda? yerini bulur mu gerçekten? sözü yasaklamalı ömür hanım yasaklamalı...kimsenin kimseyi
anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne işe yarıyor ki? olanağı olsa da insanların yürekleri konuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten
olurdu. aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. yanılıyor muyum? olsun. yanıldığımı biliyorum ya...
yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. kurşun aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan. belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. sessizlik sesten -hele de güncel ve kof- her zaman iyidir; düş gücü, iç zenginliği verir insana. dünyanın usul usul ağaran o puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin
akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. anlık izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü,
kalıcı ömürlüdür... alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi, bizi değişmek çirkinleştirir de.
kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir adım bile; bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz olur, insanın küçücük ömrünün karşısında. istemenin kuralı
yoktur, de, açıklaması sınırı suçu yoktur; istemek yaşamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız, ne yerinde ne yersiz...
 
biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir parçamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. en büyük hünerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak... kıyılarımız duygularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir;
ufuklarımızsa sisler içinde... o kıyısız gökyüzü nasıl sığar küçücük gözlerimize, bir bardak suya, demirli bir pencereye... nasıl gizleriz ağız dil vermez bir geceye? ve nedir
ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir içimize. çözemeyiz de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek, bu ezbere yaşamla.
dünya bir testidir, de, ömür hanım, ömür bir su... sızar iğne ucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir yudum mutluluk için. ve bir gün ölümün balkonundan, dökülür toprağa el içi kadar bir su. yerde birkaç damla
nem, bir avuç ıslaklık...ölümü bilerek nasıl yaşar insan, geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün acıların anasıdır, de...
sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. değişik şeyler söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. yıldım ömrümün kalıplarından. beni duy ve anla.
 
yağmur dindi ömür hanım. gökyüzü masmavi gülümsedi yine. doğa aynı oyununu oynuyor bizimle. umudun ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi atlasından. ne aldanış! bulutların rengi mavi-beyaz mıdır,
kurşuni-külrengi mi yoksa?
gökyüzünü öpmek isterdim ömür hanım, gözlerimle değil dudaklarımla. yoruldum bulutları kirpiklerimde taşımaktan. delilik mi dedin? kim bilir...belki de yerde sürünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir
aykırı olmak duygusu. gökyüzü de olmak isteyebilirdim değil mi? kim ne diyebilir ki?
kimseler görmedi ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim.
içimde umudun kırk kilitli sandıkları,
elimde bir avuç düş ölüsü yüreğim
-içinde senin ve benim ağırlığım-
benim
olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde,
incelik adına, ben geçtim...
yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir
saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde,
ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. beni cam kırıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü
ve dağınıklığı ile...
yükümü yanlış bedestanlara çözdüm.
 
ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. saatlerce dayak yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. ürperiyorum. bir at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın sokaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. içimde bir çocuk,
yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş umut ölülerini çiğneyerek. sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş, yanılmış bir çocukluk olmasın ömür hanım?
ankara, güz/1983
şükrü erbaş
dopdolu içini, asırlarca susmuş birinin döktüğü satırları, ne yazsa peş peşe şiir olan mısralarıyla ömür hanım...
  ve güz geldi ömür hanım. dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul. insanın içini karartan bulutların seferi var göğün maviliğinde. yağmur ha yağdı ha yağacak. in-
cecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin.
hüznün bütün koşulları hazır. nedenini bilmediğim bir keder akıyor damarlarımdan. kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı... ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı,
yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası. yaşamak bir can sıkıntısı mıdır ömür
hanım?
her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, umuttan, sevinçten ne anlar? göğü görmeden, denizi görmeden maviyi anlamaya benzemez mi bu? bir güz düşünün ki ömür hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış, böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? başlamanın bir
anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa başlangıcı olmak değil midir? yaşamı düz bir çizgide tutmak tükenmektir. yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik olur tükenmek değil de?
yağmur yağıyor ömür hanım...gökten değil, yüreğimin boşluğundan ömrümün ıssız toprağına... ve ben sonsuz
bir düzlükte bir küçücük, bir silik nokta gibi eriyip gidiyorum. seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar katından?
dönelim...dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü kabuklarına sığınmaktır... olsun dönelim biz yine de. bilincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın
görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dönelim.
ölçüsüz yaşamak bize göre değil ömür hanım.
büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. küçücük avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın binlerce engeli yığıldı önümüze. hangi birini yenebilirdik
bunca olanaksızlık içinde. umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi öğrendik böylece.
yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı ömür hanım.
bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden.
sahi nedir yaşamın anlamı? geriye dönüyorum sık sık yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır yükler aldığı zamanın derin denizlerine. bakıyorum umut
karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka ne ki? yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi içine alan kocaman bir yanılsama... değil mi yoksa?
öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. koşullarım beni oluşturdu ben acılarımı buldum. herkes gibi yaşasaydım
eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi avutmaya beni. bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise; biryemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, varolmaya, dar çevre yitiklerinde önem kazanmaya...
oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerine, yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. öyle bir tüketmek ki, sonucu yepyeni bir "ben"e ulaştırırdı beni, kederli dalgınlığımdan her döndüğümde...bir ben ki tüm ilişkilerin perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay yakınlıklarına insanların. kim kimi ne kadar anlayabilir ömür hanım?
susmak yalnızlığın ana dilidir, ömür hanım, şiiridir, beni konuşmaya zorlama ne olur. sözün sularını tükettim ben, kaynağını kuruttum. geriye bir büyük sessizlik kaldı yü-
reğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük... yalnızım ömür hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi karanlıklar içre, öyle yitik, öyle üzgün, yalnızım... sularım toprağa sızıyor bak. yüzümü geceler örtüyor. binlerce taş saklanıyor içimde. kim kimin derinliğini görebilir, hem hangi gözle?
kendilerinin olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok konuşuyorlar ki... bir söz insanın neresinden doğar dersiniz?
dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? düşlerinden mi yoksa gerçeğinden mi? ve kaç kapıdan geçip yerini bulur bir başka insanda? yerini bulur mu gerçekten? sözü yasaklamalı ömür hanım yasaklamalı...kimsenin kimseyi
anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne işe yarıyor ki? olanağı olsa da insanların yürekleri konuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten
olurdu. aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. yanılıyor muyum? olsun. yanıldığımı biliyorum ya...
yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. kurşun aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan. belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. sessizlik sesten -hele de güncel ve kof- her zaman iyidir; düş gücü, iç zenginliği verir insana. dünyanın usul usul ağaran o puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin
akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. anlık izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü,
kalıcı ömürlüdür... alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi, bizi değişmek çirkinleştirir de.
kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir adım bile; bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz olur, insanın küçücük ömrünün karşısında. istemenin kuralı
yoktur, de, açıklaması sınırı suçu yoktur; istemek yaşamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız, ne yerinde ne yersiz...
biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir parçamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. en büyük hünerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak... kıyılarımız duygularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir;
ufuklarımızsa sisler içinde... o kıyısız gökyüzü nasıl sığar küçücük gözlerimize, bir bardak suya, demirli bir pencereye... nasıl gizleriz ağız dil vermez bir geceye? ve nedir
ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir içimize. çözemeyiz de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek, bu ezbere yaşamla.
dünya bir testidir, de, ömür hanım, ömür bir su... sızar iğne ucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir yudum mutluluk için. ve bir gün ölümün balkonundan, dökülür toprağa el içi kadar bir su. yerde birkaç damla
nem, bir avuç ıslaklık...ölümü bilerek nasıl yaşar insan, geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün acıların anasıdır, de...
sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. değişik şeyler söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. yıldım ömrümün kalıplarından. beni duy ve anla.
yağmur dindi ömür hanım. gökyüzü masmavi gülümsedi yine. doğa aynı oyununu oynuyor bizimle. umudun ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi atlasından. ne aldanış! bulutların rengi mavi-beyaz mıdır,
kurşuni-külrengi mi yoksa?
gökyüzünü öpmek isterdim ömür hanım, gözlerimle değil dudaklarımla. yoruldum bulutları kirpiklerimde taşımaktan. delilik mi dedin? kim bilir...belki de yerde sürünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir
aykırı olmak duygusu. gökyüzü de olmak isteyebilirdim değil mi? kim ne diyebilir ki?
kimseler görmedi ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim.
içimde umudun kırk kilitli sandıkları,
elimde bir avuç düş ölüsü yüreğim
-içinde senin ve benim ağırlığım-
benim
olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde,
incelik adına, ben geçtim...
yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir
saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde,
ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. beni cam kırıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü
ve dağınıklığı ile...
yükümü yanlış bedestanlara çözdüm.
ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. saatlerce dayak yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. ürperiyorum. bir at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın sokaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. içimde bir çocuk,
yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş umut ölülerini çiğneyerek. sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş, yanılmış bir çocukluk olmasın ömür hanım?
ankara, güz/1983
şükrü erbaş
dopdolu içini, asırlarca susmuş birinin döktüğü satırları, ne yazsa peş peşe şiir olan mısralarıyla ömür hanım...
devamını gör...
eminevim vs finansevim vs fuzulev vs birev
          reklamlarından bıktığım helal sertifikalı ev, araba alma yolu olduğunu iddia eden oluşumlar. ne zaman patlayacaklar merakla bekliyorum. üzgünüm ama bu saatten sonra bu ülkede kimseye güvenmem. 
benzerleri için isim önerim (bkz: bsgevim)
  benzerleri için isim önerim (bkz: bsgevim)
devamını gör...
spor
          belli kurallara ve tekniklere uyularak yapılan, bedensel ve zihinsel gelişmeye yararlı, eğlenmek ve yarışmak amacı da bulunan beden ve zihin hareketlerinin tümünün ortak adı.
spor çeşitleri: (bkz: futbol)
(bkz: basketbol)
voleybol
(bkz: tenis)
(bkz: hokey)
(bkz: buz hokeyi)
(bkz: su topu)
(bkz: masa tenisi)
(bkz: badminton)
(bkz: rugby)
(bkz: bilardo)
(bkz: bowling)
(bkz: golf)
(bkz: hentbol)
(bkz: atletizm)
(bkz: binicilik)
(bkz: bisiklet)
(bkz: dart)
(bkz: briç)
(bkz: paten)
(bkz: buz pateni)
(bkz: eskrim)
(bkz: dağcılık)
(bkz: halter)
(bkz: kayak)
(bkz: kürek)
(bkz: oryantiring)
(bkz: satranç)
(bkz: yüzme)
(bkz: dövüş ve savunma sporları)
edit: zamanla düzenleme ve ekleme yapılacaktır.
  spor çeşitleri: (bkz: futbol)
(bkz: basketbol)
voleybol
(bkz: tenis)
(bkz: hokey)
(bkz: buz hokeyi)
(bkz: su topu)
(bkz: masa tenisi)
(bkz: badminton)
(bkz: rugby)
(bkz: bilardo)
(bkz: bowling)
(bkz: golf)
(bkz: hentbol)
(bkz: atletizm)
(bkz: binicilik)
(bkz: bisiklet)
(bkz: dart)
(bkz: briç)
(bkz: paten)
(bkz: buz pateni)
(bkz: eskrim)
(bkz: dağcılık)
(bkz: halter)
(bkz: kayak)
(bkz: kürek)
(bkz: oryantiring)
(bkz: satranç)
(bkz: yüzme)
(bkz: dövüş ve savunma sporları)
edit: zamanla düzenleme ve ekleme yapılacaktır.
devamını gör...
bu başlıkta kendimizi kandırıyoruz
devamını gör...
yks
          bu yazıyı okuyorsan derece yapman biraz zor olabilir dediğim sınav.
      
  devamını gör...
şiir alıntıları
devamını gör...
louis aragon
          dadaizm'in öncülerinden biri olan ve sürrealizm'in temellerini atan fransız şair ve yazar. gayrimeşru bir çocuk olarak dünyaya gelen aragon, kötü ebeveynlerin büyük kırgınlıklarla beraber bazı zamanlar büyük şairleri de inşa ettiğinin yansıması gibidir. zaman zaman babasının onu istemeyişi, bu uzak ve isteksiz tutumu onun şiirlerine yansımıştır. sanat hayatına da yön veren sol görüşlerinden dolayı ikinci dünya savaşı yıllarında faşizm'e karşı büyük bir tutku ile direnmiştir ve bu süreçte okurken insanın kanının akışını dahi hızlandıran eserler ortaya koymuştur. aragon'un şiirleri; aşk, direniş, başkaldırı, politika ve tutku üzerineydi ama yalnızca şiir yazmadı, onlarca kısa hikaye ve roman yazmıştır ve aynı zamanda uzun yıllar gazetede (l'humanité) denemeler yayımladığını da eklemek gerek.
aragon söz konusu olduğunda; o öldüğünde günleri bile saymayı bıraktığı ve bir çok şiirini adadığı elsa triolet'i anmamak olmaz. 40'lı yıllarda elsa ile evlenen aragon şiirlerinde elsa'dan sık sık bahseder ve zaten bilinen bir gerçek ki aragon elsa'yı daima ilham perisi olarak görmüş ve eserlerine bunu yansıtmaktan da çekinmemiştir.
"ne çok kişi olmuşum yazdıklarımda" der aragon ama bana kalırsa bana baktın gözlerinle şiiri onun aslıdır. sait maden çevirisi ile;
--- alıntı ---
bana baktın gözlerinle
  
bana baktın gözlerinle ıssız ufka dek
anılardan yıkanmış gözlerinle
bana baktın saf unutuş olan gözlerinle
bana baktın üzerinden belleğin
başıboş nakaratlar üzerinden
solmuş güller üzerinden
aldanmış mutluluklar üzerinden
yürürlükten kalkmış günler üzerinden
mavi unutuş olan gözlerinle baktın bana.
bir şeyler hatırlamıyorsun olan bitenden
ve ilk defa dolaşıyorsun göğü bir baştan bir başa
o lav ve yavaşlık gözlerinle
önündedir dünya tıpkı göz kapaklarının
altında düşündüğün gibi sen onu
başlıyormuş gibi seninle senin önünde
senin rahat bakışınla bitimsizcesine genç
ben de oradayım kıskana kıskana güzelliğini
zavallı sararmış resimlerimle
sen ki yüz çeviriyorsun bunlardan
yeni çayırlar görmek için
sana söz geçmişten konuşmayacağım bir daha
bugün adımlarından başlıyor her şey
elbisenin bir kıvrımıdır bana yaşamaktan kalan
başka şeyin yeri olmadı seni buluyorum en sonunda ben
sevgilim sevgilim inanıyorum sana.
--- alıntı ---
(bkz: le paysan de paris)
(bkz: le mouvement perpétuel)
(bkz: les yeux d'elsa)
(bkz: anicet ou le panorama)
(bkz: pour un réalisme socialiste)
  aragon söz konusu olduğunda; o öldüğünde günleri bile saymayı bıraktığı ve bir çok şiirini adadığı elsa triolet'i anmamak olmaz. 40'lı yıllarda elsa ile evlenen aragon şiirlerinde elsa'dan sık sık bahseder ve zaten bilinen bir gerçek ki aragon elsa'yı daima ilham perisi olarak görmüş ve eserlerine bunu yansıtmaktan da çekinmemiştir.
"ne çok kişi olmuşum yazdıklarımda" der aragon ama bana kalırsa bana baktın gözlerinle şiiri onun aslıdır. sait maden çevirisi ile;
--- alıntı ---
bana baktın gözlerinle
bana baktın gözlerinle ıssız ufka dek
anılardan yıkanmış gözlerinle
bana baktın saf unutuş olan gözlerinle
bana baktın üzerinden belleğin
başıboş nakaratlar üzerinden
solmuş güller üzerinden
aldanmış mutluluklar üzerinden
yürürlükten kalkmış günler üzerinden
mavi unutuş olan gözlerinle baktın bana.
bir şeyler hatırlamıyorsun olan bitenden
ve ilk defa dolaşıyorsun göğü bir baştan bir başa
o lav ve yavaşlık gözlerinle
önündedir dünya tıpkı göz kapaklarının
altında düşündüğün gibi sen onu
başlıyormuş gibi seninle senin önünde
senin rahat bakışınla bitimsizcesine genç
ben de oradayım kıskana kıskana güzelliğini
zavallı sararmış resimlerimle
sen ki yüz çeviriyorsun bunlardan
yeni çayırlar görmek için
sana söz geçmişten konuşmayacağım bir daha
bugün adımlarından başlıyor her şey
elbisenin bir kıvrımıdır bana yaşamaktan kalan
başka şeyin yeri olmadı seni buluyorum en sonunda ben
sevgilim sevgilim inanıyorum sana.
--- alıntı ---
(bkz: le paysan de paris)
(bkz: le mouvement perpétuel)
(bkz: les yeux d'elsa)
(bkz: anicet ou le panorama)
(bkz: pour un réalisme socialiste)
devamını gör...
sinirsiz stressiz bir hayat
          varsa öyle bir hayat talibim.
      
  devamını gör...
potemkin zırhlısı
          en beğendiğim filmler listesinin zirvesinde bulunan film. bu cümleyi kurduktan sonra aynen şöyle düşündüm ''yahu neredeyse tüm sinema dünyası aynı fikirde, sinema tarihine damgasını vurmuş bir filmi sen beğensen ne olur beğenmesen ne olur.''*
neyse naçizane fikrimi söyleyip usulca gideyim başlıktan. öncelikle bu film, sinema denilen sanat daha yeni doğmuşken yapıldı. 1895 yılında lumiere kardeşler trenin gara girişini kameraya alarak ilk filmi yaptılar. aradan 30 yıl geçtikten sonra potemkin zırhlısı yapıldı. dünya üzerinde henüz 30 yıldır var olan bir sanat dalında üstelik bu sanat dalındaki teknolojik gelişmeler de o dönemler oldukça yavaş olmasına rağmen muazzam bir filmin ortaya koyulması eisenstein'ın sinema dehasını kanıtlar nitelikte.
filmle ilgili ikinci önemli nokta sovyet hükümeti tarafından bir propaganda aracı olarak kullanılmak üzere sipariş edilmesidir. yani bir yönetmen düşünün ki kendisine bir film sipariş ediliyor ve kendisi hem bu isteği yerine getiriyor hem de eline verilen imkanları kullanarak kendi kurgu yeteneğini ortaya koyuyor. bir taşla iki kuş vuruyor.
filmle ilgili üçüncü ve beni en çok etkileyen özellik ise eisenstein'ın bu filmi yaparken 27 yaşında olması, aynı zamanda bu filmin kendisinin ikinci filmi olması. filmden çok yönetmeni övdüğüm bir girdi olsa da kendisi bu övgüleri ikinci yaptığı filmle sinema tarihine adını yazdırarak sonuna kadar hak ediyor. muazzam kalabalık bir oyuncu ve figüran ordusuyla film çekmek elbette kolay değil.
eisenstein sinema ile ilgilenmeden önce tiyatro ile ilgileniyordu. çok kısa bir süre olsa da bu tiyatro geçmişi, filmdeki tiyatrovari havaya etkisi olduğunu düşünüyorum. gerçi sinema sanatının ilk filmlerindeki bu tiyatrovari hava sinemanın tiyatro gibi bir sanat olarak düşünülmesinden dolayıdır. zaten ilk filmlerin çoğunda tiyatro oyuncuları boy gösterir, bu tiyatrovari havanın sorumlusu oyunculardır da aynı zamanda. kameraya karşı oynayarak bir izleyici kitlesine karşı oynanır. bu filmde de yoğun olmasa da bu havayı görebiliyoruz.
elbette herkes gibi benim de en beğendiğim sahneler merdiven sahneleri. gerçi bu sahnelerde bir mantık hatası olsa da elbette nazarlık olarak görüyorum bunu. özellik merdivenlerde ölen çocuğunu taşıyan bıyıklı ablamız beni etkilemişti.
son olarak eisenstein'ın saç stilinin eraserhead'e olan benzerliğinden değinmeden geçemeyeceğim.

 
      
  neyse naçizane fikrimi söyleyip usulca gideyim başlıktan. öncelikle bu film, sinema denilen sanat daha yeni doğmuşken yapıldı. 1895 yılında lumiere kardeşler trenin gara girişini kameraya alarak ilk filmi yaptılar. aradan 30 yıl geçtikten sonra potemkin zırhlısı yapıldı. dünya üzerinde henüz 30 yıldır var olan bir sanat dalında üstelik bu sanat dalındaki teknolojik gelişmeler de o dönemler oldukça yavaş olmasına rağmen muazzam bir filmin ortaya koyulması eisenstein'ın sinema dehasını kanıtlar nitelikte.
filmle ilgili ikinci önemli nokta sovyet hükümeti tarafından bir propaganda aracı olarak kullanılmak üzere sipariş edilmesidir. yani bir yönetmen düşünün ki kendisine bir film sipariş ediliyor ve kendisi hem bu isteği yerine getiriyor hem de eline verilen imkanları kullanarak kendi kurgu yeteneğini ortaya koyuyor. bir taşla iki kuş vuruyor.
filmle ilgili üçüncü ve beni en çok etkileyen özellik ise eisenstein'ın bu filmi yaparken 27 yaşında olması, aynı zamanda bu filmin kendisinin ikinci filmi olması. filmden çok yönetmeni övdüğüm bir girdi olsa da kendisi bu övgüleri ikinci yaptığı filmle sinema tarihine adını yazdırarak sonuna kadar hak ediyor. muazzam kalabalık bir oyuncu ve figüran ordusuyla film çekmek elbette kolay değil.
eisenstein sinema ile ilgilenmeden önce tiyatro ile ilgileniyordu. çok kısa bir süre olsa da bu tiyatro geçmişi, filmdeki tiyatrovari havaya etkisi olduğunu düşünüyorum. gerçi sinema sanatının ilk filmlerindeki bu tiyatrovari hava sinemanın tiyatro gibi bir sanat olarak düşünülmesinden dolayıdır. zaten ilk filmlerin çoğunda tiyatro oyuncuları boy gösterir, bu tiyatrovari havanın sorumlusu oyunculardır da aynı zamanda. kameraya karşı oynayarak bir izleyici kitlesine karşı oynanır. bu filmde de yoğun olmasa da bu havayı görebiliyoruz.
elbette herkes gibi benim de en beğendiğim sahneler merdiven sahneleri. gerçi bu sahnelerde bir mantık hatası olsa da elbette nazarlık olarak görüyorum bunu. özellik merdivenlerde ölen çocuğunu taşıyan bıyıklı ablamız beni etkilemişti.
son olarak eisenstein'ın saç stilinin eraserhead'e olan benzerliğinden değinmeden geçemeyeceğim.

 
      devamını gör...
kafa vadisi
          sanat için soyunurum diyen arkadaşları buraya davet ediyoruz. ama soyunup gelmemeleri reca olunur.
      
  devamını gör...
ilişkilerin son zamanlarda hızlı tükenme sebebi
          az emek, çok seçenek.
      
  devamını gör...
beğenileriyle mutlu eden yazar
          okuyun ve hoşunuza gideni beğenin kimsenin bunu eleştirdiği yok. adam başka bir şeyden bahsediyor. okumayınca yine güme gidiyor tabi. yahu insanlar o kadar tanım/başlık giriyor. misal açıp okumuyorsunuz. sonra göklerden bir bildirim geliyor. aman da aman, ne güzel şey. nasıl da tatlı nasıl da şeker bir şey. artısı ile ona kıyafet biçiyorsunuz. onu artısı ile favorisi ile tanımlıyorsunuz. o kadar düşüncesini, fikriyatını, emeğini görmeyip, artılı favorili harikalar kumpanyası maskarası ediyorsunuz. sonra da mahlasının altına girip, çok güzel artılıyor, çok güzel oy veriyor diyorsunuz. yani kusura bakmayın ama ona beğeni/favori butonu gözü ile bakıyorsunuz. bunu karşılıklı yapıyorsanız da, bunun adı butonların kardeşliği oluyor. 
nick altını açıp okuyanların gözünde, yazarı sadece beğenen, sözlüğe bir şey katmayan bir birey konumuna sokuyorsunuz ki, bu inanın hiç iyi bir şey değil. aslında bunu kimsenin kötü niyetle yaptığını düşünmüyorum birbirinizi mutlu etmek istiyorsunuz, bunu anlıyorum. ama işin doğrusu şöyle olmalı; sizi beğenmiş insanların tanımlarını/başlıklarını dönüp okuyun, hakkında fikir sahibi olun ve sonra nick altına yazın. bir yazar sizin yazdıklarınızı beğendi diye paldır küldür usulen iki üç kelam yazmanız yine farkında olmadan ona yaptığınız bir saygısızlık. umarım yazdıklarımla sizi yargılamadığımı ve sadece fark etmediğinizi düşündüğüm önemli bir detayın altını çizdiğimi anlatabilmişimdir. hepinize kabuk dolusu sevgiler...
  nick altını açıp okuyanların gözünde, yazarı sadece beğenen, sözlüğe bir şey katmayan bir birey konumuna sokuyorsunuz ki, bu inanın hiç iyi bir şey değil. aslında bunu kimsenin kötü niyetle yaptığını düşünmüyorum birbirinizi mutlu etmek istiyorsunuz, bunu anlıyorum. ama işin doğrusu şöyle olmalı; sizi beğenmiş insanların tanımlarını/başlıklarını dönüp okuyun, hakkında fikir sahibi olun ve sonra nick altına yazın. bir yazar sizin yazdıklarınızı beğendi diye paldır küldür usulen iki üç kelam yazmanız yine farkında olmadan ona yaptığınız bir saygısızlık. umarım yazdıklarımla sizi yargılamadığımı ve sadece fark etmediğinizi düşündüğüm önemli bir detayın altını çizdiğimi anlatabilmişimdir. hepinize kabuk dolusu sevgiler...
devamını gör...
normal sözlük'e bir defaya mahsus nick değiştirme opsiyonu gelsin
          yapmayın çocuklar. sizden sonraki nesil "dedelerimizin mezar taşını okuyamıyoruz hüüü" diye ağlayacak. lütfen. nick'inizin arkasında dimdik durun.
      
  devamını gör...
kushimoto
          japonya'nın güneyinde bir bölgedir. türk-japon dostluğunun en üst seviyede olduğu yerdir ayrıca. buraya gittiğinizde ve türk olduğunuzu söylediğinizde size karşı özel bir ilgi olacaktır. tabii ki bir hikayesi var. ilginizi çekeceğini düşündüğüm bu hikayeyi kısaca özetlemeye çalıştım, umarım beğenirsiniz. 
hikaye 1890 yılında geçiyor. japon imparatoru meiji'nin, 2. abdülhamit'e hediyeler göndermesi üzerine osmanlı gelen hediye karşılıksız bırakılmaz anlayışı ile hediye göndermek isterler. bunun üzerine dönemin sahip oldukları en ihtişamlı ama bir okadar da yıpranmış ve eski bir gemi olan ertuğrul fırkateyni 655 mürettebat ile pruvasını japonya'ya çevirir ve yola koyulur. gemi birkaç kez yolda kalıp bakım görse bile en sonunda hedefe varmış ve hediye gönderilmiştir. 3 ay boyunca tokyo'da bekleyen mürettebat tam da japonya için tayfun ayları sayılan eylül, ekim aylarında bir geri gitme kararı alır. japonlar her ne kadar gitmemelerini, denizin bu aylarda tehlikeli olduğunu ısrarla söylemelerine rağmen tahmin edeceğiniz gibi kendi bildiğine yola koyulmuş gemi. aslında dönmekte bu kadar ısrarcı olma nedenleri ise tayfun döneminin bitmesini beklerlerse paralarının bitmesi, mürettebata yemek veremeyecek olmaları ve osmanlı'nın o dönemdeki zayıf parasal kaynaklarıydı. şimdi diyeceksiniz neden bize o kadar hediye gönderen japonya neden mürettebatın ihtiyaçlarını karşılamasın. sebebi bizimkilerin o kadar yol boyu hediye getirip yardım istemenin türk gururuna yakışmayacağını düşünmelerindendi. sonra gemi tokyo limanından ayrıldıktan 4 gün sonra kushimoto açıklarında tayfuna yakalanmış. bunun sonucu gemi pek fazla dayanamaz. gemi su almaya başlar. son anda bir deniz feneri görürler ve tam sürat ulaşıp kurtulmayı hedeflerlerken gemi o an görünmeyen kayalıklara oturur. kushimoto köyündekiler bu durumu görür ve canları pahasına denize atlar ve askerleri kurtarmak için yardım eder. son durumda 69 mürettebat kurtulabilmiş bunun yanında yardıma gelen bazı köylüler ve geri kalan mürettebat maalesef vefat etmişlerdir. bu olay üzerine kushimoto köyüne vefat eden askerler anısına anıt yapılmış ve bir türk müzesi kurulmuştur. ayrıca bu dostluğun bir göstergesi olarak mersin'de bir sokağa kushimoto sokağı adı verilmiş. dostluğun anısına bir başka somut örnek olarak türk hava yolları bir uçağına nostalji boyama yaparak adını kushimoto koymuştur. türk-japon dostluğunun en önemli hikayesidir kushimoto.
  hikaye 1890 yılında geçiyor. japon imparatoru meiji'nin, 2. abdülhamit'e hediyeler göndermesi üzerine osmanlı gelen hediye karşılıksız bırakılmaz anlayışı ile hediye göndermek isterler. bunun üzerine dönemin sahip oldukları en ihtişamlı ama bir okadar da yıpranmış ve eski bir gemi olan ertuğrul fırkateyni 655 mürettebat ile pruvasını japonya'ya çevirir ve yola koyulur. gemi birkaç kez yolda kalıp bakım görse bile en sonunda hedefe varmış ve hediye gönderilmiştir. 3 ay boyunca tokyo'da bekleyen mürettebat tam da japonya için tayfun ayları sayılan eylül, ekim aylarında bir geri gitme kararı alır. japonlar her ne kadar gitmemelerini, denizin bu aylarda tehlikeli olduğunu ısrarla söylemelerine rağmen tahmin edeceğiniz gibi kendi bildiğine yola koyulmuş gemi. aslında dönmekte bu kadar ısrarcı olma nedenleri ise tayfun döneminin bitmesini beklerlerse paralarının bitmesi, mürettebata yemek veremeyecek olmaları ve osmanlı'nın o dönemdeki zayıf parasal kaynaklarıydı. şimdi diyeceksiniz neden bize o kadar hediye gönderen japonya neden mürettebatın ihtiyaçlarını karşılamasın. sebebi bizimkilerin o kadar yol boyu hediye getirip yardım istemenin türk gururuna yakışmayacağını düşünmelerindendi. sonra gemi tokyo limanından ayrıldıktan 4 gün sonra kushimoto açıklarında tayfuna yakalanmış. bunun sonucu gemi pek fazla dayanamaz. gemi su almaya başlar. son anda bir deniz feneri görürler ve tam sürat ulaşıp kurtulmayı hedeflerlerken gemi o an görünmeyen kayalıklara oturur. kushimoto köyündekiler bu durumu görür ve canları pahasına denize atlar ve askerleri kurtarmak için yardım eder. son durumda 69 mürettebat kurtulabilmiş bunun yanında yardıma gelen bazı köylüler ve geri kalan mürettebat maalesef vefat etmişlerdir. bu olay üzerine kushimoto köyüne vefat eden askerler anısına anıt yapılmış ve bir türk müzesi kurulmuştur. ayrıca bu dostluğun bir göstergesi olarak mersin'de bir sokağa kushimoto sokağı adı verilmiş. dostluğun anısına bir başka somut örnek olarak türk hava yolları bir uçağına nostalji boyama yaparak adını kushimoto koymuştur. türk-japon dostluğunun en önemli hikayesidir kushimoto.
devamını gör...
dildo için alternatif türkçe isimler
          çükübik.
      
  devamını gör...
kafa rock radyo yayını
          ilk yayınınınız için şimdiden başarılar diliyorum.
rock'çılar toplanın bakalım, 23:00'te kopacağız. *
  rock'çılar toplanın bakalım, 23:00'te kopacağız. *
devamını gör...
ders seçme terörü
          asla istediğiniz dersi alamama hatta bazen zorunlu dersleri bile alamamakla sonuçlanır. saatlerce ekran başında bekletebilir. telefon trafiğinin en yoğun olduğu dönemdir. 'kanka sen aldın mı, bende hata veriyor?!' tarzı konuşmalara şahit olabilirsiniz.
      
  devamını gör...
en iyi haber kanalı ödülünü a haber'in kazanması
          körler sağırlar birbirini ağırlar durumunun tezahür etmesidir.
      
  devamını gör...
