atatürk'ü sevmemek
          küçükken herkes atatürk'ü sever zannediyordum...
      
  devamını gör...
yazarların duydukları enfes cümleler
          ve sonunda üzülerek de olsa anladılar ki hayaller kurulur, canlanır ve de o hayalleri kuranlara isyan ederler. hayal kuranın kemikleri kurduğu hayaller tarafından kırılır. buna hayal kırıklığı denir.
-kana diz kana
  -kana diz kana
devamını gör...
özgürlük
          ne beşeri ne de toplum düzeni olarak olamayız, imkansızdır. olduğumuzu sanırız ama karıncanın kavanozdan çıkıp başka bir kavanozda olduğunu fark etmesi gibidir. sistem ele almıştır bizi.
      
  devamını gör...
pame radyo yayını
          "καίγομαι καίγομαι
ρίξε κι άλλο λάδι στη φωτιά
πνίγομαι πνίγομαι
πέτα με σε θάλασσα βαθιά"
yanarak dinlemelik program, diğer arkadaşlar kusura bakmasın ama en çok sevdiğim program ayrıca.
başarılar komşu kızı.
  ρίξε κι άλλο λάδι στη φωτιά
πνίγομαι πνίγομαι
πέτα με σε θάλασσα βαθιά"
yanarak dinlemelik program, diğer arkadaşlar kusura bakmasın ama en çok sevdiğim program ayrıca.
başarılar komşu kızı.
devamını gör...
shine on you crazy diamond
          syd barrett 1968'de -grup kurulalı henüz üç yıl olmuşken- ortak bir kararla gruptan atılır. ilk albümlerinin inanılmaz bir rağbet görmesiyle kendisini yarın yokmuşçasına dağıtmayı artık bir yaşam tarzı haline getirmiştir çünkü. madde kullanımının tavan yaptığı ve grubun verimini düşürdüğü dönem, sonunda bir konserlerinde kafası uçmuş olduğu için her şarkıda aynı akoru basmasıyla tamamen kapanır ve grup barrett'la yollarını ayırır. floyd'dan sonra iki solo albüm çıkarır: the madcap laughs ve barrett. birkaç defa yeni grup kurma denemesi olur ama hepsini çok kısa süre sonra dağıtır. en sonunda da müziği bırakır ve çok uzunca bir süre barrett'tan kimse haber alamaz.
sonra, 1975 yılında garip bir şey olur.
grup, kaydını tamamladıkları albümü abbey road stüdyoları'nda dinleyip tekrar üzerinden geçerken birisi içeri dalar. nicholas schaffner'ın a saucerful of secrets kitabında ilk başta kimsenin onu tanımadığı anlatılır; çünkü barrett'ı hiçbiri yıllardır görmemiştir. kontrol odasına giren sanki bambaşka biridir: şişmandır, keldir, kaşları tıraş edilmiştir ve beyaz bir trençkot vardır üzerinde. birileri bir süre sonra ona "nasıl bu kadar kilo aldın, sana ne oldu?" diye sorduğunda barrett şu cevabı vermişti: "mutfağımda devasa bir buzdolabı var ve bir sürü domuz pirzolası yiyorum!"
rick wright'ın ağzından:
“stüdyoya geldiğimde koltukta şişman, kel bir adam oturuyordu. miksaj masasında çalışmaya başladık. roger’a adamın kim olduğunu sordum, bilmediğini söyledi. 45 dakika sonra aniden bu adamın syd olduğunu fark ettim. yıllardır onu görmemiştik ve tam da kendisi için yazılan bir parçanın vokallerini kaydederken çıkagelmişti. dişlerini fırçalayıp yanımıza geldi ve gitar kayıtlarını ne zaman yapacağını sordu. syd'e üzgün olduğumuzu, gitar kayıtlarını tamamladığımızı söyledik."
wright'ın bahsettiği diş fırçalamada garip bir şey vardır; zira barrett dişlerini fırçalarken kolunu sabit tutup kafasını sağa sola hareket ettirir ve de durduğu yerde zıplar. bunun yadırganışı ise kısa sürer. barrett henüz gruptan atılmamışken ama kendisini madde kullanmaktan geri de tutamıyorken bir fantezisinden bahsetmişti: içine asit karıştırılmış bir saç jölesi kullanmak. barrett bu jöleye aynı zamanda uyuşturucu da ilave edecekti, bu karışımı saçlarına sürecekti ve sahneye çıktıklarında spot ışığının ısısıyla bu jel kafasını eritecek ve uyuşturucu doğrudan beyni tarafından emilecekti. dolayısıyla barrett'ın sıradışı davranışları floyd için şaşırtıcı olmaktan uzaktı; ama bu yine de durumun onlar üzerindeki sarsıcılığını değiştirmiyordu.
roger waters ise akli dengesi bozulmuş eski dostunu tanınmaz bir halde karşısında gördüğünde gözyaşlarına boğulduğunu sonradan anlatacaktı ve barrett için "tutkulu insanların yok oluşunun en uç noktası" olarak bahsedecekti.
sonrasında barrett'a shine on you crazy diamond hakkında ne düşündüğünü sorarlar ve aldıkları cevap "biraz demode" olur. barrett bu cevabından sonra hiçbir şey demeden stüdyoyu terk eder. bu, grubun bir aradalarken barrett'ı son görüşüdür.
wish you were here, floyd'un kaydederken hem manevi hem de teknik olarak en çok zorlandığı albümdü. shine on you crazy diamond'un kaydının alındığı dönem waters sesini o kadar çok zorlamıştı ki, have a cigar'ın lead vokalinin kaydı için roy harper stüdyoya alınmıştı. alınan kayıtların grubu tatmin etmesi için defalarca tekrar gerekmişti. kendilerinin düşünceleri geçen yıllar içerisinde ne kadar değişmiştir bilmiyorum ama şahsi konuşacak olursam, barrett'ı anmak ve onurlandırmak için yazılabilecek en isabetli ve dokunaklı ağıttır shine on you crazy diamond. henüz gömülmeden önce ölüp gitmiş bir dosta yakılan en içten ağıt.
  sonra, 1975 yılında garip bir şey olur.
grup, kaydını tamamladıkları albümü abbey road stüdyoları'nda dinleyip tekrar üzerinden geçerken birisi içeri dalar. nicholas schaffner'ın a saucerful of secrets kitabında ilk başta kimsenin onu tanımadığı anlatılır; çünkü barrett'ı hiçbiri yıllardır görmemiştir. kontrol odasına giren sanki bambaşka biridir: şişmandır, keldir, kaşları tıraş edilmiştir ve beyaz bir trençkot vardır üzerinde. birileri bir süre sonra ona "nasıl bu kadar kilo aldın, sana ne oldu?" diye sorduğunda barrett şu cevabı vermişti: "mutfağımda devasa bir buzdolabı var ve bir sürü domuz pirzolası yiyorum!"
rick wright'ın ağzından:
“stüdyoya geldiğimde koltukta şişman, kel bir adam oturuyordu. miksaj masasında çalışmaya başladık. roger’a adamın kim olduğunu sordum, bilmediğini söyledi. 45 dakika sonra aniden bu adamın syd olduğunu fark ettim. yıllardır onu görmemiştik ve tam da kendisi için yazılan bir parçanın vokallerini kaydederken çıkagelmişti. dişlerini fırçalayıp yanımıza geldi ve gitar kayıtlarını ne zaman yapacağını sordu. syd'e üzgün olduğumuzu, gitar kayıtlarını tamamladığımızı söyledik."
wright'ın bahsettiği diş fırçalamada garip bir şey vardır; zira barrett dişlerini fırçalarken kolunu sabit tutup kafasını sağa sola hareket ettirir ve de durduğu yerde zıplar. bunun yadırganışı ise kısa sürer. barrett henüz gruptan atılmamışken ama kendisini madde kullanmaktan geri de tutamıyorken bir fantezisinden bahsetmişti: içine asit karıştırılmış bir saç jölesi kullanmak. barrett bu jöleye aynı zamanda uyuşturucu da ilave edecekti, bu karışımı saçlarına sürecekti ve sahneye çıktıklarında spot ışığının ısısıyla bu jel kafasını eritecek ve uyuşturucu doğrudan beyni tarafından emilecekti. dolayısıyla barrett'ın sıradışı davranışları floyd için şaşırtıcı olmaktan uzaktı; ama bu yine de durumun onlar üzerindeki sarsıcılığını değiştirmiyordu.
roger waters ise akli dengesi bozulmuş eski dostunu tanınmaz bir halde karşısında gördüğünde gözyaşlarına boğulduğunu sonradan anlatacaktı ve barrett için "tutkulu insanların yok oluşunun en uç noktası" olarak bahsedecekti.
sonrasında barrett'a shine on you crazy diamond hakkında ne düşündüğünü sorarlar ve aldıkları cevap "biraz demode" olur. barrett bu cevabından sonra hiçbir şey demeden stüdyoyu terk eder. bu, grubun bir aradalarken barrett'ı son görüşüdür.
wish you were here, floyd'un kaydederken hem manevi hem de teknik olarak en çok zorlandığı albümdü. shine on you crazy diamond'un kaydının alındığı dönem waters sesini o kadar çok zorlamıştı ki, have a cigar'ın lead vokalinin kaydı için roy harper stüdyoya alınmıştı. alınan kayıtların grubu tatmin etmesi için defalarca tekrar gerekmişti. kendilerinin düşünceleri geçen yıllar içerisinde ne kadar değişmiştir bilmiyorum ama şahsi konuşacak olursam, barrett'ı anmak ve onurlandırmak için yazılabilecek en isabetli ve dokunaklı ağıttır shine on you crazy diamond. henüz gömülmeden önce ölüp gitmiş bir dosta yakılan en içten ağıt.
devamını gör...
okja
          son yıllarda izlediğim en iyi film olan parazite filminin de yönetmeni olan bong joon ho’nun bir filmidir. 
bong joon ho’nun bütün filmlerini izledim ve çok büyük hayranıyım. derdi olan yönetmenler özeldir. var olan derdini kendine has bir şekilde anlatan yönetmenler ise daha da özeldir. bong joon ho böyle bir yönetmen.
bu filmde bir satış stratejisi olarak özel yetiştirilen ve devasa bir hayvan olan okja ile ona bakmakla yükümlü olmasının yanı sıra arkadaşı da olan mija’nın arkadaşlığı ve birbirleri için yaptıkları fedakarlıklar anlatılıyor.

tüketim toplumunun hayvanlara karşı nasıl bir bakış açısına sahip olduğunu göstermekle birlikte modern dediğimiz bu ilkel çağda bazı özel duyguların ne kadar önemsiz görülebileceğini de izliyoruz film boyunca.

insanlar satın aldıkça insanlıklarıyla ödeme yapmaya başladıkları için değer vermeleri gereken şeyler de belli ölçüde bir dönüşüm gösterdi. can kaybı olmadı dediğimiz yangınlarda onlarca hayvan ölürken umursamadık mesela. konudan sapmayacağım. bence filmi bir an önce izlemelisiniz. siz kendi çıkarımlarınızı yapacaksınız elbette. doğrusu da bu zaten. ama benim yazdıklarım da aklınız da olsun çünkü insan olmak için çabalayan bir yazarın pinokyo yalnızlığı ile yazdığı bir tanımdır bu.
  bong joon ho’nun bütün filmlerini izledim ve çok büyük hayranıyım. derdi olan yönetmenler özeldir. var olan derdini kendine has bir şekilde anlatan yönetmenler ise daha da özeldir. bong joon ho böyle bir yönetmen.
bu filmde bir satış stratejisi olarak özel yetiştirilen ve devasa bir hayvan olan okja ile ona bakmakla yükümlü olmasının yanı sıra arkadaşı da olan mija’nın arkadaşlığı ve birbirleri için yaptıkları fedakarlıklar anlatılıyor.

tüketim toplumunun hayvanlara karşı nasıl bir bakış açısına sahip olduğunu göstermekle birlikte modern dediğimiz bu ilkel çağda bazı özel duyguların ne kadar önemsiz görülebileceğini de izliyoruz film boyunca.

insanlar satın aldıkça insanlıklarıyla ödeme yapmaya başladıkları için değer vermeleri gereken şeyler de belli ölçüde bir dönüşüm gösterdi. can kaybı olmadı dediğimiz yangınlarda onlarca hayvan ölürken umursamadık mesela. konudan sapmayacağım. bence filmi bir an önce izlemelisiniz. siz kendi çıkarımlarınızı yapacaksınız elbette. doğrusu da bu zaten. ama benim yazdıklarım da aklınız da olsun çünkü insan olmak için çabalayan bir yazarın pinokyo yalnızlığı ile yazdığı bir tanımdır bu.
devamını gör...
frida kahlo müzesi
          frida’nın hayatına ve tarihin önemli anlarına tanıklık eden bu özel mekan 1958’te müze haline getirilmiştir. la casa azul frida’nın hayatında önemli bir yer tutar. dieogo ile evlendikten sonra bir süre bu evden ayrılmış olsa da yine coyoacan’daki ailesinin yanına döner.
frida kahlo müzesinde bulunan ressamın en önemli eserlerinden bazılaır: long live life, frida and the caesarian operation, portrait of my father wilhelm kahlo.
ressamlığının yanı sıra muhteşem bir mimari zevke sahip olan diego tarafından ispanyol öncesi dönem eserleri ile döşenmiştir.
frida’nın evi ölümünün ardından diego’nun isteği ile halka açık bir müzeye dönüştürülür. diego ve frida’nın ortak arzusu kendi eserlerini meksika halkına bağışlamaktı ve öyle de yaptılar.
22.000 belge, 6.500 fotoğraf, dergi ve süreli yayınlar, kitaplar, düzinelerce çizim, kişisel eşyalar, kıyafetler, korseler, ilaçlar, oyuncaklar…. bu nesneler her iki sanatçının hayat hikayelerini zenginleştirecek ipuçları sunuyor.
  frida kahlo müzesinde bulunan ressamın en önemli eserlerinden bazılaır: long live life, frida and the caesarian operation, portrait of my father wilhelm kahlo.
ressamlığının yanı sıra muhteşem bir mimari zevke sahip olan diego tarafından ispanyol öncesi dönem eserleri ile döşenmiştir.
frida’nın evi ölümünün ardından diego’nun isteği ile halka açık bir müzeye dönüştürülür. diego ve frida’nın ortak arzusu kendi eserlerini meksika halkına bağışlamaktı ve öyle de yaptılar.
22.000 belge, 6.500 fotoğraf, dergi ve süreli yayınlar, kitaplar, düzinelerce çizim, kişisel eşyalar, kıyafetler, korseler, ilaçlar, oyuncaklar…. bu nesneler her iki sanatçının hayat hikayelerini zenginleştirecek ipuçları sunuyor.
devamını gör...
babaların kızlarına hitap biçimleri
          oğlum diye hitap eder bana bunca zamandır anlam veremedim adama.
      
  devamını gör...
rigor mortis
          diğer adıyla ölüm katılığıdır. peki bu katılık neden olur? insanda bulunan kaslar kasılmak için kalsiyuma ihtiyaç duyar. sinir hücresinden gelen uyarı sonucu kas hücresi uyarılır ve hücre içerisindeki kalsiyum serbestleşir. bu serbestleşmeden dolayı kasta kasılma mekanizması aktifleşir ve kas kasılır. işte ölüm katılığının asıl sebebi burada başlıyor. çünkü kalsiyum serbestleştikten sonra tekrar toplanabilmesi için yine enerji gerekiyor. insan öldüğü zaman ise kalsiyumun toplanması için gereken enerji kalmadığı için kasları kaskatı kesilir. vazifesi insanın göz kapaklarını açmak olan kas da vardır. bunun içindir ki bir insan öldüğü zaman gözlerini kapatırlar. gözü açık gitmesin diye...
      
  devamını gör...
kapı eşiği etkisi
          hem fiziksel hem de zihinsel ortamı değiştirdiğimizde, başka bir odaya geçip başka şeyleri gördüğümüzde meydana gelir. geçici hafıza kaybına neden olur. bunun nedeni çevreye adapte olma süresinin olmamasıdır. bir anda buzdolabını açıp 'ben ne alacaktım' durumunu hepimiz yaşamışızdır. işte o buzdolabının önündeki bir anlık şaşkınlığa bilim insanları kapı eşiği etkisi demiş.
      
  devamını gör...
normal sözlük yazarlarının karalama defteri
          ben de bu dağların nesine geldim?.. 
aman be emmoğlu sen de neyine geldin bu dağların? neyini özledin? hani neyi var da neyine geldin?.. manasında olduğunu düşünmediğim, aksine emin olduğum, o arabesk parçanın bilmezdim şu cazvari gönlümü bu denli etkileyebileceğini.
niçin dinlediğimi bile bilmediğim halde caz versiyonundan sıkılıp açıp ferdi tayfur'dan dinlediğimde niçin ağladığımı bile anlamadım. hala niçin açıp açıp dinliyorum?..
şu kent yaşamında yüzyıllardır devam ederken ailemin; kuzuların meleşmesinde ne zevk, ne hayranlık allah'ım.
sanki yine yaz gelecek bütün arkadaşlarım köylerine tatile gidecek ben de arkalarından imrenip kalacağım. kentinde otur. kendinle otur. sıkılırsan tatil köylerine koylarına koyul.
aman ne bahtiyarlık ne mutluluk....
şehirde üç gün yas sonrası yaşamın yine seyri...
mezarında beş karış otlar bitmeyince, gönül geçmiyor emmoğlu.
beş karış ne kadar zaman?
gönül geçmemek ne demek?
emmoğlu ne demek?
ne demek yaa ne demek?...
buradan
  aman be emmoğlu sen de neyine geldin bu dağların? neyini özledin? hani neyi var da neyine geldin?.. manasında olduğunu düşünmediğim, aksine emin olduğum, o arabesk parçanın bilmezdim şu cazvari gönlümü bu denli etkileyebileceğini.
niçin dinlediğimi bile bilmediğim halde caz versiyonundan sıkılıp açıp ferdi tayfur'dan dinlediğimde niçin ağladığımı bile anlamadım. hala niçin açıp açıp dinliyorum?..
şu kent yaşamında yüzyıllardır devam ederken ailemin; kuzuların meleşmesinde ne zevk, ne hayranlık allah'ım.
sanki yine yaz gelecek bütün arkadaşlarım köylerine tatile gidecek ben de arkalarından imrenip kalacağım. kentinde otur. kendinle otur. sıkılırsan tatil köylerine koylarına koyul.
aman ne bahtiyarlık ne mutluluk....
şehirde üç gün yas sonrası yaşamın yine seyri...
mezarında beş karış otlar bitmeyince, gönül geçmiyor emmoğlu.
beş karış ne kadar zaman?
gönül geçmemek ne demek?
emmoğlu ne demek?
ne demek yaa ne demek?...
buradan
devamını gör...
the truman show
          sahte hayatlar yaşamaya çok alıştık internet alemine daldık dalalı. daimi bir takip edilme hevesiyle kendi özel hayatımızı gözler önüne sermekten büyük bir keyif duyar olduk. hayatımıza dair ne varsa, paylaşım sitelerinde ayan beyan ortaya döktük ve bu, bizim popülerlik yolundaki en büyük adımımız oldu. halbuki git gide yalana dönen, sahteliğe meyleden bir yaşam döngüsünde yol alıyorduk, bilemedik. bir kafede otururken “sıkıldım” desek hiç kimse dönüp bakmazken bize, bu sözü internette bir siteye yazınca onlarca yorum almaktan dolayı göğsümüz kabardı. 500 – 1000 sanal arkadaşımız olunca kendimizi sosyalleşmiş saydık fakat bir sinema filmini yalnız izlemek zorunda kaldığımızda bile o arkadaşların sahteliğinden şüphelenmek aklımıza gelmedi. işte bu bizim takip edilme, izlenme isteğimizdendir. büyük biradere gönüllü köleliğimizdendir.
bir başka ve daha evvel bir zamana ait olan televizyon ise başka bir yönümüzü ortaya koydu. başka insanların hayatına olan merak. televizyonla birlikte, kendi hayatımızı yaşamaktansa, başka insanların yaşadıklarını izlemeye koyulduk büyük bir iştahla. insanlarıın en özeline kadar soktuk burnumuzu, yetmedi eleştirmeye, akıl vermeye bile başladık. onlar yaşadılar biz izledik. onların hayatındaki her şeyi merak etmeye başladık. bir adam hayal kurdu mesela, biz o hayale ondan fazla inandık. eve gelince ilk iş televizyonu açtık dünyada neler olmuş diye bakmak için. ama aslında dünyada neler olduğunu, eve gelmeden az evvel kendi gözlerimizle görmekteydik. işte bu da bizim takip etme, izleme isteğimizdendir. büyük birader olmaya yeltenişimizdir.
bu iki isteğin bileşimi bizi yavaş yavaş “truman burbank kompleksi”ne doğru sürüklemeye başladı. her an bir film setinde gibi yaşamak adet oldu artık. kulağımızda kulaklıklarla yürürken, çalan müzik “clint mansel”e aitse bir de, kendimizi bir filmin başrolünde hissettik. fonda çalan müzik eşliğinde bize biçilen rolü oynuyorduk, çevremizdeki herkes gibi. bu yanlış değildi aslında, çünkü zaten herkes, bir kamera olsun ya da olmasın, clint mansel çalsın ya da çalmasın kendine yazılmış bir senaryoyu hayata geçirmekteydi. acı çeker gibi yapmak, gülümser gibi, acıkır gibi, sevişir gibi, yaşar gibi yapmak oldu işimiz. ve tabii sonunda ölür gibi yapmak… ta ki bir gün gökyüzünden bir spot ışığı önümüze düşüp bize bir şeyleri ayrımsatana kadar.
truman burbank, bir şirket tarafından evlat edinilen ve doğumundan itibaren her saniyesi dev bir film setinde geçen, farkında olmasa da yaşamı bir dizi olan bir adamın hikayesidir. tanıdığı herkes profesyonel oyunculardır, karısı, annesi, babası, en yakın arkadaşı… istinasız herkes. sahip olduğu hobiler ve dahi fobiler dizinin devamı için ona zorla kabul ettirilmiştir. ve otuz yaşına kadar truman bu olayın farkına varamaz bir türlü. andrew niccol’ün yaratıcılığın da bir sınırı olduğunu kabul edemeyen pırıl pırıl zihninin bir örneğidir bu film. niccol’ün zihninin ne kadar sınır tanımaz olduğunu anlamak için gattaca, simone, the terminal’i de izlemeniz yeterlidir sanırım. tabii bu yaratıcı kalem üstadının gözü kulağı olan yönetmen peter weir’i de unutmayalım. “dead poets society”de harikalar yaratan yönetmenin “the truman show”da yaptığı ise bir başka harikadır. jim carrey, oynadığı her rolün hakkını verebilen bir adam olduğu için de film büyük bir başarı sağlamıştır. izlemeye değer bir film olduğunu söylemeye gerek duymuyorum. izlemeye ve izlenmeye devam edin, sadece spot ışığı ya da bir dekor parçası düşerken kendinize dikkat edin. ölümünüzün “rating”i ne kadar yüksek olursa olsun, öldüğünüzde yayından kaldırılacaksınız…
  bir başka ve daha evvel bir zamana ait olan televizyon ise başka bir yönümüzü ortaya koydu. başka insanların hayatına olan merak. televizyonla birlikte, kendi hayatımızı yaşamaktansa, başka insanların yaşadıklarını izlemeye koyulduk büyük bir iştahla. insanlarıın en özeline kadar soktuk burnumuzu, yetmedi eleştirmeye, akıl vermeye bile başladık. onlar yaşadılar biz izledik. onların hayatındaki her şeyi merak etmeye başladık. bir adam hayal kurdu mesela, biz o hayale ondan fazla inandık. eve gelince ilk iş televizyonu açtık dünyada neler olmuş diye bakmak için. ama aslında dünyada neler olduğunu, eve gelmeden az evvel kendi gözlerimizle görmekteydik. işte bu da bizim takip etme, izleme isteğimizdendir. büyük birader olmaya yeltenişimizdir.
bu iki isteğin bileşimi bizi yavaş yavaş “truman burbank kompleksi”ne doğru sürüklemeye başladı. her an bir film setinde gibi yaşamak adet oldu artık. kulağımızda kulaklıklarla yürürken, çalan müzik “clint mansel”e aitse bir de, kendimizi bir filmin başrolünde hissettik. fonda çalan müzik eşliğinde bize biçilen rolü oynuyorduk, çevremizdeki herkes gibi. bu yanlış değildi aslında, çünkü zaten herkes, bir kamera olsun ya da olmasın, clint mansel çalsın ya da çalmasın kendine yazılmış bir senaryoyu hayata geçirmekteydi. acı çeker gibi yapmak, gülümser gibi, acıkır gibi, sevişir gibi, yaşar gibi yapmak oldu işimiz. ve tabii sonunda ölür gibi yapmak… ta ki bir gün gökyüzünden bir spot ışığı önümüze düşüp bize bir şeyleri ayrımsatana kadar.
truman burbank, bir şirket tarafından evlat edinilen ve doğumundan itibaren her saniyesi dev bir film setinde geçen, farkında olmasa da yaşamı bir dizi olan bir adamın hikayesidir. tanıdığı herkes profesyonel oyunculardır, karısı, annesi, babası, en yakın arkadaşı… istinasız herkes. sahip olduğu hobiler ve dahi fobiler dizinin devamı için ona zorla kabul ettirilmiştir. ve otuz yaşına kadar truman bu olayın farkına varamaz bir türlü. andrew niccol’ün yaratıcılığın da bir sınırı olduğunu kabul edemeyen pırıl pırıl zihninin bir örneğidir bu film. niccol’ün zihninin ne kadar sınır tanımaz olduğunu anlamak için gattaca, simone, the terminal’i de izlemeniz yeterlidir sanırım. tabii bu yaratıcı kalem üstadının gözü kulağı olan yönetmen peter weir’i de unutmayalım. “dead poets society”de harikalar yaratan yönetmenin “the truman show”da yaptığı ise bir başka harikadır. jim carrey, oynadığı her rolün hakkını verebilen bir adam olduğu için de film büyük bir başarı sağlamıştır. izlemeye değer bir film olduğunu söylemeye gerek duymuyorum. izlemeye ve izlenmeye devam edin, sadece spot ışığı ya da bir dekor parçası düşerken kendinize dikkat edin. ölümünüzün “rating”i ne kadar yüksek olursa olsun, öldüğünüzde yayından kaldırılacaksınız…
devamını gör...
totem
          ilkel toplumlarda din anlayışı olarak, klan üyelerinin aynı atadan, kan bağından geldiğini temsil eden kutsal sayılan canlı/nesne/sembol.  
 
kimi kabilelerde totem olan canlının soyundan gelindiğine inanılır. kabilelerin ortak inancını yansıtıyor oluşunun yanı sıra totem ruhsal bir bağlantı içerir. bu ruhsal bağlantı ise kişisel olarak sığınma, ruhlar tarafından korunma gibi amaçlarla vücuda ve ya silahlara sembol işlemek olarakta vuku bulabilir.
 
tarihsel süreçte totem, tabu, mana gibi kavramların kabile anlayışınının yanında tarihsel, metafiziksel ve psikolojik olarak çok farklı anlamlar ihtiva etmesinin yanı sıra, eleştirilerden ve yorumlanmasından bağımsız olarak bağlantı kurmak adına bir ihtiyaç nesnesi/canlısı/sembolü olduğunu düşünüyorum.
 
günümüz anlamında ise istenilen herhangi bir şey için tutulan bir nesne veya belirli bir tavır anlamı içermesi de, kişisel ruhsal bağlantıyla açıklanabilir. kendi nezdimde düşündüğümde yaklaşık üç yıldır sağ kulağımdan hiç çıkarmadığım siyah bir küpenin, belirli bir anıya atıf olarak orada durduğunu biliyorum. beni o anıya bağlayan totem nesnesini çıkarmamak unutmaya dair bir tabudur. aynı zamanda anıya/kişisel mana’ma bağlıdır.
  kimi kabilelerde totem olan canlının soyundan gelindiğine inanılır. kabilelerin ortak inancını yansıtıyor oluşunun yanı sıra totem ruhsal bir bağlantı içerir. bu ruhsal bağlantı ise kişisel olarak sığınma, ruhlar tarafından korunma gibi amaçlarla vücuda ve ya silahlara sembol işlemek olarakta vuku bulabilir.
tarihsel süreçte totem, tabu, mana gibi kavramların kabile anlayışınının yanında tarihsel, metafiziksel ve psikolojik olarak çok farklı anlamlar ihtiva etmesinin yanı sıra, eleştirilerden ve yorumlanmasından bağımsız olarak bağlantı kurmak adına bir ihtiyaç nesnesi/canlısı/sembolü olduğunu düşünüyorum.
günümüz anlamında ise istenilen herhangi bir şey için tutulan bir nesne veya belirli bir tavır anlamı içermesi de, kişisel ruhsal bağlantıyla açıklanabilir. kendi nezdimde düşündüğümde yaklaşık üç yıldır sağ kulağımdan hiç çıkarmadığım siyah bir küpenin, belirli bir anıya atıf olarak orada durduğunu biliyorum. beni o anıya bağlayan totem nesnesini çıkarmamak unutmaya dair bir tabudur. aynı zamanda anıya/kişisel mana’ma bağlıdır.
devamını gör...
19 mayıs atatürk'ü anma gençlik ve spor bayramı
          "bütün ümidim türk gençliğindedir" diyen canım ata'm, açtığın yolda gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim. 
19 mayıs atatürk'ü anma gençlik ve spor bayramımız kutlu olsun.
 
      
  19 mayıs atatürk'ü anma gençlik ve spor bayramımız kutlu olsun.
 
      devamını gör...
yazarların unutamadığı film replikleri
          bu maskenin altında etten daha fazlası var. bu maskenin altında bir fikir var, ve fikirlere kurşun işlemez.
      
  devamını gör...
konuşacak kimsenin kalmaması
          bazen hayattaki en sıkkınlık verici seydir ya bi kere kendini yalniz hissedersin telefonu eline aldiginda mesaj atacak ariyacak kimsenin olmamasi telefon rehberinde kayitli olan birkac kisinin de sadece tanidigin ama hic yakin olmadigin insanlar olmasi hayatta cidden yakin kimsenin olmamasi , telefonun calmamasi sana mesaj atanin sadece operatorun olmasi sana sevildigini hatirlatacak kimsenin olmamasi en kotusude derdini soylicegin bir "dost" bulamamak... ıste ondan sonra ı m the man who walks alone havalarinda takilmaya calisiyosun ama nereye kadar bir sure sonra etrafindakiler batmaya basliyor ya herkes birisiyle konusuyo gorusuyor ama sen yok abi hicbiseyin yok ya hayatta tek basina oldugunu hissediyosun bildigin ama en guzel seylerinden biride kimseden medet ummamayi ogreniyosun en azindan bu kismi guzel be
      
  devamını gör...
herkesin kendini kayı boyundan sanması
          şu osmanlı dizilerinden sonra ortaya çıkan durum.
      
  devamını gör...
insanı yoran şeyler
          boş beklentiler ve belirsizliktir. bazen kontrolümüz dışında olan şeylerdir. bazen de bir şeye haddinden fazla değer verdikten sonra işlerin ters gitmesidir. bazen öyle konulardır ki önce güldürür sonra aklını kemirir.
      
  devamını gör...
işsizler iş beğenmiyor
          empati özürlüsü bir milletiz. hoş çoğu kelimeyi bile duymamıştır. tabii üniversitede kola kahve içmekten midesi incelmiş, uykusuzluktan beyni küçülmüş insanlar ameleliği beğenmiyor he mi? her gün bir paket makarna alacak ücrete ok demeleri lazım daha ne istiyorlar, hadsizlere bak sen! *
      
  devamını gör...
modların saçma sapan nedenlerle tanım silmesi
          az önce iki (!) kere yazdığım ve bir yazarın uyarısıyla silindiğini fark ettiğim, sebebi ise "tanımsız" olduğunu belirtilerek önermeyi  harbiden doğruladığım durum.
biz görüş paylaşmak için yazmıyor muyuz? kaldı ki ben genelde yorum başlıklarına yazarım, burada tanımın silinmesi için sebep yoktur. çünkü görüş paylaşıyoruz o başlıklarda. buna gerçekten üzüldüm ve yazma hevesim kaçtı. bir sürü tanımım silinmiş. bu şu demektir, benim görüşlerimin bir önemi yok. ha madem öyleyse bende artık yazmam.
teşekkür ederim sanal alemde bile hevesim kursağımda kaldığı için. bir tek yazarak rahatlıyordum, artık onu da yapmam.
edit: bunu da silebilirsiniz sitem olduğu için. artık burada da durmam. fikirlerim hiçe sayılıyorsa bende hiçimdir.
  biz görüş paylaşmak için yazmıyor muyuz? kaldı ki ben genelde yorum başlıklarına yazarım, burada tanımın silinmesi için sebep yoktur. çünkü görüş paylaşıyoruz o başlıklarda. buna gerçekten üzüldüm ve yazma hevesim kaçtı. bir sürü tanımım silinmiş. bu şu demektir, benim görüşlerimin bir önemi yok. ha madem öyleyse bende artık yazmam.
teşekkür ederim sanal alemde bile hevesim kursağımda kaldığı için. bir tek yazarak rahatlıyordum, artık onu da yapmam.
edit: bunu da silebilirsiniz sitem olduğu için. artık burada da durmam. fikirlerim hiçe sayılıyorsa bende hiçimdir.
devamını gör...