yazarların kötü olduklarında aradıkları ilk kişi
kısa ve öz; annem.
onun da öldüğü geliyor o zaman aklıma, yanına gidince anlatırım madem deyip yerime geri oturuyorum.
onun da öldüğü geliyor o zaman aklıma, yanına gidince anlatırım madem deyip yerime geri oturuyorum.
devamını gör...
dijital prenses
sosyal medyada kendini cinsiyeyle ön plana çıkaran ablalara verilen takma isim.
türkiye’de her zaman tutar bunlar.
cinsel açlığın afrikası: türkiye
türkiye’de her zaman tutar bunlar.
cinsel açlığın afrikası: türkiye
devamını gör...
sözlükte tanışıp sevgili olmak
gideri varsa bende pastirmalicorekle evlen benimle diye bir program mi açsam.tutarsa zuhal topal gibi yemek programı da yaparım.
devamını gör...
karma puanı biriktiren yazarlar
biriktiremiyoruz efenim. dün’den beri onlarca bildirim geliyor, noktadan sonra ki rakam bile yükselmiyor. kaldı öyle. bugün ki derdim bu. evet. bende hunharca alışveriş yapmak istiyorum bendeee. neyse ki sorunla ilgileniyor şuan. akşam düzelirse storedan bi adet güneş gözlüğü alacağım.*
devamını gör...
mortaks: yazının dört mevsimi
aşkın üç rengi
bölüm 3
iki aşık, binbir çiçek desenli kıyafetini giymiş olan bahçede el ele yürüyorlardı ki prenses rozalin’i bulmak için çıktığı macerayı anlatmaya başladı. öyle heyecanlı anlatıyordu ki adeta küçücük bir kız çocuğu gibiydi. onun bu tavırlarını ve gözlerindeki ışıltıyı gören prens ise sadece hayran olmuş bir vaziyette izlemek ve dinlemekle yetiniyordu. aslında çok tehlikeli olan fakat prenses tarafından çok tatlı bir şekilde anlatılan bu masalı can kulağı ile dinlediği için hiç araya girmedi. heyecanlı bir ruh hali içinde dinliyordu ve içten içe böyle bir maceraya atıldığı için prensese kızıyordu. aynı zamanda prensesin ona hissettiği aşktan öylesine etkileniyordu ki kızgınlığı hemen geçiyordu. prensesi dinlerken kendi kendine acaba ben olsam ne yapardım diye de sormaktan geri kalmıyordu. cevabı ise hiç değişmiyordu: "bir nefes süresi kadar bile düşünmeden evet."
prenses, rozalin ile yaptığı anlaşmayı anlatmaya başladığında bir an için duraksadı. yüzünde bir hüzün, bir düşünme hali, bir umutsuzluk belirdi. prens ufak bir şaşkınlık anından sonra anlatmaya devam etmesini istedi. prenses hikayenin kalan kısmını bir solukta anlattı. prensesin anlaşma karşılığında rozalin’e 10 yılını verdiğini öğrenen prens adeta şaşkınlıktan küçük dilini yutmuş gibiydi. ne diyeceğini ne düşüneceğini kestirememiş bir halde olduğu yere çöktü kaldı. gözleri her an patlamaya hazır fırtına bulutları gibi dolmuştu.
prensin bu kadar kahrolduğunu gören prenses hemen onun yanına çöktü ve ona: “sakın üzülme sevgilim. şayet oradan panzehir olmadan gelseydim, sana ve aşkımıza ihanet etmiş olacaktım. benim için seninle geçireceğim bir dakika, sensiz geçireceğim 10 yıldan daha değerlidir. ayrıca hem rozalin’e hem de melina’ya yardım etmiş oldum ki onlara borçlu kalmak istemezdim zira seni kurtarmamda çok fazla yardımları dokundu. ikisi de ziyadesiyle harikulade kadınlar, yapmış olduğum iyiliği sonuna kadar hak ediyorlar.”
prens: "seni anlayabiliyorum sevgilim. lakin senden uzakta bir saniye bile geçiremeyen beni, sensiz 10 yıl geçirme düşüncesi kahrediyor. sana bir şey olursa ben zaten artık yaşamıyor olurum. o andan itibaren yaşayan bir ölü olmaktansa o an seninle can vermeyi yeğlerim. nefes alıp yaşamamaktansa, nefes almayıp sonsuzlukta seninle yaşamayı tercih ederim."
prenses bu sözlere çok kızmıştı. kaşlarını çattı ve kollarını göğsünde birbirine bağlayarak arkasını döndü prense. birkaç dakika sonra konuşmaya başladı naz yapan küçük çocuklar gibi.
prenses: "lütfen böyle mesnetsiz ve mutsuzluk kokan sözler söylemeyin ömrümün emaneti. hem daha genciz, birlikte çok mutlu geçireceğimiz yıllarımız elbette ki olacaktır. 10 yıl dediğiniz nedir ki? sizin için tanrı’nın bana emaneti olan bütün ömrü verebilirim hiç düşünmeden. bu tanrı’ya ihanet edeceğim anlamına gelecek olsa bile. fakat prensim bir an önce bu krallıklardan ve ailelerden uzaklaşmamız gerekmektedir. başımıza gelen son olaydan sonra bir yenisinin olması sürpriz olmayacaktır. seni prenses melina ile evlendirmek için her şeyi yapacaklardır. zannımca bizimkiler de aynı şeyleri yapabilecek zihniyete sahiptirler. bu sebeple buralardan gitmemiz gerektiği kanaatindeyim."
prensin gözü uzaklara daldı. düşünceler deryasında çırpınmaya başladı. prenses sonuna kadar haklıydı. eğer mutlu olmak istiyorlarsa buralardan gitmeleri gerekiyordu.
prens: "canım prensesim, mühürlü kaderim. istediğin gibi olsun her şey, yarın gece buralardan ayrılalım, uzak diyarlara gidelim. terk edelim bu kötü insanların bulunduğu diyarı." dedi.
ertesi gece iki krallığın sınır bölgesinde buluşacaklarına dair sözleşerek ayrıldılar. yürekleri oluk oluk kanarcasına...
krallıklarına dönmeden önce son bir kez dönüp buluşturdular alev alev parlayan gözlerini karanlığın en koyu olduğu yerde. ertesi gece sözleştikleri vakitte buluştular ve kimseye görünmeden uzaklaştılar krallıklarından, uzaklara doğru. tek çarelerinin bu olduğunu biliyorlardı. bu teklifi kendisinin yapmasına rağmen prensesin yüzü yine de asıktı. prens yüzünün neden asık olduğunu sordu.
prenses: "ne kadar farkında olsam da çaresizliğimizin, yine de evimiz bildiğimiz yerden bir anda böyle kimseye haber vermeden kaçmak beni biraz üzdü. keşke her şey daha farklı olsaydı."
prens: “evet sevgilim doğru söylüyorsun ama saadetimiz için bunu yapmamız şart. hem melina biliyor gittiğimizi, ona veda edebildik en azından. o da kararımızı doğru buldu. senin yerinde olsa aynı şeyi yapacağını söylemedi mi? bu sebeple üzülmemelisin zamanımın anlamı. bizim için, sevgimiz ve mutluluğumuz için tek çaremiz bu.” dedi ve sarıldı prensese.
yaşanmışlıklarını, krallıklarını, ailelerini ve diğer tüm sevdiklerini geride bırakarak el ele tutuştular ve emin adımlarla yürümeye devam ettiler. çünkü onların dünyası birbirleri olmadan artık bir hiçti. her şeyi geride bırakarak daima beraber olabilecekleri yeni bir hayata doğru yol aldılar...
mutluluk artık onlar için bir hayal değildi.
onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine demeye hazırlanırken bizler,
gökten üç elma düş....
hayır yere düşen elmalar değildi, prensesti. prens bir anda elinin boşta kaldığını farketti. sımsıkı tuttuğu el aynı şekilde karşılık vermiyordu, tamamen tepkisizdi. kafasını yan tarafa çevirmeye korkuyordu. kalbi korkuyla çarpıyordu, içinde bir ürperme hissetti, tüyleri diken diken olmuştu. midesine kramplar giriyordu. o kısacık an sanki yıllarca sürmüştü ve yaşlandırmıştı ruhunu. yan tarafında dolunayın aydınlattığı çimenlerde yüreğinin artık çarpmadan uzanışını izliyordu. çok hızlı bir şekilde nefes alıp vermeye başladı, kalp krizi geçirecek gibiydi. bir eliyle hareketsiz avuçları sımsıkı tutuyordu, hiçbir zaman gitmesine izin vermeyecekmişçesine. diğer eliyle sıkışan kalbini tutuyordu, sökmek istermişçesine. prensesin hareketsiz kolunu sallamaya başladı ama tepki yoktu. kolu ne zaman yukarı kaldırsa bıraktığı anda aşağı düşüyordu, bir ağacın yaprağının sonbaharda toprakla buluşması gibi. kabullenemiyordu bu durumu, prensesin omuzlarından tuttu, silkelemeye başladı. prensesin kafası kontrolsüzce ileri geri hareket ediyordu. solmuş bir çiçeğin boynu gibi kenara düşüyordu. yavaş yavaş prensesin kalbine doğru uzandı ve dinlemeye başladı. hiçbir kuş sesi gelmiyordu. sanki ölüm sessizliği çökmüştü o kuş cenneti yüreğine. prensin aklı, kendisini teselli etmeye çalışan pervasız bir arkadaş gibi asla kabullenmek istemediği gerçeği haykırıyordu yüreğine. prens o kelimeyi söyleyemiyordu kendi kendine, asla kabul edemezdi bu durumu, daha çok uzun zamanlar beraber olacaklardı. hayalleri vardı, mutlu olacaklardı. bu düşünceler şu an yerde hareketsizce uzanan prensesin bedeni gibi hareketsizce uzanıyordu prensin zihin mezarlığında.
prensin elleri titremeye başladı, geriye doğru sendeledi, ayağa kalkamadan sırt üstü düştü. sıcaktan insanların uyuyamadığı o yaz gecesinde tir tir titremeye başladı, kutuplarda çıplak kalan bir insan gibi. durduramıyordu kendini, dişlerini sıkmıştı. o kadar çok sıktı ki dişlerini birkaçı kırıldı. prens öyle bir çığlık kopardı ki gökyüzündeki meleklerden yerin en dibindeki zebanilere kadar herkes bu çığlığı duymuştu. öyle hüzün dolu bir çığlıktı ki bulutlar bile gözyaşı dökmeye başladılar.
dünya onun için artık bir çukurdu ve o çukurun zemininde sırt üstü uzanıyordu. aklını kaybedeceğini düşündü ama bir türlü deliremiyordu. bu şekilde yaşayamayacağını da biliyordu. o an aslında hiçbir şey bilmiyordu, sadece sadece...
çılgınlar gibi ağlıyordu, bağırıyordu, tanrıya lanet ediyordu, rozalin’e lanet ediyordu, ona bu iksiri içirenlere lanet ediyordu. o anda nefreti öyle bir çoğaldı ki artık sevgi kalmamıştı bünyesinde. eğer sevgi varsa bile çok derinlere gömülmüştü. sadece nefret soluyor, damarlarında nefret dolanıyordu. nefret eğer bir insan olsaydı o an ki prens olurdu. gözleri öyle korkutucu bir hal almıştı ki onu gören vahşi hayvanlar bile ağaç kovuklarına, mağaralara saklanıyordu.
yağmura aldırış etmeden artık cansız bir bedenden başka varlığı olmayan sevdiği kadının alnına bir öpücük kondurduktan sonra eğilerek uzandığı yerden kucağına aldı ve ona bu kaderi yaşatanların yaşadığı bataklığa doğru yol almaya başladı. yani lanet olasıca krallıklarına. kaçmaya çalıştıkları bataklık onların peşini bırakmadığı gibi prensesi de içine çekmişti. prens bu bataklığa doğru ilerlemeye devam etti.
ayrılık zordu. ayrılık acıydı...
bir süre sonra krallığa ulaşmıştı. prensesi o çok sevdiği çiçek bahçesinin en güzel yerine yavaşça bıraktı. öptü alnından, okşadı o güzel yüzünü. tüm çiçeklerden, o geri dönene kadar prensese canları gibi bakacaklarına dair söz vermelerini istedi. prensin de artık içinde sevgi kalmamıştı. sevgisinin kaynağı olan biricik prensesinin ölümüne sebep olan herkes için küçücük bir merhamet bile beslemiyordu. o an yüreğindeki intikam ateşi alev alev yanmaya başladı. prensin kalbi de gözleri gibi ayrılığın siyahına bürünmüştü, kılıcını çekti ve onların hayatlarını çalanları, onların mutluluğunu yok edenleri, onlara bu acıları yaşatan herkesi öldürmeye doğru ilerlemeye başlamıştı ki bir esinti yüzünü okşadı. öyle yumuşaktı ki bu dokunuş, sanki prensesin dokunuşuydu. etrafına bakınmaya başlamıştı ki arkasından bir ses duydu: “seni her zaman seveceğim." dönüp baktığı zaman çiçeklerin içerisinde prensesin silüetini görür gibi oldu.
prenses bu diyarlardan gitmeden önce bir anlığına da olsa prensine göründü. nefretin ona hükmetmesini istemiyormuşçasına. prensesin ruhu öyle hüzün ve aşk dolu bir bakış bırakmıştı ki prensin yüreğine artık nefreti yok olmuştu prensin. sadece aşk kalmıştı. prensesin sevgi dolu sesi, bakışları, dokunuşları...
prens olduğu yerde dizlerinin üstüne çöktü, kılıcı elinden düştü. bağırmaktan sesi kısılmış olsa bile öyle sessiz bir şekilde çığlık atıyordu ki ona bu iksiri içirenlerin bile yüreği kan ağlıyordu bu sessiz çığlıklar nedeniyle.
içinizdeki o sevginin sahibi artık yoksa o sevginin de bir değeri kalmıyordu. o aşk da sevdiğiniz ile gidiyordu. yerini kaplayan mutsuzluk, hüzün o kadar büyük oluyordu ki nefes bile aldırmıyordu. haykırmak, bağırmak istersiniz de sesiniz çıkmaz ya, karanlıkların içindeki o ışık hüzmesine koşarsınız da o ışık bir anda kaybolur ya, bu da öyledir işte. yokluğunun ağırlığı omuzlarınıza çöktüğünde kaldıramazsınız. evet belki dışarıdan yaşıyormuş gibi görünebilirsiniz. ama gerçekten seven iki insandan biri ölürse öbürü de onunla ölür. sizi tamamlayan kişi artık yanınızda olmazsa bu dünyada yarım kalırsınız.
ne yapsanız hep eksik kalır. onsuzluk kalbinize saplanan bir hançer gibidir. kesik kesik soluk alırsınız ama acı dayanılmazdır. her bir solukta canınız daha da çok yanar. yaşamınızı güzelleştiren, aklınıza gelmesi bile sizi gülümseten, onun geleceği zamanı iple çektiğiniz, yanında özgür ama bir o kadar da ona bağlı hissettiğiniz o insan artık yoksa hayatınızda, yaşamanın da bir anlamı kalmaz aslında. aşk böyledir. varlığı sizi mutlu ve sevinçli yapar ama yokluğu da sizi mahveder.
dipsiz bir çukurdur aslında onsuzluk. düşersiniz, düşersiniz, daha da düşersiniz. ne tutunacak bir yer vardır ne de bir ışık. o sonsuz boşluğu dolduracak tek kişi de gittiyse eğer evet, işte o zaman o çukurdan çıkamazsınız. hüzün sanki kolları varmış gibi sizi sarar. bir zaman sonra boğulmaya başlarsınız. çırpınırsınız, kurtulmaya çalışırsınız ama sizi bırakmaz.
bir an sonra okyanusun altında gibi hissedersiniz. nefesiniz hızla tükenmektedir. yukarıya doğru yüzdüğünüzü zannedersiniz ama aslında daha da dibe battığınızı fark etmezsiniz. sonra pes edersiniz. size o soluğu tekrardan verebilecek olan tek kişi de yoktur artık. o okyanusun dibinde oturursunuz. onun yanına gitmek için beklersiniz. aklınızda, kalbinizde, tüm benliğinizde onun adı durmadan zuhur ederken siz sadece kavuşacağınız günü beklersiniz. acı sizi öldürür ama aynı zamanda da yaşatır. aşk gibidir işte. aşk da yaşatır lakin yeri geldiğinde sizi öldürmesini de çok iyi bilir.
ayrılık her zaman acıydı. prensin kalbi de prensesi ile beraber gitmişti. sevdiği olmadan bu dağ bu taş neye yarar. o yağmur ekinlere nasıl can verir. güneş yerküreyi yakar adeta, çekilen ızdırabın yüreği yaktığı gibi. sevdiği bu dünyadan göçmüşse, artık prens eski prens değildir. içindeki aşk sevdiği ile beraber gitmiştir.
aşık olduğunuzda ayrı düşmek aklınıza bile gelmez çünkü bilirsiniz ki seven iki insan için ayrılık olamaz. ölüm de olsa gerçek aşıklar için ayrılmak yoktur aslında çünkü ruhları bütünleşmiştir ve bu enerji asla kaybolmayacaktır.
elinizi uzattığınızda sevdiğinizin yüzü orada olsun istersiniz. gülüşünüz gülüşüne değsin, saçlarınız birbirine karışsın, gözleriniz hiç başka yere bakmasın istersiniz. fakat o canınızdan çok sevdiğiniz kişi artık yoksa elleriniz boşluğa düşüyorsa, gülüşünüz solmuşsa, saçlarınız sert rüzgarda savruluyorsa ve gözleriniz hep onu arıyorsa yaşanır mı bu dünyada diye düşünüyor olsanız da onun hatırasını yaşatmanız gerekmektedir. sizin mutlu olmanızı isterdi, o gitmiş olsa bile kalanlara birlikte geçirdiğiniz güzel anıları aktarmanızı ve yeni nesillere umut olmanızı isterdi. aşkın hiçbir zaman ölmeyeceğini öğretmenizi isterdi.
"seni her zaman seveceğim prensim, beni asla unutma fakat geleceği yaşamayı da aksatma.
elveda..."
edit: herkese merhabalarr. hikayemizin son bölümü de sizlerle. umarım beğenmişsinizdir. biz bu bölümde gerçekten çok hüzünlendik. ama prens ve prenses hep kalbimizde olacak. onların aşkları bize umut verecek. umarım bu hikaye size de bir şeyler katabilmiştir. bizi çok düşündürdü aslında çoğu zaman. sizleri de düşündürebilmiştir umarım. ilk hikayemiz "aşkın üç rengi" burada sona eriyor fakat zihnimizde onlar hep var olacaklar.
başka bir yazı ile ilerleyen günlerde görüşmek dileğiyle. ne olursa olsun aşk hep sizinle olsun...
bölüm 3
iki aşık, binbir çiçek desenli kıyafetini giymiş olan bahçede el ele yürüyorlardı ki prenses rozalin’i bulmak için çıktığı macerayı anlatmaya başladı. öyle heyecanlı anlatıyordu ki adeta küçücük bir kız çocuğu gibiydi. onun bu tavırlarını ve gözlerindeki ışıltıyı gören prens ise sadece hayran olmuş bir vaziyette izlemek ve dinlemekle yetiniyordu. aslında çok tehlikeli olan fakat prenses tarafından çok tatlı bir şekilde anlatılan bu masalı can kulağı ile dinlediği için hiç araya girmedi. heyecanlı bir ruh hali içinde dinliyordu ve içten içe böyle bir maceraya atıldığı için prensese kızıyordu. aynı zamanda prensesin ona hissettiği aşktan öylesine etkileniyordu ki kızgınlığı hemen geçiyordu. prensesi dinlerken kendi kendine acaba ben olsam ne yapardım diye de sormaktan geri kalmıyordu. cevabı ise hiç değişmiyordu: "bir nefes süresi kadar bile düşünmeden evet."
prenses, rozalin ile yaptığı anlaşmayı anlatmaya başladığında bir an için duraksadı. yüzünde bir hüzün, bir düşünme hali, bir umutsuzluk belirdi. prens ufak bir şaşkınlık anından sonra anlatmaya devam etmesini istedi. prenses hikayenin kalan kısmını bir solukta anlattı. prensesin anlaşma karşılığında rozalin’e 10 yılını verdiğini öğrenen prens adeta şaşkınlıktan küçük dilini yutmuş gibiydi. ne diyeceğini ne düşüneceğini kestirememiş bir halde olduğu yere çöktü kaldı. gözleri her an patlamaya hazır fırtına bulutları gibi dolmuştu.
prensin bu kadar kahrolduğunu gören prenses hemen onun yanına çöktü ve ona: “sakın üzülme sevgilim. şayet oradan panzehir olmadan gelseydim, sana ve aşkımıza ihanet etmiş olacaktım. benim için seninle geçireceğim bir dakika, sensiz geçireceğim 10 yıldan daha değerlidir. ayrıca hem rozalin’e hem de melina’ya yardım etmiş oldum ki onlara borçlu kalmak istemezdim zira seni kurtarmamda çok fazla yardımları dokundu. ikisi de ziyadesiyle harikulade kadınlar, yapmış olduğum iyiliği sonuna kadar hak ediyorlar.”
prens: "seni anlayabiliyorum sevgilim. lakin senden uzakta bir saniye bile geçiremeyen beni, sensiz 10 yıl geçirme düşüncesi kahrediyor. sana bir şey olursa ben zaten artık yaşamıyor olurum. o andan itibaren yaşayan bir ölü olmaktansa o an seninle can vermeyi yeğlerim. nefes alıp yaşamamaktansa, nefes almayıp sonsuzlukta seninle yaşamayı tercih ederim."
prenses bu sözlere çok kızmıştı. kaşlarını çattı ve kollarını göğsünde birbirine bağlayarak arkasını döndü prense. birkaç dakika sonra konuşmaya başladı naz yapan küçük çocuklar gibi.
prenses: "lütfen böyle mesnetsiz ve mutsuzluk kokan sözler söylemeyin ömrümün emaneti. hem daha genciz, birlikte çok mutlu geçireceğimiz yıllarımız elbette ki olacaktır. 10 yıl dediğiniz nedir ki? sizin için tanrı’nın bana emaneti olan bütün ömrü verebilirim hiç düşünmeden. bu tanrı’ya ihanet edeceğim anlamına gelecek olsa bile. fakat prensim bir an önce bu krallıklardan ve ailelerden uzaklaşmamız gerekmektedir. başımıza gelen son olaydan sonra bir yenisinin olması sürpriz olmayacaktır. seni prenses melina ile evlendirmek için her şeyi yapacaklardır. zannımca bizimkiler de aynı şeyleri yapabilecek zihniyete sahiptirler. bu sebeple buralardan gitmemiz gerektiği kanaatindeyim."
prensin gözü uzaklara daldı. düşünceler deryasında çırpınmaya başladı. prenses sonuna kadar haklıydı. eğer mutlu olmak istiyorlarsa buralardan gitmeleri gerekiyordu.
prens: "canım prensesim, mühürlü kaderim. istediğin gibi olsun her şey, yarın gece buralardan ayrılalım, uzak diyarlara gidelim. terk edelim bu kötü insanların bulunduğu diyarı." dedi.
ertesi gece iki krallığın sınır bölgesinde buluşacaklarına dair sözleşerek ayrıldılar. yürekleri oluk oluk kanarcasına...
krallıklarına dönmeden önce son bir kez dönüp buluşturdular alev alev parlayan gözlerini karanlığın en koyu olduğu yerde. ertesi gece sözleştikleri vakitte buluştular ve kimseye görünmeden uzaklaştılar krallıklarından, uzaklara doğru. tek çarelerinin bu olduğunu biliyorlardı. bu teklifi kendisinin yapmasına rağmen prensesin yüzü yine de asıktı. prens yüzünün neden asık olduğunu sordu.
prenses: "ne kadar farkında olsam da çaresizliğimizin, yine de evimiz bildiğimiz yerden bir anda böyle kimseye haber vermeden kaçmak beni biraz üzdü. keşke her şey daha farklı olsaydı."
prens: “evet sevgilim doğru söylüyorsun ama saadetimiz için bunu yapmamız şart. hem melina biliyor gittiğimizi, ona veda edebildik en azından. o da kararımızı doğru buldu. senin yerinde olsa aynı şeyi yapacağını söylemedi mi? bu sebeple üzülmemelisin zamanımın anlamı. bizim için, sevgimiz ve mutluluğumuz için tek çaremiz bu.” dedi ve sarıldı prensese.
yaşanmışlıklarını, krallıklarını, ailelerini ve diğer tüm sevdiklerini geride bırakarak el ele tutuştular ve emin adımlarla yürümeye devam ettiler. çünkü onların dünyası birbirleri olmadan artık bir hiçti. her şeyi geride bırakarak daima beraber olabilecekleri yeni bir hayata doğru yol aldılar...
mutluluk artık onlar için bir hayal değildi.
onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine demeye hazırlanırken bizler,
gökten üç elma düş....
hayır yere düşen elmalar değildi, prensesti. prens bir anda elinin boşta kaldığını farketti. sımsıkı tuttuğu el aynı şekilde karşılık vermiyordu, tamamen tepkisizdi. kafasını yan tarafa çevirmeye korkuyordu. kalbi korkuyla çarpıyordu, içinde bir ürperme hissetti, tüyleri diken diken olmuştu. midesine kramplar giriyordu. o kısacık an sanki yıllarca sürmüştü ve yaşlandırmıştı ruhunu. yan tarafında dolunayın aydınlattığı çimenlerde yüreğinin artık çarpmadan uzanışını izliyordu. çok hızlı bir şekilde nefes alıp vermeye başladı, kalp krizi geçirecek gibiydi. bir eliyle hareketsiz avuçları sımsıkı tutuyordu, hiçbir zaman gitmesine izin vermeyecekmişçesine. diğer eliyle sıkışan kalbini tutuyordu, sökmek istermişçesine. prensesin hareketsiz kolunu sallamaya başladı ama tepki yoktu. kolu ne zaman yukarı kaldırsa bıraktığı anda aşağı düşüyordu, bir ağacın yaprağının sonbaharda toprakla buluşması gibi. kabullenemiyordu bu durumu, prensesin omuzlarından tuttu, silkelemeye başladı. prensesin kafası kontrolsüzce ileri geri hareket ediyordu. solmuş bir çiçeğin boynu gibi kenara düşüyordu. yavaş yavaş prensesin kalbine doğru uzandı ve dinlemeye başladı. hiçbir kuş sesi gelmiyordu. sanki ölüm sessizliği çökmüştü o kuş cenneti yüreğine. prensin aklı, kendisini teselli etmeye çalışan pervasız bir arkadaş gibi asla kabullenmek istemediği gerçeği haykırıyordu yüreğine. prens o kelimeyi söyleyemiyordu kendi kendine, asla kabul edemezdi bu durumu, daha çok uzun zamanlar beraber olacaklardı. hayalleri vardı, mutlu olacaklardı. bu düşünceler şu an yerde hareketsizce uzanan prensesin bedeni gibi hareketsizce uzanıyordu prensin zihin mezarlığında.
prensin elleri titremeye başladı, geriye doğru sendeledi, ayağa kalkamadan sırt üstü düştü. sıcaktan insanların uyuyamadığı o yaz gecesinde tir tir titremeye başladı, kutuplarda çıplak kalan bir insan gibi. durduramıyordu kendini, dişlerini sıkmıştı. o kadar çok sıktı ki dişlerini birkaçı kırıldı. prens öyle bir çığlık kopardı ki gökyüzündeki meleklerden yerin en dibindeki zebanilere kadar herkes bu çığlığı duymuştu. öyle hüzün dolu bir çığlıktı ki bulutlar bile gözyaşı dökmeye başladılar.
dünya onun için artık bir çukurdu ve o çukurun zemininde sırt üstü uzanıyordu. aklını kaybedeceğini düşündü ama bir türlü deliremiyordu. bu şekilde yaşayamayacağını da biliyordu. o an aslında hiçbir şey bilmiyordu, sadece sadece...
çılgınlar gibi ağlıyordu, bağırıyordu, tanrıya lanet ediyordu, rozalin’e lanet ediyordu, ona bu iksiri içirenlere lanet ediyordu. o anda nefreti öyle bir çoğaldı ki artık sevgi kalmamıştı bünyesinde. eğer sevgi varsa bile çok derinlere gömülmüştü. sadece nefret soluyor, damarlarında nefret dolanıyordu. nefret eğer bir insan olsaydı o an ki prens olurdu. gözleri öyle korkutucu bir hal almıştı ki onu gören vahşi hayvanlar bile ağaç kovuklarına, mağaralara saklanıyordu.
yağmura aldırış etmeden artık cansız bir bedenden başka varlığı olmayan sevdiği kadının alnına bir öpücük kondurduktan sonra eğilerek uzandığı yerden kucağına aldı ve ona bu kaderi yaşatanların yaşadığı bataklığa doğru yol almaya başladı. yani lanet olasıca krallıklarına. kaçmaya çalıştıkları bataklık onların peşini bırakmadığı gibi prensesi de içine çekmişti. prens bu bataklığa doğru ilerlemeye devam etti.
ayrılık zordu. ayrılık acıydı...
bir süre sonra krallığa ulaşmıştı. prensesi o çok sevdiği çiçek bahçesinin en güzel yerine yavaşça bıraktı. öptü alnından, okşadı o güzel yüzünü. tüm çiçeklerden, o geri dönene kadar prensese canları gibi bakacaklarına dair söz vermelerini istedi. prensin de artık içinde sevgi kalmamıştı. sevgisinin kaynağı olan biricik prensesinin ölümüne sebep olan herkes için küçücük bir merhamet bile beslemiyordu. o an yüreğindeki intikam ateşi alev alev yanmaya başladı. prensin kalbi de gözleri gibi ayrılığın siyahına bürünmüştü, kılıcını çekti ve onların hayatlarını çalanları, onların mutluluğunu yok edenleri, onlara bu acıları yaşatan herkesi öldürmeye doğru ilerlemeye başlamıştı ki bir esinti yüzünü okşadı. öyle yumuşaktı ki bu dokunuş, sanki prensesin dokunuşuydu. etrafına bakınmaya başlamıştı ki arkasından bir ses duydu: “seni her zaman seveceğim." dönüp baktığı zaman çiçeklerin içerisinde prensesin silüetini görür gibi oldu.
prenses bu diyarlardan gitmeden önce bir anlığına da olsa prensine göründü. nefretin ona hükmetmesini istemiyormuşçasına. prensesin ruhu öyle hüzün ve aşk dolu bir bakış bırakmıştı ki prensin yüreğine artık nefreti yok olmuştu prensin. sadece aşk kalmıştı. prensesin sevgi dolu sesi, bakışları, dokunuşları...
prens olduğu yerde dizlerinin üstüne çöktü, kılıcı elinden düştü. bağırmaktan sesi kısılmış olsa bile öyle sessiz bir şekilde çığlık atıyordu ki ona bu iksiri içirenlerin bile yüreği kan ağlıyordu bu sessiz çığlıklar nedeniyle.
içinizdeki o sevginin sahibi artık yoksa o sevginin de bir değeri kalmıyordu. o aşk da sevdiğiniz ile gidiyordu. yerini kaplayan mutsuzluk, hüzün o kadar büyük oluyordu ki nefes bile aldırmıyordu. haykırmak, bağırmak istersiniz de sesiniz çıkmaz ya, karanlıkların içindeki o ışık hüzmesine koşarsınız da o ışık bir anda kaybolur ya, bu da öyledir işte. yokluğunun ağırlığı omuzlarınıza çöktüğünde kaldıramazsınız. evet belki dışarıdan yaşıyormuş gibi görünebilirsiniz. ama gerçekten seven iki insandan biri ölürse öbürü de onunla ölür. sizi tamamlayan kişi artık yanınızda olmazsa bu dünyada yarım kalırsınız.
ne yapsanız hep eksik kalır. onsuzluk kalbinize saplanan bir hançer gibidir. kesik kesik soluk alırsınız ama acı dayanılmazdır. her bir solukta canınız daha da çok yanar. yaşamınızı güzelleştiren, aklınıza gelmesi bile sizi gülümseten, onun geleceği zamanı iple çektiğiniz, yanında özgür ama bir o kadar da ona bağlı hissettiğiniz o insan artık yoksa hayatınızda, yaşamanın da bir anlamı kalmaz aslında. aşk böyledir. varlığı sizi mutlu ve sevinçli yapar ama yokluğu da sizi mahveder.
dipsiz bir çukurdur aslında onsuzluk. düşersiniz, düşersiniz, daha da düşersiniz. ne tutunacak bir yer vardır ne de bir ışık. o sonsuz boşluğu dolduracak tek kişi de gittiyse eğer evet, işte o zaman o çukurdan çıkamazsınız. hüzün sanki kolları varmış gibi sizi sarar. bir zaman sonra boğulmaya başlarsınız. çırpınırsınız, kurtulmaya çalışırsınız ama sizi bırakmaz.
bir an sonra okyanusun altında gibi hissedersiniz. nefesiniz hızla tükenmektedir. yukarıya doğru yüzdüğünüzü zannedersiniz ama aslında daha da dibe battığınızı fark etmezsiniz. sonra pes edersiniz. size o soluğu tekrardan verebilecek olan tek kişi de yoktur artık. o okyanusun dibinde oturursunuz. onun yanına gitmek için beklersiniz. aklınızda, kalbinizde, tüm benliğinizde onun adı durmadan zuhur ederken siz sadece kavuşacağınız günü beklersiniz. acı sizi öldürür ama aynı zamanda da yaşatır. aşk gibidir işte. aşk da yaşatır lakin yeri geldiğinde sizi öldürmesini de çok iyi bilir.
ayrılık her zaman acıydı. prensin kalbi de prensesi ile beraber gitmişti. sevdiği olmadan bu dağ bu taş neye yarar. o yağmur ekinlere nasıl can verir. güneş yerküreyi yakar adeta, çekilen ızdırabın yüreği yaktığı gibi. sevdiği bu dünyadan göçmüşse, artık prens eski prens değildir. içindeki aşk sevdiği ile beraber gitmiştir.
aşık olduğunuzda ayrı düşmek aklınıza bile gelmez çünkü bilirsiniz ki seven iki insan için ayrılık olamaz. ölüm de olsa gerçek aşıklar için ayrılmak yoktur aslında çünkü ruhları bütünleşmiştir ve bu enerji asla kaybolmayacaktır.
elinizi uzattığınızda sevdiğinizin yüzü orada olsun istersiniz. gülüşünüz gülüşüne değsin, saçlarınız birbirine karışsın, gözleriniz hiç başka yere bakmasın istersiniz. fakat o canınızdan çok sevdiğiniz kişi artık yoksa elleriniz boşluğa düşüyorsa, gülüşünüz solmuşsa, saçlarınız sert rüzgarda savruluyorsa ve gözleriniz hep onu arıyorsa yaşanır mı bu dünyada diye düşünüyor olsanız da onun hatırasını yaşatmanız gerekmektedir. sizin mutlu olmanızı isterdi, o gitmiş olsa bile kalanlara birlikte geçirdiğiniz güzel anıları aktarmanızı ve yeni nesillere umut olmanızı isterdi. aşkın hiçbir zaman ölmeyeceğini öğretmenizi isterdi.
"seni her zaman seveceğim prensim, beni asla unutma fakat geleceği yaşamayı da aksatma.
elveda..."
edit: herkese merhabalarr. hikayemizin son bölümü de sizlerle. umarım beğenmişsinizdir. biz bu bölümde gerçekten çok hüzünlendik. ama prens ve prenses hep kalbimizde olacak. onların aşkları bize umut verecek. umarım bu hikaye size de bir şeyler katabilmiştir. bizi çok düşündürdü aslında çoğu zaman. sizleri de düşündürebilmiştir umarım. ilk hikayemiz "aşkın üç rengi" burada sona eriyor fakat zihnimizde onlar hep var olacaklar.
başka bir yazı ile ilerleyen günlerde görüşmek dileğiyle. ne olursa olsun aşk hep sizinle olsun...
devamını gör...
yazarların itiraf köşesi
hayatımın en güzel zamanları akp ve mhp oylarıyla reddedilmiş gibi hissediyorum. *
devamını gör...
düşün ki kedin bunu okuyor
rüyamda seni gördüm şapşal, 2. kattan atlamak nedir? kaybolmuştun bi de.
aradım bulamadım zaten.
yapma böyle şeyler, otur oturduğun yerde.
korkutma beni.
aradım bulamadım zaten.
yapma böyle şeyler, otur oturduğun yerde.
korkutma beni.
devamını gör...
goodbye christopher robin
2017 yılında gösterime giren bir simon curtis filmidir.
bir önceki tanımında bahsetmiştim aslında çocukların oyuncakları ile ilgili konuların hep hüzünlü olduğunda ama bu film 2018 yapımı christopher robin (film)’den çok daha hüzünlü bir hikaye.

bir sanatçının çocuğu olmak ne demek bilir misiniz bilmiyorum. ama ben bunun ne demek olduğunu biliyorum. hem de çok iyi. bir sanatçının çocuğu olmak hüzünlü büyümek demek. babamın kardeşimle benim siyah beyaz fotoğraflarımızı çektiğini hatırlarım. sanırım iyi birer modeldik, çok iyi açılar veriyorduk ama içimizden çok acı verdiğimiz geçerdi hep ona.
uzun uzun çocukluk travmalarımı anlatacak değilim ama siz böyle travmalar izlemek istiyorsanız bu filmi mutlaka izleyin.
çünkü bu filmde neşeli ve sevimli çocuk christopher robin’in gerçek halini göreceksiniz. yani onun oyuncaklarından fikir alarak winnie the pooh gibi muhteşem bir çizgi film yaratan aa milne’nin oğlu christopher robin milne’nin hikayesi ve babası ile olan ilişkisi.

savaş sonrasında eve dönen savaş yorgunu bir baba, adının bir çizgi filmde kullanılmasından rahatsız olmuş mutsuz bir çocuk.
sanatçı çocukları mutsuz büyür, oyuncakları o yüzden özeldir belki de.
bir önceki tanımında bahsetmiştim aslında çocukların oyuncakları ile ilgili konuların hep hüzünlü olduğunda ama bu film 2018 yapımı christopher robin (film)’den çok daha hüzünlü bir hikaye.

bir sanatçının çocuğu olmak ne demek bilir misiniz bilmiyorum. ama ben bunun ne demek olduğunu biliyorum. hem de çok iyi. bir sanatçının çocuğu olmak hüzünlü büyümek demek. babamın kardeşimle benim siyah beyaz fotoğraflarımızı çektiğini hatırlarım. sanırım iyi birer modeldik, çok iyi açılar veriyorduk ama içimizden çok acı verdiğimiz geçerdi hep ona.
uzun uzun çocukluk travmalarımı anlatacak değilim ama siz böyle travmalar izlemek istiyorsanız bu filmi mutlaka izleyin.
çünkü bu filmde neşeli ve sevimli çocuk christopher robin’in gerçek halini göreceksiniz. yani onun oyuncaklarından fikir alarak winnie the pooh gibi muhteşem bir çizgi film yaratan aa milne’nin oğlu christopher robin milne’nin hikayesi ve babası ile olan ilişkisi.

savaş sonrasında eve dönen savaş yorgunu bir baba, adının bir çizgi filmde kullanılmasından rahatsız olmuş mutsuz bir çocuk.
sanatçı çocukları mutsuz büyür, oyuncakları o yüzden özeldir belki de.
devamını gör...
yol boş olduğu halde yayaya yeşil yanmasını beklemek
benim de dahil olduğum insan grubudur. hayır batı ülkelerine de hiç gitmedim. hatta hiç yurtdışına bile gitmedim. ailem tarafından böyle yetiştirildim ama. doğru olanı bu çünkü. ha tabii ki bazı durumlarda çok acelesi olur insanın ve bunu yapmak zorunda kalır, bu gayet normaldir.
devamını gör...
mahlasınla ilgili bir görsel bırak
bırakırdım daa seven var sevmeyen var! hatta sevmeyen daha çok. (bkz: sısısısı)
devamını gör...
kendini insan sarrafı sanan insan
aslında kandırılmaya çok müsait olan insan tipidir. biraz gazlamanız yeter böylelerini. ağamsın paşamsın kralsın dedin mi tamam.
devamını gör...
doğum kontrol hapı
bir doğum kontrol yöntemi.
genellikle bir kutusunun içerisinde 21 tane vardır ve 7 gün ara verilerek kullanılır. bazı kutularda ise 28 adet bulunur. 7 adeti vitamin ve gıda takviyesi içerikli ilaçlardır.
bu doğum kontrol yöntemi kişiyi yalnızca gebeliğe karşı korurken cinsel yolla bulaşan hastalıklara karşı koruma sağlamaz.
düzenli kullanımda koruyuculuğu çok yüksektir.* zamanında alınmayan doğum kontrol hapının iki hapı aynı anda içmek anlamına gelse bile içilmesi tavsiye edilir. *
doğum kontrolü yanında polikistikover sendromu ve kadınlarda aşırı kıllanma durumları başta olmak üzere hastalıkların tedavisinde kullanılmaktadır.
bu minicik hapı eskiden devlet karşılamakta iken geldiğimiz noktada hastalık tedavisi için dahi olsa karşılamamakta. (geçtiğimiz aylarda bir kutu yasmin 40 tl civarındaydı) bu durumu devletin doğum kontrolü politikasının ipucu olarak görebiliriz sanırım.
tüm bunların yanında doğum kontrol hapı kadının gebeliğini planlayabilmesi, erken ve istenmeyen gebeliklerin önüne geçilmesi açısından kadının çalışma hayatına ve sosyal hayata katılımı açısından devrim niteliğinde bir çalışma olmuştur. kendisine teşekkürü borç biliriz.
genellikle bir kutusunun içerisinde 21 tane vardır ve 7 gün ara verilerek kullanılır. bazı kutularda ise 28 adet bulunur. 7 adeti vitamin ve gıda takviyesi içerikli ilaçlardır.
bu doğum kontrol yöntemi kişiyi yalnızca gebeliğe karşı korurken cinsel yolla bulaşan hastalıklara karşı koruma sağlamaz.
düzenli kullanımda koruyuculuğu çok yüksektir.* zamanında alınmayan doğum kontrol hapının iki hapı aynı anda içmek anlamına gelse bile içilmesi tavsiye edilir. *
doğum kontrolü yanında polikistikover sendromu ve kadınlarda aşırı kıllanma durumları başta olmak üzere hastalıkların tedavisinde kullanılmaktadır.
bu minicik hapı eskiden devlet karşılamakta iken geldiğimiz noktada hastalık tedavisi için dahi olsa karşılamamakta. (geçtiğimiz aylarda bir kutu yasmin 40 tl civarındaydı) bu durumu devletin doğum kontrolü politikasının ipucu olarak görebiliriz sanırım.
tüm bunların yanında doğum kontrol hapı kadının gebeliğini planlayabilmesi, erken ve istenmeyen gebeliklerin önüne geçilmesi açısından kadının çalışma hayatına ve sosyal hayata katılımı açısından devrim niteliğinde bir çalışma olmuştur. kendisine teşekkürü borç biliriz.
devamını gör...
ikizler burcu cennete giremez
cennetten de ban yemezsin be.
devamını gör...
attila ilhan sözleri
ben sana mecburum bilemezsin.
devamını gör...
unutulmayan magazin olayları
kaya çilingiroğlu'nun feraye isimli bir bağyan* ile portakallı ördek yedikten sonra, mekan çıkışı magazincilerin; “ferrariniz yeni mi kaya bey?" sorusuna "siz feraye'yi nerden tanıyorsunuz?" şeklinde soruyla cevap vermesi. "sarhoşken söylenenler ayıkken düşünülmüştür" ü destekler. sonrasında hülya avşar ile ayrılmışlardı.
devamını gör...
kokusu yaşam sevincini artıran şeyler
çekilmiş kahve kokusu.
devamını gör...
fakirlik belirten detaylar
yediği döneri bitiremeyince paket yaptırıp evde yemek.
para üstünü beklemek.
hiçbir zaman üstü kalsın ! diyememek.
saksıya para vermeyip zeytinyağı tenekesinde çiçek dikmek.
e- kitap okumaya başlamak.
para üstünü beklemek.
hiçbir zaman üstü kalsın ! diyememek.
saksıya para vermeyip zeytinyağı tenekesinde çiçek dikmek.
e- kitap okumaya başlamak.
devamını gör...
fasıl-ı jazz
bülbülüm altın kafeste diye çok zalim bir türkü var, asırlardır başımın belası. bendeki anıları fazla, belki gereğinden de fazla. onu da yorumlamış bir grup bu, çok da güzel yapmışlar.
genelde türkülerin modernize edilmesini pek sevmem, var olduğu haline ne kadar yakınsa o kadar güzel olur derim ama hakkı olanın hakkını da teslim etmek gerekir.
ortaya güzel işler çıkaran grup yani kısacası?
spotify
genelde türkülerin modernize edilmesini pek sevmem, var olduğu haline ne kadar yakınsa o kadar güzel olur derim ama hakkı olanın hakkını da teslim etmek gerekir.
ortaya güzel işler çıkaran grup yani kısacası?
spotify
devamını gör...


